Devrimci mücadelenin hangi evresinde olunursa olunsun zorluklar pahasına gerçekleştirilen ilerlemeler, insana, bu ilerlemeleri sağlamak için dövüşen insana, bir tatmin duygusu yaratır. Sanılır ki işin mantığı budur. Sanılır ki elde edilenlerden ileri gidilmesi “nesnel koşullar” nedeniyle olanaklı değildir. Gerçekten bu tek taraflı bir değerlendirmedir. Elde edilenler eğer insana bağlı ise, elde edilenlerin sınırı da nesnel koşullar olduğu kadar insana bağlıdır.
Nesnel ve öznel ilişkisi burada, örgütlenme pratiğinde ne kadar açık ve nettir. Özne, yani belli koşulların bilincine varıp, işe girişen kişiler, içinde bulunduğu koşulları aşmaya çalışır. Elbette burada özne, nesnel olanı aşmaya çalışırken bazı sınırlarla karşılaşır. Fakat bu sınırlar, özneli aşan, onun üstesinden gelemeyeceği sınırlar değildir. Sadece ortada bir zaman sorunu vardır. Yani bugün, bu an sınır haline gelen şeyler, yarın sınır olmaktan çıkmalıdır. Bu ise tek başına güç sorunu olmasa bile, özü gereği güç sorunudur.
Öyleyse buradan bir sonuç çıkıyor, devrimci mücadele, önceden öngörülen uzun yolun tarifi yapılmadan yürütülemez. Bu elbette ki her şeyin önceden tarif edildiği gibi yürüyeceği anlamına gelmez. Nasıl ki devrim perspektifi açısından devrimin yolu temel ise, devrimin yolu genel olarak da olsa ortaya konmadan yürünemez ise, aynı biçimde bir devrimci çalışma, somut planlara, somut hedeflere bağlı olmadan yürütülemez.
Bu hedefler, bu planlar “Ne yapabiliriz?” ile “Ne yapılmalı?” sorularının bileşimini içermelidir. “Ne yapabiliriz” sorusu, sadece bu soru, yapılması gerekenden koparıldı mı, hep yapabileceğimizi temel alan bir yetinme, bir kendini kandırma mantığı oluşur. Tersine “Ne yapılmalı?” sorusu tek başına ele alınırsa, ya hiçbir şey yapmamaya (yapılması gerekenin uzaklığına bakıp) yönelir, ya da uzun süreli, sürekliliği temel alan, zorlu bir yürüyüşü göz ardı ederiz. Gerçekte bu da kendini tatminin bir başka türüdür.
Başarı, içinde yaşadığın ortamı, kendini, hedefe giden yolları iyi tanımaktır. Bunu kavramanın doğuracağı inanç, işte bu inancın aşamayacağı zorluk yoktur. Bu nedenle de insanların yarattığı kolektif, mücadele içinde insanı yaratır. Bu bilinç, bu inanç olmadan yüklenmek, yoğunlaşmak başarılamaz.
Bir yerde yoğunlaşma eksikliği, çaba ve emek eksikliği var ise (eğer sorun niyette değil ise) sorun, mutlaka ortamı, kendini, kolektifini ve somut yolu, hedefleri kavramamaktan kaynaklanmaktadır. Buraya müdahale edilmelidir.
Öte yandan insan ancak ve ancak mücadele ediyor ise, ancak tüm beynini mücadeleye aktarıyor ise o zaman ortamı, kolektifini, kendini, hedefleri iyi tanır. Bu da bizim kadro politikamızın temeli olmalıdır.
Öyleyse günlük yaşantımız içinde, günlük mücadele içinde karşılaştığımız pek çok eksiklik gerçekte bir bilinç, kavrayış eksikliğidir. Bu eksikliklerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Bugün temel eksikliklerimizden birisi, olanaklarımızı yeterince hızlı geliştirememektir. Bu sanıldığı gibi kendiliğinden gerçekleştirilecek bir olay değildir. Pek çok kere yaşadık ve gördük ki, bir olanak, eğer kolektif açısından ne işe yaradığı bilinmiyorsa işe yaramaz hale geliyor, kullanılamıyor, olanak heba ediliyor. Bunun temel nedeni, temel alanlardaki çalışma birimlerimizin perspektifindeki eksikliktir. Birimlerimiz, merkezin inisiyatifinde çalışma perspektiflerini detaylandırmalıdır. Sanki bir kovalayan varmış gibi, baştan savma ve aceleci bir tarzda ortaya konmuş genel perspektifle mücadele edilirse, her seferinde yarım başarıya mahkûmuz. Bu elbette ki enerjinin, çabanın boşa gitmesidir. Sürekli yarım başarı, sonuçta bu tarz çalışmayı olağanlaştırır. Sanki örgütlü çalışma öyle olmak zorundaymış gibi olur.
Bize iyi düşünülmüş, merkezi perspektifle uyumlu, yapılması gereken ile yapabileceğimizin ilişkisini iyi kavramanın sonucu olan, sabırla üzerinde çalışılmış bölgesel çalışma perspektifleri gerekir. Bugün biz devrime giden yolda;
a. kadro sorunu,
b. işçi sınıfı temelinde sağlam mevziler edinme,
c. olanaklarımızı örgütleme hedefleri ile karşı karşıyayız.
Bunu başaramayız, diyen yoldan çekilmelidir. Evet, kendisi nal izlerinin altında kalmadan çekilmelidir. Fakat bunu başarabiliriz, diyenlerin de işe tüm safralarını atarak, at binmekle başlamaları gerekir. Bugüne kadar çeşitli eksik ve aksaklıklarla bir çalışma yürüttük. Eksiklik her zaman olacaktır; ama var olan eksiklik başından bildiğimiz bir eksiklik olmamalıdır. Sorunsuz bir devrimci çalışma olmaz ve bu nedenle de içeride yürütülen mücadele süreklidir. Fakat eksikliklerin, aksaklıkların tekrarlanması bağışlanmamalıdır.
Öyleyse tüm birimlerimiz yaşamış oldukları deneyleri de düşünerek, genel perspektifi de kavrayarak bölgelerini analiz etmeli ve her yönden çalışmanın önünü açıcı çalışmayı arttırmalıdır. Üstelik dünün sorunu olan deneyimsizliğimizi, her şeyden önce nasıl yeneceğimiz anlamında aşmış bulunuyoruz.
Böylesi bir bakışla birimlerimiz kendi alanlarını somutta kavrayıp buna uygun bir planla savaşmaya koyulmadıkça olanaklarımızı örgütlemeyi başaramayız. Ancak bu durumda önümüze çıkan olanakları doğru biçimde değerlendirebiliriz.
Olanaklar işçi sınıfının, yoksul köylülüğün, gecekondu halkının, öğrencilerin içindedir. Çoğunlukla olanaklar ‘zenginlikte’ aranır. Oysa gerçek olanak buradadır. Geçmişte bu kesimler içinde bırakılan olumsuz izlenimler düşünülürse, işimizin sanıldığı kadar kolay olmadığı kesindir. Barınma, yapılan çalışmalar için yer bulma, mali yardım alma, teknik olanakları geliştirme vb. için gerçekten de işçi sınıfı, gecekondu halkı, yoksul köylülük ve gençliği örgütlemek gerekir.
Örgütlenme faaliyetlerinde bizi en çok engelleyen eğilimler sürekliliği aksatmak ve sorumlu davranmamak aksaklıklarıdır. Bin bir zahmetle kurulan ilişkiler, bir süre sonra kaybediliyor. Bunun bir nedeni, acaba yapmış olduklarımızın yeterli olduğunu düşünmemiz midir?
Sınıf ile kurulan ilişkiler bir hareketlilik (grev, işgal vb.) dönemine rastlar. Yeni ilişkiler genellikle bu yolla kuruluyor. Elbette bir alanda zaten kanal açılmış ise orada böylesi bir hareketlilik şart değil. Bu yeni ilişkiler netleştiğinde, zaten hareketlilik sona eriyor ve bizler yeni bir çıkış dönemine kadar zorlu ilişkiler devralmış oluyoruz. Fakat çoğunlukla hareketlilik (grev vb.) biter bitmez işçilerdeki ilgi de sona ermeye başlıyor. Bunun tersi bir eğilim gösteren işçi ile ilişki sürdürmek kolaydır; fakat bizler aynı zamanda bu sönen ilgiyi canlı tutmak durumundayız.
Bu ise elbette ki çok yoğun bir çalışmayı gerektiriyor. Çalışmada kendiliğindenliği kırmayı gerektiriyor. Nasılsa yeni ilişkiler kurarız mantığını aşmayı gerektiriyor.
Peki, bu örnek neyi ifade ediyor? Bu örnek; elimizdeki olanakları, işin kolayına kaçtığımızı gösteriyor. Örnekleyelim, hemen her alanda dergimizi okuyan bazı insanlar var. Bunlar bizim kimi eylemlerimize de katılıyorlar. Fakat çoğu durumda, bu ilişkilerin olanaklarını, potansiyel ilişkilerini bilmiyoruz.
Bizler bugün kendi içimizdeki çalışmada da dışa dönük çalışmada da hiçbir ayrıntıyı atlamadan bir mücadele yürütmek istiyoruz.
Bu konuda artık, deneyim yetersizliğinden söz etmeyelim. Herkes kendisine şunu sorsun; “Ne kadar çaba gösterdim, yapabilecek her şeyi yaptım mı?”
Bize sorular karşısında bahaneler üreten bir kişilik lazım değildir. Tersine böylelerine gerçek yerlerini göstermeliyiz. Yüreğinin kabuğunu kıramamış olanlarla yeni dünyaya yürünemez. Bize sorunlar karşısında yılmayan, eleştiren, soran, eleştirip sorduğu kadar yapan, olayların üstüne giden, bahaneye fırsat bırakmayan, en kötü durumda bile kişisel eğilimlerini devrimin karşısına çıkartmayan, tersine tüm yeteneklerini devrim için kavgaya aktaran kişi gerekir.
“… Bir devrim, sorumsuz sloganlar haykırarak değil, gerçek bir devrimci çalışma gerçekleştirilerek yapılır. Eğer herkes zafere ulaşacak tek ve gerçek yolu anlasaydı, herkes hareketli bir örgüt çalışmasını geliştirebilseydi, kavgayı yönetebilmek amacıyla her an kitlelerin duygularını tanımaya çalışarak halk mücadeleleri üzerinde dursaydı, ayaklanma ve zafer günü, genel olarak düşündüğümüzden çok daha yakın olurdu.” (Alvaro Cunha, Yarın Bizimdir Yoldaşlar, s. 6)
Biz bugün herkesten çok çaba istiyoruz. Gevşeklik, yarına erteleme, boş zamanlarda yapılan devrimcilik, yapılanlarla yetinme bize yabancıdır. Bunu gerçeklik haline getirmeliyiz. Pek çok yoldaşımızda bir gevşeklik, “yarın yaparım” mantığı vardır. Biz bu mantığa karşı amansızca savaşmalıyız. “Yarın yaparım” mantığı memur mantığıdır. Bunun üzerine kurulu bir çalışma asla devrimci olmaz. Kurulan bir ilişkide böylesi bir davranış güvensizliği doğurur. Yapılacak bir işte “yarın yaparım” mantığı laçkalığın kendisidir. Böylesi bir tarz ile kolektif içi çalışma bir milim ilerlemez. Aramızda var olan böyleleri çalışmayı geliştirmekten çok engellemektedirler. Böylelerinde bilinç ve militanca yaklaşım eksiktir. Eğer bir işi “yarın yapmayı” düşünüyorsanız, niye mücadeleye giriyorsunuz, kenara çekilip seyre dalsanıza, onu bile yarına bırakmak istersiniz. Bu mantığa sahip olanlar yaptıkları işin ciddiyetini bilmiyorlar demektir. Yaşamın hangi alanında olursa olsun yaptığı işi ciddi yapmayanları, laçkalığı yaşam biçimi haline getirenleri kimse ciddiye almaz. Böyleleri ancak bir yarış olduğu zaman, poz vermelerini gerektirecek bir şey olduğu zaman harekete geçerler.
Gevşeklik ve erteleme, yukarıdaki boyutu ile olmasa bile bizde de vardır. Üstelik bunu sadece mücadelenin sıcak yürümemesine bağlayanlar var. Yani onlara sorsanız, eğer ortam, mücadele daha sıcak olsaydı, bu gevşeklik ve erteleme olmazdı. Bunun bir zerresi bile doğru değildir. Şöyle soralım; örneğin Kürdistan’daki mücadelenin bugünkü noktaya gelişini sağlayan “gevşeklik ve erteleme” midir, ortam böyle mi sıcaklaşmış, savaş bu mantıkla mı gelişmiştir? Elbette hayır. Hem sonra savaşı geliştirme ortamı, sıcaklaştırma görevi de bizim değil midir?
Bugün bazı ortaklarımız doğal yeteneklerini insanlara yardım etmekte kullanıyorlar. Oysa kolektifin bu yeteneklere ihtiyacı vardır ve bunu atlamak affedilmez bir hafifliktir. Şimdi soralım kavga daha sıcak yürüseydi bu yoldaşlarımız için ne değişecekti?
Aynı biçimde, yazamıyorum mantığını alalım. Yazı yazmak, kolektifi etkilemenin en doğru yollarından biridir. Herkes birlikte çalıştığı yoldaşlarını etkileyebilir; ama doğrudan çalışmadığı ortaklarını nasıl etkileyecektir? Bize ulaşan derginin her satırı, her cümlesi ile boğuşmalıyız. Sol örgütlerde dergi okunmaz, sadece tartışılır mantığını yıkmak bir yana, bizler derginin her satırını incelemeli, olumlu olumsuz görüşlerimizi yazmak için hemen o an, o akşam kaleme sarılmalıyız.
Tüm bu noktalar elbette kişiliğin sağlamlaştırılmasını gerektiriyor. Bunun için içinden geçilen dönemi kavramak gerekir. Tüm yoldaşlarımız, tüm birimlerimiz Anadolu solu ile tanışmış, onları bir ölçüye kadar kavramıştır. Bugüne kadar çizilen çizginin doğruluğu bizlere “aferin” deme hakkı vermez. Esas önemli olan bu doğru çizgi için büyük adımlar atmaktır. Şimdi tüm gücümüzle yüklenmeliyiz. Övünerek, başkalarının eksikliklerine bakıp kendimizi rahatlamayalım. Tersine kendi eksikliklerimize yüklenelim. Bu çerçevede başkalarının eksikliği, devrimcilerin eksikliği, bizim eksikliğimizdir.
Aşağıdaki noktalar dikkat noktalarımız olmalıdır:
• Boş Durmak Yok!
Örgütsel görevlerimizle uyumlu olmak üzere hiçbir dakikamızı boş bırakmamalıyız. “Bugün şu şu işlerim var. 3 saat sürer. Benim 5 saat zamanım var. O halde 2 saat boş.” İşte bu mantığı yerle bir etmeliyiz. Herkes tüm zamanını bu işe vermelidir. Bir işyerinde geçimini sağlamak için çalışırken, aynı zamanda bunun örgütsel çalışmamızın bir parçası olduğunun bilincinde olmalıyız. İşi ayırıp, boş zamanları ayırıp, evi ayırıp, geriye kalan zamanı devrim için kullanmak bize yabancı olmalıdır. Gün geliyor hemen her ortağımız ilişki sıkıntısı, zaman sıkıntısından yakınıyor. Oysa işyeri, aynı zamanda ilişkilerin kurulduğu, devrimin örgütlendiği yerdir. Biz bunu böyle kabul etmiyorsak sorun bizim devrime bakışımızdadır. Fabrikadaki işçi ile işyerine ilişkin hiçbir ilişkimiz yok ise büroda çalışıyor isek, orada rutin çalışma anında devrim için yapacak bir şeyler bulamıyor isek, sorun bizdedir. Sorun zamanın olmamasında değil, sorun zamanı devrim dışında gibi düşünerek, devrim için zaman ayırma hesabındadır. Oysa işyerinde onlarca yıldır çalışıp, buradan bir ilişki çıkaramamış, bir kişiyi değiştirememiş isek gerçekte üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdayız demektir.
O halde önce düşünmek gerekir. “İki saatim boş” demek utanılası değil midir? Zaman öldürmenin bin bir biçimi vardır. Ve içinde yaşanılan toplum insanı tüketici yaptığı ölçüde, onun zamanı doğru kullanmasını da engellemektedir. Kapitalizm zamanı öldürmenin en iyi düzeneklerini sunmaktadır. Üstelik insan da kendini kandıracak, eski alışkanlıklarına yenik düşecek pek çok bahane geliştirmektedir. “Sadece şu filmi seyredeyim, biraz daha uyusam tam dinlenmiş olurum, beş dakikadan ne çıkar.” Tüm bu mantık aslında eski alışkanlıkların depreşmesidir. Bunlara yenik düşmemek gerekir.
En çok yapılan savunma şudur: “Bu işi ne zaman bitirmeliyiz, daha zaman var. O halde aceleye gerek yok.” Böylece son an geliyor ve son an geldiğinde işin yetişmesi olanak dışı oluyor. Bu ehlikeyfi davranış bizi nereye götürür? Kendimize şunu sormalıyız, bu alışkanlıklarımızın kölesi olmak değil midir?
Boş zaman kavramını kaldırmalıyız. Boş durmaya son vermeliyiz. Zamanımızı değerlendirmeme hakkına gerçekten sahip miyiz?
• Kendimizi Affetmek Yok!
Devrimci çalışmada eleştiri-özeleştiri bir silahtır; ama abartılı özeleştiriler ile bu silah işlevsizleşiyor. Pek çok insan günlük hayatında yapmış olduğu hataların ardından özeleştiriye yönelir. İnsan bazen düşününce, özeleştirinin bir tür günah çıkarmaya çevrildiği örneklerin hiç de azımsanmayacak kadar çok olduğunu görür. Sol hareket geleneğinde özeleştiri, amacından saptırılmış, kirlenen bir insanın banyo yapması biçimine dönüştürülmüştür. Dahası nasılsa özeleştiri ile kurtulunabildiği için her tür “hata” yapılabilir olmaktadır.
Biz “kendimizi affetmek yok” derken böylesi bir özeleştiriyi kastetmiyoruz. Günlük devrimci çalışmada insan bazı olumsuzlukları affetme eğilimi taşıyabilir. Ya ortağımızın ya kendimizin bazı eksikliklerini affetmeyi alışkanlık haline getirdik mi, bir kere bu yol açıldı mı, artık eksiklikler üzerine gitmek için gücümüz de kalmaz.
İnsan kendi eksikliklerine karşı acımasız davranmayı başaramadığı sürece, genel, örgütün bütününe dönük eleştirilerinde duraksar. Demek ki kendimize karşı bu affedici davranış, tüm devrimci çalışmada bir cansızlığın, bir garip hoşgörünün yaygınlaşmasının nedenlerinden biridir.
• Bahane Yok!
Eksiklikler, aksaklıklar, zorluklar, görevler karşısında bahane geliştirenlerin saflarımızda yeri yoktur. Böyleleri azdır. Fakat bahane bulma, bulaşıcı bir eğilimdir. Buna son vermek gerekir. “Para getirecektim; ama… Çalışacaktım; ama…” biçiminde başlayan ve ilkokuldan beri bize şırınga edilen gizli yalancılığa son vermeliyiz. Bizler kendi gerçeği ile karşılaşmaktan korkan hastalıklı insanlar mıyız? Değilsek, bu eğilimleri kovmalıyız. Eksiklikleri gerçek nedenleri ile ortaya koymalıyız. Eksikliği doğru koymak, doğru saptamak çözümün yarısıdır. Bunun için dürüstlük yetmez, cesaret de gereklidir. Sağlam bir kişilik gereklidir.
• Uyanıklığı Arttıralım!
“Düşünemedim”, “İlk kez aklıma geliyor” gibi gerçekten az düşünmeye, yoğunlaşmamaya dayanan eksiklikleri gidermeliyiz. Bizim gözümüzden hiçbir şey kaçmamalıdır. Elbette bunun yolu beş adet gözümüzün olması değildir. Tersine yoğunlaşmak, düşünmek, planlı ve titiz bir çalışma yürütmek, alışkanlıklarımıza karşı sürekli bir savaş yürütmektir.
Bugün polisin, mafyanın, istihbarat teşkilatlarının vb. içinde bulunduğu alanlarda çalışıyoruz. Tüm bu kesimlerden gelecek tehlikelere karşı uyanık olmak gerekir. Bunun yolu vardır; genel perspektife vakıf olmak. Bu politikayı kavramak ve bunu kendi somut alanında yaratıcı biçimde, çelik bir disiplinle, büyük bir atılganlık ve cesaretle uygulamak. Şimdi biz tüm bunları bir anda yapmalıyız.
Bizler, dünyada sosyalizmin yenildiği, sosyalizmi öğrendiğimiz insanların mücadeleden özenle uzak durduğu, herkesin kendisini korumak gibi hayvani, alçaltıcı bir yol seçtiği bir dönemde, kellemizi koltuğumuzun altına, yüreğimizi avuçlarımızın içine alıp yola koyulduk. Seçtiğimiz yol binlerce kişi olmamamızı engelleyici bir yoldur. Bunun bilincindeyiz. Bu yola bu bilinçle giren bizlerin en küçük bir emek ve zaman kaybına razı olmamamız gerekir. İktidarı alana kadar, bu ülkede devrimi zafere ulaştırana kadar, dünya kızıla boyanıncaya kadar, Küba insanını bir kardeş gibi endişesiz misafir etmeyi başarıncaya kadar, ekmeğimizi herkesle tam yarıdan bölüşebilmeyi başarıncaya kadar yükleneceğiz.
Bizler eksikliklerimizin bilincindeyiz. Eksikliklere karşı savaşma gücümüz bu bilinçten geliyor. Yoksa eksiklikleri inkâr etme anlayışından değil. Bugün sınıf mücadelesinin neye ihtiyaç duyduğunu, ihtiyaç duyulan öznenin ne kadar yakıcı bir gereksinim olduğunu biliyoruz. Kendi gerçeğimiz ile varacağımız yer arasındaki “uçurumu” görüyoruz.
Tam da bu bilinçle, bizler, uçurumu iki adımda atlamayı asla düşünmüyoruz. Uçurum tek adımda atlanır. Bu büyük atlayış için bir yay gibi gergin, güçlü ve çevik olmalıyız.
Durmak yok. Daha ileri!