Önceki Bölüm: IV. Dünya Tekelci Sistemi
Türkiye, dünya kapitalist-emperyalist sistemi içinde yer alan, tekelci kapitalist bir ülkedir. Türkiye’nin bu sistem içindeki yeri, emperyalist aşamanın özelliklerine bağlı olarak, bağımlılık ilişkisiyle belirlenir. TC, emperyalizme bağımlı bir sömürgedir. Ancak bu bağımlılık ilişkisi, gerek Türkiye’de kapitalist gelişimin aldığı yol, gerekse bölge içindeki konumunu yansıtır. Bu konum, emperyalist egemenlik ve paylaşımın yeni bir yöntemi olan alt-emperyalist bir konumdur.
Türkiye’de burjuvazinin iktidara yükselişi, kapitalizmin doğuşundan yaklaşık 300 yıl, onun bir dünya sistemi haline gelişinden 70 yıl sonra gerçekleşti. Onun için bu burjuva iktidarlaşmada, Osmanlı’ya göre ileri noktalar aramak, burjuvaziye karşı savaşta saf değiştirip burjuvaziyle kol kola girmektir.
Türkiye kapitalizmi bu gelişmenin özellikleri ve etkileri altında gelişti ve bugünkü tekelci aşamaya ulaştı. Feodal soyluluğa karşı, burjuva önderlikli sınıf savaşımının esas olarak tamamlandığı, proletaryanın tarih sahnesinde devrimci bir sınıf konumuna yükseldiği, burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımın yaşamın tüm biçimlerine egemen olduğu, tekelci ilişkilerin sistemin egemen ilişkisi olduğu ve dünyanın emperyalist ülkeler arasında paylaşıldığı bir dönemde, egemen toplumsal ilişki konumuna yükselen Türkiye kapitalizmi, böyle bir dünyada bağımlı ve gerici doğdu.
Bağımlılık ve gericilik Türk burjuvazisinin öznel bir tercihi değil, onun, sistemden devraldığı özellikleridir. Başka bir deyişle, Türkiye kapitalizmi, mevcut egemen ilişki altında başka türlü olamazdı. Bunu kavrayamamak, kapitalizmin gelişimini, tekelciliği, emperyalizmi ve sınıf savaşımını kavrayamamaktır.
Türkiye kapitalizminin egemen sistem konumuna yükselişi, 18. Yüzyılın ortasında başlayıp, 1920’lerde tamamlanan bir süreçtir. Bu sürecin sonlarında burjuvazi ile feodal gericilik arasındaki savaş tali, proletarya ile burjuvazi arasındaki savaş belirleyicidir.
Burjuvazi henüz iktidarı almadan feodal sınıfın egemenliğini bitirmiştir. Osmanlı’nın I. Paylaşım Savaşı’ndaki yenilgisi, bu savaşımı hem kolaylaştırmış ve hem de noktalamıştır. Feodal sınıf yenilmiş, iktidarını kaybetmiştir. Ancak iktidar henüz burjuvazinin eline geçmemiştir. I. Paylaşım Savaşı’nın ardından Misak-ı Milli sınırlarına sıkışan Osmanlı Devleti’nde, ulusal kurtuluş (anti-emperyalizm) kabuğu altında bir iç savaş ve diğer halkların sömürgecilikten kurtuluş savaşı iç içe yaşanmıştır. Bu savaşın tarafları; güçlü bir geleneğe sahip, örgütlü bir burjuvazi; güçsüz, örgütsüz, ideolojik netlik taşımayan ama Ekim Devrimi’nden aldığı hızla coşkulu bir işçi ve halk hareketi ve yeni yeni gelişen bir ulusal arayış hareketidir. Burjuvazi, bu savaşın galibi olarak iktidara yükselmiş ve TC devleti kurulmuştur. Aşırı bir ulusçuluk, başka ulusların inkârına ve imhasına varan bir sömürgecilik, işçi sınıfı ve emekçilere karşı ideolojik inkâr ve fizikî terör, bu devletin mayasıdır. Bu süreç aynı zamanda sömürge haline gelme sürecidir.
Burjuvazi, Osmanlı topraklarını korumak için pek çok çare aramıştır. Ancak, Ekim Devrimi rüzgârını da arkasına alan halkların uyanışı ve içerde devrimci işçi ve halk hareketi, emperyalist merkezlerle burjuvazinin anlaşmasını koşullamıştır. Bu açıdan TC’nin kuruluşu, Osmanlı’nın sömürge haline de gelmesidir. Bunun yanı sıra, TC’nin kuruluşu, burjuvazinin iktidarlaşması, daha çok gelişen işçi ve halk hareketine karşı, bir karşı-devrim niteliğini de taşır. Kurtuluş savaşı diye bize sunulan şey, gerçekte bir iç savaştır. TC’nin şekillenişi de bu nedenle tümüyle komünizme ve dünya devrimine karşı bir şekillenmedir.
Burjuvazi bütün karşıtlarını ezerek, 1920’de iktidarını ilan etti. Böylece devrimin temel sorunu çözüldü. İç savaş süresinde oluşan iktidar boşluğu ortadan kalktı. Feodal sınıfın iktidarının yerini burjuvazinin iktidarı aldı. Kapitalist ilişkiler, çözülen feodal ilişkilerin yanında ve üstünde sistemin egemen ilişkisi oldu. Feodalizmin kalıntıları, zaman zaman tedricî, zaman zaman hızlanan, ama hiçbir durumda sistemin istikrarını tehlikeye düşürmeyecek tarzda dönüşüm sürecine girdi. Başka türlüsü olamazdı. Çünkü Türkiye’de kapitalizmin egemen sistem haline geldiği, burjuvazinin iktidara yükseldiği çağ, kapitalizmin yükseliş çağı değil, çöküş çağıydı; burjuvazi 1789’lardaki devrimci burjuvazi değildi ve sınıf savaşımı artık proletarya ile burjuvazi arasındaydı. İşçi sınıfı karşısında uzlaşma, gericilik ve militarizm, burjuvazinin yaşam felsefesidir. Türk burjuvazisinin, işçi sınıfı ve ulusal hareketlerden korkusu, daha iktidara gelmeden öğrendiği ve her anında derinleştirdiği bir korkudur. Burjuvazi bugün, bu korkuyu yaygınlaştırarak, işçi sınıfı ve emekçilere yayarak yaşam şansı bulabiliyor.
Türkiye kapitalizmi, ekonomik alanda cılız bir kapitalist birikim, siyasal alanda ise işçi sınıfı, emekçi halk ve ulusal hareketlerle burjuvazi arasında şiddetli bir sınıf savaşımı üzerinde yükselmiştir. Bu iki özellik, kaçınılmaz olarak, devleti ve özellikle onun baskı örgütlenmelerini; ordu, polis ve hapishaneleri ön plana çıkarmıştır. İktidar mücadelesinde, daha başlangıçta halkı karşısında bulan burjuvazi, halktan, işçi sınıfından, ulusal arayışlardan hep korkmuştur. Bu korku, onun örgütlenmesine yön veren temel etkendir. Kemalizm, bu korkunun ideolojik ve politik ifadesidir.
Türkiye kapitalizmi, bütün bu temel özellikler altında gelişimini sürdürdü ve finans kapitalin mutlak siyasi ve ekonomik egemenliği demek olan bugünkü tekelci aşamaya ulaştı.
Başlangıçta geleneksel sanayi dallarında, cılız sermaye birikimi üzerinde küçük çaplı fabrika üretimiyle işe başlayan burjuvazi, emperyalist tekellerin aracılığı, acenteliğinden, büyük çaplı üretime; pazar üzerinde tekelcilikten, üretim ve pazar üzerinde tekelciliğe yükseldi.
Bütün bu süreç içinde, silahlı gücü ile düzenin devamını sağlayan devlet, bürokrasisiyle, sanayiye ucuz girdi üreten tesisleriyle (büyük çaplı kapitalist üretimin altyapısının örgütlenmesi) ulusal gelirin bütçe yoluyla burjuvazi yararına yeniden paylaşımıyla, koruma ve teşvik uygulamalarıyla, sermaye akışını hızlandıran düzenlemeler ve iş yaşamını düzenleyen yasalarla, sanayi ve tarımda büyük kapitalist üretimin maddi ve teknik koşullarının yaratılmasında aktif ve belirleyici bir rol üstlendi. Devlet, tekelci burjuvazi için bir okul görevini gördü, kadrolarını burada yetiştirdi, sermaye birikimini buradan güçlendirdi.
Devletin kapitalizmin gelişiminde üstlendiği bu rol, Türkiye kapitalizminin gelişim özelliğinden kaynaklanıyor. Türkiye kapitalizmi, iktidara yükselmeden önce, Fransa’da, Almanya’da vb. olduğu gibi eski toplumun bağrında güçlü bir kapitalist üretim temeline dayanmıyordu. Tersine, Osmanlı, yarı-sömürge bir ülke olması nedeniyle, nispeten geniş bir kapitalist meta pazarı olmasına rağmen, son derece cılız bir kapitalist üretim alanına sahipti. Bu yüzden kapitalist üretimin örgütlenmesi ve büyümesi, esas olarak, burjuvazinin devlet iktidarını ele geçirmesiyle başlıyor. Devletin kapitalist gelişmede üstlendiği belirleyici rol, bu gecikmiş güçsüz doğuştan kaynaklanıyor.
Öte yandan, Osmanlı’nın ganimet ve talan geleneğine de uygun olarak, TC’nin kuruluşunda “Türk burjuvazisi” yaratmak için, sermayeyi ellerinde toplayan ticaret sermayesi ile Osmanlı’nın ileri gelenleri olan Rum, Ermeni ticaret burjuvazisi imha edilerek, katledilerek sermaye toplanmış, mallarına el konulmuştur. Devletin rolü bu açıdan da vazgeçilmezdir. Ünlü Karakol örgütü, Teşkilât-ı Mahsusalar, bu rolün ifadeleridir.
Öte yandan TC devleti, içerde işçi sınıfına, halka ve ulusal kurtuluş hareketlerine karşı örgütlenirken, dışarda da SSCB’ye karşı anti-komünist emperyalist örgütlenmenin askeri olarak görev yaptı. Bu görev, soğuk savaş yıllarında daha da somutlandı ve ülkede hemen her kurumun örgütlenmesi bu amaca göre şekillendi.
Bu, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin görece dayanıksızlığının, sürekli müdahalelere ihtiyaç duymasının da maddi temellerinden biridir. Kapitalizmin iç dinamiklerinin güçsüzlüğü, onun dünya kapitalist-emperyalist sistemindeki konumu ve bütün öznel yetmezliklerine rağmen sınıf savaşımının sarsıcı etkisine bağlı olarak Türkiye kapitalizmi, alçalıp yükselen bir eğride, ama sürekli bir ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkla büyümesini sürdürmek durumunda kalmıştır. Birbirini izleyen, her biri bir öncekinden daha fazla fiziki-ideolojik terörü içeren ordu müdahaleleri ve anayasal düzenlemeler, bu sürecin siyasal ifadesidir. Bu süreç, kapitalist gelişimin yeni gereksinimleri ve sınıf savaşımının ulaştığı boyutlara bağlı olarak devletin yeniden ve yeniden örgütlenmesi sürecidir.
Devletin bu yeniden örgütlenmesi Türkiye’nin bağımlı olduğu sistemden bağımsız değil, tersine, sistemdeki devlet örgütlenmesinin gecikmeli olarak, Türkiye’ye yansımasıdır. Bir farkla ki; sistemde, bunalım ihracına bağlı olarak ekonomik, siyasi istikrar ve sınıf savaşımının kontrol altında tutulması sonucu devletin terör aygıtları gizlenebilirken, Türkiye’de ekonomik ve siyasi bunalım sürekliliği ve sınıf savaşımının bir türlü kontrol altında tutulamaması, terör aygıtlarını açığa çıkarıyor. Başka bir deyişle, Türk burjuvazisi, kendi ülkesinde ve sömürgesinde daha çok terörle egemenlik sağlayabiliyor.
Devletin örgütlenmesinde asıl önemli olan, sınıf savaşımı dinamiklerini dumura uğratarak, sınıf hareketinin içten fetih edilmesidir. Yani bugünkü devlet, sınıf savaşımına göre örgütlenmiş, bir iç savaş, bir özel savaş örgütüdür. Devlet tüm kurumları ile bu noktaya kilitlenmiştir. Amacı, bir sınıf olmaktan çıkartılamayacak işçi sınıfını, devrimci bir sınıf olmaktan çıkarmaktır. Bu örgütlenmede terör, özel bir role sahiptir. Terör sadece ezmek için değil, ezilen ve sömürülen kitlelerde gelecek umudunun yok edilmesinin de aracıdır. Tekelci kapitalizm, şiddet ve hâkimiyet üzerine kurulu bir tekelci rekabeti doğurur. Şiddet ve hâkimiyet, terör ve medyada somutlanarak devlete yansımaktadır. Bu devlet, tekelci kapitalizmin devleti olan, tekelci polis devletidir.
Bu devlette siyasi özgürlükler (örgütlenme, toplanma, yürüyüş, grev vb.) ancak işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist düzene tabi kılındıkları ölçüde ve oranda vardır.
Türk burjuvazisi, gecikmeli de olsa dünya burjuvazisinin yolunda yürüyor. Yok edemeyeceği işçi sınıfını, özel bir savaş aygıtı yaratarak teslim almaya çalışıyor. Ancak, bütün başarılarına rağmen burjuvazi, Türkiye’yi bir devrim ülkesi olmaktan çıkaramamıştır. Dünya sosyalist sisteminin çöküşü ile birlikte, emperyalist sistemin bozulan dengesi, derinleşen bunalım ve bunun bağımlı ülkelere katlanarak yansıması, Kürt devrimci hareketinin önlenemeyen yükselişi ve işçi sınıfının potansiyel bir tehlike olmaktan çıkarılamaması, bu ülkede, devrimin nesnel koşullarını hızla olgunlaştırıyor. Sınıf savaşımı, bir dağılma, geri çekilme ve durgunluk döneminden sonra, her şeyin işçi sınıfına ve onun örgütlenmesine bağlı olduğu yeni bir evreye giriyor.