7 Ekim’den bugüne Gazze ve Filistin: İşgal, soykırım, direniş ve dayanışma üzerine notlar | Selim Sezer*

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin kuruluşunun 43. yıldönümünde Gazze'de onbinlerce kişiyle yaptığı mitingten

7 Ekim 2023 tarihinde Filistin direnişinin, Gazze üzerindeki 16 yıllık ablukayı kırmak, Filistin’i yeniden dünyanın gündemine taşımak ve İsrail’i bir esir takasına zorlamak üzere başlattığı Aksa Tufanı harekâtının üzerinden yaklaşık iki yıl geçti. Bu iki yıl Gazze’de eşi görülmemiş bir İsrail saldırganlığına tanık olurken, işgal Batı Şeria’da da derinleşti. Dünya devletlerinin büyük ölçüde sessizlikle karşıladığı süreç boyunca dünya halkları Filistin’le dayanışmanın yeni ve etkili biçimlerini hayata geçirdi. İki yılın sonunda karşı karşıya olduğumuz siyasi tablo, farklı yönlerden tahlil edilmeyi gerektiriyor.

Direnişin kalbi Gazze

1948 öncesi tarihsel Filistin’in görece müreffeh şehirlerinden biri olan Gazze ve civarı 1948 savaşı ve siyonist güçlerin hayata geçirdiği etnik temizlik sürecinde Arap (Mısır) kontrolünde kalabilmiş, beraberinde Güney Filistin’den gelen kalabalık mülteci topluluklarına ev sahipliği yapar hâle gelmişti. 1948’i izleyen on yıllar boyunca Gazze Şeridi’nin nüfus yönünden çoğunluğunu bu mülteciler ve onların çocukları oluşturdu. Biraz da bu durumun etkisiyle Gazze, çok erken tarihlerden itibaren Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin merkezlerinden biri ve en fazla toplumsal destek bulduğu bölgelerden biri oldu. Aralık 1987’de Birinci İntifada’nın patlak verdiği yer de Gazze’deki Cebaliye mülteci kampıydı.

İsrail liderleri 1990’lar boyunca Gazze’den “kurtulmanın” yollarını aradı ve bu sebeple Oslo sürecinde kontrolü Filistin Yönetimine bırakılan ilk bölgeler Eriha ile birlikte Gazze oldu. Ancak bu süreçte Gazze’de İsrail askerî işgali ve yasadışı yerleşimci varlığı sürüyordu. “Beyrut Kasabı”, aşırılıkçı İsrailli siyasetçi ve eski asker Ariel Şaron 2005 yılında Gazze Şeridi’nden tamamen çekilme kararı aldığında bu kararı saflık derecesinde bir iyimserlikle “barış yönünde atılmış bir adım” olarak yorumlayanlar olmuştu. Oysaki Şaron 2 milyona yakın Filistinli Arap’ı yönetme yükümlülüğünden kurtulmak, Gazze’deki asker ve yerleşimcileri daha güvenli yerlere taşımak ve Batı Şeria’daki işgali konsolide etmekten başka bir amaç gütmüyordu.

2006 yılında Filistin Yasama Konseyi için yapılan seçimlerde, 2000 yılında başlamış olan İkinci İntifada’nın getirdiği toplumsal destek sayesinde Hamas tarihinde ilk kez Filistin’de birinci parti oldu. Ancak İsrail ve Batılı destekçileri Hamas’a özerk Filistin Yönetiminin başına geçme olanağı tanımadığı gibi, yozlaşmış El Fetih yönetimi de idare mekanizmalarını bırakmadı. Sonuç, yaklaşık bir yıl süren iç çatışmaların ardından Filistin Yönetiminin bölünmesi, Batı Şeria’nın uzlaşmacı El Fetih’te, Gazze’nin ise mücadeleci Hamas’ta kalması oldu.

Bu dönüm noktası bir yandan da bugüne kadar devam eden sürecin başlangıç noktasıydı. Siyonist rejim, Gazze halkını Hamas hükûmetine isyana zorlamak ve bunu yapmamaları hâlinde topluca cezalandırmak amacıyla Gazze Şeridi’ni karadan, denizden ve havadan abluka altına aldı. Yerel ekonomisi gitgide zayıflayan Gazze büyük ölçüde dışarıdan gelen insanî yardımlara bağımlı hâle gelirken, hangi yardım malzemelerinin gireceği, ne kadar gireceği ve hattâ girip girmeyeceği de İsrail’in keyfine ve “insafına” kaldı. Aynı zamanda Gazze’den çıkışlara da ciddi sınırlamalar getirilmesi sonucunda yüzlerce kişi, tedavisi mümkün hastalıklar sebebiyle hayatını kaybetti.

Bu süre zarfında Gazze direnişin her anlamda merkezi oldu ve halk giderek radikalleşti. Tüm Filistinli direniş örgütleri zor koşullar altında askerî kapasitelerini geliştirdi ve Hamas ve İslamî Cihad gibi İslamcı hareketler ile FHKC ve FDKC gibi sol/Marksist hareketler, aralarındaki siyasi ve toplumsal program farklılıklarına rağmen yakın hedef olan işgalden kurtulma ve Gazze ablukasını kırma hedefi doğrultusunda çoğu zaman birlikte hareket etti. Bu birliktelik, başta 2014 saldırıları zamanında kurulan Ortak Operasyon Odası örneği olmak üzere pek çok noktada askerî birliktelik hâlini de aldı.

Ekim 2023’e giden süreçte Gazze’deki genel tabloya tüm bu faktörlerin toplamı damgasını vuruyordu: işgalci güç ve destekçileri tarafından sürdürülemez hâle getirilen hayat koşulları, halkta radikalleşme, direniş örgütlerinin eylem ve irade birliği. 7 Ekim 2023’te başlayan Aksa Tufanı ve onu izleyen direniş eylemleri de tüm bu faktörlerin sonucuydu.

7 Ekim sonrasında İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıların eşi benzeri görülmemiş niteliğini burada bir kez daha anlatmaya gerek yok. Dünya iki yıldır “canlı yayında” bir soykırım izliyor. En temel gıda malzemelerine erişimin engellenmesi sebebiyle açlıktan hayatını kaybedenlerin sayısı dahi yüzlerle ifade ediliyor; ABD ve İsrail tarafından kurulan sözde “Gazze İnsanî Vakfı”nın dağıtım merkezlerinde bir çuval un almaya çalışırken öldürülenlerin sayısı ise, açlıktan hayatını kaybedenlerin yaklaşık beş katı.

İsrail’in soykırımın tüm araçlarını uygulamaya sokarak gerçekleştirmeye çalıştığı şey, yazının önceki kısımlarında söz ettiğimiz, “Gazze’den kurtulma” politikası da dikkate alındığında daha net anlaşılacaktır. Varlığını demografik üstünlüğe dayandırmak zorunda olan İsrail’in istediği şey, Gazze Şeridi’ni içindekilerle birlikte işgal ve ilhak edip kendi nüfusuna 2 milyonluk bir Arap nüfus eklemek ve onların “sorumluluğunu” yüklenmek değildir. İsrail, boş araziyi işgal ve ilhak etmek istiyor, bir başka deyişle tam kontrol sağlamadan önce Gazze Şeridi’ni nüfustan tamamen arındırmak istiyor. İşte bu sebeple, tamamına yakını sivil ve önemli bir bölümü çocuk olmak üzere, olağanüstü yüksek sayılarda insan katledildiği gibi, geriye kalanlar da sonu gelmez “tahliye emirlerine” tâbi tutuluyor ve daha önemlisi, hayatı sürdürülebilir kılan her şey sistematik olarak yok ediliyor. ABD Başkanı Trump’ın da desteği ve teşvikiyle Gazze nüfusunun kalıcı olarak bölgeden çıkarılması siyonist rejimin en yüksek hedefini teşkil ediyor ve işlenen tüm insanlık suçları bu amaca yönelik olarak gerçekleşiyor. İşte bu nedenle Gazze’de Filistinliler tarafından son derece çetin koşullar altında yürütülen mücadele, hem bir toprağa tutunma mücadelesi hem de kelimenin gerçek anlamıyla varlık mücadelesi niteliği taşıyor.

Batı Şeria’daki derinleşen işgal

İki yıldır dünya halklarının gözü esas olarak Gazze’de olsa da, aynı dönemde Batı Şeria bölgesi de işgalin ağırlığını en yakıcı şekilde yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Toplu tutuklamalar Batı Şeria’da gündelik hayatın “doğal” bir parçası hâline gelirken, işgal güçleri hastane boşaltma da dâhil olmak üzere “Gazze yöntemlerini” Batı Şeria’da da uygulamaya başladı. Son iki yılda bine yakın Filistinlinin hayatını kaybettiği Batı Şeria’da İsrailli köktenci yerleşimciler de Filistinlilerin ağaçlarını kesiyor, çiftliklerine el koyuyor ve yerli Filistinlilere karşı her gün yıldırma amaçlı saldırılar gerçekleştiriyor.

İsrail kabinesi yakın zamanda Batı Şeria üzerindeki “doğrudan İsrail hâkimiyeti”ni de genişletme kararı aldı. Bu, yasadışı yerleşim bölgelerinin daha da genişlemesine ilave olarak, bölgenin bir kısmının ilhak da edilebileceği anlamına geliyor.

Öte yandan başta Cenin ve Nablus olmak üzere Batı Şeria’nin pek çok farklı şehri giderek büyüyen bir direnişe tanıklık ediyor. Bu direnişin merkezinde ve tabanında ise farklı siyasi ve ideolojik arka planlardan gençler yer alıyor. Oslo süreci sonrasında dünyaya gelmiş olan bu yeni kuşak, işgalin tüm gerçekliğine tanıklık ettiği gibi Oslo’nun getirdiği sözde “barış”ın nasıl bir hayal kırıklığı anlamına geldiğine de tanıklık etti. Bu kuşak aynı zamanda Ramallah hükûmetinin uzlaşmacı, hattâ işbirlikçi yönetimine de tanıklık etti. Yeni direnişe El Fetih tabanından gençlerin de katılması bu anlamda oldukça önemli bir düşünsel ve paradigmatik değişime işaret ediyor.

Soykırımda siyasi konjonktürün etkisi

Son yıllarda ve özellikle son iki yılda İsrail’in saldırganlığının eşi görülmemiş düzeylere ulaştığı aşikâr bir gerçeklik olsa da, bir hususta kafa karışıklığı yaşamamak gerekir. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun siyasi hırsları uğruna hiçbir şeyden geri kalmayacağı elbette doğrudur; Itamar Ben-Gvir ve Bezalel Smotriç gibi yerleşimci kökenli ve dinsel siyonizm çizgisindeki bakanların geçmişte görülmemiş bir radikalizm ürettiği de doğrudur. Ancak tüm bunlar İsrail’in geleneksel çizgisinden bir sapma olmadığı gibi, son iki yılın saldırganlıkları da bu kişilerin aşırılığından kaynaklı değildir. İsrail 1948 yılında etnik temizlik yoluyla kurulmuş ve yerleşimci sömürgeciliğinin tüm unsurlarını hayata geçirmiş bir entitedir. Filistin’in mümkün olan en geniş kısmına, içinde mümkün olan en az sayıda yerli Arap kalacak şekilde sahip olma amacı 1948’den bu yana değişmemiştir. Yahudi üstünlükçülüğü ve apartheid İsrail’in ayırt edici nitelikleridir. Bu sebeple mevcut siyasi durum, doğrudan mevcut hükûmetin bileşiminden değil, İsrail’in karakteristik özelliklerinden kaynaklıdır ve 77 yıldır yaşanan süreçlerin devamı ve tepe noktasıdır. İsrail’e dair yapılan her türlü tahlil ve Filistin’le dayanışmanın her türlü pratik-programatik niteliği bu hakikati dikkate almak zorundadır.

Diğer yandan İsrail iki yıldır gerçekleştirdiği soykırım saldırılarını aynı zamanda bölgesel ve uluslararası denklemden yararlanarak ve geniş çaplı bir doğrudan ve dolaylı uluslararası desteği arkasına alarak gerçekleştirebilmiştir. Washington’daki Biden yönetimi uluslararası platformlarda soykırım destekçisi yaftasından kurtulabilmek için İsrail’e çok sınırlı ve yüzeysel frenlemeler yapabilmiş, onu izleyen Trump yönetimi ise buna da ihtiyaç duymamış ve İsrail’e her adımı için yeşil ışık yakmıştır. Batı Avrupa ülkeleri 7 Ekim’i izleyen ilk süreçlerde İsrail’e tam destek verirken, kendi kamuoylarının baskısı altında yalnızca reel bir karşılığı bulunmayan “Filistin Devleti’ni tanıma” açılımına gidebilmiş, birkaç istisna dışında Batılı kapitalist ülkelerden İsrail’e yönelik gerçek bir yaptırım kararı gelmemiştir. 2020’den itibaren İsrail’le “normalleşme” yoluna giren Arap ülkelerinin sessizlik ve zımnî işbirliği arasındaki duruşları ibret vericidir. Ortadoğu’daki Direniş Ekseninin aldığı darbeler ise İsrail’e karşı gerçek ve etkili bir caydırıcılığın oluşamamasının başlıca sebebidir.

Direniş hâlâ ayakta

Gazze’deki direnişin zor bir dönemden geçtiği ve işgalciyi yeterince durduramadığı bir gerçektir. Aynı zamanda yıkımın büyüklüğü, direniş güçlerini Gazze’nin yönetimini direniş çizgisinde olmayan Filistinlilere bırakmaya rıza göstermek zorunda bırakmıştır. Ancak madalyonun diğer tarafında İsrail’in kendi hedeflerinin epey gerisinde kaldığı gerçeği bulunuyor. 7 Ekim 2023’ü takip eden süreçte bir yıl içinde Gazze’de tam kontrol sağlamayı hedefleyen işgalci rejim, iki yılın sonunda bu amacına hâlen muvaffak olamamıştır. Direniş askerî kapasitesini bir düzeyde de olsa koruyabilmiş, kaybettiği savaşçıların yerine halkın arasından daha fazla savaşçıyı kazanmıştır. İsrail’in devasa teknolojik olanaklarına ve üstünlüğüne rağmen esirlerin yerini saklayabilmiş, askerî operasyon yoluyla “kurtarılan” esirlerin sayısı ancak bir elin parmakları kadar olabilmiştir.

İki yıllık süreç boyunca direniş işgal güçlerine ağır kayıplar verdirdiği gibi, işgalde yer almak istemeyen askerlerin sayısı da giderek artmaktadır. Çok sayıda işgal askeri ise intihar etmiştir.

Filistin halkının birliği

Gazze’deki yıkımın ağırlığı sebebiyle Filistin halkı bu savaşın bir an evvel bitmesini istiyor. Ancak bu, direniş güçlerine sırt döndükleri anlamına gelmediği gibi, İsrail’in en büyük arzusu olan Filistinliler arasında çatışma meydana getirme hedefi de gerçekleşemedi. Şu anda Gazze’de İsrail lehine çalışan Şebab aşireti milislerinin halk üzerinde bir hâkimiyet kurması mümkün değildir; keza tarihleri boyunca emperyalist ve siyonist güçlerin elinde araçsallaştırılan tekfirci örgütlerin de Gazze’de elle tutulur bir toplumsal karşılığı yoktur. Halk, savaşın tüm yorgunluğuna ve devasa acılarına rağmen siyasi tutumunda bir değişikliğe gitmemiştir. En önemli husus ise farklı direniş güçleri arasındaki eylem ve irade birliğinin bozulmamış olmasıdır.

Uluslararası dayanışma

İki yıldır devam eden sürecin siyasal alandaki en önemli sonuçlarından biri de İsrail’in uluslararası alanda, özellikle de halklar nezdinde tarihte görülmemiş derecede bir itibar kaybına uğramış olması ve yavaş yavaş bazı uluslararası mekanizmalardan da dışlanmaya başlamasıdır. Filistin’le dayanışma dünya çapında çığ gibi büyümüş ve emperyalist metropollerde bile büyük kitleleri peşinden sürükleyebilmiştir.

Yeni dönemin dayanışma hareketinin ayırt edici özelliklerinden biri ise, kitlelerin kendi ülkelerindeki hükûmetlerin de soykırımdaki rolünü öne çıkarması ve İsrail’e verilen her türlü kurumsal desteğin kesilmesini talep etmesidir. Bu durum özellikle ABD’deki öğrenci eylemlerinde ve İngiltere dâhil bazı Avrupa ülkelerindeki kitle eylemlerinde görülmüştür.

Bu eylem tarzı ve artan bilinç düzeyi, Gazze’deki soykırım saldırılarının ne zaman ve ne şekilde biteceğinden bağımsız olarak, kalıcı olması muhtemel bir dayanışma kültürünü meydana getirmektedir. İsrail’in işlediği fiilleri “şiddetle protesto etmek” veya “Filistin halkının yalnız olmadığını” haykırmak, kendi başına ancak sınırlı bir işlev görebilir. Gerçek bir dayanışma, bir yandan uluslararası kuruluşlarla İsrail’i yalnız bırakma ve somut yaptırımları hayatı geçirme çağrısı yapmayı, diğer yandan “ulusal” hükûmetler üzerinde İsrail’le her türlü ilişkiyi kesmeleri için baskı uygulamayı gerektirir. Boykotun tüm diğer biçimleri (tüketim boykotunun yanı sıra akademik ve kültürel boykot dâhil) de bu mücadelenin tamamlayıcı unsurlarıdır.

Bu anlamıyla etkili bir boykot da yalnızca Gazze’deki soykırım sona erinceye kadar değil, Filistin halkı tüm tarihsel haklarına kavuşuncaya kadar sürecektir. Uluslararası BDS hareketi bunun için üç sacayak tanımlamaktadır: İsrail’in işgal ettiği tüm bölgelerden tamamen çekilmesi, mültecilerin geri dönüşü ve apartheid rejiminin dağıtılması.

Dünya çapında anti-emperyalistler ve anti-siyonistler bu nitelikte bir dayanışma mücadelesini örerken, Filistin halkı da işgale karşı kendisinin belirlediği yöntemlerle ve kendisinin belirlediği amaçlar doğrultusunda mücadele edecektir. Vazgeçilmez ve tartışılmaz olan Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkıdır. Bunun ne şekilde hayat bulacağı hususundaki tek karar mercii de Filistin halkının kendisidir.

*: Ortadoğu araştırmacısı ve BDS Türkiye gönüllüsü.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz