Başlığın yarısı Erdoğan’a aittir. “Paranın dini yoktur” demiştir. 30 Kasım olmalı, yeni korona virüs önlemlerini açıklarken, Katar meselesine girmiştir ve o bahiste, “paranın dini yoktur” demiştir.
Konu şudur: Katar Yatırım Otoritesi (QIA) Borsa İstanbul’un yüzde 10’unu satın aldı. Birçok çevre, bu arada CHP, bu satışın şeffaf olmadığını, neyin ne kadara satıldığının belli olmadığını vb. dile getirdi. Ama mesele Katar olunca, Erdoğan nasırına basılmış gibi ses verdi. “Çünkü paranın rengi dini yoktur. Para paradır.” dedi.
Sanki doğru söylemiş gibidir, öyle değil mi?
Parayı karşımıza alsak ve konuş desek, dinin var mı desek, muhtemelen konuşmayacaktır. Ama paranın temsilcileri olanlar vardır ve bunlar ister Soros tarzında simsarlar, ister QIA tarzında finansal güçler ister sanayici kimlikli kapitalistler olsun, hemen “dinim yoktur” diyecektir.
Rengi konusu daha farklı. Paranın bir rengi olmasa, Erdoğan, yeşil olduğu için doların yeşilinin her şeye yeteceğini düşünmezdi. Daha uzaktan yeşil doları ve onun sesini duyar duymaz, satılmadık şey bırakmayacak kadar kendinden geçmezdi.
Erdoğan bir müsriftir. O “itibardan tasarruf olmaz” derken, tam bir müsrif ve kibirli bir muktedir olarak konuşmuştur. Kâğıt üzerinde olduğu sürece, yani rengi ile canlı masanın üzerinde durmadığı, sesi işitilmediği sürece para onun için önemsizdir, harca gitsin, ver Diyanet İşleri’ne birkaç milyar. Ama parayı canlı gördüğü zaman, mesela Diyanet İşleri’nin parasını odada canlı, renkleri ile görmüş olsa, bir kuruşunu kimseye koklatmaz. Hem müsrif hem de cimri olduğundan değil, paranın sesini ve rengini özel olarak sevdiğinden.
Bazıları paranın sesini, daha para rüşvet hâlinde başka kasalardan yola çıkmak üzereyken bile duyarlar. Bazıları renklerin içinden en kıymetlisinin dolar yeşili olduğunu söylerler. Yani rengi var paranın. Mesela siyahları hiç sevmez bu dolar. Mesela yüzü açlıktan ve hastalıktan solmuş fakirlerin rengini de hiç sevmez bu para.
Demek dini yoktur bölümü doğru.
Para sahipleri yerine paranın bizzat kendisi konuşmuş olsa, elbette dinim yoktur diyecektir. Ama ekleyecektir: “Çünkü ben tapılanım, tanrıyım.” Para içinde yaşadığımız çağda tapılandır. Her şeyi satın alabilmenin aracı, her değerin ölçütü, her ilişkinin nesnesinin temsilcisidir.
Peki, acaba dini olmayan paranın imanı olur mu? Bunu, derin hocalara, tarikat liderlerine, Erdoğan’a, özellikle sormak gerekir.
Çünkü dinsiz para, tarikat liderleri için adeta kutsaldır. İnsanlar şeyhlere, şeyhler ise “badelemek”ten arta kalan zamanlarında paraya ibadet ederler.
En derin hocalar, paranın kokusunu önceden anlayabilenlerden çıkıyor.
İşte bu yüzden Erdoğan, ayakkabı kutularının içinde, Bilal oğlanın sıfırlamaya çalıştığı evde yığılmış paraları, yani koynunda yakalanmış olduğu paraları “AK”lamak için, AK Parti seçmeni olarak bilinen seçmenin en ileri gelenlerine “bu paralar İslam için kullanılacak” demekteydi. Buna göre, bu para, iman için iş görecekti.
Buna göre, İslam dünyasının eksiği sadece halife değil, aynı zamanda paradır. Halife, boşu boşuna vergi toplamamıştı. Diyeceksiniz ki, o zaman halifenin topladığı vergiler, devlet adına toplanıyordu. Şimdi ise hem devlet vergi topluyor, hem de Saray zenginleri. Evet, öyledir, çünkü, İslam ile yönetilmeyen bu yerde her türlü hırsızlık “helâl”dir.
Hırsızlığın en tatlısı, en helâli, ekmek kadayıfının üzerindeki kaymak gibisi, devletten çalınandır. Zira “devlet malı deniz, yemeyen keriz” diye bir gelenekselleşmiş sözümüz de var. Bu derinlikte bir edebî literatür yaratmış rüşvet ve hırsızlık sistemi, elbette “iman” sahiplerinin elinde işe yarayacaktır.
Yani, Erdoğan’a göre, yani onun pratiğine göre, dini olmayan paranın imanı vardır. İslam toplumları “parasızlık” yüzünden bu hâldedir ve “para” eğer Reis’in elinde olursa bu bahtsızlık aşılacaktır.
Aslında bu böyle ise, bunun kutsal kitabın bir yerinde de gösteriliyor olması muhtemeldir. Bu nedenle konu derin hocaların işidir. Bu nedenle Sayın Kahraman, Erdoğan’ın aldığı rüşvetler için “halife de %10 alırdı” diyerek bir “AK”lama fetvası vermiştir.
Bu “AK”lama fetvası, acaba her şeye muktedir olan paranın ne kadarlık niceliğine tekabül etmiştir? Biz Marksistler, paranın ortaya çıkışından sonra, aslında hiçbir değer içermeyen metaların da fiyatları olduğunu söyleriz. Örnek olarak toprağı, örnek olarak vicdanı veririz. Demek ki fetvalar da artık örneklerimiz arasına girmelidir. Toprak ne kadar güzel bir yerde, konumda ise o denli rant üretiyor. Dava ne kadar kritik ise hâkimin vicdanı o kadar çok paraya meylediyor. Fetva ne kadar kritik bir anda devreye giriyorsa o kadar çok paraya aşk simgeleri gönderiyor.
Buyurun işte, Katar işi bu denli derinlik kazandı!
Türkiye Varlık Fonu (TVF) var. Bu fon, aslında gizli bir özelleştirme idaresidir. Yiğit Bulut bunu anlatacak ama şimdi değil, hele bir Saray altüst olsun, o zaman.
Kamuya ait birçok gözde şirket satıldı. Ama bir bölümü hâlâ duruyor.
AK Parti iktidarına kadar 16 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştı. AK Partili yıllarda, hatta 16 yılında, 70 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Ama para yetmedi.
“Benim görevim rant üretmektir” diyen Türkiye AŞ CEO’su Erdoğan, özelleştirme bitince, bir yol bulmalı idi. Bu yol, birçok farklı kanaldan geldi ve TVF’de birleşti.
Hazine garantili projeler devreye sokuldu.
Hazine garantili projeler, otoyollar, köprüler, tüneller, havalimanları, şehir hastahaneleri vb. büyük rant kaynaklarıdır.
Bu rant kaynakları, “yeni burjuva sınıf”ın, yeni elitlerin yükselişinin temsilcileridir. Sağlık, yollar, inşaatlar vb. bunun bir parçasıdır. Bu alanlar, büyük ölçüde rüşvet; rantın bir biçimi olarak büyük ölçüde rüşvet, bu yolla üretilebilmektedir. Bu büyük çaplı rüşvet üretimi, hem Saray için, hem de ABD için büyük bir olanaktır. Bu nedenle, inşaat işlerinin ana planı McKinsey’den gelmiştir.
McKinsey, bu yatırımları, bir çeşit ABD sermayesinin ağırlık kazanması olarak organize etmiştir. Saray’a yakın bu şirketler, aslında taşerondur. Havalimanı, tünel, köprüler, otoyollar, şehir hastahaneleri, gerçekte, yabancı şirketlere aittir. Modern kapitülasyon denilebilir. Paylaşım, uluslararası tekeller arasında, bu noktada da vardır. Paylaşımın şekillerinden biridir bu. Ve bu anlaşmaların hemen hepsi, “dolar veya euro” bazlıdır ve hepsinde yetkili mahkemeler Londra mahkemeleri vb.dir. Demek oluyor ki, Erdoğan’ın canla başla desteklediği bu projelerden elde ettiği kazanç, “imanlı” işlerde kullanılsın veya kullanılmasın, bu sermayenin sahipleri, kendilerinin ömrünü Erdoğan’ın iktidarda kalma süresine göre ayarlamamaktadır. Erdoğan gitse de onların çarkı sürecektir.
Üçüncü köprü yapıldığında, Hazine tarafından verilen kredi garantörlüğü yetmez, bir de kâr garantisi verilmiştir. Şu kadar araç geçecek garantisi gibi. Bu durum, mesela, diğer iki köprünün ücretlerinde 3 katı bir zamma neden olmuştur. Bu durum, yani üçüncü köprünün kâr etme meselesi, özel yasalar devreye sokmuş ve belli araçların üçüncü köprüden geçişi garanti altına alınmıştır. Bu durum, her türlü nakliye maliyetlerini artırmış ve sonuçta ürünlerin fiyatlarına yansımıştır. Avrasya tüneli, deniz otobüsü seferlerini değiştirmiştir. Şehir hastahaneleri, diğer hastahanelerin zorla kapatılmasını beraberinde getirmiştir.
Bunun nasıl bir “zorbalık” olduğunu anlatmaya gerek yok, herkes bunu her gün yaşamaktadır.
Modern kapitülasyon terimini bu nedenle kullanıyoruz.
İşte bu Hazine’nin kredilerine garantör olduğu projeler, yeni kredilerin bulunmasını da zora sokmuştur.
Tam bu noktada, McKinsey, TVF’yi önermiştir. Öneri ne kelime, emretmiştir. TVF, kamuya ait en gözde şirketleri bünyesinde toplamıştır. THY, Çaykur vb. gibi. Bu kârlı işletmeler, yeni rant üretme alanı olarak iş görmek üzere TVF aracılığı ile devreye sokulmuştur. TVF’nin başına Erdoğan oturmuştur. TVF, Cumhurbaşkanı’na bağlı, başkanı da kendisi. Bir general düşünün, ordu komutanı kendisi, alay komutanı kendisi, bölük komutanı o da kendisi. Bu “AK”çeli işler, AK Parti iktidarının ve AK Saray’ın en önemli marifet alanıdır.
İşte bu TVF, özel bir yasa ile, satışları ihale usulünden çıkartılmış bir özelleştirme idaresidir. Borsa İstanbul’un %90’ı, TVF’ye devredilmiştir. Oradan da QIA, Katar Yatırım Otoritesi’ne devredilmiştir. Tüm bu süreçlerde uyumayı tercih eden “muhalefet”, birdenbire uyanmış ve nasıl olur demeye başlamıştır.
Erdoğan, ha Katar ha AB ha ABD sermayesi, demek istiyor. Ne fark eder? Doğrudur. Aslında hiçbiri fark etmez. Bu özelleştirmelerin tümüne bugüne kadar sessiz kalan burjuva muhalefet, ses vermekte geç kalmıştır.
Yine de Katar ile ilişkiler, sanki tren katarı gibi peş peşe gitmektedir. Tank palet fabrikasının satılıp satılmadığı vb. bile belli değildir.
Katar’a limanlar satılmıştır. Katar’a AVM’ler satılmaktadır. Katar’a borsa satılmaktadır. Ve Katar’dan, 400 milyon dolarlık uçak alınmıştır. Parasının ödenmediği anlaşılıyor.
Malezya’da da bir AK parti var. İktidarda idi. Başkanı, o dönemin başbakanı, şimdi hapistedir. Orada da bir varlık fonu var. Bu fon, bizimkilerin Katar ile ilişkileri gibi, Suudi Arabistan ile ilişkili idi. Ve Başbakan, şimdi yargılanırken, kendisine sorulan milyonlarca dolarlık ödemeleri açıklarken “onlar bana verildi” demektedir.
Katar ile ilişkiler, bu nedenle kayıt dışıdır.
Katar, eski İngiliz sömürgesi, bir petrol kuyusu-devlettir. Ya da bir aile-devlettir diyebilirsiniz. Aile ve petrol kuyusu tarzı devlet olma hâli, Erdoğan ile Kral’ın ilişkisi için “fıtrat”a uygundur.
Katar, “resmî” olarak 1970 petrol krizi sonrasında, İngiliz sömürgesi olmaktan “çıkıp” devlet olmuştur. 1970 krizi, elbette ABD’nin dünya sistemini petro-dolarlarla domine etmeye başlamasının da başlangıcı sayılır. Daha sonraları, 1980’lerde gelecek “finansallaşma”nın temelleri buradadır.
Yine de Katar, İngiliz varlığının sıfırlandığı bir alan olmadı.
Ardından ABD, Katar’a büyük bir üs kurdu. 2 milyonu biraz geçen nüfusun 500 bini Arap’tır. Kalanları çoğunlukla yabancılardır. Hem işçi olarak yabancılar var, hem de asker olarak. ABD üssü oldukça büyük bir üstür ve ABD için de önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Suriye savaşında, ABD, İngiltere, İsrail’in adının yanında Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın adı anılmaktadır. Katar, oldukça aktif bir tarzda müdahalelerde bulunmaktadır. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşleri desteklemekten vazgeçtiği hâlde, Katar, tıpkı Türkiye gibi Müslüman Kardeşleri desteklemektedir.
Demek ki, petrol kuyusu Katar, aynı zamanda bir ABD askerî üssü gibidir. Ve aynı Katar’da Türkiye’nin de askeri vardır. Türk askerinin ne kadar olduğu konusunda rivayetler var, ama 2500’ün üzerinde olduğu sanılmaktadır.
Şimdi Katar Şeyhi ile Saray’ın yerlisi arasında bir anlaşma, bir aile bağları olduğu açık ama iş bu kadar mı sorusunun zamanıdır.
Ortaklaşa sömürge olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana varlığını sürdüren Türkiye, acaba ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin mi, yoksa siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin mi sömürgesi olarak kalacaktır? Bu soru, uzun bir paylaşım savaşı ile yanıtlanacak ve bu süre içinde, sadece Ortadoğu değil, Türkiye sahası da çetin çarpışmalara sahne olacaktır. İşler kendiliğindenliğe bırakılırsa, elbette ekonomiye hâkim olan, siyasal alana da hâkim olur. Ama ABD, işlerini akışına bırakmaz, bırakmayacak gibidir.
Şimdi, Türkiye’ye akmakta olan Katar sermayesi, acaba ABD ve İngiltere emri ile mi kaymaktadır? Hani, paranın dini yok da, yine de bu sermaye, Katar görünümlü ABD, ya da ABD-İngiltere sermayesi midir?
Meseleye biraz da buradan bakmak gerekir.
Petro-dolarlar, dün nasıl işlevler gördü ise, bugün de farklı işlevler görmek üzere sahaya mı sürülmektedir?
Saray etrafında toplanmış yeni zenginler, özellikle ABD sevdalısıdırlar ve Erdoğan ne çalmış ise ABD izni ile çalmıştır. Nasıl ki mahallelerde evlerinize giren hırsızlar polislerle birlikte çalışırlar. Bu işin raconudur. Türkiye’nin “güvenliği” de ABD’den sorulur ve burada hırsızlık yapacak olan kişi, bunu başarılı bir biçimde yapmaya devam edecekse, ABD izinlerini almış olmalıdır. Böyle olunca, ABD, bu paraların nerelerde olduğunu da bilir. Demek ki, Erdoğan’a, “mal varlığı araştırması” tehdidi geldi mi, parayı canlı hâlde çok seven bir yaratılıştaki Erdoğan’ın buna karşı koyması mümkün değildir. Konu da araştırma değil, el koymadır ve bunu en iyi kendisi bilmektedir.
Çevredeki yeni zenginler ise, artık doğrudan ABD ile temas hâline geçmiştir.
Tam bu noktada yeri gelmiştir, Erdoğan’ın hukuk ve ekonomik reformu, AB sermayesine saldırılmayacağı sözü verme girişimidir. AB sermayesinin bu saatten sonra, bu sözlerle iş yapabileceğini ise sanmıyorum. Çatışma artacaktır. Hazine iflas etmiş iken, Katar’dan gelen sermaye, ABD veya ABD-İngiltere adına kapitülasyonlar elde etmekte iken, Erdoğan’ı çok da düşünmeyecekleri varsayılmalıdır.
200-300 milyon dolar, Türkiye’yi ayağa kaldırmaz. Öyle olsa idi, elbette Erdoğan’a hediye olarak gelen Katar uçağının 400 milyon dolara satılması daha etkili bir hamle olurdu.
Aydın-Denizli arasında bir otoyol yapılmaktadır. Bu otoyol ihalesi 133 milyon euro yıllık gelir garantisi ile imzalanmıştır. Denizli ve Aydın’daki tüm araçlar, karşılıklı bu otoyolu kullansalar, her gün gidip gelseler, böylesi bir para toplanamaz. Bunu otoriteler söylüyor. Peki o hâlde bu neden yapılıyor? Çünkü sermayenin dini yok ama imanı var, para imanlı kişilere lazım.
Kütahya’da bir havalimanı yapıldı. Yıllık 1 milyon 232 bin yolcu garantilidir. Oysa havalimanını kullanan yolcu sayısı 82 bin kişidir. Kalanı Hazine garantili olarak ödenmektedir.
İşte bizim yağma- rant ve savaş ekonomisi dediğimiz şey, bir parçası ile budur. Buna HES’leri, Kaz Dağlarını, yanan ormanları, savaş ekonomisini eklemeniz gerekir.
Yani, 3 trilyonluk iç borç, 450 milyar dolarlık dış borç, 70 milyar dolarlık özelleştirme, MB’nin -49 milyar dolarlık rezervi, yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.
Her gün yoksullaşan milyonlar, artan işsizlik, artan açlık, artan vergiler, gelen örtülü vergiler, artan fiyatlar; işte yağma-rant-savaş ekonomisi budur.
Elbette kârlarına kâr katan tekeller, servetlerini şişiren rantiyeler ve soyguncular; işte yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.