Her türlü ayrımcılık, sömürü ve baskı ile iki kat mücadele etmek zorunda kalan, sesi en çok bastırılmaya çalışılan, türlü yollarla, neoliberal politikalarla, muhafazakarlıkla eve kapatılmaya çalışılan kadınlar. En çok baskı uygulanan, ama içten içe kaynayan, direnişin patlamasının çok muhtemel olduğu kitle, kadınlar.
Ekonomik krizin etkilerinin giderek daha çok hissedilmeye başladığı şu dönemde, krizden en çok etkilenenler emekçi kadınlar. Kapitalizmde kadınların yedek işgücü olarak konumlandırıldığı zaten bir gerçek, dolayısıyla ilk işten çıkarılmalar kadınlara vurdu. Neoliberal politikalar ile güvencesiz, eşitsiz iş koşullarında çalışmaya zorlanan, emeği değersizleştirilen kadınlar krizin faturasını misliyle ödüyor.
Diğer bir yandan, son dönemlerde devlet politikalarında kadınlara yönelik düşmanlığın ne boyutlarda olduğunu görmemiz için ülke gündemini biraz takip etmek yeter. Kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının artışı, devletin bunu meşrulaştıran ve tecavüzcüleri, katilleri aklayan politikası, işte, otobüste, sokakta, evde kadına yönelik şiddetin bitmek bilmemesi, müthiş bir soğukkanlılıkla ve “gururla” işlenen kadın cinayetleri ve katillerin, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilmesinin önünü açan hukuki düzenlemeler… bölgedeki savaş politikaları ve Kürdistan’da kadınların maruz kaldıkları akıl almaz işkenceler, köle pazarlarında kadınların satılması, kadın gerillaların çıplak bedenlerinin teşhir edilmesi…
Ama bilinmeli ki bu ülkede artık kadınların sabrı fazlasıyla taştı. Fazlasıyla dolduk artık.
Çok değil, birkaç ay önce çocukların ve kadınların tecavüze uğradıkları kişilerle evlendirilmesi için çıkartılmaya çalışılan tecavüzü aklayan yasaya karşı ülkenin her yerinde kadınlar sokağa döküldü. Kadıköy Süreyya Operası’nın önünde 300 kişi ile başlayan eylem, Kadıköy sokaklarında çoğala çoğala 3000 kişiyi buldu. Eylem çağrısını yapan kadın örgütünün başta “sessiz eylem” diye uyarı getirmesi pek karşılık bulmadı haliyle, o öfkeye karşı sessiz kalabilmek namümkündü. Tüm sokaklarda kadınların sloganları yankılandı “tecavüzcüleri aklayamayacaksınız” diye haykıran kadınların iradesi doldurdu sokağı. Devlet, yasayı geri çekmek zorunda kalacak kadar korktu eylemlerden.
Bu topraklarda kadınların eylemlerinin her zaman ayrı bir anlamı olmuştur. Bir kadın eylemine saldırmak, diğer eylemlere saldırmaktan görece daha zordur. Çünkü bilirler ki bu eylemler büyür, 100 kadına saldırıldığında, er ya da geç, o 100 kadın, 1000 kadın olur. Devlet, kadınlar söz konusu olduğunda sokağın gücünü kırmanın kolay olmadığını bilmektedir. Birkaç ay önceki tecavüz yasasının geri çekilmesi bunun sonucudur. Devlet kadınların direnişinden her zamankinden daha çok korkuyor.
Diğer bir yandan bu döneme referandum çalışmaları damgasını vurdu. Kadın hareketi, konuyu büyük ölçüde “hayır” propagandası üzerinden ele alarak aslında senelerdir kadınların cinayetlere, tacize, tecavüze, şiddete, beden politikalarına karşı çıkışını bir kez daha vurgulamış oldu. Bu “artık yeter’ler, bize dayatılan tüm baskılara, sömürüye “hayır”lar şimdi bu devletin bize dayattığı referandum çalışması ile vücut bulmuş oldu yeniden.
8 Mart’ı işte böyle bir politik bağlam ile karşılamış olduk.
8 Mart öncesinde sokağı kadınların eylemlerinin canlı tuttuğunu görüyoruz. Özellikle de İstanbul merkezli “Hayır Diyen Kadınlar”ın yaptığı çalışmalar, “Tek Başına Olmaz, Hayır! Kadınlar Birlikte Güçlü” şiarıyla İstanbul’dan başlayıp birçok şehire yayılan eylem örnekleri var önümüzde. Her biri bize kadınların genel olarak talepleri için neden “hayır,, demeleri gerektiğini ortaya koyan etkili çalışmalardı. Sokağı moralli, canlı tutan bir niteliğe sahip olan bu eylemlerin etkisinin azımsanmaması gerektiği bir gerçek.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, emeğin ve mücadelenin günüdür. 40.000 dokuma işçisi kadının yaptığı grevde çıkan yangında yaşamını yitirmiş olan 120’den fazla kadının anısına, emekçi kadınların mücadelesinin ışığında biz bugün 8 Mart’larda alanlardayız. 1910’da Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Clara Zetkin, ölen işçilerin anısına 8 Mart’ın Dünya’da Kadınlar Günü olarak anılması önerisi oybirliği ile kabul edildiği günden bugüne biz 8 Mart’ı kadınların emeğinin ve mücadelesinin günü olarak kabul ediyoruz. Bu tarihsel veriler ışığında son dönemlerde Türkiye’deki kadın hareketinin durumuna bakıldığında, bizim bugün 8 Mart’ı hakkı ile karşılayıp karşılamadığımız üzerinde durulması gereken bir konu.
Bu seneki 8 Mart dünya çapında kadın grevleri ile tarihe geçti. 50‘den fazla ülkede, gerek kısmi gerekse tam zamanlı grevler ile kadınlar bu düzene başkaldırdılar, isyanlarını dile getirdiler, taleplerini haykırdılar. Türkiye’de ilk kez, HDP’li kadın milletvekilleri 8 Mart’ta mecliste değil, alanlarda kadınlarla birlikte olacaklarını ifade ederek grev yaptılar. Bu, 8 Mart’ın anlamı açısından oldukça kıymetli.
Birçok ilde 8 Mart’ın coşkulu bir biçimde geçtiğini görüyoruz. Kürdistan’da, özellikle Amed’de son derece kitlesel geçen kadın mitingleri, İzmir’de ve İstanbul Bakırköy’de Kürt Kadınlarının alanlara damga vurması bize Kürt Kadın Hareketi’nin sokaktaki etkilerini gösteriyor. Antalya ve Kocaeli’nde polis saldırısına ve baskılara rağmen kadınların sokaklardan çekilmemesi de kadınların bu mücadele gününe sahip çıktıklarını gösteriyor. İstanbul’da 15. Feminist Gece Yürüyüşü’nde İstiklal Caddesi’ni 40.000 kadın doldurdu. Tam 40.000 kadının, özellikle devletin baskısını arttırdığı şu dönemde İstanbul’un en merkezi yerine, İstiklal Caddesi‘ne dolması azımsanacak bir şey değil. Ancak üzerinde durulması gereken bazı konular var.
Türkiye’de kadın hareketinde feminizmin etkisi büyük. Fakat, feminizmin ortaya koyduğu paradigma, kadınların özgürleşmesi için yetersiz bir perspektif sunmakta bize. İşte bu sebeple, aslında ciddi bir potansiyeli olan kadın hareketinin tam anlamıyla bu potansiyelini gerçekleştiremediği fikrini savunuyorum. Türkiye’de (ve aslında dünyada da) feminist hareketin daha çok kimlik politikaları ile karakterize olduğu düşünüldüğünde, ekonomi-politik temelini kaybetmiş olan bir perspektifin bizi ileriye taşıması çok mümkün görünmüyor. Kadın hareketinin var olan potansiyelini de bu bakışın geri çektiğini iddia ediyorum. Çünkü konu ekonomik politikten koparıldığında feminist taleplerin her biri bu düzen içerisinde -görünürde- karşılanabilir hale gelmektedir. Bu yanılgı feminizmin kendi çelişkisinden kaynaklanıyor, bu sistem içinde bu taleplerin karşılanması olası değil. Kapitalizmi yıkmadığımız sürece kadınlar da bu tahakkümden kurtulamayacaklar.
Bakınız, uzun süredir en kitlesel ve moralli eylemler kadınların başı çektiği eylemler. 15. Feminist Gece Yürüyüşü buna örnektir. Şu açıdan da özgünlüğü vardır: bütün bir sene hiçbir eyleme gitmeyip sadece 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınların da geldiği, sözünü söylediği, özgürleşebildiğim hissettiği bir alandır. Ama doğru politikalar ile hareket edilmezse bu kadınlar sadece 8 Mart’tan 8 Mart’a sokağa çıkmaya devam edecek. Bu alanı sadece bir özgürleşme alanı olarak görecek ancak örneğin fabrikalarda insanca olmayan koşullarda çalışan, vardiyalı sistemde çalışıp 8 Mart eylemine bile gelemeyen işçi kadınlar ile aynı zeminde buluşamayacak. Aslında ekonomi temelli sömürünün tüm toplumsal yaşamı biçimlendirdiği ve yaşamındaki tüm kısıtlamaların aslında temelde emek sömürüsünden kaynaklandığını göremeyip sadece erkekliği düşman edecek. Oysa doğru bir politika ile hareket ettiğimizde kadınlar olarak mücadeleyi çok daha ileriye taşımamız mümkün.
Yeri gelmişken, Bakırköy’deki Kadın Mitingi ile ilgili de birkaç söz söyleyelim. İstanbul’da her sene 8 Mart öncesindeki pazar günü Kadıköy’de gerçekleştirilen kadın mitingi bu sene Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda gerçekleştirildi. Geçen seneyi hatırlamakta fayda var: 2016 8 Mart’ında, devlet son anda bir hamle yaparak mitinge izin verilmediğini duyurmuştu. Bunun üzerine binlerce kadın, Kadıköy sokaklarında bir araya gelerek yasaklara boyun eğmeyeceklerini haykırmıştı. Gazlı saldırılara, TOMAlardan sıkılan sulara, gözaltılara rağmen kadınlar sokakları tutmuş ve alkışlar, sloganlar, zılgıtlar tüm Kadıköy’ü doldurmuştu. Devlet saatler boyunca sokaktan çekilmeyen bu kadınlar ile uzun süre uğraşmak zorunda kalmıştı. Bu sene, geçen seneki direnişin ardından bu mitingin Bakırköy’de gerçekleştirilmesi, konuyu ele alırken kitlenin ileri konumunu görmememiz demektir. Geçen seneki iradeyi bu sene görmememiz için hiçbir neden yoktu. Hele de son dönemde büyük ölçüde refleksif olarak gelişen kadın eylemlerine bakıldığında.
Tecavüz yasasının geri çekilmesi için Kadıköy’de 300 kişi ile başlayan eylemin 3000’den fazla kadının ile son bulduğunu hatırlayacak olursak, kadın hareketinin miting için Kadıköy’de olmak için yeteri kadar irade koyamamış olması, aslında kitlenin şu anki durumunu tam anlamıyla analiz edememekten ileri gelmektedir düşüncesindeyim. Hal böyle olunca kadın mücadelesinin belli sınırlar içerisinde kalması normal.
Tarih bilinci bu sebeple bu kadar önemli. Tarihimizi öğrenmezsek, doğru politikaları nasıl geliştirebilir, nasıl yol alabiliriz? Kapitalizm zaten her yönü ile bir saldırı içerisindeyken, kadınlar gününü de tarihsel bağlamından kopararak bir tüketim furyası haline dönüştürürken buna karşı durmak, mücadelemize sahip çıkmak en başta biz kadınların sorumluluğunda. 8 Mart’ın tarihinden, mücadeleden koparılarak tıpkı sevgililer günü, anneler günü gibi kapitalist çıkarlara alet edilen bir gün haline gelmesinin önüne de yalnızca bu bilinçle bakarsak geçebiliriz.
Biz şimdi kadınlar olarak haykırıyoruz ya sokaklarda “emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir” diye, işte bu geçmişteki direnişlerin ürünüdür. Biz, oy hakkı için, eşitlik için, emeğinin sömürülmemesi için tüm yaşamı boyunca mücadele etmiş, ağır bedeller ödemiş kadınların mücadelesini daha da öteye taşımakla yükümlüyüz şimdi. Paris Komünü’nde direnişin başını çeken kadınlardan Kürdistan’da mahallelerini karış karış savunan kadınlara kadar mücadelelerle dolu geçmişimiz. Biz buralara uzun, dolambaçlı yollardan geldik. Özne olduğumuzun bilinciyle, gücümüze güvenerek, tarihimizden öğrenmenin zamanıdır şimdi. Yolumuz uzun, ama sonu aydınlık.
18.03.2017
Ayça Tezerişir