Hazret 11 Şubat 2017 tarihinde İstanbul’da SETA tarafından düzenlenen “Cumhurbaşkanlığı sistemi” konulu sempozyumda, çıtayı yükseltti:
“Teoride parlamenter sistem monarşiye ve totalitarizme karşı verilen mücadelenin ürünüdür. Avrupa ülkelerinin pek çoğunda kralların ve kraliçelerin bulunduğunu görüyoruz. Japonya, Tayland gibi dünyanın başka yerlerinde benzer durumlarla karşılaşılabiliyor. Efendim bu monarklar semboliktir, aslında oralarda parlamenter demokrasi vardır diyeceklerdir. Devlet sisteminde bir aktör varsa hiçbir zaman sembolik olarak kalmaz. Bir ülkede bir kral varsa o kral, kraliçe varsa o kraliçedir. Bu taht ve taç sahibi ülke yönetiminde hak ve söz sahibidir. Sadece Başkanlık veya Cumhurbaşkanlığı sistemiyle yönetilen sistemlerde monarşi yoktur. Adı cumhuriyet veya demokrasi olduğu hâlde fiilen diktatörlükle yönetilen ülkeler de mevcuttur. Her ülke kendi şartlarına özgün bir yönetim biçimine sahiptir…”[2]
Çapraşık, kavranılması zor bir mantık… Ama galiba “Onlar ‘demokrasiyiz’ diyorlar, ama monarşileri var; parlamenter sistemler monarşiye engel değil; bizim önerdiğimiz (Cumhurbaşkanlığı) sistem(in)de ise monarşi olamaz” demek istiyor. Ve yine galiba, bu yolla anayasa değişiklikleriyle “padişahlık yetkileri” istediği yolundaki eleştirilere ‘ters köşe’ yapmaya çalışıyor. Hoş, aynı solukta, bir başka kapıyı kendi elleriyle açıyor: “adı cumhuriyet de olsa fiilen diktatörlükle yönetilen ülkeler de var…” Yani: “monarşi olmaz ama diktatörlük belki…”
Aslına bakarsanız, Tayyip Erdoğan’ın gönlünde yatan “arslan”ın ne olduğu, AKP ve MHP’lilerin oylarıyla Meclis’te kabul edilip 16 Nisan 2017’de halkoylamasına sunulacak olan Anayasa değişikliği önerisinde açığa çıkıyor. “Yeni” Anayasa, yürütme yetkisini tümüyle tekelinde tutan, yardımcılarını ve bakanları, üst kademe kamu yöneticilerini dilediği kişiler arasından keyfince atayıp azledebilen; canı istediğinde yürütme erkine ilişkin kararname yayınlayabilen; Başkomutanlık sıfatıyla TSK’nın da başı olan bir “Cumhurbaşkanı” portresi çiziyor. Unutmadan: partili, hatta aynı zamanda partisinin genel başkanı da olan bir cumhurbaşkanı.
Başkanlık sistemi savunularında sıkça tekrarlanan bir ilke vardır: denge ve denetim (check-and-balance). Yani sistem, yürütme yetkilerinin tek bir kişide bu denli yoğunlaşmasını denetleyip dengeleyecek bir dizi önlemi de (en azından teorik olarak) içermelidir. Yetki temerküzü, kesin, net bir “güçler ayrılığı” ile çözümlenmeye çalışılmıştır; yani yürütme erkini elinde toplayan Başkan, yasama (parlamento) ve yargı organları karşısında sorumlu ve onlara hesap vermekle yükümlüdür.
16 Nisan’da oylanacak olan “yerli ve milli” (ucuz bir demogojiyle “Cumhurbaşkanlığı sistemi” olarak adlandırılan) Başkanlık sistemi ise tüm erk ve yetkilerin sınırsızca ve tereddütsüzce tek bir kişinin eline verirken her türlü denetimi fiilen ilga ediyor.[3] Şöyle ki:
Milletvekili ile Cumhurbaşkanı seçimlerinin aynı gün gerçekleştirilmesiyle, Cumhurbaşkanı’nın iktidar partisinden olması garanti altına alınmış oluyor. Kaldı ki, işler ters gider de bu olmazsa, Cumhurbaşkanı, seçimlerin yenilenmesine karar verebiliyor. Yani kendi partisi iktidar olacak çoğunluğu sağlayıncaya dek seçim yaptırabiliyor – hele ki kendi konumunu sağlama alacak bir oy çoğunluğu sağlayabilmişse…
Yani Meclis’in cumhurbaşkanını denetleme kapasitesi fiilen ortadan kaldırılıyor. Çünkü Anayasa değişikliği, Cumhurbaşkanı hakkında, ancak milletvekili tam sayısı salt çoğunluğunun imzasıyla soruşturma açılması talebinde bulunulabileceğini, soruşturmanın açılması için ise milletvekillerinin beşte üçünün onayı gerektiğini belirlemekte. Milletvekillerinin, hem parti başkanı sıfatıyla kendilerini seçmiş, hem de siyasal kaderlerini (dolayısıyla da ekonomik ikballerini) ellerinde tutan başkanlarına karşı böyle bir riski göze alamayacaklarını tartışmaya gerek var mı?
Ama diyelim ki kuş taşa çarptı ve Meclis Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılmasını kabul etti. Kim yargılayacak Başkan’ı? Bu durumda Yüce Divan işlevini üstlenecek Anayasa Mahkemesi; öyle değil mi? Peki, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini kim seçiyor?
Doğru tahmin ettiniz; yeni öneride 15 üyesi olması öngörülen Anayasa Mahkemesi’nin 12 üyesi doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından, üçü ise (çoğunluğu Cumhurbaşkanı’nın başkanlığını yaptığı partinin milletvekillerinden oluşan) Meclis tarafından belirleniyor. Yani Cumhurbaşkanı’nı, tüm üyelerini kendisinin ve partisinin görevlendirdiği “bağımsız” (!) yargının en yüksek organı yargılayabiliyor!
Bu kadar mı? Hayır!
Bakanlar kurulu Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis dışından görevlendirilebileceğine göre, bakanlar Meclis’e değil, yalnızca Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olacaklar. Kaldı ki, Meclis’in ne bakanların ne de Cumhurbaşkanı yardımcılarının kim olacağı, ne yaptıkları ya da yap(a)madıkları konusunda her türlü denetim yetkisi yeni düzenlemeyle lağvedilmekte.
Böylelikle, Cumhurbaşkanı eşini, kızını, oğlunu, damadını, gelinini ya da ne bileyim, koruma görevlisini rahatlıkla bakan ya da kendisine yardımcı atayabilecek ve hatta, yardımcı olarak atadığı kişi, hastalığı ya da yurtdışı gezileri sırasında kendisine vekalet ederek cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullanabilecek! Ve kimse de buna “Ne oluyor, bu nasıl iş!” diyemeyecek! Ha tabii, “görevleriyle ilgili bir suç işlemeleri” durumunda Meclis salt çoğunluğunun imzasıyla haklarında soruşturma açılması istenebilir; milletvekillerinin üçte ikisinin kararıyla (yani Cumhurbaşkanı’nınkine benzer koşullarda) soruşturma açılabilir de… Ama sadece suçun “görevleriyle ilgili” olması (dolayısıyla da görev sırasında işlenmiş olması) kaydıyla. Böylelikle örneğin malzemeden çaldığı için yaptığı bina çöken ve onlarca kişinin ölümüne neden olan, hazineyi dolandıran, ihaleye hile karıştıran, tecavüzden yargılanıp da “karşı tarafın rızası vardı” diye “aklanmış” vb. bir kişi bakan ya da Cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atanabilir ve işin güzeli, “Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, göreviyle ilgili olmayan suçlarda yasama dokunulmazlığına ilişkin hükümlerden yararlanır,” (Madde 106) hükmü gereği, hakkındaki tüm suçlamalar hasıraltı edilir!
Söylemeye gerek var mı, Meclisin hükümeti denetleme araçlarından biri olan gensoru da öyle… Kaldırılıyor.
Bu durumda Tayyip Erdoğan ve AKP’nin, bu koşullar altında “Meclis’in aslî görevi olan yasama işini özgürce yapacağı” propagandası da bir başka Orwell’varî “gerçekliğe” dönüşüyor: Tabii, Meclis dilediği gibi yasa yapacak… yapsın da: Çıkardığı yasaları yürütecek olan hükümet üzerinde hiçbir yaptırımı kalmayınca, Meclis dilediği kadar yasa çıkarsın. Olasıdır ki bir süre sonra yasa çıkarmaktan yorulup asıl “esas görevi”ne, iş takipçiliğine, ihale avcılığına, ricacılığa, komisyonculuğa dönecektir!
Peki, “yeni” anayasanın 9. Maddesinde “bağımsız ve tarafsız” olduğu belirtilen yargı ne durumda? Düzenlemeler Kenan Evren anayasasının kuşa çevirdiği “yargı bağımsızlığı”nı iyiden iyiye bir “şaka”ya, ama kötü bir şakaya dönüştürüyor. Anayasa Mahkemesi’nin hâlini gördük, ya hâkim ve savcılarla ilgili tüm tasarruf yetkisini elinde bulunduran HSYK ne hâlde? (Bu arada, Cumhurbaşkanı’nın “şamar oğlanı”na dönüştürülen Hâkim ve Savcılar Kurulu’na “Yüksek” nitelemesini kendileri de abartılı bulmuş olacaklar ki, öneride “HSK” olarak geçiyor!)
Evet, 13 üyeli olması öngörülen HSK’nın 7 üyesi doğrudan Cumhurbaşkanı, 5’i ise, (yine Başkan’ın partisinin çoğunlukta olduğu) meclis tarafından seçilecek. Bir başka deyişle, bu ülkede her hâkim ve savcının atanması, terfii, ücreti, yer değiştirmesi, görevden alınması… Cumhurbaşkanı’nın bir işmarına bakacak. Sevsinler böyle “bağımsız” ve “tarafsız” yargıyı!
Bunlar “olağan hâl”ler… Bir de son aylarda gırtlağımıza dek battığımız için yakından bildiğimiz OHAL durumu var. İlan yetkisi Cumhurbaşkanı’na, dolayısıyla da onun “tehlike/tehdit algısı”na terk edilen OHAL: Hemen belirteyim; OHAL koşullarında Cumhurbaşkanı’nın kararname çıkarması konusundaki tüm kısıtlamalar yok sayılıyor: Yani kişinin siyasal haklarıyla ilgili, kanunla düzenlenmiş ya da düzenlenmesi gereken konularda Cumhurbaşkanının kararname çıkarma yetkisi üzerindeki kısıtlamalar OHAL’de kaldırılıyor. “Yani?” mi? Yani Cumhurbaşkanı kendi ilan ettiği OHAL ile birlikte her türlü demokratik hakkımızı (grev, örgütlenme, toplantı, gösteri yürüyüşü, basın-yayın, sosyal medya paylaşımı…) ilga edebiliyor. Tehdit addettiği yurttaşların gözaltına alınmasını sağlayabiliyor… Dahası mı? Cumhurbaşkanı kararnameleri, yasalar üzerinde bir nitelik kazanıyor! Ucu açık…
15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL ile birlikte ilan edilen KHK’ların kooperatiflere nasıl üye olunacağından kış lastiklerinin kullanımına dek akla gelebilecek her türlü konuya müdahale ettiğini düşünecek olursak, tüm yaşamımız bir meclis ya da yargının denetiminden azade bir diktatörün iki dudağı arasından çıkacaklara bağlanıyor! Bir başka deyişle, AKP iktidarı tarafından bugüne dek yaşa(tıl)dıklarımız, AKP/MHP’nin “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nde yaşayacaklarımızın teminatı oluyor!
Bu düzenlemeler Meclis’ten geçtiğine göre, görev artık bizlerin… Bu ülkeyi hepimiz için demir bir kafese dönüştürecek, hepimize deli gömleği giydirecek olan dikta rejimine karşı direnme görevi…
Meydanlarda bir ağızdan haykırırdık; şimdi yeniden haykırma zamanı: “Bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır!”
15.02.2017, Ankara.
N O T L A R
[1] B. Brecht.
[2] “Erdoğan: Avrupa Ülkelerinde Kralların Bulunduğunu Görüyoruz”, Birgün, 11 Şubat 2017… http://www.birgun.net/haber-detay/erdogan-avrupa-ulkelerinde-krallarin-bulundugunu-goruyoruz-146507.html
[3] Anayasa değişiklikleri ile ilgili bilgiler, Barolar Birliği tarafından hazırlanan karşılaştırmalı metinden alınmıştır. Bkz. http://anayasadegisikligi.barobirlik.org.tr/Anayasa_Degisikligi.aspx