ABD adına tetikçilik ve çöküş

TC devletinin bir “dış politikası” var mıdır? Bazan bir soru, yanıtından bağımsız, çok şey ifade eder.

Bugünlerde, çeşitli “analist” ve “uzmanlar”, Türkiye’nin dış politikası” üzerine hararetli tartışmalar yürütmektedir. Bir bölümü, “çığır açan başarılı” bir dış politikaya methiyeler düzmektedir, bir bölümü ise “eleştirel” bir tutum takınıp, aslında TC devletinin çıkarlarına uygun olmayan bir “dış politikanın” var olduğunun kabulü ile konuşmaktadır.

Acaba, TC devletinin bir “dış politikası” var mıdır?

Bu soruyu açmak için, biraz genel bir tablo çizmeye gerek var.

1- TC devleti, Ekim Devrimi’nin ardından, emperyalist güçlerin Ekim Devrimi’ni durdurmak için örgütledikleri bir ileri karakol olarak organize edilmeye çalışıldı. Bunu iki temel üzerinden yaptılar: İlki, anti-komünist mücadele. O dönemler “komünizme karşı mücadele”, İkinci Dünya Savaşı sonrasından daha az önemli değil idi. Ama, doğrusu kapitalist-emperyalist sistem, daha yolun başında idi ve o denli gelişkin mücadele teknikleri henüz geliştirmemişti. Ama Türkiye’de, “sınıfsız bir toplum” vurgusunun, dinin devlet elinde silah olarak örgütlenme tarzının, milliyetçilik-kafatasçılık yaklaşımının bununla ilgisi vardır. İkincisi ise Ekim Devrimi’nin halklar üzerindeki özgürleştirici etkisini kesmek için, Türkiye’de bir halklar hapishanesi örgütlenmeye başlanmıştı. Bu nedenle, “devlete bir millet lazım” tezine uygun olarak, halkların varlığının inkârı bir devlet politikası olarak ortaya kondu. Bunun kanlı bir politika olduğu akılda tutulmalıdır. En yiğit devrimcilerini bu topraklar, Osmanlı’nın son döneminde nasıl idam sehpalarında gördü ise, aynı biçimde Cumhuriyet’in ilk günlerinde de Karadeniz’de boğulurken gördü. Katliamlar, imha politikaları bunun içindedir.

Bu ikili politika, Osmanlıcılık-Türkçülük ve İslamcılık yaklaşımlarının çeşitli karışımları ile birlikte yürütüldü. Dönemine göre bunlardan biri öne çıktı, biri biraz daha arkaya alındı.

Esas görev, Ekim Devrimi cereyanının durdurulması idi. Bu emperyalist sistemin verdiği bir görev idi. Ve doğrusu, başarılı olmuştur. Ülkenin bir sömürgeye dönüşüm süreci içinde bunlar gerçekleşmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bu durum daha da ilerledi.

ABD emperyalizmi kapitalist-emperyalist sistemin hegemon gücü hâline gelirken, o dönemin “the great reset”i, yani büyük sıfırlanması gerçekleştirilmiştir. Buna dayalı bir “yeni”, uluslararası kapitalist işleyiş ortaya konmuştur. Bu işleyişin kurumları, NATO, Dünya Bankası, IMF, ülke paralarının dolara, doların altına endeksli hâle gelmesi, Bilderberg gibi organizasyonlar vb. oldu.

Anti-komünist mücadele, bir kontrgerilla savaşı şeklinde, Gladio vb. örgütlenmelerle geliştirildi. ABD önderliğinde, dünya yeniden şekillenmeye başladı. Bu dönem, “soğuk savaş” dönemi olarak da adlandırılan dönemdir.

TC devleti, bu dönem, siyasal olarak ABD’ye bağlı, NATO kanalı ile tüm siyasal varlığını teslim etmiş, ekonomik olarak ise daha çok AB’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge” hâline geldi. Sovyet Devrimi’ne karşı NATO’nun ileri karakolu, aynı zamanda Batı’nın ortaklaşa sömürgesi oldu.

Dış politikası da bu çerçeve içinde belirlendi.

2- SSCB’nin çözülüşünün ardından, ABD hegemonyasındaki emperyalist örgütlenmenin kendi iç çatışmaları ortaya çıkmaya başladı. Almanya ve Japonya başta olmak üzere bazı emperyalist güçler için ABD hegemonyası sorgulanmaktaydı. Ama bu sorgulama, “anti-komünist mücadele” nedeni ile üstü örtülmek olan bir sorgulama idi.

ABD karşılıksız paralar basıyordu ve aslında bu diğer emperyalist güçleri rahatsız etmekteydi. İyi ama buna karşı çıkmak, “ortak çıkar”lar adına, komünizme karşı savaş adına yanlış olurdu.

ABD hegemonyası aslında, 1970’lerde de çözülmeye başlamıştı. Bunu bugün biz söylüyoruz ama, Sweezy ve Baran, hem birlikte hem de ayrı ayrı, bu konuda, 1970’lerde de yazmaktaydı. ABD’nin ekonomik gücünün askerî sanayiye dayalı hâli, Vietnam savaşı sonrası zıvanadan çıkan karşılıksız dolar basma politikaları, onlara, tüm bunları düşündürüyordu. ABD, Vietnam savaşını, karşılıksız dolar basarak finanse ediyordu. Herkes bunun farkındaydı.

Nasıl ki, sistemin eski hegemon gücü olan İngiltere’nin hegemonyasını kaybetmeye başladığı, 1900’lerin başında da ortaya çıkan bir eğilim idiyse, ABD hegemonyasının çözülmesi de, 1970’lerde ortaya çıkan bir eğilimdi. İngiltere’nin yerine sistemin hegemon gücü olarak ABD’nin tahtına oturması, tam anlamı ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşti.

Bugün de ABD, hâlâ sistemin en büyük emperyalist gücü olmaya devam etse de, hegemonyasının çözülmekte olması ile bu durum bir çelişki yaratmaz.

Bugün, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımı, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı açık bir hâl almıştır. ABD, SSCB çözüldükten sonra, sevinç çığlıkları attıktan bir süre sonra, “dünya imparatorluğu”, “dünyanın tek devleti” gibi vurgularla, kendi egemenliğini herkese kabul ettirme peşine düştü. Bu politikalar, bir süre sonra, geri düşmeye başladı. Afganistan işgali, Irak işgali, durumu değiştirmedi. Libya’nın darmaduman edilmesinin ardından, sıra BOP projesi çerçevesinde Suriye’ye geldi ve Suriye savaşı, bu sürecin bir anlamda sonu oldu. Artık, tek kutuplu dünya analizleri yapılmıyor. Artık, “neoliberal politikaların” yaratıcıları, bu politikaları, Çin’in yükselişini önlemek için terk ettiklerini anlatıyor.

3- Böylece, hem emperyalist beşli arasında paylaşım savaşımı öne çıkmaya başladı hem de ekonomik kriz derinleşti ve 2008’de sistemi ciddi biçimde sarstı.

Bugün, paylaşım savaşımını daha keskin hâle getiren etkenlerden biri, ekonomik krizin derinleşmesidir de. Ve not edelim, daha önce de Kaldıraç sayfalarında vurgulandığı üzere, pandemi, bu paylaşım savaşımının biçimlerinden biridir. Krizle birleşmiş ve krizi daha da derinleştirici bir etkiye sahiptir.

ABD, diğer emperyalist dört ülkeye (İngiltere, Fransa, Japonya ve Almanya) nazaran, askerî açıdan avantajlıdır ve hegemonyasını kaybetmemek için, savaşçı politikaları daha büyük bir istekle devreye sokmaktadır.

Bir süredir ABD, Rusya ve Çin’i hedefe alarak, diğer emperyalist “müttefiklerini”, eski günlerdeki gibi, arkasına almak istiyor. Onlara, bazı tavizler vererek, önce Rusya ve Çin’i ham etmenin, yağmalamanın, sömürge hâline getirmenin, büyük çözüm olacağını anlatmaktadır. Bu fikir, doğrusu, tüm Batı sömürgecilerinin “fıtratına” uygundur. Ama bunun gerçekleşebilir olduğu meselesi var ve dahası bunu yaparken, her emperyalist güç, kendi çıkarlarını korumayı öne alır. Bu nedenle Batı ittifakı, paylaşım savaşımı içinde tutmayacaktır.

İşte bu paylaşım savaşımı içinde, “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin, uzun süre bu şekilde gidemeyeceği de ortaya çıkmaktadır.

Eğer AK Parti iktidarı ve Erdoğan-Gülen vb. bir proje olarak ele alınıyorsa, bu projenin “ılımlı İslam” modeli ile bir “yeni Türkiye” yaratma ve bu ülkeyi, paylaşım savaşımı içinde tetikçi olarak kullanma anlamına geldiğini de düşünmek gerekir. Yani, öyle “AK Parti bir projedir” diye tekrarlayıp, sonra, Türkiye’nin dış politikası yanlış, demenin bir anlamı yoktur. Zaten öyle olacaktır. AK Parti neyin projesidir? Değil mi?

Eski bir MİT başkanı, 1980 öncesinde, MİT’in, CIA’nın bir ofisi olduğunu söylemişti. Doğru olduğu kesindir.

Öyle ise Türk dışişlerinin de, bugünlerde, bir ABD ofisi olmanın ötesinde bir anlamı olabilir mi? Böyle ise, nasıl bir dış politikası olmasını umarsınız? Acaba, TC devleti, Saray, ABD’den bağımsız bir tek dış politika hamlesi yapmakta mıdır? Öyle ise, neden her fırsatta paralar verip, Amerikan gazetelerinde makale yayınlayıp, biat tazeliyorlar?

ABD, TC devletini bir tetikçi olarak kullanmaktadır.

Tetikçilik görevi, TC devleti tarafından, Saray Rejimi tarafından büyük bir şevkle yerine getirilmek istenmektedir.

Ve elbette ABD hegemonyası çözüldükçe, onun tetikçisinin politikaları da çökmektedir.

Şimdi, günümüze, güncele gelebiliriz.

Maddeler şeklinde tartışmak daha uygun olacaktır.

1
TC devletinin Suriye politikası çökmüştür. Çünkü, onun kendine ait politikası, eğer “Emevi camiinde öğlen namazı kılmak” gibi yüksek perdeden propagandalarla anlatılmayacaksa, zaten yoktur. Bu politika ABD politikası idi.

ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan birlikte, Suriye’yi diz çöktürmek için savaş başlatmışlardır. Bu savaş, ABD koordinasyonundaydı. Suudi Arabistan ve Katar, para ile finansmanı sağlayacaktı, TC ile İsrail, eğitim, lojistik destek, silah tedariği vb. işleri hâlledecekti. Öyle de oldu. Bu konuda en çok hevesli olan Saray Rejimi, TC devleti idi. Osmanlı topraklarını yeniden almak hayali de işin içine katılınca, “Emevi camiinde” namaz kılmak, sünnet olmaktan çıkıp bir anda farz hâline geldi. Kim tutar TC devletini? Erdoğan ve Davutoğlu, el ele hücuma geçtiler, istikamet Emevi camii, gelsin dolarlar.

Ama işler öyle gitmedi. ABD’nin başını çektiği cephe başarıya ulaşamadı. Böylece tetikçinin tek kârı, yağma-rant ve savaş ekonomisi çerçevesinde kazanılan paralar oldu. Evet, burjuvazi, tatlı kârı, kanlı kârı da tatmış oldu.

TC devleti, IŞİD’e silah sattı. Peker, bunu açıkça ifade etti. Ama daha öncesinden de bu biliniyor. SADAT adlı örgütlenme ile hamleler yapılmaya başlandı. Böylece ABD adına tetikçilik yapanlar, ceplerini doldurmanın ana hedef olduğu bir savaşı ortaya koymaya başladılar. Savaş ekonomisi bunu gerektiriyordu.

2
Bu durum, tetikçi ile efendi arasında bazı sorunlar ortaya çıkardı. Rus uçağının düşürülmesi ile TC devleti, aslında cephede zor durumda olduğunu anlamaya başladı. Kuyruğu yakalanmış olan tetikçi, başı ABD’li efendilerini dinlerken, giderek hareketsiz kalmaya başladı. Rusya, o kuyruğu bırakmaya niyetli değil.

Böylece ünlü, “ABD ile Rusya arasında dans” politikası keşfedilmiş oldu. Aslında, başı ayrı, kuyruğu ayrı güçlerin elinde olan bir vücudun acı kıpırdanışıdır bu, ama dans olarak ortaya kondu. Dış politika, ne de olsa “diplomatik” bir alandır ve birçok şeye farklı isimler konulması, diplomatik “zekâ”nın ürünü olmalıdır.

TC devleti, zora girdikçe, ABD emirleri çerçevesinde yeni hamleler yapmaya, savaşı yaymak isteyen ABD’nin dediklerine daha fazla sarılmaya başlamıştır. Libya, Ege Denizi, Akdeniz, Kafkaslar, Ukrayna, Balkanlar vb. bu alanların her birinde ABD adına, tetikçilik yapmıştır, yapmaktadır. Böylece ABD, ucuza adam çalıştıran bir efendi olarak güvenli mesafede durmayı başarmaktadır. Burnu pisliğe batan TC devleti olmaktadır. Buna ABD açısından bir dış politika denilebilir, ama TC açısından “dış politika” denilebilir mi?

Sanrım, gelen durumu bu biçimde özetlemek mümkündür.

İşte bu çerçeve içinde son ay içinde epeyce gelişme ortaya çıktı.

Bir soru sormak mümkündür: Çöküş, acaba “basitleşme” midir?

“Basitleşme”, sadeleşmek anlamında değil, alelâde olmak, düzeysizleşmek anlamındadır. Acaba, çöküş, zorunlu olarak bir “basitleşme” midir? Çöküşte, düzey, dibi, en dibi bulmak zorunda mıdır?

Büyük dans ustası Erdoğan, BM toplantısı için, ABD’ye gitti. İki cepheden saldırı yapar gibi, “diplomatik” gösteri planlandı. İlk cephede, 500 araçlık, içlerinde zırhlı araçlar bulunan, Türkiye’den kargo uçakları ile ABD’ye taşınan bir konvoy ile geçit yapıldı. Muhtemeldir ki, komik karşılanmıştır. Bu güç gösterisi, “müthiş” diplomatik atak olarak ele alınmış olmalıdır. Ama üzerinden bir süre geçti ve sanırım şu an, Erdoğan dahil hiçbiri, böylesi bir gösterinin “başarılı bir çıkartma” olmadığını düşünmektedir. Gelecek sefer, zırhlı araçları kargo uçakları ile taşımak yerine, top güllesi atan araçları ve tankları devreye sokmalarını öneririz.

Bu ilk cephedeki gösterinin mimarları acaba kimlerdir? Bunun tümünü Erdoğan akıl etmemiş gibidir. Acaba bu “diplomatik” buluşun sahipleri, mesela Biden ile Erdoğan görüşmesine, neden tüm TC devlet kadrolarını seyirci-destekçi olarak almamışlardır da, bir tek Merve Kavakçı’nın kızının görüşmeye girmesini onaylamışlardır. Oldu mu şimdi? Bu kadar “basitleşme” oldu mu? Soylu’ya sorarsak, “TC bir çadır devleti değildir” diyecektir. Ama pekâlâ “çadır devletinin” bir dış politikası olabilir.

Merve Kavakçı’nın adını bilmediğimiz kızı, bu görüşmenin tek tanığıdır. Erdoğan, bu görüşmede, 3 ABD’liye karşı tek başına “savunma” yapmıştır. Zaten savunacağı konular da kendisi ve ailesi ile ilgili dosyalardır. Yarın bu kişi, Merve Kavakçı’nın kızı, kalkıp görüşme tutanaklarını açıklamaya kalkarsa ne olur? Acaba bu görüşme, bu kişinin büyük kariyerinin garantisi olabilir mi? Kimselere güvenmeyen “asrın lideri”, bu hataya nasıl düşmüştür? Bahçeli’nin tarzı ile soracak olursak, “bunu yaparak ne yapmak istemiştir?”

500 kişilik zırhlı araçlı konvoy, “basitleşme”dir.

İtibardan tasarruf olmaz anlayışının, diplomatik alandaki sonucu budur. Tetikçi, ancak bunu yapabilmektedir. Oysa “onurlu” bir tetikçi (tetikçide onur mu olur), hiç değilse, bu 500 araçlık konvoyun içinde ses düzeni kurar ve dün kendisine verilen emirleri tek tek anlatacağını söyleyerek Biden ile görüşme koparmanın bir yolunu bulmayı denerdi.

İkinci çıkartma cephesi, Times meydanı olmuştur. “asrın lideri” bir kitap yazdırmıştır. Kitabın yazarını ayarlayan, projeyi ortaya koyan değilse bile uygulayan İletişim Başkanı olmalıdır. Kitapsız lider olmaktan kurtuluş yolu bulunmuş ve “kitaplı lider” olarak ortaya çıkmıştır. Ali Erbaş, kendisine kitap yazdırılan yeni “kitaplı lideri” kutsamak üzere geziye katılmıştır. Elbette Emine Hanım da, kitaplı olmalı idi ve o da kitap yazdı. Yazdırılan bu kitapların reklamları, araçlara giydirildi ve meydanda dolaştırıldı. Böylece, Amerikalı insanların bu kitap yazmış adama, tetikçi diye bakmalarının hata olacağını anlayıp bunu Biden’a aktaracakları sanılmış olmalıdır.

“Basitleşme”, çaresizlik içinde mi ortaya çıkar? Sanmıyorum. Birçok insan en çaresiz anlarında bile, “basitleşme”ye düşmeden varlığını sürdürebilir, dimdik ölebilir. Demek bunlar o cins insanlardan değil. Tetikçilik, çöküş anında, “basitleşme” gösterilerine dönüşmektedir.

Yoksa, bu olaylara, bu olup bitene, diplomatik bir üslup içinde, dış politika demek, oldukça zor olsa gerek.

Erdoğan, ABD’de, Meclis Başkanı ile ve BBP başkanı ile görüşmüştür. Ali Erbaş’ın duaları ancak buna yetmiştir. Kendi beslemesi olan basın mensupları bile, görevlerinden çok alışveriş ile ilgilenmişlerdir. Ne de olsa dolar sahibidirler. Yanlış oldu, bu gazetecilerin sahipleri dolarlara sahiptir.

Erdoğan, ABD’den dönerken, Biden’a açık olarak küsmüştür. Kendisi bir “görüntü”, bir poz bile alamamıştır ve aslında tümü iç politika için yapılan bu gösterilere Biden’ın pozunun eklenmemiş olması, küsülecek bir konudur.

Duygusaldır ve artık “kitaplı” bir liderdir, küsmek onun en doğal hakkıdır. “Kitapsız lider” olma hâline son vermiş bir kişinin, beklediği ilgiyi görmemesi, çocuklar için bile bir küsme nedeni değil midir?

Bu küskünlük içinde, “Kardeşim Putin’den anlayış bekliyorum” demiştir. Uygundur. Türkiye’nin, ABD ve Rusya arasında, her ikisini de kullanmak üzerine kurulu dış politikaya sahip olduğunu söyleyen, bunu ister başarılı bulan, ister başarısız bulan kesimler için, “asrın lideri”nin manevrası, son derece uygundur.

Putin’e gidilmiştir.

Görüşmenin baş başa yapılması talep edilmiştir.

Anlayış gösteren Putin, kendi raportörünü yanına alarak, baş başa görüşmüştür. Görüşmeden sonra bir açıklama yapılmamış, ama bir poz basına yansımıştır. Rus basını, bu pozdaki Erdoğan duruşunu “korku hâli” olarak yorumlamıştır.

Önüne Suriye’den çıkış talebi önceden konmuştu. Erdoğan, iyi ama bir küçük zafer kazanarak çıkayım, demiş olmalıdır.

Muhtemelen Erdoğan S-400’leri alacağız demiştir, devamı gelecek demiştir ve Putin muhtemelen, sizinle ortak füze üretelim demiştir. Diplomatlara sormalı, bu “soğuk Rus esprileri”nden biri midir? Yoksa, Putin, Erdoğan’a bu kadar mı güvenmektedir?

Hepsi, iç politika ile ilgili midir? Diyelim öyle ise, o zaman TC devletinin dış politikası başarılı/başarısız demenin ne anlamı vardır?

Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmak için, acaba, Suriye’de bir savaş hamlesi yapmak çözüm olabilir mi? Savaş hamlesi, Erdoğan’a bir seçim kazandırır mı?

Sorarken bile yorucu geliyor. Savaş senaryoları seçimleri iptal etmek, yapmamak için bir bahane olabilir. Başka bir sonuç üretmez. Çöküş hâlidir ve ABD’de, Rusya’da, Türkiye içine “itibar” gösterisi yapmak, “basitleşmek”tir. Buradan “itibar” çıkmaz. Bu, gerçeklikten kopma hâlidir ve bazı dostlarımızın söylediği gibi, sadece Erdoğan’a özgü değildir. Öyle olmuş olsa idi, buna “çöküş” demek mümkün olmazdı. Tüm Saray, tüm devlet yönetimi gerçeklikten kopmuş hâldedir. Bu durumda en iyi vakit geçirme aracı, afyon olmalıdır.

Bu nedenle, onlar Erdoğan sonrasını tartışıyor. Biz ise Erdoğan sonrasını değil, yeni bir dünyanın kuruluşunu, devrimi, sosyalist devrimi örgütlemeyi tartışıyoruz. Hep Saray’a, hep “tepelere” bakmak, insanı kör ediyor olmalıdır. Bu nedenle “basitleşme” kavranmıyor.

Eğer Erdoğan, Saray Rejimi, seçimleri erteleyecek ise, bunun için bir savaş çıkartacaksa, Irak’a dönük bir tantanalı savaşın önünde engel yoktur. Bu nedenle, Saray Rejimi’ne karşı “muhalefet” yapmak ile, “devleti kurtarmayı” akıllarına koymuş olan “muhalefet”, CHP ve İYİ Parti, mecliste tezkerelere “hayır” oyu vermelidir. Ama öyle yapmazlar.

Beş general, Suriye’de savaşmanın olanaksızlığını ileri sürerek istifa etmiştir. Akar, bu beş istifayı yalanlamış, 2 tanesinin istifasını kabul etmiştir. Bu generallerin, “yaralılarımızı tedavi ettiremediğimiz bir yerde savaşamayız” demekte oldukları, İYİ Partili yöneticiler tarafından açıklanmaktadır.

Putin ile görüşmeden önce, Suriye ve Rusya bombardımanlarına karşı kendilerini koruyamayan IŞİD’ci çetelerin, Türkiye’nin kendilerini korumasını talep edip Türk askerlerine saldırdıkları söylenmektedir. Bu konuda kayıplar olduğu bilinmektedir. TC devleti, bu sahaya, daha fazla SADAT elemanı sokmak istemektedir. SADAT, ülke içindeki bazı kamplarını, Suriye’de işgal bölgelerine taşımıştır. Söylenen budur.

ABD ordusundan bir yetkili Matt Powers, SADAT ve Adnan Tanrıverdi ile ilgili bir makale yayınlamıştır. Makaleyi yayınlayan site, bunun yazarın kişisel görüşlerini içerdiğini söylemiştir. Bir ordu mensubunun, hem de adı Matt Powers olan birinin, kendi görüşlerinin böyle yayınlanması rastlantı değildir.

Türkiye bataktadır ve ABD’den çıkış yolu beklemektedir. Ama iş o kadar kolay değildir ve ABD’nin tetikçilerine sadakati yoktur. Savaş zorlaştıkça, SADAT gibi güçleri devreye sokan TC devleti, bir çıkış bulamamaktadır. Bunun için Erdoğan, Suriye’de operasyondan söz etmektedir. Öyle anlaşılıyor, SADAT’a daha fazla kapı aralanmaktadır. Metin Külünk’ün bu konuda özel çalışmalar yaptığı söylenmektedir. Perinçek grubunun SADAT ile bağları geliştirdiği söylenmektedir. Doğrusu bu söylenenlerin ne kadar doğru olduğunu anlamak için çok beklemeye gerek kalmayacağını düşünüyoruz.

IŞİD’e silah tedarik eden TC devleti, bugün de bu çetelerle bağlarını sürdürmektedir.

Saray, ABD’den onay almak isteğindedir. “Sen daha birkaç yıl yerinde kalacaksın” densin yeterlidir.

Bu nedenle, Murat Mercan, Türkiye’nin yeni Washington büyükelçisi, bir makale yayınlamıştır. Mercan bu makalesinde, diplomatik “basitleşme”nin en güzel örneklerinden birini sunmaktadır. Nasıl ki Erdoğan, bir makale yayınlayarak, “bize destek verin Suriye’yi toptan alalım” demekte idiyse, aynı tarzda Murat Mercan, tetikçilik görevinde ne kadar hevesli olduklarını söylemektedir. Açık ve net bir dille. Mercan, sadece Suriye’den değil, Ukrayna’dan, Kafkaslardan, Libya’dan, Türk Cumhuriyetlerinden vb. söz etmektedir. Açıkça, NATO’nun Rusya ve Çin’e karşı savaşı için, Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu anlatmakta, Türkiye’nin de bu konuda görev almakta hevesli, istekli olduğunu bildirmektedir.

Demek, Saray artık pazarlık yapmasını da bilmiyor; yalvarıyor. Çöküş hâli, basitleşmenin değişik örneklerini sunar diyebiliriz.

Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için, her adımı atmaktadır. Saray Rejimi, elbette ABD onayının, efendinin onayının çok önemli olduğu konusunda bir fikre, bilgiye sahiptir. Bu nedenle, kendisinin desteklenmesini istemektedir.

Dün, “süpürmeyin kullanın” vurgusu, başkası tarafından bir tutundurma-reklam çalışması olarak yapılıyordu. Malı satmak için her yol mübahtır. Bugün, bizzat iktidarın kendisi, kendini pazarlamak için, reklam-tutundurma çalışması yapmaktadır. Böyle olunca, iş “profesyonel” tarzda yapılamaz hâle gelmiştir. Kişinin kendisini “sunması” her zaman “basitleştirme” potansiyeline sahip, riskli bir iştir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz