2025 yılının eylül ayının sonu, Erdoğan’ın BM Genel Kurulu için çıkacağı ABD yolculuğunda, kendisine bir “kısmet” göründü. Kısmet, elbette İsmet’ten öğrenilmez, Trump’ın oğlu gelmiştir ve Erdoğan’ın “kısmet” talepleri için, her şeyin reisi Erdoğan ile “gizli” bir görüşme yapmıştır.
İlginç işte.
Görüşme gizlidir ama Özgür Özel tarafından, daha Erdoğan New York yolcusu değil iken, görüşme detayları açıklanmıştır. Açıklamaya göre, Erdoğan, bir görüşme veya bir poz karşılığında 300 Boeing alacağını beyan etmiştir. Erdoğan bu detayları hayretle reddetmiş ama maalesef açıklamalar doğru çıkmış, Erdoğan Trump’ın oğlu ile ilgiye değer görüşmeler yapmıştır. Ve bu sefer bu görüşme, Almanya, İngiltere ve Fransa ve şahsım şeklinde olmamış, kendisi ve Trump’ın oğlu başta, saz heyetiyle birlikte olmuştur.
Demek, artık en gizli sırlar, Özgür Özel’e kadar ulaşmaktadır.
Varlıkları ABD, Almanya, Fransa, İngiltere’ye bağlı olan çeteler, sadece siyasal partilerin, sadece tarikatların, sadece mafyanın vb. içinde değildir. Demek daha geniş bir alanda etkindirler ve elbette bilgiler artık dışarıya çıkacak delik bulmakta zorlanmıyorlar. Asrın lideri “peygamber” hâlleri gösterdikçe, bilgiler de her yerden sızabilecek kayganlığa sahip oluyor.
Şaka bir yana.
Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, bizim gibi başka devrimcilerle birlikte, Türkiye bir sömürgedir, diyoruz. Biz bunu dedikçe, çeşitli sol kesimlerden bize “yok artık” der gibi bakışlar yöneliyor.
Onlara sorarsanız, ayrı bir devlet varsa, sömürge değilsin. Çok körcedir, aynı ölçüde de hamkafalılık işaretidir. Liberal solcularımız, “efendim her ülke birbirine bağlıdır” derler ve aslında sömürge olma durumunu, biraz daha fazla bağımlılık, bağımlılıkta bir nicelik meselesi olarak sunmak isterler. Oysa öyle değildir.
Sömürge olmak, emperyalizme bağımlı olmak demektir.
Eğer dünyada emperyalist ülkeler varsa, demek sömürgeler de vardır.
İşte Türkiye, bir sömürgedir. Öyle “yarı-sömürge” falan değil.
Yarı-sömürge, örneğin Osmanlı’nın 1800’lü yılların ikinci yarısındaki hâlidir. Yani, henüz sömürge hâline gelmemiş, gelmekte olan anlamındadır. Yoksa, yarı balık- yarı kız gibi bir yaratıktan esinlenerek, sürekli “yarı-sömürge” bir hâl yoktur, olamaz.
Türkiye, kuruluşunun hemen başında, Batı emperyalizminin bir sömürgesi olarak kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı, başından bir anti-emperyalist direniş olarak başlamıştır ama SSCB’nin yardımlarına rağmen TC devleti, kendine kapitalist yolu seçmiş ve emperyalizme bağlanmıştır. Sınıfların inkârı, halkların inkârı ile birleşmiş ve “devlete bir ulus yaratmak” üzere, en gerici metotlarla ayakta durmuş, katliamlara devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında TC devleti, yeni kurulan ortak Batı’nın “ortaklaşa sömürgesi” olmuştur. Yani, mesela Cezayir’in Fransız sömürgesi, Mısır’ın İngiliz sömürgesi olmasından farklı olarak, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ortaklaşa sömürgesi olmuştur. Bunu kültürel alandaki Batıcılık, NATO severlik vb. alanlarda da görmek mümkündür. Komünizme karşı savaş, Batılı emperyalist güçlerin birbirine yapışarak ortak bir cephe oluşturmaları hâli, bu tarzda ortaklaşa sömürgelerin sürmesine olanak tanımaktaydı. Siyasal olarak (içinde askerî alanı da kapsar) ABD’ye, ekonomik olarak ise AB’ye bağlı bir sömürge.
Şimdi bize Türkiye bağımsız bir ülkedir diyenler, aslında eğer kendi isteklerini ifade etmiyorlarsa, tam anlamı ile yalan söylüyorlar. Her hükûmet ABD ve NATO tarafından seçilmektedir, bunda bir aksilik olursa o hükûmet düşürülmektedir. MİT’in başına geçmek mutlaka NATO onayı gerektirmektedir. Ecevit başbakan olduğunda MİT’in maaşlarının CIA tarafından ödendiğini MİT başkanından öğrenmiştir.
Yani, AK Parti ve Erdoğan bir ABD projesidir, dediğinizde bu sömürge olma hâlini ifade etmiş olmaz mısınız? Olursunuz. Ama gerçeği saklamak isterseniz, hem AK Parti bir ABD projesi olur, hem de ülkeniz bağımsız olur. İyi de Demirel de bir ABD projesi idi. Ve yine mesela MHP, bir paramiliter örgüt olarak Türkeş tarafından, CIA organizasyonu ile kurulmuştur ve aynı durum Türk-İş’in kuruluşunda da vardır.
Türkiye aslında bağımsız bir ülke idi ama zamanla bunu kaybetti ve şimdi bir anti-emperyalist mücadele vermemiz gerekir, diyenler de var. Kim olursa olsun, bu görüşü savunanların, aslında emperyalizm ve kapitalizm konusunda bir yanılgılı ya da yalan bakış açıları var demektir.
Anti-emperyalist mücadele, mesela emperyalist işgale karşı ortaya çıkan direniş günlerinde olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı döneminde olabilirdi. Çünkü işgalci ortadadır ve silahlarla onlara karşı savaş veriyorsunuz. İyi ama, şimdi, anti-emperyalist mücadele, ne demektir.
Bu konuya, samimi olarak anti-emperyalist olanlar için giriyoruz. Yoksa bir bakıyorsunuz Devlet, “anti-emperyalist” mücadeleden söz ediyor, bir bakıyorsunuz Ümit Özdağ aynı sözleri kullanıyor, bir bakıyorsunuz Erdoğan anti-emperyalist mücadeleden söz ediyor. Bu nasıl bir şeydir? Emperyalizme bağlı birer kukla olanlar, günü geldiğinde anti-emperyalist nutuklar atıyorlar.
Eğer anti-emperyalist mücadeleden yana iseniz, samimi iseniz, bilmelisiniz ki, kapitalist sisteme karşı çıkmadan, ülkedeki tüm üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyete son vermeden, bunu yapamazsınız. Yani, tutarlı bir anti-emperyalizm, gerçekte anti-kapitalist olmakla mümkündür.
Bizim bir vurgumuz var; biz kendimizi ateist olarak tanımlamayız. Çünkü ateist, tanrıyı reddetmekle sınırlıdır ve dinî etkiye karşı olmak üzerinden yürür. Oysa bizim bir yolumuz var. Biz komünistiz ve cennetin dünyaya gelmesinden söz ediyoruz. Bu durumda ateist, bizi tam olarak tanımlamaz.
Aynı biçimde, anti-emperyalist ya da anti-kapitalist olmak da bizi tam olarak tanımlamaz. Bir çeşit orta yoldur. Oysa biz sosyalist devrimden yanayız ve “ortakçı” toplumu, komünist toplumu kurmaktan söz ediyoruz.
Diyelim ki siz, ülkenize olan sevginiz nedeni ile sadece emperyalist egemenlerin burayı terk etmesini istiyorsunuz. Kabul. Bunun için savaşmanızda bir sorun yok. Ama emperyalist sermaye, eğer sermayenin egemenliğine son vermiyorsanız, ülkenizden nasıl uçup gidecek? En azından büyük sermayenin kamulaştırılmasından söz etmeniz gerekir: bankaların, tekellerin, holdinglerin vb. İyi de bunu nasıl yapacaksınız? Seçimlerle mi? Yoksa bir devrimle mi? Eğer siz, egemen çevrelerden gelen “ucuz anti-emperyalist” söylemleri ciddiye almıyorsanız, devrim dışında bir çıkış yolunuz kalmaz.
Geçen yılın ekim ayının başında, yani 2024 Ekimi’nde JP Morgan diye bir firma, Türkiye’de asgarî ücretin %30 artacağını “öngörmüştü”. Ne öngörü ama! Bir çeşit direktiftir. Ülke ekonomisini yöneten alacaklılar konsorsiyumunun direktifidir. Ve bugün, yine Ekim 2025’te JP Morgan, asgarî ücretin %20 artacağını söylüyor. Yuvarlak hesap 27.000 TL demektir. Bu durumda da, iktisatçılarımız bizi affetsin, emekli maaşlarının %10-12 arasında artacağı sonucu çıkar.
Ülkenin dış borç stoğu, 540 milyar dolardır. Ve bunun ödenmesi mümkün olsun diye, uluslararası tekeller, yerli uzantıları ile birlikte, ülkeyi maden sahası hâline getirmektedirler. Zeytini savunmak için, toprağını savunmak için örgütlenen ve direnen köylüler, kiminle savaştıklarını bilmek zorundadırlar. Bu maden sahalarını açmak için çıkartılan yangınlar, herkesin amacını bildiği yangınlardır.
Şimdi, tekrar Erdoğan’ın Trump ile görüşmesine dönelim.
Osmanlı’nın son padişahları, “itibardan tasarruf olmaz” anlayışı ile, kredi aldıkları Fransa’yı ziyaret etmek için aldıkları krediyi orada dağıtmakta, harcamaktaydılar. “Cihan devleti Osmanlı hasta adam değildir” mesajını vermek için, ilgiye değer bir yoldur. Şimdi TC devleti, Saray Rejimi, “itibardan tasarruf olmaz” anlayışı ile ABD’de Trump’la fotoğraf vermek üzere aynı yolu izlemektedir. Osmanlı’nın cihanşümul padişahının yaşadığı bir trajedi ise, Erdoğan’ın yaşadığı bir komedidir.
Ziyaret, “fevkaladenin fevkinde” iyi geçmiştir.
“Fevkaladenin fevki”, “Batıcı İslam” anlayışının bir sonucu olsa gerek. Kelime icat edilmektedir. Galiba, Bülent Ersoy da, çok iyi, demek için bu kelimeleri kullanmıştır. Öyle ya, sömürge ülkenin kişiliği, böylesi kavramlara sarılmak zorundadır. Eğlencelidir. Bülent Ersoy söylediğinde daha ciddi bir eğlence, Erdoğan’ın ağzından döküldüklerinde, çürümeyi anlatan bir eğlence ifadesidir.
Demek, ABD ziyareti iyi geçmiştir.
Ziyaret, Trump’ın oğlunun gizli temasları sonrasında açıklanmıştır. Demek, Tom Barrack iyi iş yapmıştır, “fevkaladenin fevki”nde.
Barrack, Türkiye büyükelçisidir. Ama bu eksik kalır. Aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu valisi gibidir. Demek, BOP projesinin “eş başkanı” olan Erdoğan artık o kadar işlevli değildir. Barrack Ortadoğu’yu şekillendirmek üzere devrededir. Öyle Graham Fuller gibi, bu konuda kitap yazmıyor. Daha pratiktir. Bir Osmanlı modeli öneriyor, olmadı mı başka birini devreye sokuyor. Suriye’de bir merkezî devlet olsun, diyor, sonra bu olmaz diyebiliyor. Tüccar pratikliği midir, yoksa telâşla mı yapılıyor siz karar verin. Ama Saray Rejimi, TC devleti için çok da fark etmiyor. Saha boştur ve Saray Rejiminin savaş kabinesinin kendisine bağlı olduğunu söylemek abartılı olmaz.
İşte bu Barrack, sömürgeci olduğundan, bazı gerçekleri dillendirmekte bir sakınca görmüyor. SDG’ye bir borcumuz yok, diyebildiği gibi, Erdoğan’ın ziyaretine, “meşruiyet” ziyareti de diyebiliyor.
İşte size bir kaya.
Demek, “meşruiyet” aranmaktadır.
Demek, mesele seçim değildir.
Demek, Erdoğan, tam biat edeceğini bir kere daha deklare etmiştir.
Demek, arada bir sömürgedeki adamlara hiza vermek, ayar vermek gerekiyor ve bunu böyle yapıyorlar.
Demek, Trump’ın oğlundan önceki temaslar, Özgür Özel tarafından deşifre edilmemiştir. Bilmediğini sanmıyoruz. Artık TC devletinin bir “giz”i yoktur, her şey ortadadır. Eğer Özel henüz öğrenmemiş ise, ya kendi başarısızlığındandır, bilgiye ulaşamıyor ya da devletçi mantığındandır, henüz ve hâlâ inanamıyor. Eğer biliyorduysa, Trump’ın oğlundan önce yapılan temasları da açıklaması gerekirdi.
Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, ülkede herkes için bilinen bir gerçeği haykırıyoruz: Seçimler hilelidir. Seçimlerin hileli olma hâli, 2015 Haziranı’ndan beri böyledir. Kasım 2015 seçimleri, 2017 referandumu vb. hemen hepsi hilelidir ve hile odağı sadece Saray Rejiminin yerli kolları değildir. Hilenin merkezi, NATO ve ABD’dir.
Bu nedenle, Saray Rejimi seçimle gelmemiştir.
Erdoğan, meşru değildir.
Diploması olmaması bir yana.
Seçilmemiştir.
Artık TC devletinde seçim, bir çeşit müsameredir, tiyatro demek bile fazladır. Çünkü tiyatroda roller daha ciddidir. Efendi, Türkiye için bir tiyatroyu fazla bulmaktadır. Bunun bir nedeni, “seçtikleri” kişilerin çapsız olması olabilir mi? Bilmiyoruz. Ama tam bir müsameredir. İlkokul öğrencilerinin müsameresi daha kayda değerdir.
Erdoğan meşru değildir.
Peki Erdoğan ya da Saray Rejiminin uygulamaları nasıl “meşru” olarak görülmektedir? Bunu tüm olarak burjuva partiler birlikte gerçekleştirmektedir. CHP bu konuda çok büyük rol oynamıştır. Bu nedenle Saray Rejimi, AK Parti-MHP iktidarı ile sınırlı değildir. Parlamentoya bu nedenle ihtiyaç duyuyorlar, meşruluk için. Yoksa parlamento yok edilmiştir, siyasal partiler anlamını yitirmiş ve birer çeteye dönüşmüştür. CHP’nin direnişi, işte bu noktada bir anlam ifade etmektedir.
Şimdi, bu “meşruiyet” tartışması, ABD tarafından devreye sokulmuştur.
ABD, meşruiyeti tartışmaya açmıştır. Barrack, başarılı bir şekilde, “meşruiyet” ziyaretini organize etmiştir.
CHP, bunun da etkisi ile, 1 Ekim’de Erdoğan’ın meclis açılışı “meşru” değildir, diyerek protesto etmiştir. Bu burjuva anlamda bir muhalefettir ve yerindedir. Geçtir. Nedense ABD’den işaret gelmeden yapılmamıştır. Şimdi tüm burjuva “muhalefet” CHP’ye yüklenecektir.
Seçimler hilelidir.
Parlamento işlevsizdir.
Peki siyaset denilen şey, burjuva anlamda, nerede yapılmaktadır.
Elbette Saray’da.
İşte bu nedenle, işçiler, kitleler, içgüdüsel olarak Saray’a yürümeyi düşünmeye başlamışlardır. İşte bu nedenle, sokaklarda yürütülen direniş anlamlı hâle gelmektedir. Bizim cephemizden hep böyledir. İşçi sınıfının cephesinden, direniş cephesinden her zaman böyledir. Ama burjuva siyaset de artık bunu görmek durumundadır. Ne kadar cesaretleri varsa, o kadar. Derler ki, görmek, gözü eğitmek bir yana cesaret de ister.
Demek ki, Saray Rejimi, burjuva anlamda da meşru değildir.
Meşru ve yasal arasında bir farklılık var.
TC devleti, onun olağanüstü örgütlenmiş hâli olan Saray Rejimi, artık baskı ve şiddet dışında bir yolla ayakta duramamaktadır.
İşte bu nedenle, siyaset Saray’dadır ve Saray içinde siyasal eğilimler aranmakta, oluşmaktadır.
Dış İşleri Bakanı, eski MİT Başkanı, ABD ziyareti bitmeden, Kaan uçakları ile ilgili bir açıklama yapmıştır.
Tamamen yerli ve milli olduğu söylenen Kaan uçakları, meğerse milli değilmiş. Uçak üretiyoruz, jet üretiyoruz, diyorlardı. Meğerse, motoru olmayan jet üretiyorlarmış. Trump, jet için motoru vermemiş. Tersine ödevleri, görevleri netleştirmiş ve Erdoğan dâhil, heyeti geriye göndermiştir. Bu “fevkaladenin fevki”ndeki ziyaretten çıkan sonuçlar bunlardır.
Meşruluk tartışması bu heyet ile ABD’de nasıl yürütülmüştür?
“Halkbank dosyasını kapatın,” denmiştir. “Bakarız,” yanıtını almışlardır.
“Boeing alacağız,” denmiştir, “peki,” denmiştir. Boeing bu yolla batmaktan kurtulmuş mudur? Bilmiyoruz.
“LNG gazı alın,” denmiştir, “olur efendim,” yanıtı verilmiştir.
Filistin için İsrail adına görevler tarif edilmiş, kabul edilmiştir.
Nükleer enerji konusunda denetim ABD tarafına devredilmiştir.
Rusya ve Çin cephesine karşı tam bir tutum tarif edilmiştir. Devlet, Erdoğan daha yola çıkmadan, Rusya ve Çin ile ittifaktan söz etmiştir ve bu yolla pazarlık yapılacağını düşünmüşlerdir. Ne taktik ama! Kimsenin önceden anlamlandıramadığı şu derinliğe bakın hele!
Şimdi Saray Rejimi, Rusya ve Çin ile yeniden konuşmak için yollar arayacaktır.
Demek ki, savaş yaklaşmaktadır.
Demek ki, İran’a karşı savaş için TC devleti tam gaz yol alacaktır.
Cepheler netleşiyor.
Savaş yayılıyor ve ABD Ukrayna’da kaybettiklerini alabilmek için tetikçi olan TC devletini daha da işlevli kılmak istemektedir.
Şimdi, ABD dönüşü, Barrack tarafından tarif edilen meşruiyet, artık Erdoğan’ın elinde olmalıdır. Öyle mi? Elindeki elma şekeri mi? Kızıl elma, elma şekerine dönmüş, elma şekerinin de sapı mı kalmıştır?
Bu komedi, trajikomik hâli çoktan geçmiştir.
Bunları tartışmanın çok da büyük bir kıymeti yoktur.
Artık mesele açıktır: İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, devrimin zaferi için ayağa kalkmak zorundadırlar. Gençlik işçi sınıfının yolu dışında bir yolun var olmadığını anlamakta zorlanmayacaktır.
Savaşı önlemenin, eğer varsa bir yolu, bu yol, tüm bölgede devrimci bir kalkışmadan geçmektedir. Bu ise, işçi sınıfının devrimci yolu ile mümkün olabilir. Sosyalist devrim, tek çıkış yoludur.
Saray Rejimi, işçi sınıfının, gençliğin, kadınların direnişi ile alaşağı edilerek gönderilecektir.
Bunun için eksik olan direnişin geliştirilmesi, birleşik emek cephesinin örülmesi, devrimci örgütlenmenin geliştirilmesidir.
Direniş, meşrudur.
Bu sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak hem zorunludur, hem de meşrudur.




