“Adaletsiz bir dünya ile yüzleşmenin tek yolu ona başkaldırmaktır.”[1]
Yerkürede ve coğrafyamızda kapitalist zorbalığa karşı itiraz kültürü ve eyleminin tarihin sahnesine çıkışıdır 1968. Var olan kapitalist kültürel kodları, zorbalığı sorgulayan bir devrimci başkaldırıdır.[2]
Yerkürenin hemen her yerinde başkaldırıya ilham kaynağı olması yanında, hızla büyüyen devrimci bir yangındı. Paris sokaklarında öğrenciler, “Cours camarade, le vieux monde est derrière toi!/ Koş yoldaş, eski dünya arkanda!” diye haykırıyorlardı. Bu öyle bir maratondu ki Paris, Chicago, Londra vb. sokaklarda, binlerce kentte, eski dünya gerçekten de arkada bırakıldı.
Bu “Tout et possible!/ Her şey mümkün!” diyen bir isyandı; isyanın yeniden ve bir kez daha mümkün olduğunun kanıtıydı. İsyan, yaratıcılık ve mücadele ateşi, zaten patlamaya hazır bir barut fıçısını andıran dünyanın fitilini ateşledi. O ateş on yıllarca yandı, yerküreyi kasıp kavurdu.
O, “Halkların Baharı”ydı. Yerkürede 1968’in simgesi, Fransa’da mayıs ayındaki dev öğrenci eylemleriyle tarihin en uzun genel grevinin çakışması olmuştu.
Sonrasında 1968 coğrafyamıza haziran ayında öğrenci hareketinin ayağa kalkmasıyla, üniversitelerdeki boykot ve işgallerle gelip çattı.
Öğrenciler, başka ülkelerdeki kardeşlerinin yolundan yürüdüler.
İsyan heyecanı, bulaşıcılığını bir kez daha kanıtlarken; coğrafyamızda öğrenci hareketiyle sınırlı kalmayan 1968 işçi hareketinin yükselişinin, köylü eylemlerinin, Kürtlerin mücadelesinin yeniden canlanışının da adıydı.
Ve nihayet bu isyan dalgasından işçilerin, gençlerin, kadınların, tüm ezilenlerin öğrenecekleri şey “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” şiarıyla başkaldırmaktı!
Çünkü 1968 Mayısı “Bütün iktidar hayal gücüne!” sloganının anlattığıydı.
Evet, 1968 Mayısı bir öğrenci hareketi olarak başlamıştı. 2 Mayıs’ta Nanterre, 3 Mayıs’ta Sorbonne, sonra da öteki üniversitelerin öğrencileri boykota gitmişti.
6 Mayıs’ta Paris’te 20 bin öğrencinin katıldığı yürüyüş polisin saldırısına uğrayınca barikatlar kurulmaya başladı. Polis baskısı karşısında liseliler de harekete katıldılar. 10 Mayıs’taki büyük yürüyüş yine polis saldırısına uğradı, sokak savaşları sabaha kadar devam etti. Polisin gaddarlığı karşısında işçi hareketi de protestoya katıldı. 13 Mayıs’ta işçi sendikalarıyla öğrencilerin birlikte katıldığı bir yürüyüş bir milyondan fazla insanı bir araya getirdi.
Artık devrimci bir dinamik harekete geçmişti. Öğrenciler Fransa çapında en az 400 “eylem komitesi” oluşturdular: Kitle demokrasisi çiçekleniyordu.
14 Mayıs’tan itibaren işçi sınıfı da bir destek güç olmaktan çıkarak mücadeleye boylu boyunca katılacaktı.
1968 Fransa genel grevi, uzunluğu, dayanıklılığı ve bir fabrika işgalleri dalgasıyla güçlendirilmesi bakımından hâlâ tarihin en büyük genel grevidir. 68 Mayısına asıl devrimci karakterini veren de budur.
Mayıs 1968’in bir dersi isyan ise, öteki dersi de işçi sınıfı için siyasi önderliğin ne denli önemli olduğunu vurgulamasıydı.
1968’in Fransa’sı ile birlikte sembolik önem taşıyan öteki olay da Vietnam’daki Tet Taarruzu’dur. ABD emperyalizmi ve müttefiklerine karşı kahramanca bir bağımsızlık savaşı veren Vietnam halkının bir genel askerî taarruz ve devrim provasıdır.
1968 ertesinde birçok ülkede onyıllardır görülmemiş düzeyde büyük işçi mücadeleleri patlak verdi. Bunların en önemlileri, İtalya’da, Arjantin’de ve İngiltere’de yaşanmıştır.
1968 ile 1975 arası, Avrupa’nın güneyinde bulunan bütün ülkelerde ciddi bir devrimci mayalanma dönemi olmuştur. Bu dönemde Fransa (Mayıs 68), İtalya (1969 “Sıcak Sonbahar”), Yunanistan (1974’te “Albaylar Cuntası”nın devrilmesiyle sonuçlanan 1973 Politeknik ayaklanması), İspanya (Franco’nun ölümü ertesinde büyük işçi sınıfı mücadeleleri ve faşist diktatörlüğün devrilmesi) ve Türkiye (1968 ve sonrasında öğrenci mücadeleleri, 1970’te 15-16 Haziran büyük işçi isyanı, köylülerin toprak işgalleri ve “üretici mitingleri”, Kürtlerin “Doğu Mitingleri” vb.) ciddi kitle mücadeleleriyle sarsılırken, Portekiz’de Avrupa’nın XX. yüzyılının son devrimi yaşanmıştır. 1974 Portekiz Devrimi çürümüş bir faşist rejime karşı bir askerî ayaklanma ile başlamış, daha sonra da demokratik devrimden bir proleter devrimine doğru bir sürekli devrim dinamiği içine girmiştir. Ancak, hem sol önderliklerin hatalı yönelişleri hem de devrimcilerin yuvalanmış olduğu bir askerî birliğin yaptığı erken çıkış dolayısıyla 1975’ten itibaren sönümlenmiştir.
ABD ise, 1960’lı yılları büyük toplumsal çalkantılar ile geçirdi. Önce ülkenin güneyinde o dönemde hâlâ katı ırk ayrımı (“segregation”) kurallarına tâbi olarak yaşayan siyahilerin “medenî haklar hareketi” ülkeyi 1960’ların başından itibaren sarstı. Hareketin pasifist kanadı 1968’de bir suikasta kurban giden Martin Luther King Jr.’un adıyla özdeşleşmiştir. Hareketin devrimci kanadının manevi önderi, siyah İslâmî hareketten ayrıldıktan sonra devrimci Marksizme yaklaşan, enternasyonalist bir bakış açısıyla yüzünü Afrika siyahlarına da çeviren, Che Guevara ile temas içine giren Malcolm X’tir. Malcolm X 1965’te bir suikastta öldürülmüştü. En önemli devrimci örgüt ise 1966’da kurulan Kara Panter Partisiydi.
1960’larda Latin Amerika’da Küba Devrimi’nin yarattığı ivme ve Che Guevara’nın örgütlenmesine katkıda bulunduğu kıta çapındaki devrimci hareket sonucunda, gerilla mücadelesinin damga vurduğu bir devrimci yükselişe sahne olmuştu. Guatemala’dan 70’li yılların ilk yarısında Arjantin’e, askerî diktatörlük altındaki Brezilya ve Uruguay’dan Che’nin hayatını yitirdiği Bolivya’ya birçok ülkede gerilla hareketleri doğmuştu. Kıta işçi sınıfının bu dönemdeki en büyük kitle hareketi ise 1970-1973 kesitinde Şili’de Salvador Allende yönetimindeki Halk Birliği hükûmeti döneminde, hükûmetin uzlaşma politikalarının dışına taşarak devrimci bir durum yaratan Şili proletaryası ve yoksul köylülüğünün mücadelesiydi. Bu mücadele (MIR’a rağmen) hükûmetin reformist stratejisi yüzünden büyük bir yenilgiyle sonuçlanacaktı.
Yine 1960’larda çeşitli coğrafyalar ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselişine sahne olmuştur. Vietnam ve Küba’nın yanı sıra bir dizi Afrika ülkesinde (Kongo, Mozambik, Angola, Gine-Bissau vb.) sömürgeciliğe karşı savaş emperyalizmin duvarında ciddi çatlaklar yaratmıştı.
Avrupa’da İrlanda, Bask ve Katalan ulusal kurtuluş hareketleri 1960’ların sonu ve 70’lerin başlarında yeniden canlandı. Aynı şey Irak’taki (Güney’deki) Kürt halkı için de geçerliydi.
En önemlisi de, 1948’de İsrail tarafından vatanından kovulan Filistinlilerin 60’larda gerilla mücadelesi başlatması ve 70’lerin ortalarına kadar çarpıcı eylemlerle sürgünde bir devletin çekirdeğini oluşturabilecek bir demokratik yapılanmaya gitmeleridir.
Metin Altıok’un, “Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde,/ Bir iğdiş ve buruşuk zamanı”; Özdemir Asaf’ın, “Nelere alışıyor insan/ Alıştıkça şaşırdığı ne çok şeye,” dizelerindeki kapitalist “normal” karşısında 1968, “Memleket bir kurtlar sofrasına döndü mü, isyan haktır,” cümlesiyle Attila İlhan’ın hatırlattığıydı.
Özetle Paris’te başlayan 1968 hemen tüm ülkelerde etkisini gösterdi. Ancak Kuzey’i, Güney’iyle her coğrafyanın 68’i farklıydı. 1968 Japonya’da öğrenci hareketi olarak kalırken; coğrafyamızın 1968 hareketi 1969’dan itibaren devrimci sosyalist bir nitelik kazanmaya başladı.
1968’E DAİR “ZIRVALAR”!
Her büyük olay gibi 1968 de liberal tahrifatın boy hedefi olurken; “68 hareketi sahte bir efsane sahte bir mitostu… Bir sahte efsane, bir sahte mitos oluşturuluyor. Aslında bütün mesele buradan kaynaklanıyor. Biz feodal bir toplumuz. Sanki kendini sorgulamak bir suçmuş bir cürümmüş gibi algılanıyor. Dolayısıyla bu durum, kendilerini hâlâ solcu ve Marksist olarak adlandıranların kendi feodal önyargılarını kıramamış olduklarından kaynaklanıyor,”[3] diyen Hadi Uluengin’in yanı sıra, Hasan Bülent Kahraman’ın şu zırvalarına da maruz kalmıştır:
“Demek istediğim şudur: Batı’da 68 bir özgürlük hareketidir. Amerika ve Fransa türleri birbirinden farklıdır. Amerika, Columbia kampüsündeki ilk olaylara tanıklık ettiğinde, evet, Vietnam savaşı önde gelen itkiydi. Fakat ondan fazlası vardı: tüm Amerika, Güney’de zencilerin başlattığı temel hak ve özgürlük talebiyle alev almış yanıyordu…
“Paris bu harekete Marksist boyutu kattı. Mayıs 68’de Sorbonne’u, St Michele’i, Odeon’u, St Germain’i dolduran gençler ‘yeni’ Marksist hareket olarak görüp benimsedikleri Maoizmin peşindeydiler. İşçi-öğrenci dayanışmasını arıyor ve gerçekleştiriyorlardı. Ama bu Paris sokaklarına yayılan şiire engel değildi. Öte yandan 68’in Paris’i düpedüz yeni aydınlar kuşağının hareketiydi…
“Türkiye 68’i bu tarihin hiçbir yerinde yok. Biz, 1968’i çok sert bir devlet çatışması olarak yaşadık ve kendi toplumsal ve entelektüel tarihimizin özgüllüğü içinde yaşadık…
“Hareket 1968’de öğrencilere yayıldı. Üniversitedeki kitle esasen 1960’ın hemen öncesinde sokağa çıkıp ‘gücünü’ sınamış, özgüvenini kazanmıştı…
“Öyle şiir falan yoktu bizim 68’imizde. Evet, bir şiir vardır, soldan yazılan ama o ‘devrimci’ şiirdir. İşte, Sofya’daki Devrim Müzesi hakkında yazılmış kaba saba şiiridir. 68 Mayıs’ında Paris sokaklarına saçılan hepsi birbirinden lezzetli ve hülyalı sloganlara bizim 68 gençliği kulağını tıkıyor, muhtemelen onları ya hiç duymuyor ya da duyduklarını yeteri kadar devrimci bulmayarak, ‘burjuva işi’ görüyordu…
“1968’le 1971 arasında üç yıl var. 1971 yeni bir darbedir…
“Askerlerin 12 Mart’ta verdikleri muhtırayı kendi gözlerinde meşrulaştıran öğrencilerin başlattığı gerilla faaliyeti, yeraltı örgütlenmesi, silahlı hareketlerdir.
“Hareketin arkasında 1959 Küba devrimi vardır. Castro ve Che Guavera devrimci romantizmi sonuna kadar tahrik etmiştir…
“12 Mart çok kanlı biter. Tüm kanlı hareketler gibi haksızlığa bulaşmış ve batmıştır…
“1973-1980 arasındaki sokak faşizmine kapı açmıştır. Sonunda 12 Eylül günü devlet faşizmi gelecek ve hepsini yok edecektir.
“1968’in bizdeki tarihi budur. Bu ‘sert’, hatta çok sert, öldürücü, ölüm tarihinin öyle bedensel, cinsel, ruhsal özgürlüklerle ilgisi yoktur…
“Böyle bir hareketin Paris 68’inin ‘şiiriyle’ içli dışlı olması beklenebilir mi?
“Bir de erildir Türkiye’deki 1968 kuşağı. Sonradan kadınları kucaklayan, onlara da alan açan bir görüntü kazanmıştır, kadınlar 68’de mevcuttur ama ‘bacı’ olarak…
“Daha çok irdelememiz gerekiyor Türkiye 1968’ini…”[4]
Hayır; bunlar yanıt vermeye değmez; sadece hatırlatıp, kayıt altına almakla yetiniyorum; o kadar!
OYSA HAKİKÂT FARKLIDIR
Tüm tahrifatlara rağmen 1968 değerlidir. Çünkü Immanuel Wallerstein’ın “bir dünya devrimi olduğunu” ifade ettiği o, Kuzey’i, Güney’i ile yerküre tarihinin en önemli başkaldırılarındandır.
Kolay mı?
1968’in herkese verdiği ders, devrimci olmayan zamanlarda da devrimi aramanın zorunlu olduğunu anımsatmasıydı. Çünkü 1968’in altını çizdiği gibi devrimi büyütmenin, ona hazırlanmanın başka bir yolu yoktu.
1968 denilince ilk akla gelen Fransa’da yaşananlar olsa da, bu devrimci dalga ne sadece Fransa’ya özgüydü ne de Avrupa’ya; üstelik sadece 1968 ile de sınırlı değildi.
Bu devrimci dalga tüm dünyaya yayıldı ve 20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli olayları arasında kendisine yer buldu. Bütün ülkelerde işçiler, öğrenciler, gençler özgürlük, barış ve demokrasi talepleriyle sokaklara çıktılar, grevler yaptılar, fabrika ve okul işgalleri gerçekleştirdiler.
Vietnam savaşı ABD de dâhil olmak üzere eylemleri fitilleyen önemli faktörlerden biriydi. ABD katliamlarının TV kanallarında yayınlanmasıyla New York’ta 100 bin kişilik savaş karşıtı bir eylem gerçekleştirdi. 1968 Martında Vietnam’da 349 sivilin acımasızca öldürülmesi sadece ABD’de değil, tüm dünyada ABD emperyalizmine karşı bir öfke doğurdu.
Japonya Okinawa’daki ABD üssünün kapatılması için gösteriler düzenlendi. Almanya’da, İtalya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde de benzer olaylar yaşandı. Latin Amerika’da da ölümüne çatışmalar gerçekleşti. Che’nin CIA tarafından öldürülmesi ABD emperyalizmine karşı öfkeyi iyice biledi. Meksika’da polis göstericilerin üzerine ateş açtı ve yüzlerce kişiyi öldürdü.
1968 devrimci dalgası coğrafyamızı da vurdu. Kapitalizm 60’lı yıllarla birlikte işçi sınıfını ve işçi sınıfının mücadelesini de geliştiriyordu. TİP ve DİSK bu dönemde hayata gözlerini açtı. Fransa’da yaşanan üniversite işgalleri coğrafyamız devrimci gençliğine de örnek oldu: Üniversite işgalleri ile boykotlar yaşandı. Ayrıca ABD’nin 6. Filosuna yönelik devrimci eylemler gerçekleştirildi.
Tüm bunlar Jean-Paul Sartre, “İsyan etmek, varoluşsal bir tercihtir. İnsan, kendi özgürlüğünü ve anlamını bulmak için başkaldırır, çünkü varoluşun özü budur”;[5] Albert Camus’nün, “İsyan, varoluşun en saf ve en yalın ifadesidir. İsyan etmek, bir insanın varlığını tüm dünyaya ilan etmesidir,”[6] tespitlerini bir kez daha doğruladı.
Evet 1968 isyanı yeniden olası bir başlangıçtı.
Çünkü isyan bir tartışmanın, altüst oluşun, başkalarına da yol açan bir patlama, niteliksel değişimlerin, özgürlüğün ölümsüz sesidir.
Juvenal’ın, “Onlara ekmek ve sirkler verin, asla isyan etmeyecekler,” ifadesiyle müsemma kapitalist cehennmede isyansız bir tartışma, değişim ya da ütopya mümkün değildir; bunun için başkaldırının yeniden yaşama geçirilmesi gerekir; hem de yenilmek pahasına ve Paulo Freire’nin, “Mücadele, insanların, başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleriyle başlar”;[7] Dante Alighieri’nin, “Cehennemin en karanlık yerleri buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır”; March Bloch’un, “İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklarıdır,” uyarıları eşliğinde…
1968 NEYDİ (Mİ)?
Bernard M. Baruch’un, “Milyonlarcası elmanın düşüğünü gördü, ancak sadece Newton ‘Neden’ diye sordu,” ifadesindeki üzere 1968 “Neden?” sorusunu dillendirme cüretiydi…
THKO’lu bir 1968’li Atilla Keskin’in, “En kısa tanımlamayla 68; kendinden önce hiç olmadığı bir şekilde yerleşik kurallara, dogmalara, tabulara, hegemonyoya, otokrasiye ve statükoya karşı uluslararası bir başkaldırıydı.
“Ülkeler arasında farklılıklar olmasına rağmen ortak özellikleri; anti-emperyalist, anti-bürokratik ve anti-otokratik mücadeleler toplamıdır. Dünyanın birçok ülkesinde başta öğrencilerin benzer itiraz ve umutlarla sokağa çıktıkları, bir yandan kapitalist düzenin bütününü, bir yandan da Vietnam savaşı gibi süregelen savaşları sorguladıkları bir yıldı 68.
“68 hayatı başka bir şekilde yaşamanın olanaklı olduğunu düşünenlerin verdiği bir mücadeledir. Bunu mümkün kılabilmek için hayal kurabilen, imkânsız gibi görünen arzuları dile getiren insanların verdiği bir mücadeleydi,”[8] tanımıyla müsemma 1968 hikâyesi başkaydı…
“Nasıl” mı?
Örneğin bugünlerde sürdürülemez kapitalist yabancılaşma bataklığında yaşa(tıl)dığımız postmodern çöküş koşullarından çok farklı bir devrimci bir ruhtu, eşitlikçi-özgürlük umudunun dünyada kol gezdiğini süreçti.
O, etkisini dünya ölçüsünde hissettiren yakın zamanların devrimci dönemiydi; dünyanın en uzun yılıydı…
Michel Foucault, “Mayıs 68 tartışmasız çok önemli bir deneyimdi,”[9] derken, Ertuğrul Kürkçü’nün, “1968’in mirası yarına taşınacaksa, bunu elbette bir devrime her şeyden çok ihtiyacı olanlar, kapitalizmle ve otoriter devletle iç içe yaşayamayacak olanlar, onların tarihçileri ve düşünürleri yapacak,” notunu düştüğü şeydi.
Kolay mı?
Büyük kırılmalara ve tartışmalara yol açan hakikât, yani XX. yüzyılın en devasa toplumsal muhalefet dalgası, zamanın anti-kapitalist, düzen karşıtı ruhuydu 1968 hareketi…
Etkileri kendinden sonraki mücadeleleri de esinleyen bir hareket, bir kuşak olarak tarihe geçen 1968, II. Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyası çerçevesinde ortaya çıkan yeni dünya düzeninin ekonomik, siyasal ve kültürel yapısına karşı özellikle gençliğin radikal tepkisi olarak açığa çıktı.
ABD’nin Vietnam müdahalesi sözde “hür dünya” (burjuva demokrasisinden tüketim kültürüne, Amerikan yaşam tarzına verilen ad) yanılsamasını yerle bir etmişti.
Kapitalist düzen(sizliğ)in toplumu siyasal alanın dışına atan otoriter yapısına karşı muhalefet yükselirken; gelecekteki toplumun nüvelerinin bugünden oluşturulmasına yönelik pratikler üretti. “Devrim Hemen Şimdi” sloganı dönemin temel düsturlarından biriydi.
’68 ilhamını Latin-Amerika’da ve sömürge dünyasında ortaya çıkan kurtuluş mücadelelerinden alıyordu. Küba ve Çin kültür devrimleri de hareketin esinlendiği diğer gelişmeler oldu.
Fransa’nın bütününü kapsayan genel greve 11 milyon işçi katıldığı ve Avrupa tarihinin en kalabalık grevi sayılan gerçek ’68 hareketi, böylelikle çok daha geniş bir toplumsal güce dönüştü; ve yeni toplumsal mücadele biçimlerine ilhamı kaynağı oldu.
Eric Hobsbawn’ın sözleriyle, “Gençlik eylemlerinin merkez üssü” Paris, Türkiye’den ABD’ye tüm coğrafyalarda kapitalizme yeni bir isyan dalgasının startını verdi.
Bu arada hatırlatmadan geçilmemeli: 1968 denince, genel olarak öğrencilerden söz edilir. Ancak bu tek başına yeterli değildir. Mesela Avrupa’da, Fransa olsun, İtalya olsun, kısmen Almanya, İngiltere olsun, esas olarak öğrenci hareketi işçi hareketiyle omuz omuza protestolarını yürüttü.
Daha önce de ifade ettiğim gibi, Güney’deki itiraz Kuzey’inkinden farklı olarak, kültürelden çok, devrimci politik ve ulusal bir itirazdı. ABD’nin hâkimiyetine ve ABD hâkimiyetinin içerideki taşıyıcısı olduğu bilinen hükûmetlere, onun ortaklarına yönelik bir itiraz yükseltiliyordu. Dolayısıyla, üçüncü dünyadaki diğer hareketlere, Venezuela, Meksika, Vietnam, Filistin’deki itirazlara daha çok benzeyen bir dili olduğunu söylemek mümkündür; tıpkı coğrafyamızdaki uzun 1968 ve ağır bilançosundaki üzere…
Coğrafyamızın 1968’i, Batı Avrupa’dan ve ABD’den farklı olarak, bir-iki yılla sınırlı kalmadı; 1980’e dek sürdü; sınıf çatışması ritminde 1980’e kadar geldi.
Ağır bir bilanço vardı yaşananda. Başarılamamış bir devrim, gerçekleştirilememiş bir devrimci zafer vardı. Böyle olmasına rağmen, bugün o dönem hâlâ son derece önem taşır.
Bu çerçevede, uzun süren 1968, coğrafyamız tarihinde -bütün zaaflarına rağmen- yapıcı, ilerletici bir rol oynadı.
Örneğin coğrafyamızın 1968 kuşağı, Fransa’dan hemen 1 ay sonra üniversite eylemleri ile başlayarak, süreç içinde ülkenin tüm siyasal mücadelelerinin parçası hâline geldi. Hareketin ilk adımı, 1968 Haziranında, Ankara Üniversitesi Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrencilerinin eğitim reformu talebiyle boykot örgütlemesiyle atıldı. Kampüsü işgal eden öğrencilerin eğitim reformu talebi, hem Fransa ’68’inin etkisini hem de gençlerin devrimci bilincini gösteriyordu:
“Dünya gençliği bizden çok daha iyi şartlarda bulunurken, daha iyi olanaklara kavuşmak için mücadele verirken, pek ilkel koşullarla ve en ilkel yönetmeliklerle öğrenimimize devam etmemiz, Türk gençliğinin devrimcilik görüşü ile bağdaşmamaktadır.”
İstanbul Üniversitesinde örgütlenen eğitim boykotunun sebebini, dönemin devrimci liderlerinden Harun Karadeniz; “Niçin ve kimin için eğitim yaptığımızı düşünmeden, rastgele öğrenim kurumlarında, rastgele bilgiler genç kafalara yerleştirilmektedir,” sözleriyle anlatıyordu.
Eğitim reformu boykotlarının hemen ardından, üniversite gençliği bu kez hedefine Amerikan emperyalizmini yerleştirdi. 15 Temmuz’da ABD 6. Filosu Dolmabahçe’ye demir atınca, İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri, üzerinde “6. Filo Defol” yazılı pankartlarla yürüyüşe geçti. Öğrencilerin hazırladığı bildiri, 6. Filo’nun simgelediği emperyalizme bakışı açıkça ortaya koyuyordu:
“6. Filo, 54 tane ikili anlaşmanın ve 101 adet Amerikan üssünün bekçisidir ve halkımıza dost değil düşman bir kuvvettir… 6. Filo toprak ağalarının düzenini beklemektedir… 6. Filo, düşük ücretlerle çalıştırılan işçilerin değil, bu işçileri sömüren, bu işçileri ücret kölesi olarak çalıştıran sömürgen şirketlerin düzenini beklemektedir… 6. Filo, petrolümüzden bakırımıza tüm yeraltı kaynaklarımızı soyan yabancı şirketlerin düzenini beklemektedir… Kısaca 6. Filo, bu çürümüş ve halk düşmanı düzenin bekçiliğini yapmaktadır.”
Protesto eylemleri 15 Temmuz ile sınırlı kalmadı, sonraki gün öğrenciler Amerikan askerlerinin kaldığı otelleri taşladı, polisle çatıştı. 17 Temmuz’daki eylemin ardından polis İTÜ yurdunu bastı, Vedat Demircioğlu’nu camdan aşağı attı. Düştükten sonra da polisin vurmaya devam ettiği Demircioğlu kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.
Vedat Demircioğlu’nun katledilmesi, ülke çapında öğrenci gençlikte büyük bir öfke yarattı. 18 Temmuz’da üniversite öğrencileri Taksim’de toplandı. Deniz Gezmiş’in “Akın var, güneşe akın! Güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın!” dizelerini okumasının ardından yürüyüşe geçen öğrenciler, Dolmabahçe’de Amerikan askerlerini denize döktü.
- Filo eylemleri, ilerleyen aylarda da sürecekti. Gençlerin anti-emperyalist hareketinin yarattığı rahatsızlığa karşı, devlet, gerici öğrenci birliklerinin öğrencilere saldırısını örgütledi. 16 Şubat 1969 yılında, polisin içlerine soktuğu sopalı, bıçaklı MTTB öğrencileri, 6. Filo’yu protesto eden devrimci öğrencilere saldırdı, iki öğrenci öldürüldü.
68 kuşağı eylemleri arasında öne çıkan bir başka protesto, ODTÜ’de Amerikan büyükelçisinin arabasının yakılması oldu. Medyada Vietnam kasabı olarak bilinen, II. Dünya Savaşı sırasında Vietnam’da on binlerce insanı katleden ve o dönemde süren işgal sırasında da siyasi faaliyetleri devam eden William Robert Komer, 6 Şubat 1969’da ODTÜ’de dönemin rektörü Kemal Kurdaş’ı ziyarete gelir. Onun geldiğini fark eden öğrenciler, Rektörlük önüne gelerek protesto eylemine başlar ve arabasını ters çevirip yakar. William Robert Komer’in kendisinin yıllar sonraki itirafı, sadece ODTÜ’de değil tüm Türkiye’de üniversite gençliğinin siyasal bilincini ortaya koyar:
“Biz o yıllarda müfredatını teknik alanlara oturtmak suretiyle ODTÜ öğrencilerini politika dışında tutabileceğimizi sanmıştık, elektriğin ve fiziğin ağır konsantrasyon gerektiren dersleri, o günkü kafamıza göre öğrencilerin politize olmasını önleyecekti. Hâlbuki üniversiteyi giderek politize olan Türkiye’nin dışında tutabilmek olanaksızdı.”
NE(LER) OLDU?
1968’e damgasını vuran öğrenci hareketleri ve daha sonra işçilerin de katılımıyla ’68 Başkaldırısı olarak anılan ve tüm yerküreyi sarsan ayaklanma hareketi kültürel ve sosyal bir hareketti. Bir yandan tüketim toplumunu ve insanların mutluluğundan çok finansal verimliliği düşünen üretim ideolojisini reddediyor; eşyalarla sağlanan yabancılaşmayı ve sürekli olarak yeni ihtiyaçların yaratılması çabalarını tepkiyle karşılıyordu. Öte yandan geçmişten miras kalan disiplinlerin ve hiyerarşilerin katılığına karşı özgürlüğü yüceltiyordu. Böylece ailede, okulda, işyerlerinde, devlette, kiliselerde, bütün örgütlerde ve sosyal yapılarda hâkim olan otoriter model, bürokratik emir-komuta üslubu yeniden tartışma konusu oldu.
1968 pratiği hem sınıfsal hem de ülkeler arası hâkimiyet ilişkilerinin belirleyici olduğu bir ortamda ortaya çıkmıştı. Daha önceki devrimler döneminde rastlanmış “Barikatlar” yeniden kurulmaya başlanacaktı.
Böylece güçlü toplumsal hareketler doğdu ve bu hareketler başka çok sayıda ülkede de yankı buldu, tepkiler yarattı. Hareketin dinamiği, katılanları da değiştirdi.
Bu bağlamda 1968, toplumu değiştiren bir kilomere taşı oldu. Büyük bir toplumsal deneydi. Neredeyse toplum içindeki her şey sorgulanıyordu: Meclisler ve partiler, yargı ve polis teşkilâtı, kiliseler ve sendikalar, bankalar ve tekeller, basın ve medya, hatta aile okul ve üniversite gibi merkezî önem taşıyan toplumsal müesseseler; eleştiriden kısmetini almayan bir alan yok gibiydi. Ve mesele hemen daima, otoritenin reddiydi. Bunun nedeni, kökleri yüzleşilmemiş nazi geçmişine uzanan bir güven kriziydi.
Batı’da 68, sistemin temel özelliklerine karşı geniş ve kitlesel bir güvensizliğin doğmasına yol açan olayların etkisiyle patlayan bir öğrenci gençlik ve işçi hareketi niteliğiyle gelişip, “Gerçekçi ol imkânsızı iste!” dedi (Unutmamak gerekir ki, ’68 Hareketi Fransa’nın tanıdığı en büyük işçi grevine yol açtı ve bu grev neticesinde asgarî ücret yüzde 30 arttırılırken, diğer ücretlere de yüzde 10 zam getirildi).
Bugün hâlâ düşünce hayatı diye bir şey var olacaksa, fikir geliştirmeye devam edilecekse, “gerçekliğin diktatörlüğü”ne boyun eğmemek, “İmkânsızı iste!” sloganına sadık kalmak gerekecektir.
İş bu nedenledir ki, sürdürülemez kapitalist uygarlığın III. Paylaşım Savaşı eşiğinde tek seçenek 1968 Mayısını yeniden siyasallaştırıp, toplumsallaştırmaktır.
Bu elbette kolay değil.
Ancak bu noktada Robert H. Goddard’ın, “Neyin imkânsız olduğunu söylemek zor; çünkü dünün hayali, bugünün umudu, yarının gerçeğidir”; Julio Cortazar’ın, “Hiç kuşku yok ki, duygularımız içerisinde bizim olmayan, bize ait olmayan tek şey umuttur. Umut yaşama aittir, yaşam kendini böyle korur,”[10] vurgularını anımsamak yararlıdır.
BİZİM 1968
Dünya çapında 1968, tek bir yıla sığdırılamayacak, geniş anlamıyla alındığında, 1960’lı yılların ilk yarısından başlayarak 1970’li yılların ortalarına kadar süren, çok çeşitli toplumsal ve siyasal mücadeleleri içeren genel bir devrimci yükselişin adıyken; aynı şey coğrafyamız için de geçerlidir.
Dar anlamda 1968 yılı içinde olup bitenler, aslında 1960’lı yılların ilk yarısında başlayan ve 12 Mart rejimi esnasında yaşanan mücadelelerle sona eren bir dönemin yalnızca bir kesitidir. Bu evre coğrafyamızın devrimci mayalanma dönemidir.
Kısaca özetleyeyim:
- i) İşçi sınıfının mücadeleciliğinde muazzam bir yükseliş: 1961’de İstanbul Saraçhane’de sendikal haklar için yapılan büyük mitingi, birçok fabrikada (Kavel, Demir Döküm, Sungurlar, Paşabahçe, Derby vb.) yapılan grev ve direnişler izlemiştir. Bu yükselişin sonucu, 1952 yılında kurulmuş olan Türk-İş’in sınıf işbirlikçi sendikacılığında bir çatlağın doğması ve 1967 yılında DİSK’in kurulması olmuştur. İşçi sınıfı bu dönemin sonlarına doğru, 15-16 Haziran 1970’te, DİSK’in sınıf mücadeleci sendikacılığının tasfiyesi girişimlerine karşı İzmit ve İstanbul’u kapsayan tüm bölgede sayısı 150 bine varan bir kitlesellikle sokağa çıkarak ayaklanmış ve bu tasfiyeyi engellemiştir.
- ii) Köylülerin toprak işgalleri ve “üretici mitingleri”: 1968 aynı zamanda üretici köylülüğün coğrafyamızdaki militan mücadelelerine tanık olmuştur. Ege ve Akdeniz bölgelerinde toprak işgalleri ve sert mücadelelere, Türkiye’nin hemen her bölgesinde ürünlerinin değerlendirilmesi ve tarımsal destek politikaları konusunda talepler formüle eden üretici köylülüğün “üretici mitingleri” eşlik etmiştir. Bütün bu eylemlerde öğrenci gençlik köylülerin yanı başında olmuş ve ona ciddi bir destek sağlamıştır.
iii) “Doğu mitingleri” ve DDKO: Kürt halkı, 1960’lı yıllarda, biraz Irak Kürt hareketinin mücadeleleri, biraz da Türkiye’deki Kürt illerinde genel hareketlenmenin etkisi altında yeniden canlanmaya başlamıştır. TİP içinde sendikacılar ve aydınların yanı sıra üçüncü önemli bileşeni oluşturan Kürtler, aynı zamanda 1967’den itibaren “Doğu mitingleri” düzenleyerek ve Devrimci Doğu Kültür Ocaklarında (DDKO) örgütlenerek ciddi bir atılım yapmışlardır.
- iv) Kitlesel bir öğrenci hareketi: Öğrenci hareketi, 1965’te kurulan FKF’nin daha sonra Dev-Genç’e dönüşmesiyle toplumsal ve siyasi mücadelelerin tam ortasında yer almaya başlamış, bir yandan radikalleşirken bir yandan da kitleselleşmiştir.
- v) Aydınların sola kayışı ve kültür devrimi: 1960’larla birlikte gerek üniversite içinde, gerek yayın alanında, gerekse sanatta sosyalizm giderek hegemonik bir ideoloji hâlini aldı. 1970’lere ulaşıldığında artık sosyalist olmak aydınlar için bir onur işareti hâline gelmişti.
- vi) 1960’larla birlikte, özellikle TİP deneyimi ve seçim başarısı temelinde, sosyalizm ilk kez büyük kitlelere mâl oldu. Aynı zamanda, bu büyük mayalanma deneyiminin etkisi altında 1971 yılında kurulan THKP-C, THKO ve TKP-ML aracılığıyla sosyalist hareket, pratikte devlete devrimci tarzda meydan okuyarak reformist gelenekten bir ayrışmaya tanık oldu.
Geniş anlamıyla 1968, bize Türkiye’de sınıf mücadelelerinin çok ciddi boyutlara ulaştığı dönemler yaşandığını öğretiyor. Bu mücadelecilik, daha sonra 12 Mart askerî müdahalesine rağmen 1970’li yıllarda bütün Türkiye sathına yayılacak bir büyük sınıf mücadelesinin tohumlarını atmıştı.
Arka planını görmeden 1968 direnişini tek başına Avrupa’daki rüzgârın coğrafyamıza yansıması olarak değerlendirmek doğru olmaz.
Coğrafyamızın 1968’i şüphesiz dünyadaki gelişmelerden etkileniyordu. Ancak kendi yolunu kendisi çizen özgün davranış biçimleri olan bir hareketti. 1968’i çok canlı ve yaratıcı yaşayan üniversitelerden birisi Orta Doğu Teknik Üniversitesiydi. O dönemi Mimarlık Fakültesi öğrencisi Akın Atauz şöyle anlatmaktadır:
“Eylemlerimiz topyekûn bir isyanın yansımasıydı. Bizden önce olan her şeye isyan ediyorduk. Ama isyan sonrası gelecekte ne yapılacağı konusunda ortak bir düşünce yoktu. Devrim istiyorduk ama bu eylemlerle devrim yapılamayacağını biliyorduk. Sadece bugüne kadar tanımlanmış bir sosyalist ütopyayı bir kez daha tanımlamakla yetinemezdik. Bunu yapmak, isyan ettiğimiz her şeyle ve bütün düşüncelerimizle çelişirdi. Çünkü biz yepyeni, bambaşka bir dünyayı istiyorduk…”[11]
Karl Marx’ın, “Bütün ölmüş kuşakların geleneği… yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker. (Ve yaşayanlar) tam da böyle devrimci bunalım çağlarında geçmişin ruhlarını kaygıyla yardıma çağırılar, onların adlarını, sloganlarını ve kılıklarını ödünç alır, yeni tarih sahnesine zamanında saygın olan bu kılıkla ve ödünç alınmış dille çıkmaya çalışırlar,” ifadesindeki üzere 1968 başkaldırısı salt anti-emperyalist bir direniş olmanın çok ötesinde; prototip olarak sosyalistti.
1968’liler devrimci teoriyi, en azından sezgi ile içgüdüsel olarak yakaladıklarından, o yılların en önemli marşı olan Avusturya işçi marşını dillerinden düşürmezlerdi: “Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim.”
Bu yüzden de 1968 direnişi bunu böyle bildiği için, Che Guevara’nın “Bir, iki, üç daha fazla Vietnam” sloganı hep yükseklerdeydi. Daha 1967’lerde, başta Deniz olmak üzere onlarca devrimci Filistin’e taşınmaya başlamıştı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan da, diğer yoldaşlarıyla birlikte Filistin’e koşarak, siyonizme ve emperyalizme karşı mücadeleye katkıda bulunmuşlardı.
Bir şeyi daha eklemeden geçmeyeyim: 1968’de de 78’de de kadınlar mücadelenin ayrılmaz bir parçasıydı, inanmışlıklarıyla, değiştirici gücün bir parçası olarak kendi iradeleri ve ataklıklarıyla, militanıydı.
1968 Hareketine ve 70’lerin ikinci yarısından sonra yükselen harekete dair değerlendirmelerde genellikle kadınların rolüne ilişkin tespitler destekçi rolüyle sınırlı. Özellikle 68 Hareketi dendiğinde ilk akla gelenler militan erkekler ve kadınların daha gerilerde, destekçi rollerle hareketin bir parçası olduğuna dair bir yargı oluşmuş nedense. Oysa hareketin bütününe baktığımızda durum hiç de böyle değil.
Coğrafyamızda 1968 Hareketinde önemli yer tutan kadınların varlığı ve mücadelesi bugünün kadınlarına cesaret veriyor. Naciye Sarıkaya, Rüçhan Manas, Tebessüm Sarp, Serpil Çelenk, Şirin Cemgil, Gülay Özdeş, Nuran Ağırnaslı (Saygılı), Müzeyyen Pervan, Seyhan Erdoğdu ve isimlerini sayamayacağımız, harekete damgasını vuran sayısız kadın militan. Öncelleri ise, Şekibe Çelenk, Behice Boran ve oğlunun cenazesi başında, köylü kadınlara o muhteşem konuşmayı yapan Nazife Cemgil’di.
1968 kadınları da 1978 kadınları da idamdan ağır hapis cezalarına kadar her düzeyde cezalandırma talepleriyle yargılandı, işkencesini, hapisliğini ve verilen cezaların bedelini yaşadı, göğüsledi. Yani öyle bir gölge olma durumu, destekçi pozisyonu yoktu, bizzat mücadelenin ve hareketin öznesiydiler.
Ayrıca 1968’e gelen süreçte toplumsal mücadelelerde ve işçi direnişlerinde kadınların rolü hiç de azımsanacak düzeyde değildir. Kavel direnişi erkek işçilerin grevi olsa da grevin ve direnişin başarıya ulaşmasında işçi aileleri kadınların ve çocukların rolünün hakkı teslim edilmiştir ve Kavel grevcilerinden Ahmet ustanın deyimiyle “Kavel Grevi’nin ardındaki kahramanlar kadınlardır.” Berec işçisi kadınların 41 gün süren grevi kazanımla sonuçlandı ve bu 41 günlük grev kadın işçilerin militan mücadelesinin ve kararlı duruşlarının önemli örneklerin biri oldu. İşçi sınıfının aile boyu katıldığı Paşabahçe grevi ve efsanevî mektubu da tarihte hak ettiği yeri bulmuştur. Cibali şahsında tütün işçisi kadınların şiirler başta olmak üzere edebiyata da konu olan yaşam ve hak mücadelelerinin altını da çizmek gerekir.
Toparlarsak: 1968’in dinamiklerini arka planıyla birlikte sorgulamaktan kaçan liberaller devrimci bir geleneğe çamur atma küstahlığıyla malûllerken; 68 bir semboldür. Hayatı başka bir biçimde yaşamanın mümkün olduğunu düşünenlerin verdiği mücadelenin sembolüdür.
Bunu mümkün kılmak için hayal kurabilen, imkânsız gibi görünen arzuları dile getiren insanların yaşadıkları destandır.
Onlar tüm öğrendiklerinin yeniden sorgulanabileceğini ve başka dünyalar kurulabileceğini hayal edenlerin önlerini açtılar.
Yaşadıkları bir tecrübeydi; tecrübeyi zenginlik olarak gördüler ve geriye olağanüstü bir dil bıraktılar. Bu dil hayatın kendisiydi.
El özet: 1968 ve onun ürünü Deniz Gezmişlerden, Mahir Çayanlardan, İbrahim Kaypakkayalardan bugüne kalan en önemli miras, devrimci isyan geleneğidir.
Devrimciyim, sosyalistim, komünistim diyen insanların Cumhuriyet tarihinde ilk kez devlete karşı direnme ateşini yakmasıdır 68. “Dünyayı değiştirmek mümkündür”, “Başka bir dünya mümkündür” diye, dalga dalga yayılan 68 ve onu izleyen silahlı isyan, ezilenlere, yoksullara devrimin nasıl yapılacağını da öğreten zengin bir hazinedir.
İşte tam da bunun için 1968 Pierre-Jean de Beranger’in şu dizeler ile anılmayı hak etmiştir:
“Yolun düşerse kıyıya bir gün
Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla.
Hatırla yüreğin sevgi dolu, selamla!
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar
Eşit olmayan savaşta
Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden
Sana liman gösterdiler uzakta.”
NİHAYET
Gücün fizikî kapasiteden çok boyun eğmeyen iradeden geldiğini hepimize öğreten 1968: i) “Umut bitmemeli, bu kavga tüm insanlığın, eşit ve özgür yaşayabilmesi için.”[12] ii) “Zamana direnebilenler yalnızca, zaman içinde yer almayanlardır.”[13] iii) “Mücadele dediğin son nefesine kadar verilir. Öyle iki tur koşmakla dünya değişmez.” “Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız,”[14] gerçeğini hatırlatır.
Ve o; Ayn Rand’ın, “Asıl soru kimin bana izin vereceği değil, kimin beni durduracağıdır”…
Pablo Neruda’nın, “Her çağın bir savaşçısı vardır; karanlık zamanlarda aydınlık için direnenler, zorbaların karşısında eğilmeyenler, bir halkı yeniden ayağa kaldıranlardır”…
Bernard Shaw’ın, “Hiç düş kırıklığına uğramayanlar hiç umut beslememiş olanlardır”…
Samuel Smiles’in, “Umut, kendisine doğru yol aldığımızda yükümüzün gölgesini arkamıza düşüren güneşe benzer.” “İrade düşünmenin çekicidir”…
Metin Altıok’un, “Yarın farklıdır bugünden,// Sen bugünden yarına/ Birazcık umut sakla,”[15] betimlemeleriyle müsemma… o
9 Temmuz 2025, Çeşme Köyü.
* 15 Temmuz 2025’te Özgür Üniversite Hareketi’nin İzmir Pamucak’daki 2. Yaz Kampı’nda yapılan konuşma…
[1] Albert Camus.
[2] Bkz: Temel Demirer, “40 Yıl Sonra ‘68”, Kaldıraç dergisi, No: 90, Haziran 2008 ve Ankara Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Yayını, Duvarın Arkası: İç Kantin, No: 6, Ekim 2008… ii) Temel Demirer, “41. Kere ’68!”, Sosyalist Demokrasi, No: 80, 1 Haziran 2009… iii) Temel Demirer, “Bir Kez Daha ‘68 İçin”, Öğrenci Gazetesi, Mart-Nisan 2009 ve Eylül dergisi, Yıl: 2, No: 11, Mayıs-Haziran 2009… iv) Temel Demirer, “Anti-Emperyalist Mücadele Tarihi(miz): Gerçek ve Yalan(lar)!”, Kaldıraç dergisi, No: 142, Nisan 2013… v) Temel Demirer, “68 Başkaldırısı ve Öğrenci Hareketi”, Kaldıraç, No: 182, Eylül 2016…
[3] Hadi Uluengin, “68 Hareketi Sahte Bir Efsane”, Taraf, 10 Haziran 2012… https://www.odatv.com/medya/68-hareketi-sahte-bir-efsane-24239
[4] Hasan Bülent Kahraman, “1968’e Türkiye’den Bakmak…”, 11 Mayıs 2018… https://www.sabah.com.tr/yazarlar/kitap/kahraman/2018/05/11/1968e-turkiyeden-bakmak
[5] Jean-Paul Sartre, Bulantı, çev: Selahattin Hilav, Ataç Kitapevi, 1961.
[6] Albert Camus, Baş Kaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Varlık Yay., 1967.
[7] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek, Ayrıntı Yay., 2016.
[8] Atilla Keskin, “Dünyada ve Türkiye’de 68 Hareketi -1-”, 27 Ocak 2025… https://www.avrupa-postasi.com/dunyada-ve-turkiyede-68-hareketi-1
[9] 1968 İsyan, Devrim, Özgürlük, Derleyen: Ömer Turan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2019.
[10] Julio Cortazar, Seksek, çev: Necla Işık, YKY, 2009, s. 239.
[11] Atilla Keskin, “Dünyada ve Türkiye’de 68 Hareketi -2-”, 2 Şubat 2025… https://www.avrupa-postasi.com/dunyada-ve-turkiyede-68-hareketi-2
[12] John Steinbeck, Gazap Üzümleri, Ergun İlgin, Halk Yay., 1974.
[13] Jorge Luis Borges, Sonsuz Gül, çev: Ayşe Nihal Akbulut-Cevat Çapan, İletişim Yay., 2016.
[14] Vedat Türkali, Mavi Karanlık, Cem Yay., 1987.
[15] Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı, Kırmızı Kedi Yay., 2000.