Biliyoruz; ABD hegemonyası çözülüyor. Bugün, bu kabul ediliyor. En azından yaygınca. Ve bu yeni değildir. Sweezy ve Baran, daha 1970’lere gelmeden, ekonomik olarak ABD hegemonyasının sonunun göründüğünü yazmışlardı. ABD, karşılıksız para basarak, Vietnam savaşını finanse etmişti. Ama dahası var, 1971 krizini, doların egemenliğini pekiştirecek bir yolla, petro-dolar denilen sistemle atlatmıştı. Tüm Ortadoğu petrollerinin dolarla satılması ve satış paralarının dolar cinsinden ABD bankalarında tutulması, hem banka sermayesinin krizden büyüyerek çıkmasına olanak sağlamıştı, hem de dünya ekonomisinin para biriminin dolar olmasını daha da pekiştirmişti.
Ve elbette bu ABD’nin askerî gücü ve kontrolünün ifadesi demek olan NATO ile sağlanmaktaydı.
ABD hegemonyası, başlangıçta daha çok ekonomik üstünlüğe vb. dayanırken, sürdürülmesi, 1950’lerden sonra, özellikle 1970’lerden sonra, daha çok askerî üstünlüğe ve Batı emperyalist örgütlenmesindeki siyasi hegemonyasına dayanıyordu.
Bu süreç, bu hegemonya çözülmektedir. Ve giderek daha fazla, ABD, bu çözülüşü durdurmak için, daha fazla askerî güce başvurmaktadır. Batı cephesindeki rakipleri olan, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa karşısında, açık bir askerî üstünlüğe sahiptir. Ve Almanya ve Japonya karşısında askerî üstünlük, zaten II. Dünya Savaşı sonrasında bu iki ülkenin askerî sanayi ve ordu konusundaki sınırlamalar nedeni ile çok da büyük bir incelemeyi gerektirmez. Yani açıktır. Konuşulmasına gerek yoktur. Bu ikisinin anayasasını ABD, daha çok da Pentagon yazmıştır. Onun için tartışılmasına bile gerek yok. Fransa ve İngiltere karşısındaki askerî üstünlüğü de daha açıktır.
ABD, birçok manevra ile, bu diğer emperyalist rakipleri karşısında konumunu korumak ve güçlendirmek için hareket etti. SSCB yoktu, Çin bugünkü gibi kendi ürünleri ve markaları ile dünya pazarında yoktu. Çin, daha çok dünyanın fabrikası rolünde gibiydi. Ve SSCB dağıldıktan sonra, ABD için Rusya’yı aşağılamanın her yolu devreye sokulmuştu. Yani, bu konuda önü açık gibiydi ve onlar da böyle değerlendirdiler ve “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığına” karar verdiler. Elbette bu, tüm dünya bizim, demenin yolu buydu.
Negri gibi sol görünümlü sermaye hizmetkârları, ABD’nin dünya imparatorluğunu, dünyada barışın sağlanmasının yolu olarak ilan etmekteydiler.
ABD, buna (dış politikaya ihtiyacımız yok, dünya bizim tezine) dayanarak, doğrudan işgal politikalarını devreye soktu. Afganistan işgalini, Irak’ın işgali izledi. Ama bu her iki işgal, 1990’larda ABD’nin dünya hâkimiyetini sağlamaktan çok, hegemonyasının çözülmesini hızlandırdı. Ya da bu çözülmeyi durduramadı. Çünkü hegemonyaya itiraz ve buna bağlı olarak dünyanın yeniden paylaşılması talebi, aslında diğer dört emperyalist Batı gücünden gelmekteydi. Rusya ve Çin, ne yazık ki, o dönemler, G7’ye eklenmek, emperyalist efendilerin masasından yer istemekle, yer ummakla meşguldüler. Bu nedenle, Afganistan ve Irak işgalleri, aslında Batı cephesi üzerinden tüm dünyaya “ben imparatorum ve tek merkezim” demek için iş görecekti.
Öyle olmadı. Askerî zaferlere rağmen, çözülüş durmadı ve ABD, hem Japonya’da hem de Avrupa’da askerî üslerini kapatmak zorunda kalmaya başladı. Libya savaşı, bazı Batı ülkelerine bir pasta uzatarak, onları tekrar yanına çekme girişimi idi. O dönemler, ABD ve Avrupa, karşılıklı olarak, kendi tekellerinin yararına uygulamalar geliştirmekle meşguldüler.
Libya “yem”ini alan Batı, biraz olsun gevşemişti ve ABD, hemen Suriye’ye karşı operasyona başladı. Ama bu operasyon, Rusya’nın sahaya inmesine yol açtı. Demek Rusya için, efendilerin masasından yer almak sürecinin imkânsızlığı ortaya çıkmıştı. Çin ise, bu yıllarda, açıktan kendi markaları ile pazara girmişti bile. Ve Rusya ve Çin’in, aslında başka bir planı da olduğu, tek plan yapanın ABD olmadığı da ortaya çıkmaya başladı.
ABD, Suriye savaşında, Afganistan ve Irak’ta olduğundan farklı olarak askerî yenilgi aldı. ABD, Afganistan ve Irak’ta askerî zaferine rağmen, irtifa kaybetmeye devam etmişti. Ama Suriye sahasında bir askerî yenilgi ortaya çıktı. Ve elbette bu askerî yenilgiyi de kabul etmedi. Suriye savaşında bu durumun ortaya çıkmasının hemen ardından, Ukrayna’da darbe ile Neonazi yönetimini kurdu. Ukrayna’daki Neonazi iktidarı, 2014’te kuruldu. Ve her türlü katliam politikası sahaya sürüldü. Ukrayna eli ile, oluşturulan kukla rejim ile, Rusya’ya karşı yıpratma savaşını geliştirdi. Ve bu savaşı durdurmak için Rusya açıktan devreye girince, bağımsızlığını ilan eden Donetsk ve Luhansk’ı tanıdı. Bu durum, Batı emperyalist güçlerinin ABD safında, iradelerini ABD’ye teslim ederek yer almasına evrildi. ABD, Ukrayna üzerinden ilk zaferini Ukrayna sahasında değil, Avrupa sahasında kazandı. Almanya ve Fransa’nın iradeleri kırıldı. İngiltere, başlatmış olduğu “the great reset” tartışmalarını geriye itti. The great reset, ABD hegemonyasının ifadesi demek olan, Batı egemenliğinin ifadesi demek olan eski dünya düzeninin ortadan kaldırılarak, yeniden organize edilmesi demek oluyordu. Bu da, IMF, Dünya Bankası, ABD Doları’nın egemenliği demek olan Bretton Woods anlaşması ve NATO gibi organizasyonlarda ifade edilen ABD hegemonyasının bitmesi demekti. Talep buydu. Ve İngiltere’nin bu talebi de artık dile getirilmez oldu. Elbette, ABD ve diğer dört emperyalist güç arasında çelişkiler ortadan kalkmadı. Bunlar hâlâ sürmektedir ama ABD, tüm bu güçleri kendi kontrolüne almayı başardı. Bu elbette çelişkili bir birlikteliktir. Ama zaten kurtlar gibi, emperyalist güçler de hep çelişkili birliktelikler kurarlar.
ABD bunu başarmak için, masaya, Çin ve Rusya tehdidini koydu. Çin, ekonomik olarak tüm Batı emperyalistleri için tehdit olarak ilan edildi. Almanya’nın yeni şansölyesi, bunu açıkça ifade etti: Biz Avrupa olarak Rusya’ya karşı durmalıyız ki, ABD de Çin’i yenebilsin, dedi. Rusya’ya karşı AB’nin ve tüm Batı cephesinin “birleştirilmesi”, aslında Çin’e karşı savaşın da bir parçasıdır. Bunu, Rusya ve Çin’in okuyamaması düşünülemez.
2008’de açık olarak Rusya tarafından ilan edilen, ABD Doları’nın hegemonyasına son verilmesi planı, başka organizasyonlara evrildi. Şangay İşbirliği Örgütü ve BRICS aslında bunun açık ifadesidir ve Batı cephesi bu konuda çok büyük yaralar almıştır. Elbette, bunlar birer askerî organizasyon değildir. Ama Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi ve paylaşılması hedefine karşı açık ve kapsamlı bir direnişinin kanıtlarıdır ve bunun kapsamlı bir karşı-atak olduğunu gösterir.
İşte bu tablo, ABD’nin zaten çok da iyi bildiği savaş politikalarını daha da geliştirmesi politikalarını domine etmesi de demektir.
ABD, bugün, Ukrayna’da da askerî yenilgi almıştır. Suriye yenilgisinin üstüne binen bu yenilginin sonuçları da yaşanacaktır. Ama bu da kabul edilmiş değildir. Yenilgiyi kabul etmek yerine, tüm Neonazi metotlarını sahaya sürmeyi tercih ettikleri ve edecekleri anlaşılıyor.
Bu nedenle ABD, şimdi, savaşı, Çin’e karşı savaşa çevirmek istemektedir. Bu nedenle, Çin’i kuşatmakla meşguldür. Güney Kore, Filipinler, Japonya bu konuda rol almışlardır.
Sadece bununla da yetinmiyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da da savaşı geliştirmek ve yaymak istemektedir.
7 Ekim sonrası süreçte İsrail eli ile başlatılan savaş, bugün Filistin halkına karşı bir soykırım olarak sürmektedir. Ve İsrail, İran’a karşı savaşı geliştirmek için, açıktan ABD kongresinde çağrı yapmıştır. ABD parlamentosu, Netanyahu’yu, 57 kere ayakta alkışlamıştır. Netanyahu, açık olarak, hiçbir örtüye başvurmadan, kendilerinin ABD adına İran ile savaştıklarını ilan etmiştir ve bu konuda da destek almıştır.
Tam bu noktada ortaya çıkan suikastlar dikkat çekicidir. Bu beklenen bir şeydir de. İsrail ve gerçekte ABD, İran’a ve onun çevresindeki direniş cephesine dönük suikastları devreye sokmuştur. Bu da yeni değildir.
Dahası bugün, bu suikastlar geliştirilmektedir. Slovakya Cumhurbaşkanı Fico’ya karşı suikast da içindedir, Trump’a karşı suikast da.
Ve nihayet, ABD parlamentosunda aldığı alkışlarla ülkesine dönen Netanyahu, Hizbullah liderlerinden Hacı Muhsin (Fuad Şükür) ve Hamas liderlerinden İsmail Haniye’ye suikast planlarını devreye soktu.
Haniye, açıkça İran içinde öldürüldü.
Böylece bir yandan, ABD, dünyanın her yerinde, suikastları devreye soktu. Böylece, kritik önemdeki kişilere karşı hamleler yapılarak, aslında dünya çapındaki savaşı daha da zorlamaktadır.
Biz buna Üçüncü Dünya Savaşı diyoruz. Ve bu savaş, daha öncekilerden oldukça farklı metotlarla kotarılmaktadır. ABD, bu yolla, aslında ciddi bir biçimde savaş dışında politikalara şans vermeyeceğini ilan etmektedir. Rusya ve Çin’in savaşı önleme planlarının tersine bir tutumdur bu ve ABD karşı cepheyi her açıdan zorlamaktadır.
ABD için savaşın kendi topraklarından uzakta olması, her zaman gözetilen bir nokta olarak dikkat çekmektedir ve ne Rusya ne de Çin, kendi çevrelerinden uzakta bir savaşa hevesli değildirler. Bu durum, Batı ve ABD’yi daha sınır tanımaz hâle getirmekte, cesaretlerini artırmaktadır. Ne de olsa Çin ve Rusya savunma hâlindedirler.
İsrail, ABD adına savaştığını, hiçbir yoruma gerek bırakmadan kendisi ilan etmektedir. Ve İran’a karşı savaş, gerçekte, büyük bir kararlılıkla ortaya konmaktadır. Böylece İran’ın direniş cephesi dediği cephenin yıpratma savaşını önlemek istemektedir. Husilere, Hizbullah’a ve Hamas’a karşı her türlü saldırı devreye sokulmaktadır.
O kadar ki, Dürzîlerin yaşadığı Golan Tepelerindeki bölgeye, İsrail kendi eli ile füzeler atmaktadır. Bölgeyi ziyaret eden İsrail yetkilileri, hiçbir biçimde İsrail vatandaşı olmayı kabul etmeyen Dürzîler tarafından “katil” olarak protesto edilmişlerdir. Buna rağmen İsrail, açıkça Hizbullah’ı suçlamakta ve onlara saldırmaktadır.
Bu bir yandan İsrail’in savaş dışında bir politikasının da kalmadığını ya da buna meyil etmediğini göstermektedir. Diğer yandan ise, ABD’nin savaşı yayma planlarının bir parçasıdır. İsrail halkının protestolarına rağmen Netanyahu, bu politikaları sürdürecektir.
Tam bu noktada, TC devletinin, Saray Rejimi’nin tuhaf açıklamaları ele alınabilir. Erdoğan, Libya ve Karabağ’a girdiğimiz gibi, İsrail’e gireriz, demektedir. Bir yandan, Erdoğan, bu açıklama ile bir itirafta bulunmaktadır. Demek ki, her iki alanda da askerî varlık göstermişlerdir. Azerbaycan bu açıklamayı reddetse de, bu açıklama Saray’dan gelmektedir. Bu nedenle bu açıklama bir itiraftır.
Ama dahası vardır.
TC devleti, ne askerî açıdan, ne de ticari açıdan İsrail ile ilişkilerini kesmemiştir. Yunanistan üzerinden tüm ticaret devam etmektedir. Ve askerî olarak TC devleti ile İsrail birer ortak olarak hareket etmektedir.
İsrail tarafının Türkiye NATO’dan çıkartılsın açıklaması, aslında aynı oyunun bir parçasıdır. Erdoğan, ne zaman yüksek perdeden konuşursa, ardından, tersini yapacak bir pratiği ortaya koyar. Daha doğrusu bu yüksek perdeden açıklamalar, hem var olan pratiği gizlemektedir, hem de yeni pratikte açıklamaların tersine bir yol tutulacağını göstermektedir.
Hatırlanmalıdır; Erdoğan Libya için konuşurken, NATO nire, Libya nire, diye konuşmuştu ve ardından, Türkiye toprakları Libya’ya saldırı üssü hâline getirildi. Bugün, Erdoğan bunu itiraf etmiştir.
Aynı biçimde, bugün “İsrail’e gireriz” açıklaması, hem İsrail ile var olan ticari ve askerî ilişkileri örtmeyi amaçlamaktadır, hem de İran’a karşı savaş planları çerçevesinde, Irak sahasına ABD adına girilmesinin artacağının göstergesidir. Irak’ın İran ile sınır olan ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyada TC devleti açıktan yerleşmek istemektedir ve bu plan, ABD planıdır, aynı anlama gelmek üzere, iradesi kalmamış olan AB planıdır da.
TC devleti, Kürt halkına karşı planlanan her türlü soykırım ve katliam planlarına fırsat ortaya çıktığında büyük bir hevesle sarılmaktadır. Bugün, Suriye sahasından, işgal altında tuttuğu topraklardan Irak Kürt bölgesine girilmesi planlanmaktadır. Bu Kürtlere karşı savaş, bu Kerkük-Musul yağması fırsatı ile birlikte, aslında İran’ın kuşatılması planının bir parçasıdır. Bu konuda da İsrail ile, ABD ile birliktedirler.
İsrail’in doğrudan İran ile bir sınırı yoktur. Bu nedenle, İran’a karşı savaş, sadece, ABD desteği ile, İsrail eli ile planlanan bir savaş değildir. Aynı zamanda İran’la yüzlerce yıldır değişmeyen sınırlara sahip olan TC devletinin de savaşa dâhil olması planlanmaktadır. Bu konuda kuzeyden de İran’a müdahale için Kafkaslar karıştırılmaktadır. Erdoğan’ın yüksek perdeden “İsrail’e gireriz” açıklamaları, aslında bu durumu örtmeyi amaçlamaktadır. Girecekseniz, sizi tutan nedir? Filistin halkı mı size engel olmaktadır? Elbette, TC devletinin, “ben de varım” demesi dışında bir anlamı yoktur. Yani, İran’a karşı, Ortadoğu savaşında ben de varım, demektedirler. TC devletinin İran’a karşı savaş karşılığında istediği şey, Kürtlerin katledilmesine olanak ve destek verilmesi ve Kerkük-Musul yağmasına katılma olanağıdır.
Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e karşı geliştirdiği saldırı ve sonrasında ortaya çıkan durum, TC devletinin İran’a karşı saldırı olanaklarını zora sokmuştur. Bu durum nedeni ile TC devleti zora düşmektedir. Bu nedenle, Suriye’den çekilme planları da dâhil yeni planlar ortaya konulmaktadır.
Suikastlar, elbette, savaşı daha da hızlandıracaktır.
Hizbullah’ın ve İran’ın nasıl bir tepki vereceği bilinmiyor. Ama bir tepki ortaya koyacağı açıktır. Hizbullah’ın, İsrail topraklarını vurma kapasitesi, son aylarda ispatlanmış bir durumdur. Ve bu durum nedeni ile İsrail savaşın İran’a karşı açık bir savaşa dönüşmesini hızlandırmak istemektedir. Ve bu durum, olup olmayacağı bile belli olmayan ABD seçimlerine kadar hayata geçsin istemektedir.
Savaşı yayma planları, muhtemeldir ki, Çin’e karşı da hamlelerle sürecek gibidir. Zira Ukrayna cephesinde ABD her yolu zaten denemektedir. Bundan da geri durmayacaklarını düşünmek gerekir.
Dünya savaşı, nihayetinde daha açık hâle gelmektedir. Ve ABD, bu savaşı, kendi toprakları dışında yürütme isteğindedir. Bu sefer, ilk iki dünya savaşında olduğu gibi, savaşı kendi topraklarından uzakta tutma olanağının olmadığını görmek mümkündür.
Ve elbette, bizim cepheden bakıldığında, bu savaş planlarını önlemenin tek yolunun, yeni bir sosyalist devrim dalgasından geçtiğini söylemek, bunu tekrar vurgulamak önemlidir. Sadece egemenlerin oyunlarına takılıp kalmak ve onları seyretmek, doğru tutum değildir. Doğru tutum, halkların emperyalizme karşı mücadelesi de içinde, işçi sınıfının devrim için ayağa kalkmasını sağlamak, bunu örgütlemektir. Bu kan denizin ufkundan kızıl bir güneş doğacaktır. Bu yıkıntıların içinden, sosyalist bir dünya doğacaktır. Bunun için, dünyanın neresinde olursa olsun, işçi sınıfının, devrimcilerin, silahlarını kendi egemenlerine, dünyadaki tüm egemenlere çevirmesi gerekir.