Yukarıda, devlet tartışması açısından oldukça önemli olan tekelcilik üzerinde durduk. Şimdi de Tekelci Polis Devleti’nin ne olduğunu incelemeliyiz. Ancak öncelikle bilmek gerekir ki; önümüzdeki soru şöyledir: Proleter devrimler çağı ve tekeller çağında burjuva diktatörlüğü (yani o burjuva demokrasisi denilen devlet) nasıl bir evrim geçiriyor, evrimi belirleyen şey ne, günümüz burjuva devleti (burjuva demokrasisi) nasıl bir devlettir? Ya da aynı soruyu şöyle de ifade edebiliriz; ekonomik alanda tekelciliğin siyasal düzeye yansıması nasıldır? Ve en sonu, Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimi sürecinin burjuva devlet üzerindeki etkisi nedir?
Lenin’in emperyalizm analizi, kendisinin de belirttiği gibi ekonomik yönü ağır basan bir analizdir. Çarlık sansürüne göre yazılan çalışma, siyasal analizi içermez. Ancak bunun belirtildiği yerde, demek oluyor ki, bunun siyasal bir yansıması da olmalıdır.
Nitekim Lenin, Emperyalizm çalışmasında bu siyasal yönelimli uyarılarda bulunmaktadır. Kanımızca günümüz devletini anlamak için mutlaka emperyalizmi anlamak gerekir. Bu nedenle aşağıda devlet tartışmasını yürütürken, Emperyalizm kitabına başvuracağız.
Yine günümüz devleti, Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimi sürecine karşı, komünizme karşı yürütülen ulusal, uluslararası savaşım içinde şekillenmiştir. Bu nedenle, özellikle 1945 sonrası dönemde emperyalizmin stratejisine, konumuz ile ilgili olduğu boyutu ile bakmamız gerekecek. Ekim Devrimi ülkesinde sosyalizmin çözülmesinin verdiği cesaretle burjuva ideologları pek çok konuyu oldukça açık biçimde yazmaktadırlar. Bu nedenle bazı alıntılar yorum bile gerektirmemektedir.
Tekelci polis devletini anlamak için malzeme o kadar çoğalmıştır ki, biz tekelci polis devleti nitelemesinin sadece Türkiye’ye özgü olmadığını göstermek için yine burjuva ideologlarının yorum bile gerektirmeyen açıklamalarına başvuracağız.
1929 bunalımı ve ‘faşizmin iktidara’ gelişi ardından Komünist Enternasyonal’in bir devlet biçimi olarak faşizmin analizine başlaması ile devlet tartışması, Lenin’in Devlet ve Devrim kitabından sonra ilk kez gündeme geldi. Burada faşizm analizine tekrar dönecek değiliz. Ancak Komünist Enternasyonalin, çeşitli vesilelerle vurgulansa bile, faşizm tanımında Ekim Devrimi’nin dünyaya yayılamamasına verilen bir yanıt olduğuna ilişkin hiçbir şey konmadı.
Haklı olarak tekelcilik üzerine duruldu. Daha fazla emperyalizm üzerine durulmalıydı. Çünkü tekelciliğe dayansa da emperyalizm tanımının üzerine oturduğu beş noktadan sadece biridir tekelcilik. Sermaye ihracı, devletlerin bu ihraçtaki rolü düşünülürse tekellerin en gerici kanadından söz etmenin yetersiz olduğu ortaya çıkar.
Gerçekte faşizm saldırısı tekelciliğe, tekeller çağına dayandığı kadar bu çağda ortaya çıkan ve burjuvazinin yüreğine korku salan Ekim Devrimi’ne bir yanıt, bir karşı devrim olma özelliğine de sahiptir: Enternasyonal bunları atladı. Bir devlet biçimi olarak faşizmin ‘acaba tüm burjuvazinin mi, yoksa sadece tekellerin bir kesiminin mi devleti olduğu’ tartışıldı. Böylece devlet tartışması da karıştırıldı. Enternasyonal öylesine bir tanıma girişti ki, faşizme karşı savaşım cephesini genişletmek adına faşizmi tüm tekellerin devleti olarak bile görmedi, daha da ileri giderek faşizmi ‘tekelci sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist’ unsurlarının diktatörlüğü olarak ilan etti. Tüm bu ‘en’lere rağmen gerçekte faşizme karşı savaşımın sınıfsal temeli genişlemedi.
Burada bu noktanın üzerinde yeniden durmamızın ana nedeni, faşizme karşı savaşımın nasıl bir savunma (saldırı ve sosyalizm savaşımı değil de savunma), demokratik devrim, anti-tekel devrim savaşımına dönüştüğünü görebilmektir. 1921’lerde dünya devrimi dalgasının geri düşmesi ve yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar mevcut mevzilerin korunması taktiği unutuldu. Burada taktik olan strateji haline getirildi. Tersine emperyalizm saldırıya geçti ve II. Dünya Savaşı sonunda yeniden kabaran dünya devrimi dalgasını bastırmaya koyuldu. Gerçekte bu yeni dünya devrimi dalgası, Ekim Devrimi ile başlayan dünya proleter devrimleri dalgasının aynısı ve daha güçlüsüydü. Özellikle burjuva devletin tekelci aşamadaki biçimi bu dönemden sonra, soğuk savaş yıllarında tamamen oturtulmaya başlanmıştır. Hitler yenilmiştir ama faşizmin gözleri halâ bakmaktadır. Bu gözleri örtecek, gizleyecek şal ise parlamento ve seçimlerin varlığı olacaktır.
Eğer sınıf savaşımına göre şekillenen bir yapı olarak devlete bakılabilir ise, bu durumda devletin ‘evrimi’ daha kolay anlaşılacaktır. Hitler’in geriye binlerce Hitler bıraktığı, bu Hitler’lerin dünyanın tüm ülkelerinde zaten var olduğu unutulmamalıdır. Faşizm, eşittir, kötülükler ise, burjuva sistem bunun dışında nedir ki?
Bugün parlamento ve genel oy sistemi tamamen bir şal, bir örtüdür. Onun altında bir devlet çarkı, bir devlet dişlisi yatmaktadır. Üstelik bunlar, artık sokaktaki çocuğun görebileceği kadar net olgulardır. Yeter ki, burjuva demokrasisini allayıp pullamayalım, yeter ki burjuva demokrasisinin sadece ve sadece burjuvazi için bir demokrasi olduğunu bilelim. Yeter ki bir burjuva devleti ‘işçilere tanıdığı haklara’ göre demokratik devlet ilan etmeyelim. Anlayalım ki, sınıf savaşımının, ulusal ve uluslararası ölçekteki durumuna göre ‘haklar’ genişler ve daralırlar.
Faşizm tanımının yapılması, faşizme karşı yiğitçe bir direnişin verilmesi, Hitler faşizminin yenilmesi ardından soğuk savaş dönemi başladı. (Sosyalizmin zaferi olmadan faşizmin yenildiğini söylemek de elbette biraz abartılı duruyor. Tersine Fransa, İtalya, Yunanistan devrimleri satılıyor. Fransa’da, tüm Avrupa’da komünistler, işçi sınıfını burjuva düzende yaşamaya razı etmek için çok başarılı bir uğraş veriyorlar.) Ekim Devrimi’nin dünya devrimine yükselememesinin ardından SSCB’nin kendini koruması, yaşatmasını birincil noktaya alan politikaları, faşizmin saldırıları karşısında dünya komünist hareketinin savunma psikolojisi ile hareket etmesi, nihayet soğuk savaş başları, II. Dünya Savaşı’nın sonlarında yeni dünya devrimi dalgasının değerlendirilememesiyle sonuçlandı. Bu zincir özellikle soğuk savaşla belirginleşen sosyalizmin statükocu politikaya oturma sürecidir.
1960’lı yıllarla birlikte devlet tartışmaları, bir miktar da faşizmden ‘uzaklaşarak’ sürdürüldü. Latin Amerika başta olmak üzere emperyalizme bağımlı ülkelerde sık sık gündeme gelen askeri darbeler, ‘askeri faşist diktatörlük’, ‘askeri-diktatörlük’, ‘gizli faşizm’, ‘açık faşizm’ gibi isimlendirmeleri de gündeme getirdi. Devletin parlamento ile darbeler arasında gidip gelmesi daha pek çok (bürokratik devlet, popülist devlet vb.) nitelendirmeleri gündeme getirmiş olsa da bizim amacımız bu nitelemelerin üzerinde durmak değil. Bunları saymakla Marksist-Leninistlerin devlet konusunda daha net bir çabanın içine girmelerine olan ihtiyacının aciliyetini vurgulamak istiyoruz.
Aynı sorun, yani devletin eski ‘burjuva demokratik’ biçimde olup olmaması sorunu burjuvaziyi de rahatsız ediyordu.
“Seksen beş yıl önce Woodrow Wilson, yasama, yürütme ve yargının birbirlerini mekanik bir biçimde denetlemesine dayanan 18. yüzyıl ABD yönetimi kuramının ‘Newtoncu bilinçsiz bir kopyası’ olduğunu söylemişti.” (Arthur Schlesinger Jr., ‘Sorun Yönetim, Temsil Değil’, NPQ, Cilt 1, 1993, Sayı 4, s. 14)
Wilson önerisini ya da yeni devlet anlayışını şöyle ifade ediyor:
“Hükümetin çevresinin etkisiyle değişir, görevleriyle zorunlu kılınır, yaşamın baskısıyla işlevlerine yönlendirilir… Önderi ya da yaşam ve faaliyet organlarının birbirine çok yakın, neredeyse içgüdüsel koordinasyonu olmayan bir hükümet başarılı olamaz. Bu bir kuram değil, gerçektir. Karşısına hangi kuram çıkarsa çıksın, gücünü gerçekten alır. Yaşayan politik kurumlar yapısal olarak da, pratik olarak da Darwinci olmalıdır. (Aktaran Arthur Schlesinger Jr., age, s. 14)
Nedir burada Darwincilikten kastedilen? Anlayan için çok açık. Burjuva ideologları, açıkça sınıf mücadelesinin (ki kapitalizmin doğası budur) gereklerine uygun bir devlet örgütlenmesi istiyorlar. Hayatı anlamak budur. Biz devrimciler ise kendi cephemizden hayatı anlamamakta direniyor, düşmanın içinde ‘demokratlar’, ‘demokrasi aşıkları’ arıyoruz.
Faşizm yeterince ‘Darwinci’ midir? Darwinciliğin sosyal hayatta bu uygulanışı elbette oldukça yaygın bir eğilimdir. Bunun suçu Darwin’in değil, kapitalizmin kendisinindir.
Demek ki, emperyalist aşamanın, tekelci aşamanın burjuva devleti nedir, sorusu gündemdedir. Dimitrov er ya da geç her ülkede faşizm iktidara gelecektir, onun kaynağı olan kapitalizm (tekeller) yıkılmadıkça bu tehdit hep var olacaktır derken, faşizmi tekelci aşamanın devlet biçimi (tüm ülkelere özgü) olarak tanımlıyordu. O sadece tehlikeden söz ediyordu.
Peki faşizmin olmadığı dönemlerde devlet biçimi neydi? Burjuva demokratik cumhuriyeti mi? Tüm faşizm tanımları Batı Avrupa ve ABD’yi demokratik cumhuriyet olarak ele almış olmuyorlar mı? Pek çokları bize örnek olarak orayı (Batı Avrupa’yı) göstermiyor mu? Peki, şöyle bir kere duralım. CIA’nin var olduğu bir ülke, tüm tarihin herhangi bir dönemindeki TC devletinden daha fazla ‘demokratik’ olabilir mi? Türk-İş’in bir zamanlar Eğitim-İş’in ünlü AAFLI ile ilişkide olması CIA ile ilişki diye niteleniyor. Bu elbette doğrudur. O halde bizde sendikaların yeterince güçlü olmaması ile ABD işçi sınıfı için AAFLI’nın varlığı çok mu farklıdır?
Bize deniyor ki, oralarda bir takım haklar var, o nedenle oradaki devlet burjuva demokratik devlettir. Evet, bu doğrudur. Çünkü burjuva demokratik devlet, çağımızda tekelci polis devletidir. Haklara gelince, en az oradaki kadar ‘hak’ bizde de var. Ama biz haklar istemiyoruz, dünyayı istiyoruz; sömürünün-savaşın bitmesini istiyoruz, özel mülkiyetin son bulmasını istiyoruz, özgürlük istiyoruz, insanın insana kulluğunu kaldırmak istiyoruz. ‘Oradaki haklar ve oradaki demokrasi’ işte bunu anlamıyoruz. Biz bunu ham kafaca buluyoruz. Avrupa hayranlığı olarak görüyoruz, Kemalizm’in ‘batılılaşmak’ dediği şeyin etkisi olarak görüyoruz. Birincisi, oradaki (Avrupa’daki) ‘bir takım’ hakların ne kadarı var olunca demokrasi olacak? Federal Almanya’da parlamentoya seçilenlerin halâ %40’ı eski sendikacı, yani bizdeki Cevdet Selvi vb. gibi. Oradaki işçi sınıfı haklarından söz ederken dikkatli olmak gerekir. Evet işçi sınıfı bir takım haklara sahiptir. Ama sahip olduğu hakların çokluğu ya da azlığı burjuva demokrasisi mi değil mi türünden bir devlet tartışmasının kanıtı olamazlar. Anlamak için yine Ekim Devrimi ile başlayan sürece bakmak gerekiyor. Ekim Devrimi’nin korkusu ve 1945’lerde Yunanistan, Almanya, İtalya, Fransa’nın devrime yakınlığı düşünülürse emperyalizmin, buradaki işçi hareketinin sosyalizme yönelişini önlemek için bazı hakların (işsizlik sigortası vb.) tanınması biçimindeki tavizi fazla değildir. Reform, her zaman devrime gidişi önlemek için, devrimci savaşımın bir yan ürünü olarak ortaya çıkıyor. Ama biz Lenin’in öğrencileri ‘oralardaki haklar’ın kaynağını da biliyoruz. Bu kaynak; emperyalist sömürü ve talandır. Bir dolar, geriye altı dolar olarak dönmektedir. Bu emperyalist yağmadan gelen kârın bir bölümü, her zaman işçi sınıfını satın almak için kullanılmıştır. Hele ki, II. Enternasyonal ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda açıkça İtalya, Fransa ve Yunanistan devrimlerinin satılmasında görüldüğü gibi devrimi ve işçi sınıfını açıkça satanlar var iken, bu para çok işe yarar. Diğer taraftan sessizleşmiş bir kitle olun siz de pek çok haktan yararlanırsınız. Cop, kendini, ancak karşı çıkan var ise acı verici bir alet olarak hissettirecektir. Ama o, siz karşı çıkmadan da vardır. Öyle ise, görüntüye aldanmamak ve görüntünün gizlediği özü görmeye çaba göstermeliyiz.
İki ayrı sistemin var olduğu bir dünyada kapitalizmin sosyalizmi etkilemesini anlayabilen herkes için, sosyalizmin de kapitalizmi etkilemesi anlaşılırdır. Bugün, sosyalizmin çöküşünün hemen ardından tüm Avrupa’da (Fransa’da, Almanya’da, İsveç’te vb.) işçi haklarının budanması girişimi boşuna gündeme gelmiyor.
İkincisi, burjuva demokratik devlet, burjuvazinin feodal soyluluğu devirdiği dönemden başlayarak, kapitalizmin devlet biçimidir. Elbette o da (burjuva demokrasisi de) tüm devletler gibi bir diktatörlüktür. Ancak tekelcilik eğer bir ekonomik olguya indirgenmiyorsa, tekelciliğin politik plandaki yansımasına da dikkat etmek gerekir. O devlet evrim geçiriyor, gelişiyor, dönüşüyor. Bugünün burjuva demokrasisi de budur. Üstüne üstlük sizler faşizmden söz ediyorsunuz. Peki faşizmin iktidara geldiği bir ülkede, faşizmin yenilgisi sonrasında, eğer sosyalizme yürünmüyorsa, devletin o eski burjuva devlet (siz burjuva demokrasisi diyorsunuz) olması nasıl anlaşılır? Bu diyalektik maddeciliğe aykırıdır. (Böyle bir şeyin olması için tıpkı film şeridi gibi olayları geri almanız gerekir ki, bu son durumda bize yeni bir devlet olarak faşizmden söz etmemeniz gerekir.) Burjuva devletin görevi sistemin devamını sağlamaktır, faşizmi yenmiş bir proletaryayı (diyelim ki her ne nedenle olursa olsun, iktidarı alıp kapitalizme son vermemiş bir proletarya) bastırabilmek için burjuvazinin yapacağı nedir? İşte bugünkü Avrupa devletlerine burjuva demokrasisi derken, oportünistler, gerçekte sınıf savaşımının mantığını da anlamıyorlar.
Federal Almanya’da, İsviçre’de ve hemen tüm Avrupa ülkelerindeki teritoryal birlikler, iç savaş örgütleri, Nazi artıkları ile kurulan Gladio’lar ne işe yarıyor?
Bu baylar buna yanıt versinler. Sözde parlamento, seçimlerden ve genel oydan kopartılmış bir sistem ‘demokrasinin’ kanıtı oluyor da, peki fişlemeler, teritoryal birlikler, sokak infazları (bakınız Almanya, İtalya, Yunanistan ve diğerleri), Gladio denilen örgütler, ‘mükemmel’ hapishaneler, evet bütün bunlar neyin işareti oluyor? Avrupa’ya bu kadar safça ve gizli bir özlemle yaklaşım hem Avrupa’daki solun çözülmesinin nedenlerinden biridir, hem de ülkemizde devrime doğru kararlı bir gidişin engelleyicilerinden biridir. Artık burjuva ideologlarının bile ‘demokrasi’ demedikleri Avrupa, Amerika ‘hür dünya’daki bu devlete demokrasi demek için insanın ar damarının çatlamış olması veya tam bir ham kafa olması gerekir.
Biz mevcut devleti anlatırken, onun esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında oturtulduğu gerçeğinden hareketle ve dünya devriminin etkisini gösterebilmek için zaman zaman emperyalizmin soğuk savaş stratejisine bakacağız. Aslında Ekim Devrimi nezdinde bir karşı-devrim saldırısı altında devlet şekillenmiştir. SA’lar ve Göbels’in yalan makinesi modernleşmiştir. Gerçekte ‘Gladio’ da ideolojisi de bu dönemin damgasını taşır.
Sosyalizmin çözülüşü ardından bizzat burjuva basın, burjuva ideologları tüm faşizm tanımlarının, doğal olarak demokrasi olarak algıladığı şeyin içyüzünü ortaya seriyor. Gladio olayına bir bakmak faydalı olacak.
Gladio’nun öyküsüne geçmeden önce, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki emperyalist stratejinin ne olduğunun bilinmesi gerekiyor. Bunun için, soğuk savaş döneminde emperyalizmin lideri olan ABD’nin politikalarına bakmak oldukça yararlı. Elbette bu politikanın liderinin ABD olduğu ne kadar net ise, diğer emperyalist devletlerin (başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, savaştan yenik çıkan Almanya ve Japonya da dahil) bu politikanın başarısı ve sosyalizmin yenilgisine kadar kendi aralarındaki bazı sorunları ikinci plana iterek ABD’nin bu rolünü kabul ettikleri de o kadar nettir.
Günümüz devleti Ekim Devrimi ve sosyalizmin varlığından ve yayılmasından duyulan korku ve tekelcilik, emperyalizm çağı tarafından şekillenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Truman Doktrini ve Marshall Planı ile emperyalizm, Avrupa’da sosyalizme karşı ‘bağışıklık’ kazanacak bir bölge yaratmaya koyuldu. İlk hamlede devrimin yayılması (Yunanistan’da 1947’de 28.000 gerilla devlete karşı savaşmaktadır. Fransa’da komünistler direnme hareketinin başında ve etkindir, İtalya sallanmaktadır) önlenmeye çalışıldı.
Gerçekte, 1917 sonrasında İngiltere’nin liderliğini yaptığı Ekim Devrimi’ni ‘kuşatma siyaseti’, 1945 sonrasında, öncelikle devrimin Avrupa’ya yayılmasını önlemeye özel bir önem veren, ardından yine aynı kuşatma siyasetine dönüşen soğuk savaş döneminin bir anlamda ön hazırlığıdır.
1945 sonrasında Yunanistan, İtalya ve Fransa devrime gebedir. Emperyalizm hem devrimin yayılmasını önlemek, hem de daha ileri hedefler açısından Türkiye’yi NATO içine alacak denli politikalarında kararlıydı. Aşağıdaki üç alıntı bu süreci anlamak açısından önemlidir.
“Saldırgan bir dış politika izlerken gerek duyacağı ekonomik ve askerî kaynakları bulabilmek için, Truman’ın Amerikalıları Sovyet tehdidinin gerçekliğine ve büyüklüğüne inandırması zorunluydu. Bunu yapmak için, Truman, dramatik bir sorun ortaya atmalıydı.” (Stephen E. Ambrose, Dünyaya Açılım: 1938’den Günümüze Amerikan Dış Politikası, Düzeltilmiş Altıncı Baskıdan Çeviren Ruhicaıı Tul, Dış Politika Enstitüsü, Ankara 1992, s. 63)
Elbette dramatik sorun Yunanistan’dı ve Yunanistan’ın kaybedilmesinin başka ülkeleri de etkileyeceği düşünülüyordu.
“Durumu Acheson açıkladı. Yunanistan kaybedilirse Türkiye’nin de muhafazasının mümkün olmayacağını vurguluyordu… Bu durum karşısında İtalya, Almanya ve Fransa’da halkın morali bozulabilirdi.” (Stephen E. Ambrose, age, s. 64)
“Kuvvet komutanları, Türkiye’yi Doğu Akdeniz, ve Ortadoğu’da Sovyet saldırganlığına doğal bir engel olarak nitelerken; Vietnam Savaşı sırasında çok ünlenen Domino Kuramı’na benzer bir olaylar dizisini öngörmekteydiler. Yani, eğer Türkiye, Sovyet baskılarına karşı durabilir, Batıdan direnişine yardımcı olacak ihtiyaçlarını sağlayabilirse, tüm Ortadoğu ülkelerinin de komünizme karşı direnme kararlılıkları daha güçlenecekti. Yok eğer Türkiye, barış içindeyken boyun eğerse tüm Ortadoğu ülkeleri de hızla Sovyet boyunduruğuna girerdi.” (George Mc GHEE, ABD-Türkiye, NATO, Ortadoğu…, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, s. 56)
“Sepete konmuş elmalardan yalnız bir tanesi çürüdüğünde diğerlerini nasıl etkilerse, Yunanistan’ın kaybedilmesi de İran’ı ve tüm doğuyu etkileyebilir. Anadolu ve Mısır kanalıyla enfeksiyon Afrika’ya da yayılabilir.” (Acheson’dan aktaran George Mc GHEE, age, s. 59)
Emperyalizm, Avrupa’da da devrime bağışık bir bölge oluşturduktan sonra üçüncü dünya ülkeleri olarak isimlendirilen ülkelere dönük planlar öne çıkmaya başladı.
Savaş üçüncü dünyaya kaydı. Emperyalizm bu alandaki savaşı çok isteyerek değil, ama dezavantajlarının bilincinde olarak zorunlu biçimde kabul etti. Üçüncü dünyanın ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarıyla gerçekleştirdiği mücadelenin, emperyalizmi zayıf düşüreceği açıktı.
“Dulles üzgündü, ancak yapabileceği bir şey yoktu. Öfkesi, savaş alanının artık özellikle III. Dünya’daki ekonomik ve siyasî etki sahasına kaymasından kaynaklanıyordu, bu savaş alanında Rusların çok büyük bir avantajı olduğu kesindi.” (Stephen E. Ambrose, age, s. 128)
Kennedy şöyle haykırıyordu:
“Özgürlük idealinin savunulması ve yayılımı için mücadele, yerküresinin güneyinde, gelişen halkların topraklarında verilecekti.” (Aktaran Stephen E. Ambrose, age, s. 156)
ABD 1950’li yıllarla birlikte hemen her alanda işe koyuldu.
“Fakat pratikte Birleşik Devletler çoğu durumda askeri diktatörlüklerin yardımıyla Orta ve Güney Amerika üzerinde hegemonya benzeri bir hakimiyet kurmuştu. Doğu Avrupa’da yapılacak hür seçimlerin Sovyet-karşıtı hükümetler ortaya çıkaracağı bir gerçekti, ancak Latin Amerika’da yapılacak hür seçimlerin de anti-Amerikan hükümetlerin doğuşuna yol açacağı da bir başka gerçekti.” (S. E. Ambrose, age, s. 56)
İşte ‘hür seçimlerin’ aşığı demokratlarımıza devletin ne olduğunu anlamaları için CIA kaynaklarından bir yardım.
Gladio’nun öyküsüne geçmeden önce günümüz kapitalizminde devleti biçimlendiren sınıf savaşına ve bu savaşımın uluslararası yönüne biraz daha dikkat edelim.
“Üzgün Duiles, Guatemala’da başkan olan J. Arbenz Guzman’ı devirmek için (Guzman bazı toprak reformları gerçekleştiriyor ve Birleşik Meyve şirketinin 225.000 dönüm toprağına el koyuyordu. Bu yeterince kötüydü; ama daha da kötüsü Arbenz’in oluşturduğu Panama Kanalı’na yönelik tehditti) CIA ajanları Albay Carlos Castillo Armes’i darbe yapmakla görevlendirdi.” (S. E. Amrose, age, s. 130)
1953’te bu kez İran’da devreye girdiler.
“Duiles kardeşlere göre, başbakan Muhammed Musaddık, İran Komünist Partisi Tudeh’e çok yakınlaşmıştı…” (S. E. Ambrose, age, s. 130)
Duiles, en iyi ajanı Kim Roosevelt ile General H. Norman Schwarzkopf’u Tahran’ı ‘kurtarmaya’ gönderdi.
“Roosevelt ve Schwarzkopf, su gibi para harcayarak -çünkü hesap vermek zorunda değillerdi- Tahran’da Musaddık’ı devirmeyi başaran gösteriler düzenlediler. Musaddık hapse atılırken, genç şah sürgünden ülkesine geri döndü. Daha sonra yeni Başkan İran petrol üretimini CIA ihtiyaçlarına göre yeniden düzenledi. İngilizler %40’lık bir bölümü korurken, Amerikan şirketleri %40’lık, Fransızlar %6’lık, Hollandalılar ise %14’lük bir paya sahip oldular.” (S. E. Ambrose, age, s. 130)
Yıllar sonra Ekim Devrimi’nin ülkesinde, devrimi gerçekleştiren bir partinin başında Gorbaçov “Emperyalizm üçüncü dünyanın sömürüsü olmadan var olabilir mi?” diye sorup olumlu (olabilir) yanıt veriyor. Oysa CIA kaynakları bunu açıkça reddetmiş olmuyor mu?
Ancak şimdi konumuz devlettir.
“Soğuk savaş döneminde Birleşik Devletler’in sıklıkla kullandığı bir diğer kontrol yöntemi, küçük ülkelerin polis teşkilâtını ve ordusunu organize edip, silâhlandırmaktı.” (S. E. Ambrose, age, s. 130)
Küba Devrimi, ABD’nin uluslararası alandaki savaş stratejisinde kontrgerilla taktiklerinin önemini artırdı.
“Beyaz Saray ve Pentagon, Amerika’nın konvansiyonel savaş kapasitesi ve Kennedy’nin özel bir önem verdiği gerilla savaşı yapabilen birlikleri, büyük rakamlara ulaştılar.” (S. E. Ambrose, age, s. 159)
Kendini dünyanın sahibi gören ABD, karnının altında yeşeren Küba Devrimi’ni bastırmak için Domuzlar Körfezi çıkartmasını yaptı. Ağzının payını alınca:
“Daha sonradan kendisini böylesine başarısızlığa uğratması yüzünden Castro’ya öfkelenen JFK (Kennedy), Castro’nun öldürülmesini istedi, CIA denedi, ancak emri yerine getiremedi.” (S. E. Ambrose, age, s. 158).
“Kennedy, komünizm tehdidine her düzeyde karşı koyabilmeyi amaçlıyordu. Asya’nın cangıllarında ya da Güney Amerika’nın dağlarında, devrimcileri ya da isyancıları bozguna uğratabilecek bir kontrgerilla gücü oluşturan Kennedy, bu güç yardımıyla Dünya’ya milli kurtuluş savaşı denilen isyanların işe yaramadığını kanıtlamayı umuyordu.” (S. E. Ambrose, age, s. 172)
İşte demokrasiden söz edilirken akılda tutulması gereken bir nokta. Sınıf savaşımından, bazı gerçeklerden haberi olmayanlardır ki demokrasiyi bugün darbelerin olmadığı her yerde varmış gibi görürler ve gösterirler.
Burjuvalar için demokrasi, her zaman halkın çoğunluğu, işçi ve emekçiler için diktatörlüktür. Bu diktatörlüğün dökeceği kan, sınıf savaşımına, güçler dengesine, uluslararası duruma bağlıdır. Kan miktarına göre devlet tarifi yapılmaz. Hakimiyet ve şiddet bu devletin özüdür.
Bu uluslararası görüntüye paralel olarak, devlet kendini bir polis örgütü gibi örgütlemiştir. Devlet örgütlenmesi iç savaşa göre şekillenmiş, dışta ve içte komünizm tehlikesine karşı bir polis devleti yaratmıştır. EP’nin 31 Ocak-7 Şubat 1993 tarihli sayısında “Kontr-Gerilla’nın En Ünlü Örgütü: GLADİO, Resmi İllegalite” başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözü edilen yazı oldukça öğreticidir.
SSCB’nin çözülüşünün ardından emperyalist merkezler arasındaki savaş su üstüne çıktı. Almanya-Avrupa ve ABD denetiminden kurtulmak için harekete geçti. Gladio denilen örgütün ortaya çıkışının nedeni budur. Tüm Avrupa ülkelerinde (demokrasinin nadide çiçeklerinde) var olan bu örgütü CIA yönetmektedir ve kurucusu, organizatörü CIA’dır. Elbette bu ülkeler SSCB’nin var olduğu bir dünyada böylesi bir örgütün, ortak amaç (ve ortak kâbus) olan komünizm tehlikesine karşı savaşmasına ses çıkartamazlardı. Ancak artık SSCB yok. Şimdi bize Gladio’nun ortaya çıkışını demokrasinin zaferi olarak niteleyenlerin, daha önce demokrasi dedikleri şeyin ne olduğunu da anlatmaları gerekir. Bu nedenle Gladio’nun niye ortaya çıkmış olduğu, niye bu ortaya çıkışın 1990’ların sonlarına denk geldiği önem kazanıyor.
“1990 sonlarında Avrupa kamuoyu ‘Gladio’ skandalı ile çalkalandı [Ancak elbette demokrasiler Madonna vb. gibilerle, bürokratların milyarları iç etme yöntemleri konularında skandallara alışıktırlar]. Gladio İtalya’da, devlete bağlı, ama büyük ölçüde özerk hareket eden bir silâhlı yeraltı şebekesi olarak ortaya çıktı (Bu yer altı şebekesinin devlete bağlı olması önemli, çünkü İtalya’da ve elbette demokrasilerde, ‘devlete bağlı olmayan’ o kadar yeraltı şebekesi var ki). Bu şebeke, gizli servislere tanınan gizlilik ölçütlerini kat kat aşan, neredeyse denetim dışı ‘resmi illegalite’ içinde hareket ediyordu! İtalyan Başbakanı Andreotti’nin ‘bütün NATO ülkelerinde benzeri örgütlenmelerin var olduğunu’ açıklaması, skandalın çapını ulııslararasılaştırdı. Çok geçmeden anlaşıldı ki, bu ‘resmi illegal’ örgütler hemen bütün Avrupa ülkelerinde vardır ve NATO’nun koordinasyonu altındadırlar. 8 Batılı müttefik ülkenin istihbarat servis temsilcilerinden oluşan (ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya, Lüksemburg, Hollanda, İtalya) bir gizli komite, ‘Counter in surgency’ (ayaklanmalara karşı) diye adlandırılan bu faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamaktadır.” (EP, age, s. 27)
İstihbarat örgütlerinden bile daha ‘gizli’ olan bu örgüt, demokrasinin beşiği 8 Batılı ülkede çalışıyor. Amaç ise ‘ayaklanmalara karşı’ ülkeyi korumak. İşte tam bir iç savaş örgütlenmesi. Ekim Devrimi’nin faşizmi yenmesi sonrasında burjuvazi sosyalizmden öylesine korkmuştur ki, iç savaş örgütleri organize etmeye yönelmiştir.
“Muhtemel bir işgale karşı hazırlık gibi ‘vatanseverce’ bir gerekçeyle meşrulaştırılan bu örgütler, yıllarca ülkelerinin siyasî hayatını, kamuoyunu -ülkelere göre değişen dozajda- terörize eden bir ‘işgal gücü’ gibi işlev gördüler.” (EP, age, s. 27)
Elbette kontrgerilla örgütleri devletin bizzat kendisinin örgütlenmesidir ve bu nedenle ‘işgal gücü’ gibi değil, devlet olarak işlev görmektedir. Doğrudur, meşrulaştırılırken içte ve dıştaki komünizm tehlikesine yöneldiler ve ‘vatanseverlik budur’ dediler. Ama onları CIA’nın yönetmesi onları işgal gücü yapmış değildir. Yine de EP’nin değerlendirmesi, içinde gizli biçimde bugün Gladio’nun ortaya çıkarılmasının mantığını içermektedir.
‘Vatanseverlikleri’ bir ‘dış güç’ün ABD’nin ve CIA’nın dolaylı veya kimi zaman epey dolaysız gözetimi altında olmaları nedeniyle şaibe altındaydı. Birim amirlerinin/koordinatörlerinin gizli servis elemanı olduğu, ona bağlı çalışan ‘personel’in ise sivillerden oluştuğu hücreler biçiminde örgütlenen Gladio’lar, ‘vatanı dışarıya karşı savunmak’tan çok ideolojik olarak ‘dış güç’le özdeşleştirilen bir ‘iç düşman’ı hedef alan, kronik bir ‘iç savaş’ hesabını veya beklentisini güden yapılardı.
“Düşman tanımı, NATO ortak stratejisine göre komünizm olduğuna göre, ‘iç düşman’ da komünistlerden, sosyalistlerden solculara, giderek ‘aşırı liberal’lere kadar uzanan bir yelpazede tanımlanıyor: ‘vatansever’ de elbette ateşli anti-komünistlerden, çoğu durumda faşist gruplardan devşiriliyordu.” (EP, age, s. 27-28)
Yukarıda anlatılanlardan çıkanlar nelerdir?
a. Avrupa ülkelerinde devlet iç savaşa göre örgütleniyor. Yoksa devlet daha da gizli örgütleniyor ifadesi yanlıştır. İstihbarat servisleri gizli örgütlenirler. Ama devletin örgütlenmesinin bir parçasıdırlar.
b. Parlamento, seçimler, hükümetler biçiminde var olan, genel oy ile birlikte anılan mekanizmalar ile devletin ordu-polis vb. den oluşan mekanizmaları arasındaki ilişki, birincisinin diğerini örtmesi biçimindedir.
c. Devletin ideolojik işlevleri de polis örgütlenmesinin içinde düşünülmelidir. Üniversite profesörlerinin istihbarat servisleri içindeki konumları, basının yeri, ideoloji üretimi ile gizli servis faaliyetleri arasındaki ilişkiler bunu kanıtlıyor.
d. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki sistem arasındaki savaş devletin şekillenmesinde de önemli belirleyicilerden biridir. Bir başka anlamı ile devletin sınıf savaşımı içinde şekillenmesi olgusu açıktır.
e. Devlet, mevcut devlet günlük işlerini yürütebilmek için teröre daha fazla sarılmak zorundadır.
“Gladio, 1970’lerde darbe girişimlerini bir yana bırakarak ‘La strategia della tensione’ya (gerilim stratejisi) yöneldi. Darbe girişimlerinin başarısızlığına ve ‘acemiliklerine’ karşılık İtalya’da 1969’dan sonra başlayıp sistematikleşen neo-faşist terör eylemleri gerçekten ‘başarılı’ idi. Bu eylemlerde bugüne kadar 150’yi aşkın insan öldü. Eylemlerin en ünlüsü, 85 kişinin öldüğü Bolonya tren garının bombalanmasıydı.” (EP, age, s. 28)
Demek ki şiddet-terör, devlet tarafından korkunun temellenmesi ve devlete her türlü başkaldırının son bulmasının yolunu açmaktadır. Korkan, sesini çıkarmayan, sürüleşen hastalıklı insan ya da insan olmaktan çıkan insan, tekelci aşamadaki kapitalizmin ayrılmaz hedefidir.
“Eylemlerde verilen gözdağından, değişik kesimler nasiplerini aldılar. Kimi yorumcular, bugün İtalyan Komünist Partisi’nin 1970’lerin başlarında ‘Şili Sendromu’na kapılmasında, yani seçim yoluyla iktidara gelmeleri halinde darbeyle düşürülecekleri kaygısının komünistlere hakim olmasında; dolayısıyla 1973’te ‘Tarihsel Uzlaşma’yı ilan ederek ‘yumuşama’ya yönelmesinde, Gladio’nun (Gladio korkusunun) rolünü tartışıyorlar.” (EP, age, s. 29)
Yoruma gerek var mı?
Reformistlerin bize sunduğu, ‘tarihsel uzlaşma’ formülasyonunun nasıl yeşerdiğini, hangi bataklığın ürünü olduğunu göstermek ve görmek için fazla söze gerek var mı?
Mafya denilen kanlı çeteler tekelci kapitalizmin ürünüdürler. Bugün pek çok ülkede ‘kara ekonomi’ ya da ‘gizli ekonomi’, ‘yeraltı dünyası ekonomisi’ denilen ekonominin toplam Gayri Safi Milli Hasılanın (GSMH) %25’ini bulduğu gerçeği düşünülürse, mafyasız ‘iş dünyası’, mafyasız ‘ticaret ve sanayi’ neredeyse olanaksızlaşmıştır. Mafyasız bir devlet yönetimi ve mafyasız bir demokrasi olanaksızdır. Kapitalistler arası rekabet silahlı çatışma, sabotaj vb. yöntemlere varmaktadır. Bu aşamadaki kapitalizmde demokrasiden, demokrasi için savaşmaktan söz etmek komiktir.
Demokrasi için savaşın başına sıfat eklenmelidir. Burada kimin için demokrasi istendiği anlatılmalıdır; proletarya için mi, burjuvazi için mi? Proletarya için demokrasi isteniyorsa, bunun tek bir yolu vardır; proletaryayı iktidar yapmak, egemen sınıf olarak örgütlemek. Bunun dışında ‘demokrasi’ yoktur. Ancak burjuvaziye karşı yürütülen devrim savaşımının yasal olanakları genişletmesi, devleti çözmesi, yasaları çiğneyerek kaldırması vardır.
Mevcut devlet, emperyalist aşama ve Ekim Devrimi’nin etkisi anlaşılmadan kavranamaz. Yukarıda emperyalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası stratejisinin ana çerçevesine değindik. Kontrgerilla uluslararası alanda kullanılırken, Avrupa’da da iç savaş için örgütleniyor. Bunlar birbirine bağlı olgulardır.
Gladio’nun oluşum hikâyesi Gehlen tasarımının NATO ve CIA stratejileri çerçevesindeki uygulamasını yansıtıyordu. ABD’nin gizli servileri CIA ve OSS, İkinci Dünya Savaşı’nın bitime yaklaştığı evresinde, Avrupa’da bir anti-komünist yeraltı mücadele ağı örgütlemeye girişmişti. Bu ağ için iki görev öngörülüyordu. Birinci görev ‘stay behind’ (arkalarında durmak, durup engellemek) idi; yani Sovyet saldırısı halinde ‘düşman’ cephesini arkadan vuracak operasyonlar gerçekleştirmek.
“‘Stay behind’ tasarımı, 1951’de Kore Savaşı deneyiminden kalkarak geliştirilmişti. İkinci görev ise ‘operation demagnetize’ (mıknatıs etkisini yok etme operasyonu) idi; yani, Batı kampındaki ülkelerde komünist ve sol cereyanların cazibesini, itibarını aşındırmak. 1949’da NATO ülkesi olan İtalya, ABD’li stratejistlerce kapitalist dünyanın ‘yumuşak karnı’ sayılıyordu. Bu nedenle operasyonlar İtalya’da yoğunlaştı.” (EP, age, s. 29)
Tekelci polis devleti; işte çağımızın burjuva devleti budur. Bu devlet hem faşizm diye tarif edilen şeytanımsı şeyden daha çok kan dökücüdür, hem de kendi yüzünü gizlemek için parlamento, seçimler, genel oy sistemini bir maske yapabilme yeteneğinin ifadesidir. Ama devlet de budur; hem egemen sınıfın çıkarlarını kayıtsız, şartsız savunacak, hem de sınıflar üstü imiş gibi görünecek. Emperyalizmin uluslararası stratejisinin mantığı ne ise, tek tek kapitalist ülkelerde yapılan da budur. Bütün, parçaya egemendir. Komünizm korkusu, devletin oluşumuna damgasını vurmuştur.
İkincisi devlet terör ile ideolojiyi birlikte düşünmektedir. İdeolojiyi terörle taşımaktadır. ‘Sol cereyanların cazibesini, itibarını aşındırmak’ kontrgerilla eylemlerinin amaçlarının başında gelmektedir. Öyleyse ideolojik üretim birimlerinin polis teşkilâtı ile bir çatı altında olması oldukça mantıklıdır. Bugün ülkemizde Özel Harp Dairesi’ne (Özel Kuvvetler Komutanlığı) bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı, kontrgerilla ve MİT bu nedenle bir aradadır.
“1945’te, Müttefiklerin işgali altındaki Almanya’da, Nazilerce ‘Kurt Adam’ adlı bir gizli direniş ağının örgütlenmesine girişilmişti. Amaç ‘Alman halkına çektirdiklerinin bedelini düşmana kanla ödetmek, işgalcilere cephe gerisinde her türlü zararı vermek’ olarak belirtiliyordu. Öngörülen, sivil unsurlara dayalı bir gerilla mücadelesi yürütmek idi. ‘Kurt Adam’ projesi birkaç suikast gerçekleştirdikten sonra, gelişemedi ve battı.
Bazı araştırmacılar, CIA’nın öncülüğünde hemen bütün Batı Avrupa ülkelerinde örgütlenen Gladio’nun ‘Kurt Adam’dan esinlenerek veya uyarlanarak projelendirildiği üzerinde duruyorlar.” (EP, age, s. 28)
Alman faşizmi, dünyanın en büyük gerilla hareketi ile Sovyet topraklarında tattığı yenilgiye, kontrgerilla savaşı ile yanıt vermeye yöneliyor. ABD emperyalizmi, Güney Amerika’nın dağlarında ve Asya’nın cangıllarında yürüyen gerilla savaşına kontrgerilla ile yanıt vermeye yöneliyor. İşte sınıf savaşımı içinde devletin kendini yenilemesi.
“Komünizm tehlikesinin tüm dünyayı sarması ve soğuk savaş döneminin başlaması, Batı dünyasında, Batı uygarlığının varlığını devam ettirebilmesi için Naziler ile işbirliğine gidilmesi gerekliliği fikrini doğurmuştu. Bu amaca yönelik olarak birçok batılı ülke ile eski Naziler arasında oldukça yoğun görüşmeler başlatılmıştı. Bu yeni kurulan ilişkilerden İsrali’i en çok endişelendiren CIA’nın Hitler’in istihbarat şefi olan Nazi Generali Reinhard Gehlen ile kurmuş olduğu ilişki idi. Bir general ve gizli servis şefi olan Gehlen, Rusya ile ilgili çok önemli gizli belgelere sahipti. Savaşın kaybedildiğini anlar anlamaz Gehlen gerekli olan tüm kıymetli bilgileri valizinin içine koyarak Berlin’den ayrılmış ve Bavyera’ya giderek kendisini yakalayacak olan Amerikalı istihbarat subayı gelene kadar burada beklemiştir. Gehlen, Amerikalılar ile bir anlaşma yaparak, onları yeni bir anti-komünist istihbarat kurulu oluşturabilmesi için kendisinin 200 milyon Paund’a gereksinimi olduğu konusunda ikna etmişti.” (Richard Deacon, İsrail Gizli Servisi, Çev. Yaşar Onay, İstanbul 1993, Anahtar Kitaplar Yayınevi, s. 103)
“Her şeyin ötesinde en tehlikeli olan konu Batı uygarlığını koruma adı altında Hitler’in yönetim kadrosunda bulunan generallerin sadece Amerikan CIA’ı içinde değil Batı Alman Gizli Servisi içinde de büyük güç sahibi olmalarıydı. Dr. Adenauer, tüm şüpheleri ve suçları Dr. Otto John’un üstüne yıkarak savaştan sonra İngilizler’in de desteğini sağlayıp, Batılı Alman karşı-istihbarat bölümünün başına getirilmişti.” (Richard Deacon, age, s. 104)
İşte İsrail Gizli Servisi MOSSAD’ın kaygıları arasında bazı gerçekler çok açıkça dile getiriliyor. Giden faşizmin yerine gelen burjuva demokrasisi midir? Bunu söylemek için sadece diyalektik düşünme yeteneğini kaybetmek yetmez, ayrıca kapitalizm hayranı bir ham kafa veya uslanmış bir solcu olmak gerekir. Aynı hikâye, ‘Kurt Adam’ projesinin eski sahibi Gehlen’in ABD Gizli Servisi ile ilişkiye geçmesi hikâyesi, EP’de de yer alıyor.
“Komünizm tehlikesine karşı yeraltı kontrgerilla ağının (yani Gladio’nun) tasarımında da ‘Gehlen Örgütü’ birincil rol oynuyor. Anti komünistler kontrgerilla faaliyetinin sadece savaş zamanını ve bir işgal durumunu beklemeyip ‘barış’ döneminde de bütün hararetiyle sürmesi; ‘komünist’ veya ‘komünistlerle işbirliği yapabilir’ sayılan herkesin izlenmesi, fişlenmesi; ‘kritik’ anlarda eyleme geçilerek ‘tehlikeli’ sayılan kişileri ve çevreleri terörize etmeye (icabında ortadan kaldırmaya) yatkın bir havanın olması, ‘Gehlen Örgütü’nün CIA ve CIA kanalıyla bütün Batılı ülke gizli servislerine taşıdığı bir ‘çalışma üslubu’. (EP, age, s. 28)
İşte Gladio’nun öyküsü.
Gladio’nun öyküsü böyle, şimdi biraz da ‘temsilî demokrasi’nin (‘burjuva demokrasisinin’) günümüzdeki durumuna bakalım. Biz sadece burjuva ideologlarını izlemekle yetinelim, onlar artık tüm kurtlarını ortaya döküyorlar.
Yukarıda adı geçen makalesinde Arthur Schlesinger Jr. şöyle yazıyor:
“Sonuçta, demokrasi, çeşitli gruplara bir temsil duygusu sunma becerisine göre değil, modern toplumları parçalayan ve yıldıran sorunlara karşı bulduğu çarelerin arkasında bir çoğunluğu toplamakta göstereceği beceriye göre ayakta kalacak ya da çökecektir.” (Arthur Schlesinger, age, s. 15)
Bu ‘liberal entelektüellerin en önemlilerinden biri’ demokrasinin geleceğini ‘temsil duygusuyla sunma’ (temsil olanağı sunma değil) ile kendi seçeneği arasında arıyor ve tabi ki kendi seçeneğinde buluyor. Ona göre devlet aldığı kararlar konusunda kamuoyunun desteğini alıyorsa tamamdır. TV, kitle iletişim araçları, reklamcılar, kamuoyu yoklamaları ne güne duruyor!
Yine NPQ yazarlarından George Gilder kamuoyu yoklamaları için, kendisine sorulan bir soruda şunları söylüyor:
“Walter Lipmann, bütün bu süreci ‘hayalet kamuoyu’ kavramıyla oldukça iyi özetlemiştir. Kamuoyu adlı kitabında, kamuoyu diye bir şeyin hiç olmadığını kanıtlamıştır. Çoğu meselede insanların ne iyi geliştirilmiş, ne de belirli fikirleri mevcuttur. Sonuç olarak bildik anketlerdeki en önemli girdi, sorunun kendisi ve soruluş biçimidir.” (George Gilder, ‘Tele İşlem: Hayalet Kamuoyunun Panzehiri’, NPQ Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 28)
Bizzat burjuva ideologları temsilî demokrasinin ve kamuoyunun ne olduğunu itiraf ediyor. Temsili demokrasinin bir görüntü olduğu, şu ya da bu yolla halkı arkasına almasına önem verildiği ölçüde hükümetlerin şansının arttığı ve bu kamuoyu denilen şeyin medya (TV, radyo, basın, reklamlar, ajanslar) ile yaratılan bir hayalet olduğu belirtiliyor. Elbette bu arada onun temsili olmaktan çıktığı da belirtilmeli. Temsili demokrasi çoğunluğun oyuna dayanır. Yani: %50+l (ya da %51) oya dayanır. Oysa günümüzde bu sözde demokrasilerin hiçbirinde seçime katılma oranı %60’ı geçmemektedir. Böylece toplam oyların %30 civarındakini alan, hükümet ediyor, yani seçime katılmayanlar her zaman hükümet olmaktadır.
Peki genel oya bir baksak.
“Ancak, dünün kitle toplumlarında bile bu yüzde 51 ilkesi kesinlikle kör, tümüyle niceliksel bir araçtı. Çoğunluğu belirlemek için oy verme, insanların görüşlerinin niteliği hakkında hiçbir şey söylemez bize.” (Alvin ve Heidi Toffler, ’21. Yüzyıl Demokrasisi: Zamanı Gelen Bir Görüş’, NPQ, Cilt 1. Sayı 4, 1993, s. 21)
Alvin ve Heidi Toffler, oy vermeyi ve seçimleri yeni bir biçimde kullanacakları 21. yüzyıl demokrasisinden söz ediyorlar. Oy vermeyi nasıl kullanacaklarını ise şöyle ifade ediyorlar:
“Dar kafalı evet/hayır oyları peşinde koşmak yerine, potansiyel değiş tokuş (alışverişin parasız biçimi mi? -yazar) konularını şu türden sorularla belirlemeliyiz: ‘kürtaj hakkındaki tutumumdan vazgeçersem, sen de savunma harcamaları ya da nükleer güç hakkındaki tutumlarından vazgeçecek misin?’ ya da ‘Senin projene tahsis edilmek üzere gelecek yılkı kişisel gelirimden küçük bir ek vergi alınmasına razı olursam, karşılığında sen ne vereceksin’.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 21)
İşte ölen genel oyun yerine geniş kafalı bir öneri. Sanırız Alvin ve Heidi Toffler’in sorunu WiIson’u okumamış olmaları.
“Kitle hareketlerine ve toptan ticarete dayalı yavaş değişen bir dünya için tasarlanmış modası geçmiş parti yapılarını atıp, azınlıkların değişen gruplaşmalarına hizmet edecek geçici modüler partiler geleceğin tak fişi/çıkar fişi partilerini yaratmalıyız. (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 22)
“Temsilciler kendini bile temsil etmiyor artık.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 22)
Bu burjuva ideologları sosyalizmin yenilgisinin ardından ne kadar rahat eteklerindeki taşları döküyorlar.
Kaldı ki genel oy %51 oya, yani seçmenlerin çoğunluğuna dayanır. Bugün hemen hiçbir kapitalist ülkede seçime katılma oranı %50-60’ları geçmiyor:
“Japonya’da son ulusal seçimlerde seçmen sayısı tüm zamanların en düşük seviyesine indi, böylece seçime katılmayanların partisi -Amerika’da olduğu gibi- en büyük parti oldu.” (Michael Sandel, ‘Ulus Sonrası Demokrasi Elektronik Bonapartizme Karşı’, NPQ, Cilt I, Sayı 4, 1993, s. 6)
Artık istatistiklerde seçime katılma oranları bile verilmiyor. Katılma oranının düşüklüğü Türkiye’de de aynıdır, Almanya’da da.
“Son anketimiz gösteriyor ki; Yargıç Thomas’a (halkın) %47’si profesör Hill’e %24’ü inanıyor ve hiç kimse Birleşik Devletler Senatörüne inanmıyor.” (Kathleen Fankaric and Joyce Gelb, ‘Public Opinion And The Thomas Nomination’, Political Science and Politics, September 1992, s. 481)
Bu örnekleri diğer ülkeleri kapsayacak şekilde genişletmek mümkün. Ancak sanırız bu kadarı yeterli ve hemen herkes günlük basında konuya ilişkin veriler bulabilir. Ötesinde ülkemizde yaşananlar da zaten bunlardır. Biz sadece, ülkemizdeki eğilimlerin ülkemize özgü olmadığını, tüm kapitalist dünyaya özgü olduğunu göstermiş oluyoruz.
Hakimiyet İlişkileri ve Şiddet;
Tekelci Polis Devleti
Öyleyse yukarıda anlatılanlardan şu sonuçlar çıkıyor;
a. Temsili demokrasi artık temsilî demokrasi olmaktan çıkmıştır. Parlamento seçimlerden koparılmıştır. Genel oy parçalanmış, devletin halkı kandırma aracı dışında işlev görmez olmuştur.
b. Bunun daha açık ifadesi genel oy ve temsile dayanan sistem artık işlememektedir. Parlamento, hükümet, muhalefet, siyasi partiler, seçimler gerçek devlet mekanizmasını örten birer şaldır. Bu şal bir kez kaldırıldı mı, devlet çarkı tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır.
c. Söylenenler göstermektedir ki, günümüz kapitalizminin her ülkede şu ya da bu biçimde vücut bulan ortak bir devlet biçimi söz konusudur. Bu devlet tekelci polis devletidir.
Yani devlet, faşizm ile burjuva demokrasisi arasında gidip gelmemektedir. Tersine, bu iki ‘devlet biçimini’ de içermiştir. Mücadeleye bağlı olarak devletin zaman zaman ideolojik işlevleri öne çıkmakta, zaman zaman da tersine mekanizmaları öne çıkmaktadır. Bu durum iki ayrı devlet arasında bir git-gel değildir. Mesele böyle konuldu mu, mesele faşizm ile burjuva demokrasisi arasında bir git-gel olarak ele alındı mı, elbette mücadele taktikleri de buna göre belirlenir. Oysa görülüyor ki ortada tek bir devlet vardır. Ve bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur.
Bizler bu devleti, tekelci polis devleti olarak isimlendiriyoruz. Tekelcilik hakimiyet ve şiddettir. Tekelci polis devleti bunun örgütlenişidir. Şiddet yönü herkes tarafından anlaşılıyor, hakimiyet yönünü anlamak ve anlatabilmek için basına bakmak yeterlidir. Ancak biz bunun öncesinde tekelci aşamanın devleti konusunda bazı çağrıştırmalar yapan ‘tekelci devlet kapitalizmi’ üzerinde duralım.
Tekelci aşamasındaki kapitalist devlet biçimi konusunda SSCB kaynaklı ‘tekelci devlet kapitalizmi’ tanımı var. Ancak bu tanım ile Lenin’in devletle tekellerin bütünleşmesi konusunda anlattıkları birbirine karışmaktadır. Devlet ve tekellerin iç içe geçmesi, tekelci devlet kapitalizmi, devletin analizi anlamında Lenin’de kullanılmamıştır. Gerçekte SSCB kaynaklı yayınlarda da tekelci devlet kapitalizminin bir devlet biçimi olarak analizine rastlayamazsınız. Orada anlatılan ekonomik anlamda iç içe geçmedir. Bu iç içe geçmenin biçimlerinden biri, devlet yöneticilerinin şirketlerin üst düzey yöneticileri olmaları. Bu durum şirketlere önemli bir pazar, önemli olanaklara sahip olan devlet kademesindeki kapıların açılması ve değerlendirilebilmesi fırsatını sunar. İkinci olarak şirketlerin yöneticilerinin devlet kademelerinde görev almasıdır. Devletin, yukarıda açıklanan ekonomik işlevleri düşünülünce, tekellerin sıradan bürokratlarla işlerini yürütme döneminin sona ermesi, sıradan bürokratların yerine, tekeller adına düşünebilme yeteneğine sahip teknokratın geçmesi anlaşılacaktır. Temsili demokrasiyi temsili yapan sadece halkın temsilcilerini ‘seçmesi’ değil, aynı zamanda burjuvazinin bizzat devlet yönetiminin çeşitli kademelerinde yer almasının gerekli olmamasıdır. Ancak tekelci aşamada bu giderek azalır ve devlet yönetiminde holdinglerin üst düzey yöneticileri önemli ölçüde yer alır. Üçüncü olarak Sovyet bilim adamlarının söyledikleri biçim, devletin ve holdinglerin işletmeler düzeyinde birlikteliğidir. Dördüncü nokta ise devletin çeşitli kurumlarının holdinglerin ortak bürosu haline gelmesidir. Örneğin Maliye Bakanlığı’nın tüm holdinglere hizmet sunacak çalışmaları yapması gibi. Tüm bunlar özellikle gerçektir. Ancak bunlar, birincisi bir devlet biçimi olarak tekelci devlet kapitalizmi demeye yetmez. Tekelci devlet kapitalizmi, tekelci kapitalizmden başka bir şey değildir. İkincisi, bu dört noktaya bakıldığında görülecektir ki, bu dört noktada hiçbir siyasal analiz yoktur.
Öyleyse tekelci devlet kapitalizmi isimlendirmesi ile Sovyet bilim adamları, bir anlamda devlet sorununun üstünden de atlamaya çalışıyorlar. Tekelci devlet kapitalizmi, tekelci kapitalizmden ayrı bir şey değildir. Tekelci devlet kapitalizmini, tekelci kapitalizmden ayırma girişimi, tekelci devlet kapitalizmini yeni bir evre olarak tarif etmeye yönelir ki, bu doğru değildir. Ancak yukarıda sayılan, devletin ekonomik alana müdahalesi ve tekellerle devletlerin artan iç içeliği doğru noktalardır. Bu doğruları yeni bir evrenin işareti olarak kullanmak, işte sorun buradadır. Sovyet Marksizm’i, devlet sorununun üzerinden atlıyor ve devleti ekonomik bir mantıkla ele alıyor. Muğlak bir tekelci devlet kapitalizmi kavramı ile, devlete ilişkin teoriyi yozlaştırıyor. Avrupa komünizminin barışçıl geçiş, devrimsiz geçiş tezlerinin kaynağı da bu aynı mantıktır. Kapitalist olmayan kalkınma yolu ile devrimi dışlayan, her şeye etki alanları olarak bakan bu aynı mantıktır.
Tekelleşmenin gelişimi, artan merkezileşme, devletin rolünü artırır ve ‘devlet müdahalesi’ denilen şey budur. Bunca ‘özelleştirme ve devleti küçültme’ çığırtkanlıklarına rağmen devletin tüm burjuva sınıf için ekonomik işler görmesi, yeni alanlara yatırım yapması (silah sanayii araştırmaları, AR-GE faaliyetlerinin finansmanı vb.) bundandır.
Ayrıca, mantık tümüyle ekonomist bir mantıktır. Tekelci devlet kapitalizmi isimlendirmesi ile devlet üzerine çalışmak gereksizleştiriliyor ve devlet ekonomik bir olgu haline getiriliyor. Bu anlayış, iki sistem arasındaki savaşımı ekonomik bir savaşım (ekonomik bir yarış) olarak gören reformist anlayışın devlet alanına uygulanmasının ifadesidir.
Görüldüğü gibi ‘tekelci devlet kapitalizmi’ sanki tekelci kapitalizmin içinde bir evrim olarak ele alınıyor, bir devlet biçimi olarak değil. Devlete ilişkin ekonomik bazı olguların (devletin ekonomik rolündeki gelişmelerin) altı çizilmiş oluyor.
Bu ekonomik mantıkla yüründüğünde, anti-tekel devrim ya da anti-tekel savaşım söz konusu edilebilmektedir. Tekelciliği bir ekonomik olguyla sınırlandırmak sonuçta onu düzeltilebilecek bir aksaklık olarak algılayan görüşe çanak tutmaktır. Burjuva iktisatçıları, nasıl ki tekelciliği düzeltilmesi gereken bir sapma olarak algılıyorlardıysa, aynı biçimde tekelci dönemdeki devleti de demokrasiyi ihlal eden ve düzeltilebilecek bir ‘devlet’ olarak algılarlar. Onların ‘demokrasi mücadelesi’ budur. Lenin, Kautsky’e karşı şunları yazıyor:
“…Çünkü tröstlerin ve bankaların politikalarına karşı ‘savaşım’, bu tröstlerin ve bankaların ekonomisinin temellerine dokunmadığı taktirde reformizmden ve burjuva barış severliğinden, yani iyi niyetli bir takım dileklerin zararsız ve masum ifadesinden öteye geçemez.” (V. İ. Lenin, age, s. 83)
Emperyalizm döneminde demokrasi beklemek budalalıktır; sınıf savaşımını anlamamaktır, “…politik bakımdan emperyalizm genel olarak şiddet ve gericiliğe yönelir.” (V. İ. Lenin, age, s. 81). O halde bu noktada sosyalizmden bağımsız bir demokrasinin mücadelesi (günlük ekonomik-demokratik haklar uğruna mücadele değil, devletin demokratikleşmesi anlamında) olanaksızdır.
“Tekelleşme, kapitalizmin daha üst düzeyde bir düzene geçişidir.” (V. I. Lenin, age, s. 79)
Lenin burada yeni bir aşamadan söz ediyor. Tekellerin “toplumsal yaşamın tüm alanlarına engel olunamaz bir şekilde” sızması bize bu yeni aşamada devlet biçiminde değişiklikler olacağının işaretini verir. Faşizm bu yeni aşamanın devlet örgütlenmesindeki yansımasının bir ilk örneğidir. Devletin yeniden örgütlenmesi acil gereksiniminin işaretidir. Karşı-devrim saldırısının devlet örgütlenmesinde istediği değişikliklerin ilk örnekleridir. Ekim Devrimi’nin zaferi ve dünya devrimi tehdidi altında kapitalizmin kendini korumak için azgınca, olağanüstü (anlaşılamaz değil) saldırısıdır. Bu olağanüstü burjuva devletinin olağanlaşarak oturması, bazı güçsüz yanlarından (parlamentoyu bir görüntü olarak kullanmamak bir güçsüzlük sayılabilir) kurtulması doğal değil midir?
Burada olağanüstü bir devlet biçiminin olağanlaşmasından söz etmek çok önemlidir (ya da ilk biçimlerin giderek bulaşıklıklarından ve sivriliklerinden sıyrılarak gerçek yerine oturmasından). Bunun altı çizilmelidir. Zira bu olağanlaşma savaşın bir biçimi olarak soğuk savaşın gelişiminde de görülebilecektir. Soğuk savaş, sıcak savaşın olağanlaşmasıdır.
Tekelci kapitalizmin devlet biçimi, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenerek oturtulan tekelci polis devletidir. Çağımızın burjuva demokrasisi budur. Şiddet ve tüm topluma hakim olma, onu tüm kanallarla denetleme bu devletin temel özelliğidir. Öyle ki, denetleme insanın insan olarak yok edilmesine varmaktadır. Şiddet ve hakimiyet, devlet mekanizmasında terör ve medya ile örtüşmektedir. Lenin, politik değinmelerinin ancak geçerken ve temkinlilikle yaptığını vurguladığı emperyalizm çalışmasında şunları yazıyor:
“Hakimiyet ilişkileri ve bunların kapsadığı şiddet: işte ‘kapitalist gelişmenin en yeni aşaması’nın ayırt edici ilişkileri bunlardır: İşte ekonomi alanında mutlak erke sahip tekellerin oluşumunun kaçınılmaz sonucu olması gereken ve gerçekte olan budur.” (V. İ. Lenin, age, s. 32)
Lenin, hakimiyet ilişkileri ve bunların kapsadığı şiddetten söz ediyor. Günlük yaşayışımızda tekellerin bir pazarı ellerinde tutmak için ne ‘zorlu’ ve ne kanlı savaşlar yürüttüklerini biliyoruz. Ekonomik alanda mutlak erke sahip olan tekellerin siyasal alanda da şiddete sarılmak durumunda oldukları ifade ediliyor. Lenin’in yukarıdaki sözlerine bir de Ekim Devrimi sonrasında, dünyada burjuvazinin devrim korkusunu da eklemek gerekiyor. Devrim, iç savaş korkusu devlet örgütlenmesinde gizli servis (polis) örgütlenmesini geliştiriyor. Sınıf savaşımı, şiddetin nasıl örgütlendiğini de belirliyor. Polis devleti vurgumuz bunu ifade ediyor. Günümüz devleti hem ideolojinin üretiminde, hem de baskı aygıtında yoğun bir iç içe geçme yaratmıştır. Ülkemizde Milli Güvenlik Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve ona bağlı birimler, devlet çarkının merkezidir. Tıpkı ABD’de Pentagon olması gibi.
Burjuva demokrasisi, apış arasını örten bir incir yaprağıdır. Burjuva demokrasisinin kurumlarından genel oy ve parlamento, gerçek devlet işleyişini örtmek, kitlelere kendilerinin karar verici olduklarını hissettirmek ve bu yolla onları düzene bağlamak, genel oy ve temsili sistemin olmadığı sosyalist ülkeleri demokratik olmayan ülkeler olarak gösterebilmek amacına dönüktür. Parlamentonun hiçbir önemi yoktur. Kitleler de bunun farkındadır. Ancak parlamento yine de ‘olağan’ biçimde işler görünmektedir. Bir yandan kitleler apolitize edilirken, bir yandan kendilerini yönetenlerin işlerine karışmamayı öğrenirken, diğer yandan bilinçsizce de olsa tepkisini dile getirmekte seçime bile gitmemektedirler.
Bu parlamento, bu genel oy neyi gizliyor? Tüm baskı aygıtları ‘faşizmi’ aratmayacak olan bir devlet çarkını gizliyor. Teritoryal birlikler bunun için vardır, kontrgerilla bunun için vardır.
Devletin mevcut örgütlenmesi bir iç savaş örgütlenmesidir. Ordusu da buna göre örgütlenmiştir; küçültülmüş, hareketli kılınmıştır. Kontrgerilla budur.
Devletin örgütlenişi tüm toplumu polis örgütlenmesi ağıyla işlemek üzerine kuruludur. Apartman yöneticisi, aile reisi, muhtar, taksi şoförü polis örgütlenmesinin uzantısıdır. Sözde savaş durumu için oluşturulan sivil savunma birimleri, artık iç savaş için çalışmakta, polise yardımcı olmaktadır. Devlet bu örgütlenmesini zorla, şiddetle genişletmektedir. Yıkılışı da şiddetle olacaktır.
Bu devlet Ekim Devrimi sonrasında kapitalist dünyanın, Ekim Devrimi’ne tepkisi olan faşizmin yenilmesi sonrasında oluşan devlet örgütlenmesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin ve SSCB’nin artan prestiji, sosyalizme saldırırken kapitalist dünyanın ‘demokrasiye’ sarılmasına neden olmuştur. Öylesine sarıldıkları demokrasinin varlığını en başta, kendi ülkelerindeki insanlara göstermeleri gerekiyordu.
Gerçekten Ekim Devrimi, dünya devrimi, kapitalist devlet üzerinde bu oranda etkili oldu mu? Yanıtı Avrupa Yeniden İnşa ve Kalkındırma Bankası Başkanı ve Fransa Devlet Başkanı Mitterand’ın eski baş yardımcısı olan Jacques Attaki’den dinleyelim.
“James Joyce’un Ulysses’indeki karakterlerinden biri, ‘Tarih uyanıp kurtulmaya çabaladığım bir kâbustur’ der. Bu yüzyılın çoğu dönemi boyunca Orta ve Doğu Avrupa tarihi de bugün halâ uyanıp kurtulmaya çabaladığımız kâbusa benzer bir şey olagelmiştir.” (Jacques Attaki, “Avrupa’nın Kabileciliğe Dönüşü”, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 42)
1989-1992 Haziran’ına kadar İtalya Dışişleri Bakanı olan Gianni de Michelis aynı şeyi biraz farkla şöyle ifade ediyor:
“Oysa soğuk savaş yüzünden politik sistemin evrimi dondu kaldı. Mevcut liberal demokrasiler, komünizme karşı ölümcül bir mücadeleye girmiş ve o noktada kilitlenmişlerdi; kendilerini güvende hissetmiyorlardı, dolayısıyla yenilenmenin kendi içlerinden gelebilmesi için yeterince rahat ve hazır değillerdi.” (Gianni de Michelis, “Newton’cu Demokrasinin Ötesine Doğru”, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 11)
Ekim Devrimi gerçekten de onlar için bir kâbustu. Dünya halkları, işçi sınıfı için nasıl bir ümit idiyse onlar için de bir kâbustur. Bu kâbusun yayılmasını önlemek, diğer kapitalist ülkelerdeki devrimci hareketleri en başından şiddetle bastırmakla olanaklıdır. Bunun için de devlet her gün artan şiddetle ayakta durmaktadır.
Ekim Devrimi dünyayı kızıla boyamayı başaramadı. Ancak kapitalist dünyanın yüreğine, hiç söküp atamayacağı derinliklere korkuyu saldı. Ekim Devrimi’nin ardından, kapitalist dünya sadece onu boğmaya yönelmedi. Onun yayılmasını önlemeye özel bir önem verdi. Ve hemen tüm kapitalist ülkelerde devlet örgütlenmesini buna göre düzenledi. ‘Liberal demokrasilerin komünizme karşı ölümcül mücadelesi’ budur.
Günümüz devletinin oluşumunda Ekim Devrimi’nin etkisi, sosyalist devrimlerin etkisi, gerilla savaşları ile kazanılan zaferlerin etkisi büyüktür. Değil mi ki bizler devletin oluşumunu, belirli bir altyapının üzerine yükselişini, sınıf savaşları ile bağlıyoruz ve devletin bu sınıf savaşımlarına göre şekillendiğini söylüyoruz.
Tekelci polis devleti, yanlış olarak ayrı bir devlet olarak görülen faşizmi ve burjuva demokrasisini içermiş bir devlettir. Bu devlet daha fazla şiddete başvurarak ayakta kalmak zorundadır. Bu daha fazla şiddet ile tekelci rekabet arasındaki ilişki açıktır. Sıradan işlerin silahlı çeteleri ile, mafya ile gören tekelci sermayenin ekonomik alandaki hakimiyeti politik planda daha fazla şiddet ile ifade bulur. Tekniğin gelişimi bu hakimiyet ilişkileri içinde, tekelci sermayenin, burjuvazinin alanına en uygun tarzda organize edilir.
Yani tekelci polis devleti, bir yandan dünya ölçeğindeki tekelci egemenlik ve diğer yandan sosyalist sistemin varlığı ve devrim korkusu koşullarında oluşmuştur. Tekelciliğin politik alana yansıyışı; hakimiyet ve şiddettir. Sosyalist sistemin ve gelişen devrimlerin kapitalist devlet üzerindeki en büyük etkisi ise devletin iç savaşa göre örgütlenmesidir.
Hakimiyet ilişkileri ve şiddet, devlet aygıtlarının (ideolojik ve baskı aygıtları) birbirinin içine girmesini sağladı. Tekelcilik baskı ile ideolojik aygıtları iç içe geçirerek ‘birleştirdi’. Klasik olarak ideolojik aygıt adını alan kilise, cami, okullar, üniversiteler ile polis gücü arasında sıkı ilişkiler kuruldu. Ancak daha da ileri, ideolojik aygıtlar içerisinde, tekelciliğe uygun olarak reklam şirketleri ve medya (basın, gazete, dergiler vb., TV, radyo) öne çıktı, belirleyici konuma yükseldi. Kamuoyunun ‘hayalet’ olduğunu anlamak için fazla uğraşa gerek yok. Basını, radyosu, TV’si, reklam şirketleri aracılığıyla kısa sürede gündemi değiştirme gücü tekellerin elindedir.
Tekelci polis devleti bir yandan medyaya, diğer yandan ise gizli-açık polis örgütlenmesine dayanır. Bu iki dayanağın temel özelliği hakimiyet ilişkisi ve şiddetin iç içe girmesi, birlikte bir bütün oluşturmasıdır.
Yukarıda Gladio’nun öyküsünü anlatırken, baskı aygıtının nasıl örgütlendiğini gördük. Aslında sadece onunla da sınırlı kalmadık; emperyalizmin soğuk savaş stratejisi ile bağını da kurduk. Çünkü her savaş, gizli biçimde de olsa, şiddeti az ya da çok da olsa içte de sürdürülmek durumundadır. Soğuk savaşın başarısı sadece sosyalist sisteme, SSCB’ye saldırmakla olanaklı değildir. Buna ilave olarak, içerideki düşmana, devrimci işçi hareketine de göz açtırmamak gerekiyor. Bunun için içte yoğun bir terör söz konusudur: Öyle ki, sesini çıkartan, sıradan bir istemle öne çıkan herkes bu terörden, en vahşice yöntemlerle payını almaktadır. Bu nedenle biz de tam tersini ileri sürüyoruz, bu devlete, tekelci polis devletine karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur.
Ancak hiçbir devlet sadece baskı ile yönetmez. Ona aynı zamanda ideoloji de gereklidir. İdeolojinin işlevi ise baskıyı, terörü daha da derinleştirmek, insanı yalnızlaştırıp, sürüleştirmektir. Gerçekte tekelcilik buna ekonomik açıdan da uygundur. Kitle üretimi, kitle tüketimi, tüketim toplumu ideolojisini doğurmuştur. Elbette bu ideolojinin üretimi reklam ajansları ve medya tarafından sağlanmaktadır. Her gün, her an, aşağılanan, sürüleştirilen, yalnızlaştırılıp kabuğuna çekilen insan, modern aletler kullanan ‘bir mağaza adamı’ konumuna dönüşmektedir. Medya, ideolojiyi şiddetle birlikte taşımakta, şiddeti günlük yaşamın her alanında egemen ilişki haline getirmektedir. Gün oluyor mafya çetelerinin çarpışmaları, güçlü kazanır mantığı ile meşrulaştırılıyor. Gün oluyor cinsel şiddete ilişkin binlerce örnek anlatılıyor vb.
Şimdi, medya üzerinde duralım. Medya, en az ‘Gladio’ kadar önemlidir. Bu medyanın tekelci niteliğini de elbette hatırda tutmak gerekiyor.
Medya (reklamı, haberi vb. aracılığıyla) değerleri değiştirmede, yeni değerler yaratmada birincil derecede önemli ve etkili bir silahtır. Tekelci kapitalizm kitle üretimine ve kitlesel tüketime yol açar ve bu yolla ayakta durur. Kitle üretimi insanı makinenin uzantısı haline getirir. Onu niteliksizleştirir, mekanikleştirir. Tüketim toplumu ideolojisi ile, her gün reklamlarla beyni yıkanan ‘tüketici’, tükettiği ölçüde varlık kazanan ‘insan tipi’ yaratılmıştır. Her iki yönden de (hem üretim ve hem de tüketim yönünden) insanı ruhsuzlaştıran, tepkisizleştiren, sürüleştiren bir sistemdir bu.
“Bizim bildiğimiz kitle demokrasisi, toptan üretim, kitlesel tüketim, kitle iletişim araçlarına, toplu eğlence ve kitle eğitimine dayalı toplumların politik ifade biçimidir.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 18)
Son ABD seçimlerinde adaylardan biri olan ve sonradan çekilen Perot, ‘elektronik demokrasi’den söz ediyor. İletişim teknolojisinin ‘halkın görüşlerini almakta’ sağladığı hız nedeniyle sık sık kamuoyu yoklamaları ve referandumlar yapılmasını öneriyor. Michael Sandel, NPQ’nun Perot’un ‘elektronik demokrasi’si konusunda şunları söylüyor:
“Burada bahsettiğimiz şey aslında elektronik demokrasi değil, yığınlar adına en ileri iletişim teknolojileriyle takviye edilmiş kişisel yönetim anlayışı, elektronik Bonapartizm’dir.” (Michael Sandel, age, s. 8)
Hem sonra diyelim ki ‘elektronik demokrasi’ aracılığı ile insanların hayır dediği ile Pentagon’un (Kongre’yi bir yana bırakın, Kongre bizim Meclis’ten ne bir milim ileri, ne bir milim geridir) evet dediği durumda ne olacaktır? Eğer yığınlar isteklerini bir örgütlülükte ifade etmemişlerse, bu sadece Pentagon’a hangi filmin çevrilmesi gerektiği, reklam mesajlarının ne olacağı, TV programlarının nasıl ayarlanması gerektiği, hangi programın hangi saatte yayınlanması gerektiğini gösterir.
“Aslında bir adaya ya da belli bir politikaya veya programa ‘evet’ ya da ‘hayır’ demek demokratik yaşamın son anıdır. Her şey, kablolu televizyonlar, telekomünikasyon ağları ve benzerleri aracılığıyla kamuoyuna hangi soruların ve seçeneklerin sunulduğuna bağlıdır.” (Michael Sandel, age, s. 9)
‘Elektronik demokrasi’ fikrinin babalarından Hazel Handerson Perot’a ilişkin şunları yazıyor:
“Perot’un yaptığı, eski politik partileri ortadan kaldırmak ve eski seçim süreçlerini devreden çıkarmak için yeni iletişim teknolojisinin bütün olanaklarını sergilemekti sadece. Perot dünyadaki bütün asilerin çoktan bildikleri şeyi, darbe yapmanın en iyi yolunun meclis veya hükümet binaları yerine televizyon istasyonlarını işgal etmek olduğunu kavramıştı.” (Hanzel Handerson, ‘Demokrasi Araçlarını Mükemmelleştirmek’, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 26)
Bugün Türkiye’de (Kürdistan dahil) halkın %90’ı TV’ye sahip ve ancak %4’ünün TV’si siyah-beyaz. %20’sinin evinde çift TV var. Oturmuş belli başlı TV istasyonları bu evlere sorunsuz ulaşıyor ve insanlar ortalama günde 245 dakika (yani 4 saat+5 dakika, yani yarım iş günü) TV seyrediyorlar. Reklam firmaları binbir yolla reklam veriyor, seyirciye ulaşmaya çalışıyor. Uzaktan kumandalar reklamların çıktığı anda reklamlardan kaçmaya yaramıyor. İnsanlar giderek yoksullaşırken TV’de ‘yarışma’ programlarında araba, buzdolabı, TV vb. eşyaların dağıtıldığı birincilere gıpta ediyorlar. Yarışmalarda birinci olmayanlar, yarışmalara kabul edilmeyenler bunu ‘başarısızlıklarına’ yoruyorlar. Her gün yeniden şanslarını deneyip maaşlarını aşan telefon faturalarını da göze alarak ‘Alo 900’leri arıyorlar. Tüm bunlar yeni yöntemlerle halkı kişiliksizleştirme amacını taşıyor.
Polisiye diziler (yalnız bizde değil ABD’de de, Rusya’da da), seks manyaklarını konu alan ‘korku’ filmleri uyuşturucudan bin kat daha etkilidir.
1940’larda ABD’de Basın Özgürlüğü Komisyonu şunları yazıyordu:
“Modern basın yeni bir olgudur. Tipik birimi, büyük kitle iletişim ajanslarıdır. Ajanslar, düşünce ve tartışmayı kolaylaştırabilir. Bunları boğabilir de. Uygarlığın gelişimini hızlandırabilir ya da engel olabilirler. İnsanoğlunu alçaltabilir ve adileştirebilirler. Dünya barışını tehlikeye atabilir, bunu da kazayla, bir dalgınlık anında yapabilirler. Haberlerin ve onların önemi üzerinde durabilir ya da durmayabilirler, duyguları körükleyip geçiştirebilir, kurgular veya kör noktalar yaratabilir, önemli sözleri yanlış kullanabilir ve boş sloganları büyütebilirler. Faaliyet alanları ve güçleri, yeni araçlar kullanımlarına sunuldukça günden güne artmakta. Bu araçlar, atalarımızın Anayasamızın ilk maddesine basın özgürlüğünü dahil ettiklerinde düşünebildiklerinden daha hızlı ve daha geniş bir biçimde yalanları yayabilirler.” (Aktaran James D. Squires, ‘Dördüncü Kuvvetin Ölümü’, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 36)
Elbette bu ajanslar tüm bunları ‘kendi kendine’ yapmazlar. Kâr ve hakimiyet, şiddet ve yalanı doğuruyor. Önce sistemin işleyişine bir bakalım, sahiplerine daha sonra.
“Temelde mevcut sistem, bütün bilgilerin birkaç şebekede ve 1400 yayın istasyonunda toplandığı hiyerarşik bir yapıdan ibaret. Bu da teknolojisinin doğasına uyuyor zaten. Bu teknoloji yaratıldığında, mümkün olduğunca küçülerek, milyonlarca insana satabilecek ucuz bir TV alıcısı -aptal kutusu- elde edildi.” (George Gilder, age, s. 29)
Elbette tüm bu basın merkezleri holdinglerin elindedir. Bizde olduğu gibi dünyanın her yerinde medya tekelleri vardır. Ve haberler onların haberleridir. Jerry Brown, 10 yıl önce, üç ABD TV merkezini kastederek, üç büyük partiden (ABC, NBC, CBS) söz ederken gerçekten de haklıydı.
“Bir tekel, oluştuğu ve milyonlarla oynamaya başladığı zaman, politik düzen ve tüm diğer ‘ayrıntılar’ ne olursa olsun, toplumsal yaşamın tüm alanlarına, engel olunamaz bir şekilde sızar.” (V. İ. Lenin, age, s. 54)
Bu sadece basın özgürlüğünün değil, pek çok özgürlüğün sonunda tekelci egemenlik altında yok olduğunu gösteriyor. Kutsal basın özgürlüğü, kâr özgürlüğünün bir biçimidir. Ross Perot’un seçim kampanyasında iletişim direktörü, The Chicago Tribune’ün eski editörü James D. Squires şunları söylüyor:
“Ne var ki basın, bu belirleyici niteliğini’ yitirdi. Bu da artık varlığını sürdürmek için başka herhangi bir iş alanında daha büyük bir şansa sahip olmadığı anlamına geliyor. Böyle de olmalı zaten. Yeni düzende gazete artık kendini kamu çıkarlarına adamış bir kurum değil de yalnızca olası en yüksek kârı sağlama amacıyla çalıştırılan bir ticari işletmedir. (James D. Squires, age, s. 34)
James D. Squires, basının düzen için artık rol oynamayacağını söylerken yanılıyor ama artık onun rolü TV kadar önemli değil. Basın, kapitalizmde her zaman kâr eden bir kurum olagelmiştir. Ancak tekelcilik tüm özü açığa çıkartılan eski biçimleri parçalamaktadır. Olan budur.
Ülkemizdeki ünlü gazeteler arası ansiklopedi savaşında Sabah Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni’ne, kendi sözlerini kullanarak Milliyet Gazetesi’nin yönelttiği ‘Siz kâr amaçlı bir kuruluş olduğunuzu itiraf ediyorsunuz’ yollu saldırıya yanıt verirken, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni; ‘Siz değil misiniz?’ sorusunu soruyordu. Bizde bu eski biçimler son birkaç yıldır yıkılıyor ve bunun için halâ birileri kalkıp ‘basın ahlâkı’nd an söz edebiliyor.
Basının kapitalizmdeki rolünü James D. Squires çok veciz bir biçimde ifade ediyor: “Basın iki asırdır, yöneten ile yönetilenler arasında güvenilir bir köprü olarak hizmet vermiştir.” (age, s. 34) Evet bu gerçekten de böyledir. Yalnız, insanın şu soruyu sorası geliyor: Kime hizmet vermiştir? Kimden yana (yönetenden mi, yönetilenden mi) hizmet vermiştir? Dün bu soruya pek çok gazeteci ‘tarafsız hizmet’ sözleriyle yanıt verirdi. Bugün bu soruya herkes ‘demokrasiden yana’, ‘yönetenden yana’ yanıtı verebilir. İşte sadece incir yaprağı kalkmıştır, gerektiğinde yeniden kullanılmak üzere.
“Ancak 1972’den bu yana, Amerika’da gazeteler yüzeyselleştikçe, kamuoyunun, karmaşık toplumsal ve politik konulara ilgisi ve bunları kavrayışı da, mevcut bütün ölçülere göre sürekli olarak azalmıştır.” (James D. Squires, age, s. 35)
Aslında Bay Squires, bunun istenen bir hizmet olduğunun farkındadır. Yine de burada susuyor. Yine de olsun, Squires’i George Gilder tamamlıyor:
“‘kamuoyu zemini’ diye bir şey hiç olmadı ki. Medya, kendisini ve bizi böyle bir etkinin varlığına inandırmaya çalıştı, ancak bir kuruntudan ibaretti bu. Politik, reklamcı ve kültürel bir elitin yönlendirici sunuşlarıydı sadece. Dahası, gerçeğin böyle yanlış gösterilmesi-insafsızca dünyevi ve maddeciydi, asgari müşterek düşünceye hoş görünmek için programlanmıştı, politik düzenden gerçek anlamda soğumaya ve yabancılaşmaya neden oldu.” (George Gilder, age, s. 29)
İşte Perot’un derdi de burada. Tüm burjuva ideologları bu soğumanın gelecekte oluşturduğu tehlikeyi görüyorlar. Halkın aldatılmasında yeni yöntemler arıyorlar. Ancak anlatılanlar tekelci polis devletinde medyanın rolünü açığa vuruyor. Elbette bu medyanın en temel özelliği de tekelciliktir. Sahipleri tekellerdir.
ABD’de, ‘demokrasinin beşiği, hür dünyanın savunucusu’ olan ABD’de, gerçekte üç büyük parti vardır. Bunlar üç büyük TV şirketidir: NBC, ABC, CBS. Peki bu üç büyük partinin sahibi kimdir? NBC, General Electric’in bir yan kuruluşudur. Uzatmaya gerek var mı?
Körfez Savaşı’nda CNN’in oynadığı rol, hepimizin aklındadır. Savaşın en büyük gücü CNN’dir.
“1946’da medya sahipliğinin daha az sayıda fakat daha güçlü ellerde yoğunlaşmasının, bir düşünce tekeline ve demokrasinin değişik birimlerinin birbiriyle özgürce iletişim kurmada yetersiz kalmasına yol açacağından korkuyordu komisyon. O sıralar, 117 şehirde birbiriyle halâ rekabet eden gazeteler, yedi veya daha çok gazeteye sahip bir düzine gazete zinciri, dünya çapında üç ayrı basın ajansı, dört ulusal radyo şebekesi, özel sektöre ait 200 ayrı yayınevi ve bir düzine ya da daha fazla dergi imparatorluğu vardı. Ancak komisyonun önceden gördüğü eğilim, en çılgın hayallerinin de ötesine geçti. 1990’da gazetelerden sinemaya kadar bütün büyük medyalar 23 şirket tarafından ele geçirilmiş durumda. Ondört şirket yaklaşık 1600 (adet-yazar) günlük gazeteyi kontrol ediyor. Yedi yıl önce bu şirketlerin sayısı yirmi birdi.” (James D. Squires, age, s. 37)
Daha da ötesi, birkaç ajans, birkaç tekelci firma tüm dünya haber kaynağını elinde toplamıştır. James D. Squires, Körfez Savaşı ile ilgili bir olayı anlatıyor:
“Buna karşın, 25 yıl sonra Körfez Savaşı gazeteciliğinin en sıkı haberi, yani eski moda bir haber fotoğrafı, yeni Amerikan haber medyasında kendisine yer bulamadı. Körfez’de Time ile çalışan New York’lu foto muhabiri Ken Jarecke, savaşın özünü tastamam yakalamış, tüyler ürpertici o tek fotoğrafı, havadan bombalandıktan sonra alev alan bir kamyondan kaçmaya çalışırken kül olan Iraklı bir askerin fotoğrafını editörüne gönderdi. Fotoğraf sadece Time dergisinde yayınlanmamakla kalmadı. Associated Press’in fotoğraf editörleri de bu fotoğrafı geçmeyi reddettiler. Bu kararın suçunu da bugünkü basın kültürüne yüklediler. ‘Gazeteler bize kahvaltıda poz almaları için insanlara bu tür fotoğraflar sunamayız diyecekler’ dedi bir AP yetkilisi.” (age, s. 35)
İşte kâr amacının kutsallığı budur.
Yazısının girişinde “Eski Usul Muhabirler adına birkaç şey söylemek” istediğini belirten Bili Moyer, “Eski Haber İyi Haberdi” isimli makalesinde şunları yazıyor:
“Bugünün Amerika’sının aklı nerede? Bir anlamda bazı yayın organlarında diyebiliriz. Günümüzde insanlar, yılın en önemli belgeseli seçilen ‘Gerçek Seks’ adlı diziyi önemseyip evde striptiz derslerini izleyebiliyorlar. Ya da NBC’nin haberlerini es geçip ‘videoyu izliyorum’a takılabiliyorlar.
Orada, bir polisin ölümünü, bu ölüm üzerine söylenenleri, yapılan röportajları, uğursuz bir müziğin eşliğinde izliyorlar. Ya da hamile bir kadının alevler içerisindeki bir binanın penceresindeki zavallılığını, en azından bir kere yavaş çekimde bakarak, birkaç kez izleyebiliyorlar.” (NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 39)
Bu son örnek bize medyanın korku içerilmiş ideolojiyi nasıl şırınga ettiğini, tüm toplumsal ilişkilerde şiddetin nasıl içerildiğini gösteriyor. En sıradan bir günde bile, gazete sayfalarında cinsel şiddete rastlamak mümkündür. İşte tekelci aşamasında meta toplumu. İşte devletin medya ile ideoloji yayma yolları. Tekelci polis devletinin, yalan üretmek için Göbels’lere ihtiyacı yoktur.
Basının rolü konusunda üç örnek daha sunacağız. Sanırız bu kadar yeterli olacaktır. EP’nin 14-21 Mart 1993 tarihli sayısında “ABD’de Medya Terörizmi; Ekranda Kan, Manşette Kan!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Örneklerimiz bu yazıdan. Örneğimizin ilki ‘sahte peygamber’ olayına ilişkin.
“Sahte peygamberin kalesinin kuşatılması ve polisin saldırısı saniyesi saniyesine yerel bir TV ekibi tarafından filme çekilmişti. Washington Post gazetesi, BAYF mensubu 4 polis ve 8 tarikat üyesinin vurularak öldüğü bu olayın filmini Amerikan TV’lerinde oynayan ‘Cops’ (Polisler) dizisine benzetti. Cops’ta her hafta, daha önce meydana gelmiş polisiye bir olay, mankenler aracılığıyla temsili olarak yeniden canlandırılıyor. Post’un yazısında bir çelişki dikkat çekiyor: ‘Polisin tutumu garip… Çoğu zaman operasyon yaparken gazetecileri, TV kameramanlarını yanına çağıran polis, başarılarını belgelemek amacıyla basını kullanmaya çalışıyor. Ama işler ters gidince de günah keçisi olarak basını hedef gösteriyor… ” (EP, s. 56)
İkinci örnek bir sahte KGB ajanının öyküsü:
“NBC, izleyici kazanma uğruna meslek ilkelerinden, ahlâk kurallarından taviz veren tek kuruluş değil. Şubat ayı sonunda ABC TV kanalında yayınlanan bir programda, bazı tutumları kuşkulu olan Amerikalı bir diplomat, bir KGB ajanına gizli belge ve bilgiler verirken ekrana çıkıyordu. Oysa ki söz konusu Amerikalı diplomat hem böyle bir suç işlememişti, hem de ekranda gizli kamerayla çekilen hakiki diplomat değil, temsili diplomat yani mankendi. (EP, s. 57)
Üçüncü örnek bir cinayet:
“… TV Telemundo kanalı, Miami yakınlarında yaptığı bir naklen yayında, 15 el ateş ederek karısını öldüren bir adamın işlediği cinayeti getirmiş ekranlara. Şimdi bu cinayeti omzu, kolları, elleri, parmakları titremeden çeken kameramanın mesleki vicdanını övmek gerekir mi?”
“… televizyon ekranlarının karşısında gözleri açık, elleri patlamış mısır dolu imaj tüketicileri, naklen cinayeti izlediklerinde ilk önce herhangi bir tepki göstermediler.”
Bu kadar örnek fazla bile. Sadece bizim göstermek istediğimiz, medyanın her yerde, Türkiye’deki gibi işlev gördüğüdür.
Tekelci polis devleti tüm toplumu iç savaşa göre örgütlemeye çalışmaktadır. Toplumun polisleştirilmesi bu sürecin bir yönüdür, diğer yönü polis örgütlenmesi aracılığıyla insanların soludukları havanın bile denetlendiğini düşündüğü büyük bir şiddet ve baskının örgütlenişidir. Sokak infazları, fişleme sistemleri, apartman yöneticisi, muhtarı, belediye başkanı, valisi, polis örgütlenmesinin içinde ele alınmalıdır. Bu şiddetle, terörle yalnızlaştırılan, kendi dünyasına, evine çekilen, korkan bireye, bencillik ve yeni yüce değerlerin şırınga edilmesi kolaydır.
TV ne güne durmaktadır?
Önceki burjuva devletler sistemin tehlikede olduğu, işçi sınıfının iktidara yürüdüğü, iç savaş durumunda kullandığı tüm yöntemler, gizlenmiş bir biçimde (kadife kılıf içindeki bıçak gibi) tekelci polis devletinde sürekli vardırlar, olağanlaşmış biçimdedirler.
Devlet sınıfsal özünü hiç bu kadar açık ortaya koymamıştır. Bunu gizlemek için demokrasi şalı (genel oy, seçimler, parlamento, partiler)’ndan çok, insanların sürüleştirilmesi, tepkisizleştirilmesine güvenmektedir. Öyle ki, bugün pek çok insan korktuğu ölçüde parlamentodan bir şeyler bekler görünmektedir. Ancak ona karşı mücadeleyi sonuçsuz, sonucu yenilgi olan bir mücadele olarak algılamaktadır. Bu durumda da toplumsal planda düşünmektense, kendini düşünmeye yönelmekte, buna önem vermektedir. Bunun anlamı şudur ki; bir kere devlete karşı güçlü ve sürekli mücadele başlatıldı mı, tekelci polis devletini tarihin çöplüğüne göndermek için yığınlar hızla harekete geçebilecektir. Sorun o noktada sadece böylesi bir mücadeleyi başlatabilmekte değil, başlatıp sürekli kılabilmektedir. Sürekli kılabilmek ise yığın içinde yer edebilmenin asgari olanaklarının sağlanmasına bağlıdır.
İyi denizciler, büyük fırtına öncesinde denizin çok sakin olduğunu bilirler. Tekelci polis devleti yel ekmektedir ve biçeceği fırtına sanıldığı kadar uzakta değildir.