ABD’nin savaş planları ve Saray Rejimi

ABD, Ukrayna meselesi üzerinden, tüm belli başlı Batılı emperyalist dünyayı, Japonya da içinde, kendi bayrağı altına toplamayı başarmak konusunda bir hayli yol aldı. Ukrayna meselesi olmasaydı belki başka bir kriz ile bunu yapacaklardı. Ama Ukrayna meselesi, ABD’nin Batı’yı kontrol etme konusunda elini bir hayli güçlendirdi.

Hatırlanacaktır, üzerinden 2 yıl geçmemiştir, Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” diyordu. NATO’nun beyni ABD’dir. Şimdi ise Fransa, ABD’nin savaş planlarının destekçisidir. Türkiye üzerinden Fransa’ya gönderilen savaşçılar, İslamî çeteler (El Kaide, IŞİD vb.) Fransa için bir açık tehdit olarak devreye sokulabilmektedir. ABD, bunu tüm Avrupa’da -yaşayıp göreceğiz, yakında Japonya’da da- devreye sokabilmektedir.

Aslında sürecin bir yüzünde ABD’nin çözülen hegemonyası vardır. Bu hegemonya tam anlamı ile, II. Dünya Savaşı sonrasında 1945-48 arasında kurulmuştur. Doların egemenliği, IMF, Dünya Bankası, NATO vb. bu hegemonyanın kurumlarıdır, elbette başkaları ile birlikte. Komünizme karşı egemenlerin cennetlerini kaybetmeme savaşı, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir korku ile, ABD hegemonyası ile birleştirilmiştir. Hem kapitalist dünyada devletler faşizmin dişlilerini içerecek biçimde, “demokrasi” yaftası altında tekelci polis devleti olarak örgütlendi, hem de tüm Batı, sömürgeleri ile ilişkilerini daha da derin bir sömürü ve yağma temelinde yeniden geliştirdi. Elbette bu süreçten en büyük payı ABD aldı. İşte bu hegemonya, SSCB çözüldükten, “komünizm tehdidi” ortadan kalktıktan sonra, emperyalist güçler arasında ortaya çıkan paylaşım savaşı ile birlikte çözülmeye başladı (Burada bir nota ihtiyaç var: Aslında, daha kapsamlı çalışmalarımızda, Sweezy ve Baran’ın, bu hegemonyanın çözülüşünü 1970’lerde dile getirdiğini söylemiştik. Ama bu daha içten içe yürüdü ve petro-dolar sistemi ile 1973 sonrasında ABD durumu toparlar, en azından yavaşlatır gibi oldu. Bizim bugün hegemonyanın çözülüşünü esas olarak SSCB’nin çözülmesi ile anmamızın nedeni, bu hegemonya çözülüşünün daha net açığa çıkması ve emperyalist beşli arasında bir paylaşım savaşımının su üstüne çıkmış olmasıdır).

Sürecin ikinci yüzünde ise kapitalist sistemin derinleşen krizi vardır. 2008 bu krizi daha da boyutlandırmıştır. Kriz, bir yandan emperyalist paylaşım savaşımı ortasında ortaya çıkmıştır, diğer yandan ise kapitalist dünya tarafından kabul görmek isteyen iki güç, Rusya ve Çin, kendi varlıklarını hissettirmeye başlamıştır. Özellikle Çin’in ekonomik gelişimi, kriz ile sıkışan egemenlerin daha fazla pasta kaybetmesi, pazar hâkimiyetlerini kaybetme riskleri anlamına geliyordu. Bu da bugünkü süreci belirleyen üçüncü kuvvettir.

Uluslararası emperyalist güçler, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya en başta olmak üzere, Rusya ve Çin’i, yeni “ortak”lar olarak masaya kabul etmeyi reddetti. Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirmek için Batı’nın birleşmesi planı, birçok denemeden sonra, Biden ile tam olarak devreye sokuldu ve savaş bir çözüm olarak dayatıldı. Bunda Suriye savaşı bir dönüm noktası olmuştur. O ana kadar ABD, Afganistan, Libya, Irak, Yugoslavya gibi alanlarda istediğini yapıyordu. Ama Suriye sürecinde Rusya devreye girdi ve Çin de ardından konum aldı. Böylece, bir realite olarak “tek kutuplu dünya” hayallerinin sonuna gelinmiş oldu.

Elbette savaş, bu koşullarda, Rusya ve Çin cephesine karşı savaş hâline geldi.

Son aylarda, ağustos ve eylül aylarında, Ukrayna’da NATO güçlerinin aslında yenilmiş olması nedeni ile, savaş naraları artmaya başladı. Bu naralar NATO, ABD, İngiltere ve Almanya’dan daha fazla yükselmektedir.

III. Dünya Savaşı (“III. DS” olarak kısaltabiliriz), artık bir gerçeklik olarak anılmaya, güçlü bir olasılık olarak ortaya konmaya başlandı. Aslında fiilen yaşanmakta olan savaşlar, III. DS’nin bir parçasıdır. Ama henüz tam bir dünya savaşı hâline gelmediğini de anlamak gerekir.

Şimdi, ABD-Batı-NATO stratejisi, Ukrayna’da daha yoğun bir savaş şeklinde ilerlemektedir. Almanya ve İngiltere’nin savaş kışkırtıcılığı konusunda ABD’den daha öne geçmeye çalışmaları, aslında III. DS’nin daha da yakınlaşması demektir.

Bu çerçevede, Batı cephesi, NATO ve ABD, başka alanlarda da savaş hazırlıkları yapmaktadır. Tüm Avrupa, tüm kapitalist dünya savaş sanayiine tam hızla yüklenmekte, her fırsatta boğazlayacak yer aramakta, sürekli gerilimler çıkartmak için fırsatlar kollamaktadır.

Bu sürece karşı BRICS gibi birçok önlemle Rusya ve Çin cephesi devrede olsa da, birçok sömürge ülke farklı tutumlar alsa da, ABD’nin yeni savaş alanları yaratma politikası yol almaya devam ediyor.

Bir yandan, Çin’in çevresinde, Japonya ve Güney Kore aktif hâle getirilmekte, diğer yandan Balkanlar tekrar savaş alanı hâline getirilmek istenmekte ve nihayet Kafkaslarda, bedelini Karabağ’daki Ermenilerin ödediği bir yeni senaryo devreye sokulmaktadır. Batı, bir yandan Ermenistan hükümetini, diğer yandan Azerbaycan’ı aynı anda kullanmak hevesi ile hareket etmektedir. Böylece, İran’a karşı savaş planları geliştirilmek isteniyor.

Bu açıdan, bir yandan Rusya sıkıştırılmak istenmektedir ama esas olarak İran çevrelenmeye çalışılmaktadır. İran ile Türkiye arasında bir savaş hazırlığı olduğunu, bunu NATO’nun planlamakta olduğunu görmek zor olmasa gerek. Suriye savaşının bedelini bölgedeki halklar ödüyorlar. Kafkaslardaki planlamalar şimdilik en çok Karabağ’daki Ermenilere zarar verir durumdadır. Böylece, tüm Ortadoğu’yu yeni bir savaşın eşiğine getirdiklerini kabul etmek gerekir.

Ama bu savaşın esas cephesi, TC ile İran arasında çıkacak bir savaş olacaktır. TC devletinin, Azerbaycan üzerinden birçok savaşçıyı bölgeye soktuğunu görmek mümkündür. Bu savaşın kesin kışkırtıcılarından biri elbette İsrail’dir.

Elbette böylesi bir savaş, hem İran hem de Türkiye’nin büyük ölçüde tahrip olması da demek olacaktır. Ama bu Batı için çok da sorun değildir. Tersine, istenir bir durumdur. Savaşın ortasında TC devleti, ellerini ovuşturarak, Kürtlere ve Ermenilere karşı yeni katliam politikaları devreye sokma hayalindedir. Kısacası, herkesin, bölgedeki her gücün bu konuda bir hesabı olduğu açıktır. Ama esas hesap, Brüksel ve Washington’da, Londra ve Berlin’de pişirilmektedir.

Hem Kafkaslardaki gelişmeler hem de TC devletinin içeride ve dışarıda savaş politikalarına kilitlenmiş olması, tetikçilik görevini tereddütsüz ve büyük istekle kabul etmiş olması, bu savaşın çok da yakınlaştığını göstermektedir. ABD’nin, yeniden Erdoğan ile devam etmesinin temelinde bu vardır. Seçim sonuçları da buna uygun ayarlanmıştır. MHP’nin yüzde 4’lük oyunun yüksek gösterilmesi, artan milliyetçiliğin değil, artırılmak istenen, kotarılmaya çalışılan milliyetçiliği kanıtıdır. Erdoğan’ın, “ümmetin ve Turan’ın lideri” olarak tanıtılması, komik kamyon reklamları ile New York sokaklarında “Türkiye Yüzyılı” ilan edilmesi, bu konudaki heveslerinin gösterilmesi açısından anlamlıdır. Son dönemde ortaya çıkan mahkeme kararları ve tutuklamalar, tam da bu amaca dönük bir hazırlığın işaretidir. Kürt gerillalarına karşı kimyasal silah kullanımının tüm Batı programı olarak uygulanması, bunun hız kazanması tam da bu nedenledir.

İçeride ve dışarıda savaş politikası, tam da bu açıdan okunmalıdır.

Bu, aynı çerçevede, Saray Rejimi’nin, yeniden sağlamlaştırılması için kolların sıvanması anlamına gelmektedir. Türkiye solunun geniş kesimlerinin liberal politikalarla CHP kuyruğuna takılmış olması, bu açıdan Saray Rejimi ve TC devleti için bir avantajdır. Bu politika, ABD ve AB desteklidir.

TC devleti daha da saldırganlaştıkça, olağanüstü devlet örgütlenmesi olarak Saray Rejimi daha da güçlendirilmek istendikçe, sola, laiklik ve milliyetçiliğin bir tonu çerçevesinde “devletin eski hâlini” savunma rolü biçilmektedir.

Elbette bunu reddediyoruz ve solun duyarlı kesimlerini, direniş çizgisini sürdüren kitleleri ve grupları uyanık olmaya çağırıyoruz. Bu süreç işçi sınıfının davasına, direniş hattına, devrim ve sosyalizm savaşımına ihanettir. İkinci Enternasyonal’in, Birinci Dünya Savaşı öncesinde girdiği ihanet çizgisi, şimdi, savaş arifesinde ve savaşın içinde yeniden canlandırılarak, solun dumura uğratılması sağlanmak istenmektedir. Bu yolla, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, ekolojik hareketin, kısacası tüm direniş hattının yönsüz hâle getirilmesi amaçlanmaktadır. Bu yolla, içeriyi dikensiz gül bahçesine, suskunluğun egemen olduğu bir duruma çevirmek istiyorlar.

Buna Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi demek yanlış olmayacaktır. “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” yalanı ile solun direnci kırılmış iken, sol, liberal bir çizgide CHP’nin arkasına takılmış iken bu bir fırsata dönüştürülmek istenmektedir. Güçlendirilmiş parlamenter sistem, öylesine bir sahtekârlık idi ki, güçlendirilmiş Saray Rejimi olarak ortaya çıktı.

Savaşın kuralı budur: Kendi yolunu geliştiremeyen, kendi yolunda çeşitli zorluklarla yürüme cesaretini gösteremeyen, başkalarının yolunda heba olmak zorunda kalır. Yapmak istedikleri de budur.

Oysa bu kan gölü, bu kaos içinde doğmakta olan güneşi, kızıl bir dünyanın şafağını görmek de mümkündür.

Sadece Türkiye’de, sadece Kürdistan’da bir direniş sürmüyor. Çeşitli vesilelerle, dünyanın her köşesinde işçi ve emekçiler, halklar, kendi yollarında seslerini yükseltiyorlar. Dünyanın bir yerinde sosyalist devrimin zaferine kadar, bu yükselmekte olan direnişe “önemsiz” diye bakmak, tam da kaos ve savaş politikalarına teslim olmak demektir.

Biliniyor, her savaş aynı zamanda bir iç savaştır.

Dünya kapitalist sisteminin gelişmiş emperyalist merkezleri de dâhil, bu iç savaş sürecinin içine girmişlerdir. Savaşın içinde yer alan her ülke, yer aldığı ölçüde gelişmekte olan bir iç savaşla da karşı karşıya kalacaktır. Neonazi örgütlenmelerinin ortaya çıkması, her yerde bu örgütlenmelerin devlet aracılığı ile örgütlenmekte olduğu gerçeğinin gün yüzüne çıkarak bizzat sahiplerince itiraf edilmesi, bu sürecin bir parçasıdır.

Artık, cepheler netleşmekte, maskeler indirilmektedir. Artık hiçbir emperyalist ya da kapitalist devlet, kendi mekanizmalarını, örgütlenmelerini saklama gereği duymamaktadır. “Demokrat” olarak ün salmış “aydın”lar bir bir maskelerini indirmekte ve açıktan saf tutmaktadır. Satılık ve kiralık “aydın”lar, savaş yanlısı olarak ortaya çıkmaktadır. Ve bu savaş yanlısı tutumlarını, yüce insancıllıkları ile açıklamaktan geri durmamaktadırlar. Almanya örneğinde, Yeşil ismi ile “demokrat”mış gibi yapanlar, en büyük savaş taraftarı olarak ortaya çıkmak zorunda kalmaktadır. İşçilere verilmiş sus payları, tek tek geri alınmaktadır. Her “demokrasi beşiği” devlet, tüm iç savaş mekanizmalarını sahaya sürmektedir. Bunlar elbette emperyalist metropollerdeki görünümlerdir.

Burjuva devletler, bir şalla gizledikleri devlet çarklarını, faşizmin dişlilerini tüm çıplaklığı ile göstermek zorunda kalmaktadır. Dünya kapitalist sistemi, tüm yeryüzünde, en gerici örgütlenmeleri ile iç savaş hazırlıklarını ortaya koymaktadır. Artık dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir kapitalist ülkesinde, hiçbir veçheden, “demokrasi”nin nimetleri diye bir tartışma yürütülemez. En kör gözler için bile, kapitalist devletin “demokrasi” ile bir alakası olmadığı, tersine “demokrasi” dedikleri şeyin burjuva diktatörlüğü olduğu görünür hâldedir.

Bu koşullarda, savaşı önlemenin nutuklarla, iyi niyet ve temennilerle, burjuvalara savaşın kötülüğünü anlatarak onları ikna etme yöntemlerine sığınmakla gerçekleşmeyeceği açıktır. Gerçekten savaşa karşı olmak, artık, açıktan sosyalist devrimden yana olmak, sistemi alaşağı edecek bir toplumsal hareketle birlikte mücadele etmek anlamına geldiğini anlamak, bunu isteyenler için, daha net hâle gelmektedir.

Savaşa karşı olmak, bugün, kapitalist-emperyalist sisteme karşı savaşmak anlamına gelmektedir. Bunun da anlamı açıktır, devrim ve sosyalizm saflarında, işçi sınıfının devrimci yolu saflarında mücadele etmek.

Devrim ve sosyalizm mücadelesi, tek çıkış yoludur. Tek gerçek kurtuluş yolu, savaşı önlemenin de tek gerçek yolu budur. Nasıl ki Ekim Devrimi, I. Dünya Savaşı’nı bitirmiştir, bugün de III. DS’yi önlemenin tek yolu, bir yeni sosyalist devrim dalgasıdır. Bu aynı zamanda savaş başladığında, her devrimci işçinin, insanım diyen herkesin, silahını başka ülkedeki asker kıyafeti giydirilmiş emekçilere değil, kendi hükümetlerine çevirmesi gerektiği anlamına da gelmektedir. Bu, devrimci enternasyonalist tutumdur. Egemenlerin çıkarları için savaşmayı reddetmek gerekir.

Bu, iki sınıfın yeryüzündeki mücadelesidir. Bu iki sınıftan biri olan egemenlerin, burjuvaların adına savaşmak, işçi sınıfı davasına ihanet etmektir. Egemenler, bu savaşa devletleri eli ile girmektedir. Yöneten onlardır. Bunu reddetmek ve kendi örgütlerimizle, burjuva devletleri yeryüzünden silmek için savaşmak, zor ama tek çıkar yoldur. Eninde sonunda bu gerçekleşecektir. Bu yola bugünden güçlü bir biçimde girmek, yıkımı ve savaşın dünyayı kan gölüne çevirmesini önlemenin de yoludur.

Bu mücadelede aydınların işçi sınıfının cephesinde yer almakta tereddüt etmeleri süreci zorlaştıracaktır. İşçi sınıfının davasından, sosyalizmden, insanca yaşamaktan, barıştan söz eden her gerçek entelektüelin, bu savaşta, devrimci mücadelenin, işçi sınıfı davasının organik bir parçası olma görevi vardır. Bunun için ödenecek bedel göze alınmadan kan ve gözyaşının bitmesi mümkün değildir. Dahası, entelektüellerin açıktan ve organik olarak devrim saflarında yer almasının, çok büyük bir değeri vardır. Bu sadece bir kişinin mücadeleye katılması demekle de sınırlı bir hâl değildir.

İç savaş koşullarında egemenler herkesi açıktan tutum almaya zorlamaktadır. “Ya bendensiniz ya da düşman” söylemi, boş bir söylem değildir, tersine egemenlerin yürüttüğü savaşın bir gerçeğidir. Bu gerçeği bütün çıplaklığı ile dayatmaları, yaşanan savaş durumunun dolaysız ifadesidir. Bunu görmek ve ona uygun olarak saf tutmak gerekir.

Tüm dünya için geçerli olan bu durum, ülkemiz için de fazlası ile, daha açık biçimde, daha acil bir görev olarak geçerlidir.

Savaş, birçok cephesi ile, ülkemizin içinde olduğu coğrafyada yoğunlaşmaktadır. Ve bu durum, emperyalist cephenin ortaklaşa sömürgesi olan Türkiye’yi, birçok açıdan etkilemektedir. Bu nedenle, bugün, Saray Rejimi’nin yeni kabinesi, NATO çerçevesinde oluşturulmuş bir savaş kabinesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Ülkemizde, cepheler nettir. İnancın ne olursa olsun, ideolojin ne olursa olsun, ya işçi sınıfından yana olacaksın ya da egemenden yana, devletten yana olacaksın. Bunun artık orta yolu kalmamaktadır. Hem TC devleti, bizzat herkesi bu anlamda seçime zorlamaktadır hem de savaşın gerçekliği budur. İşçi sınıfının önderliğinde gelişecek bir sosyalist devrimden başka hiçbir yol, çıkış yolu değildir.

Dahası, gelişmekte olan sosyalist devrim, tüm halkların kardeşliği de dâhil, işçi sınıfının enternasyonalist ruhuna uygun olmak zorundadır. Hangi biçim altında olursa olsun “milliyetçilik”, sonuçta egemenden yana tutum almak demektir. Sol hareketin, Kemalist eğilimleri güncelleyerek yeniden milliyetçi bir çizgiye kayması, oldukça tehlikeli bir tutumdur ve devrime ihanettir. Kürt devrimi gibi, bölgenin başka ülkelerindeki direnişler gibi bir gerçeklik ortada iken, enternasyonalist tutumu doğru anlamamak, büyük hata olacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz