Asgarî ücret ve işçi sendikacılığı

Aslında hangisi sorundur sorusunu sormalıyız: Asgarî ücret düzeyinin düşüklüğü müdür esas sorun, yoksa sendikaların işçi sendikası olmaması mıdır?

Bir yılın daha sonuna geliniyor. Aralık ayı, “asgarî ücret” tartışma ayı hâline gelmiştir. İşçi sendikaları, tüm yıl boyunca ancak belli açıklamalar yapmakla yetiniyor ve aralık ayının gelmesine yakın, “basın açıklamaları”, hadi biraz daha toplumsal muhalefet devrede ise, o zaman da “miting”imsi mitingler düzenliyorlar.

Yani süreç şöyledir: Devlet, 11 ay boyunca, işçileri “enflasyona ezdirmeyeceğiz” şarkısını söylüyor. Devletin bu şarkısına işverenler tempo tutup, kendilerini dansa veriyorlar. Sendikalar ise, arada bir, işçilerde yükselen tansiyona bağlı olarak “do” sesi verir gibi açıklamalar yapıyorlar. Sonra, aralık ayı geliyor ve herkes bol keseden atıp tutuyor, mesela “enflasyona ezdirmeyiz evelallah” ya da mesela “%30’un altını kabul etmeyiz” açıklamaları yapıyor.

Bu arada biliyoruz ki, TC devletinin yetkilileri Batı şirketlerine, yani yabancı sermayeye, %25 zam yapılacağını söylüyorlar. Bir başka yerden de %25 az, %30 olmalı diyenler var.

Sonuçta elimizde 3 veya 4 rakam var.

%25 mi artış olacak?

%30 mu olacak?

30 bin mi olacak?

“Enflasyona ezdirmeyiz mi” olacak?

Yoksa “biz hiçbir kesimi mağdur etmedik” mi olacak?

Gelin bu konuyu biraz daha geniş bir pencereden ele alalım.

1

Asgarî ücret nedir? Sermaye, ancak işçi emek- gücünü satmak zorunda kalıp satınca sermaye hâline geliyor. Ki bu insanlık tarihinin de kısa bir özetidir. Yani sermaye, ancak canlı insan emeğini emerek, semirerek, sömürerek büyür. Büyümeyen, çoğalmak için yatırılmayan para, sermaye değildir.

Üretim sürecine 3 çeşit “güç” girer. Bunlardan biri makinalardır. Makina, üretim araçları, aslında daha önceki üretimlerde işçi tarafından üretilmiş, maddeleşmiş emektir. Buna cansız emek de diyebiliriz. İkincisi hammaddedir. İster doğadan doğrudan kullanılsın, isterse üzerine emek harcanmış olsun hammadde, kendisi ne ise üretim sonucu ortaya çıkan ürüne o kadar aktarım yapar, o kadar değer ekler. Makinalar da öyledir. Makinayı, her kapitalist, “amortisman” olarak hesaba katar. Ve üretime giren üçüncü güç, canlı insan emeğidir. Emekçinin emek-gücüdür. İşçi, emek-gücünü satar ve karşılığında, kendini geçindirecek mal ve hizmetler için gereken minimum parayı alır. Onun ihtiyacı olan şey, hayatta kalması için gereken maddî şeylerin tüketiminin sağlanmasıdır.

Emek-gücü bir meta hâline geldiğinde, işçi emek-gücünü tıpkı bir ceket gibi satar. Ceketi alan karşılığında bir ödeme yapar ama ceketin kullanım değerini almıştır o. O ceketi, mümkün olan en iyi şekilde kullanmak ister.

Kapitalist emek-gücünü, belli bir saat boyunca satın alır. O süre boyunca işçinin emeğinin tüm ürünlerini alır. Bu süre içinde işçinin canını çıkartacak şekilde onu çalıştırır. Onun kullanım değeri olan üretim yapması işini son noktaya kadar kullanır. Yani kapitalist, sermaye, işçiyi boş durmak için işe almaz.

İşçinin emek-gücünün karşılığını öder kapitalist. Kapitalist için mesele, emekçinin ertesi gün, daha ertesi gün, yani ölene kadar işe gelecek kadar mal ve hizmet tüketmesidir. O açıdan ne gerekiyorsa onu verir ama bu arada ondan ne kadar çok alıyorsa onu alır. Onu daha uzun süre çalıştırır, onu daha üretken tarzda çalıştırır, nefes almasını bile kontrol eder. Her işçiden öğlen molasında 5 dakika çalan 100 kişilik bir fabrika, her gün bir işçilik daha çalışma zamanı elde eder. Tek tek işçiler için 5 dakika nedir ki? Hele bizim Anadolu irfanında, al o beş dakika da senin olsun, demek yaygındır. Ama bu 5 dakika, 100 kişilik bir fabrikada bir ilave işçi demektir. Bunu aylık, bunu yıllık olarak da hesaplamak mümkündür.

Asgarî ücret işçinin ertesi gün işe gelebilmesini sağlayacak mal ve hizmetlerin toplam tutarı demektir.

Asgarî ücret iki etkene dayanır; birincisi fizikî gereksinimler, ikincisi toplumsal gereksinimler. Fizikî gereksinimler, yiyecek, içecek, barınak vb. demektir. Toplumsal asgarî ise, içinde yaşanılan topluma bağlıdır. Diyelim ki tiyatroya gitmek bir ihtiyaç değil ise, komşu ziyareti bir ihtiyaç değil ise vb. bu toplumsal asgarî düşer.

2

Bugün bizim ülkemizde, özellikle 2018 krizi sonrasında, yaşam şartları son derece güçleşmiştir. Bu, sadece yiyecek, sadece giyecek, sadece barınma, sadece sağlık, sadece eğitim, sadece ulaşım demek değildir. Bu aynı zamanda sosyal yaşamın da çekilmez hâle getirilmesi ile birleşmektedir. İş cinayetleri, çalışma koşullarının kötüleşmesi, daha uzun süre çalışma, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, artan kumar-uyuşturucu vb. gibi kolay yoldan para bulma umudu, sağlık cinayetleri vb. yaşamı dayanılmaz hâle getirmektedir.

Yaşamak pahalıdır ama ölmek son derece ucuzdur. Hayat pahalı, can ucuzdur.

Bu koşullarda, asgarî ücret, hiçbir biçimde yaşamak için yetmemektedir. İşçiler, ayın sonunu getirmek için, her türlü yolu denemektedirler. Bu, aynı zamanda, uyuşturucu satışı, kumar, piyango vb. gibi oyunlar da demektir.

Kapitalist sistemi sarsan kriz, sermayenin devleti olan devlet tarafından, işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmek istenmektedir. Haraçlar, vergiler, zamlar, enflasyon bunun başlıca araçlarındandır.

Enflasyon, işçi sınıfının gelirini çalıp, sermaye sınıfına aktarmanın başlıca araçlarından biridir.

3

Ülkemizde, 12 Eylül ile başlayan süreçte, işçi sendikaları, devlet tarafından işgal edilmiş, kontrole alınmıştır. Bu kontrolü sürekli kılmak için, gerekli yasal düzenlemelerin yanında, sendikaların başına, özel bir ekip yerleştirilmiştir. Bu ekip, çok eskiden beri var olan sendika bürokrasisi olmaktan çıkmıştır, onun çok ilerisindedir. Bugün sendikalar, işçi sendikası olmaktan çıkmıştır. İşçilerin sendikaya üyeliği sürmektedir ama sendikalar artık işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını bile korumak için hareket etmemektedir. Sendikaların başına çöreklenmiş bu yapı, sendika mafyasıdır.

Sendika mafyası, devlete bağlı, sermayeye, işverenlere doğrudan bağlı, büyük paralarla oynayan, sendikaları birer holding hâline getiren, sendikaları tıpkı tarikatlar gibi, kâr eden işletme gibi işleten bir özel güruhtur. Bunların silahlı adamları vardır. Sendika binalarının bazıları, holding binaları gibidir. Buralara işçilerin girmesi istenmez.

Bu sendika mafyası ile birlikte, işçilerin;

– Tüm sosyal hakları tek tek tırpanlanmıştır. Kreşleri, sosyal alanları, yakacak vb. destekleri tek tek yok edilmiştir.

– Özelleştirme programları, bu konuda çok büyük iş görmüştür.

– Sendikalar, önce grevsiz, grev yapmayan sendikalara dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan kısa süreli iş bırakmaların neredeyse tümü ya da tümüne yakını, işçilerin öfkelerinin taşması sonucu ortaya çıkan kendiliğinden iş bırakma eylemleridir. Grev, önce sendika tarafından önlenmektedir. Taşeron sistemi ile grev kırıcılığı yasal, meşru hâle getirilmiştir. Buna rağmen olur da bir yerde grev gündeme gelirse, o zaman da Saray Rejimi, devlet devreye girmektedir ve grevi yasaklamaktadır.

Grevsiz bir işçi hareketi, grevsiz bir sendikacılık ortaya çıkmıştır.

Üç büyük konfederasyon ve onların çoğunluk üye sendikaları, mücadeleyi grevsiz mücadele olarak algılamaktadır. “Mücadele” denilince, basın açıklaması yapmak, bir yerde nutuk atmak, gazetelere demeç vermek vb. gibi şeyler anlamakta, bunları yapmakta, bu yolla işçilerin öfkesini boşaltmaya çalışmaktadır.

Böyle olunca, sendikaların sermayeye karşı ekonomik mücadelesi dahi ortadan kalkmaktadır.

Bu durumda, toplu sözleşmeler her zaman kayıplarla sonuçlanmaktadır. 12 Eylül baz alınırsa, ancak çok az sayıda toplu sözleşmede reel bir kazanç ortaya çıkmıştır, bir bütün olarak işçiler, adım adım ekonomik ve sosyal haklarını kaybetmişlerdir, kaybetmektedirler.

Tüm iş, yılda bir kere belirlenecek olan asgarî ücret tartışmasına dönüştürülmüştür.

Asgarî ücret, enflasyonun çok yüksek seyrettiği koşullarda, giderek ortalama ücret hâline gelmektedir. Asgarî ücreti diyelim ki %100 artırdıklarında, işverenler, diğer çalışanların ücretlerini mesela %60-70 artırmaktadır. Böylece, işçilerin ortalama ücret düzeyi düşmekte, giderek asgarî ücrete yaklaşmaktadır.

Asgarî ücretin düşen düzeyi, yaşanamaz bir ücret hâline gelmiş olması, özellikle genç işçileri kumar gibi şans oyunlarına yönlendirmekte, geçimini sağlamak üzere en yoksul olanları mafyatik işlerin içine katılmaya itmektedir. Her gün işverenlerin, “işçi bulamıyoruz” demesinin arkasındaki süreç budur. Çünkü bir kere bile olsa bir şans oyunundan, kolay yoldan 17 bin TL kazanabilen bir insan, 30 gün çalışmayı saçma bulmaktadır. Bu durumda o genç emekçi, çalışma disiplinini de kaybetmektedir. Böylece, mücadele ile hak arama eğilimi, zaten sendikaların işçi sendikası olmaktan çıkmasından kaynaklanan bu eğilim, daha da gelişmektedir.

4

Bu koşullarda asgarî ücret, tüm toplumun ortak sorunu hâline gelmiştir, gelmektedir. İşçiler, tüm çalışanlar, asgarî ücretteki artışı merakla “bekler” hâle gelmektedirler.

Asgarî ücret, şöyle belirlenmektedir: İşçi temsilcileri (ki asla işçi temsilcisi değildirler, sendika mafyasının üyeleridirler), işveren temsilcileri (ki örgütlüdürler) ve sanki tarafsız bir varlıkmış gibi devlet devreye girmektedir. Bu üçlü, birkaç kere toplanmakta ve sonuçta asgarî ücret ilan edilmektedir.

Devlet, asgarî ücreti ilan etmektedir.

İşveren sendikaları, TÜSİAD ve MÜSİAD ve diğerleri, konu ile ilgili Küçük Emrah tutumları ile, işçi sınıfına acır gibi açıklamalar yapmaktadır. Ve sonuçta, bizi de işçileri de düşünen bir sonuç ortaya çıksın, demektedirler. Hem onları hem de işçileri düşünen bir ortak çözüm denildi mi, sendikalar da rahatlamaktadır. Böylece sonuç, aslında çoktan belirlenmiş sonuç, işçilere kabul ettirilmektedir.

İşçi sınıfı, bu denli belirleyici bir hâl almış olan asgarî ücret için, mesela bir genel grev ilan etmemektedir. İşçilerin talepleri hiçbir biçimde ortaya çıkmamaktadır. Üç konfederasyon, bir anda, mesela 3 günlük genel grev ilan etse, belki bu yolla işçi sınıfının taleplerini ortaya koyabilirler. Ama böyle bir şey ortaya çıkmıyor. Sendikalar, “bizi ezdirmeyin,” diyor. Devlet, “ezdirmeyiz, zaten şimdiye kadar da ezdirmedik,” diyor. İşte işleyiş budur.

5

Bu koşullarda, çeşitli unvanlara sahip kişiler, profesörler, ekonomistler, gazeteci kılıklı kişiler, uzmanlar, devreye giriyor.

Özetle tartışma şudur: Geçmiş enflasyona göre mi asgarî ücret belirlenecek, yoksa gelecek enflasyona göre mi asgarî ücret artışı belirlenecek? Acaba asgarî ücret artarsa enflasyon da artar mı? Acaba enflasyon konusunda hükümetin belirlediği hedef enflasyona göre mi artış yapılmalıdır?

Asgarî ücret artarsa acaba enflasyon da artar mı?

Görüldüğü gibi, soru tersine çevrilmiştir. Ortada enflasyon var ve enflasyon, asgarî ücret artışını bir ayda yok etmektedir. Şimdi, enflasyondan doğan kayıplar nasıl karşılanacak demek yerine, tersine, aslında ücretler artarsa enflasyon artar demektedirler.

Asgarî ücretin artışının, enflasyonu artıracağı bir yalandır.

Zaten yıllardır, sürekli olarak enflasyonun altında bir ücret artışı ortaya çıkmaktadır. Enflasyon %150 iken, asgarî ücret artışı %50 olmaktadır. Bu durumda, zaten işçi ciddi bir kayıp içindedir. O hâlde enflasyon mu ortadan kalkmıştır?

İşverenler, son yıllarda, mesela 2018’den bu yana, rekor kârlar açıklamaktadır. Bu rekor kârlarından fedakârlık etmeleri istenmiyor. Onlar “zor durumdayız” diyorlar. Bir yandan borç içinde yüzen, yaşamını sürdürmekte zorlanan, sokaklardan artıklar toplayarak evine ekmek taşıyan işçiler var, diğer yandan, kârlarını katlayan şirketler var. Ve kârlarını katlayan şirketler, “herkesi düşünen bir ücret artışı”ndan söz ediyorlar. Uzmanlar da bize, asgarî ücret artışı enflasyonu azdırır, diyorlar.

İşçilerin yaşamlarında, yoksulların yaşamlarında en büyük gider kalemleri olarak yiyecek, giyim, ulaşım, kira, sağlık ve eğitim vardır. Buyursunlar, elektrik, su, doğalgaz, ulaşım, eğitim ve sağlık masraflarını bizzat devlet karşılasın. Bu durumda, asgarî ücret ile yaşamak kolaylaşabilir.

Enflasyonu bilerek ve isteyerek düşük gösteriyorlar. Ama bize diyorlar ki, devletin hedeflediği enflasyona göre artış yapalım, biraz da altına inelim. İyi ama zaten enflasyon rakamları yalandır.

Diyelim ki asgarî ücreti %50 artırsınlar, bu durumda asgarî ücret 25 bin TL olur. Bir tomar paradır ve göze çok görünür. Ama bir vergi artışı ile, birkaç haraç artışı ile, bir-iki zam ile asgarî ücret tekrar eski düzeyine iner. Oysa iktidar, enflasyonu %26 olarak hedeflemektedir. Demek %26 artış yaparlarsa, Saray, bakın işçileri enflasyona ezdirmedik, diyecektir. Oysa gerçekte enflasyon çok daha yüksektir.

Yüksek düzeyde işsizlik vardır. Bu işsizlik koşullarında çalışanlar, ellerindeki işi kaybetme tehdidini her açıdan yaşamaktadır. İşsizlik için bir ödeme yoktur. Vardır ama yok gibidir. Emeklilerin maaşları asgarî ücretin çok altındadır ve giderek tüm emeklilerin maaşlarının ortalaması da düşmektedir.

Şimdi mesele nettir.

İşçi sınıfı, eğer, masada oturan sendika temsilcilerinin aracılığı ile haklarının savunulacağını düşünüyorsa, yanmış demektir.

Sendikaların grev silahını tamamen terk ettiği bugün, asgarî ücret için sendikalar, genel grev kararları almıyorsa, o sendikalar, işçi sınıfının haklarını savunmakta samimi değildir.

Öyle ise açıklanacak asgarî ücret, aslında bir başka yanılsama amaçlıdır.

Öyle ise açıklanacak asgarî ücret, işçi sınıfının yeniden kafeslenmesi demektir.

Öyle ise açıklanacak asgarî ücret, hiçbir şeydir.

İşçi sınıfı örgütsüz ise, kendi haklarını savunacak bir örgütlülüğe sahip değil ise, asgarî ücret konusunda umutlu olmanın temeli de yoktur.

Bu nedenle büyük bir komediye dönüşmüş olan asgarî ücret tartışmaları, tamamen oyalama amaçlıdır.

Mesele yılda bir kere asgarî ücret artışını bekleme noktasına gelmiş olmaktır.

İşçi sınıfı, bizzat kendi mücadelesi ile, grevleri ile, her türlü eylemi ile kendi haklarını savunmak zorundadır. Dahası, işçi sınıfı bunun için, kendi siyasal örgütleri, devrimci örgütleri ile sahneye çıkmak zorundadır. İşçi sınıfı devrimci mücadeleden uzak durdukça, aslında ekonomik haklarını da savunamaz duruma gelmektedir.

Durum tam da budur.

Önümüzde, zorlu bir sınıf mücadelesi dönemi vardır. İşçi sınıfı, bu mücadeleye hazırlanmak zorundadır.

Bunun yolu, Birleşik Emek Cephesinde örgütlenmektir.

Gelişmekte olan devrimin ayak seslerini, toprağın altından gelmekte olan isyan seslerini doğru anlamak gerekir. Bu nedenle gözümüzü örgütlenmeye dikmemiz gerekir. Siyasal örgütlenmeden vazgeçen işçiler, kaybetmeye mahkȗm olurlar. Siyasal örgütlenmesini geliştirmeden ülkemiz işçi sınıfı, ekonomik haklarını da alamaz, koruyamaz, geliştiremez.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz