“Bizi acılarda akraba ettiler”

Eğer ekonomik hayatın adilliği üzerinden tahsis ediliyorsa kardeşlik, dedemin anlattığına göre Aleviler değil ama Mesihi, Ermeni ve Türkler kardeşmiş Antakya’da. Oysa Habil ve Kabil de kardeşti. Ve Habil bedenen ya da hem bedenen hem de ruhen gitmeliydi. Savaşı fırsata dönüştürmeye niyetlenenler için zamanı gelmişti. Geceleri gruplar hâlinde nehir boyunca ilerleyen, “köyün içinden geçip giderken kimsenin yüzüne bakmayan” bu halkın kalbinde acaba ne gizliydi? Öfke, acı, çaresizlik… Hangisiydi? Belki de hepsi.

Dedem Asi’ye yakın, etrafı eski mezarlarla çevrili, yüksek kamışlıklar ile gizlenmiş Hıdır a.s. makamında konakladıklarını anlatırdı. Onlar için emin bir yerdi. Biraz uzakta Alevi köyü vardı ya, onlardan bir zarar gelmeyeceğini bilirlerdi. Dedemin “hure” dediği din adamları gece hepsini uyandırır, yola devam etmeleri için hemen hazırlanmalarını isterdi. Ne de olsa dağlar ve şehirler insan avına çıkmış çetelerle doluydu. Ve hatta rütbeli askerin bile bu çetelerden eksik kalır yanı yoktu. Çetelerin gece baskın yaptığı köyde, annesi tarafından çalılara gizlenmiş bir bebek için komutan şöyle emir vermişti: şunu öldürün! “ Ama o bir bebek” diye cevap veren askere “Yılanın başını küçükken ezeceksin.” diyerek emrin nasıl uygulanacağını kendi göstermişti.

Yavuz Sultan Selim’in Halep katliamından sonra Lazkiye ve Antakya’ya göç eden Alevilere, Ermeniler; İttihatçıların soykırımı ve tehciri ile Suriye’ye göç eden Ermenilere Aleviler ağıt yakmıştı. Halep katliamından yaklaşık beş yüz, soykırımdan yaklaşık yüz yıl sonra Aleviler Sivas’ta yakılmış, Hrant Dink katledilmiş, Kesab’ta Ermeniler tehcir edilmeden Aleviler katledilmeden birkaç yıl öncesinde Rakel Dink bütün bu zulmü özetlercesine şöyle demişti: “Bizi acılarda akraba ettiler.”

Aleviler tabuta Mesihiler Beyrut’a, şiarı ile Suriye’yi kan gölüne çevirenler, tarihsel kodlarını 21. yüzyılda tekrar ettiler. Kesab’dan Beyrut’a ve Lazkiye’ye kaçan Ermeniler, ardında bıraktıklarını sordu hep Kesab’dan gelenlere çünkü Alevilerin tehcir seçeneği yoktu. Yüz yıl önce babasının tehcir edildiği topraklara Samandağ’a yine aynı yöntemlerle getirilen yaşlı bir kadın şöyle diyordu onu sınıra getiren cihatçı çetelere: “O Alevi’ye ne oldu?”

Oysa cevabını bildiği ve inanmak istemediği gerçeğin sorusuydu bu: Ortadoğu’nun ileri demokrasisine Allahu ekber nidalarıyla kurban oldu. Evinin anahtarını neden seni sınıra getiren sakallıya verdin sorusunu soranlara, kapıyı kırmasın diye cevap veren yaşlı kadın şunu da ekliyordu “Bizi geri götürün orada ölelim.”

Payına ölümlerin, yoksullukların düştüğü halkların hafızası geçmişin yinelendiğinin farkındaydı elbet. Öyle olmasa Yavuz Sultan Selim Tugayları kurulmaz. Camilerden katliamlar için fetvalar verilmez enfal (ganimet) saldırısı başlatılmazdı. Öyle olmasa dün Ermenilerin mezarını hazine bulmak için kazan mezar soyguncuları bugün Alevi mezarlarını yıkmazdı. Türbe mezarlarından cesetler çıkarıp onları yok etmezdi. Öyle olmasaydı dün Dersim’de elinde kestiği baş ile fotoğraf çekilen asker bugün Suriye’de köyleri yakıp, baş kesenlere lojistik destek sağlamazdı.

Oysa dün köylere saldıran Mustafa Tobali ve çetesine karşı bir halkın tek desteği inancı ve birbirine olan bağıydı. En büyük lojistik desteğini köyün şeyhi sağlamış, parmağındaki yüzüğü eritip Osmanlı’dan sakladıkları bir silâha kurşun yapmıştı. Sinanlı dağına pusan bir grup köylü aşağı patika yoldan geçen çetecilerin üzerine kayalar yuvarlamış, tam o anda elinde silah olan da tek seferlik hakkını kullanarak herkesin yıkılmaz bildiği, öldürülmez sandığı Tobalı’yı cezalandırmıştı. Belki de bu kendiliğinden gelişigüzel örgütlülük bir köyün katliamını engellemişti. Bera’nın yakılmasını ve köyde yaşayan herkesin katledilmesini göz önünde bulundurursak kuvvetle muhtemel Ermenilerden zaman kalırsa sıra Süveydiye Alevilerine de gelecekti. Çünkü Süveydiye’de hemen hemen bütün Ermeni köyleri boşaltılmış, Antakya’dakiler göç etmek zorunda bırakılmıştı. Belki de geri döneceklerini düşündüklerinden kimse kimseyle vedalaşmamış hatta ardında bıraktığı yıkıma bakmamıştı. Kimsenin bir diğerini beklemeye zamanı olmamıştı çünkü çeteler birinin değil hepsinin, bir halkın peşindeydi. O kadar ki;

Tehcirde gece ziyarette konaklayan kafileden ayrılan bir çocuk kaybolmuş, kafileye önderlik eden din adamı bir çocuk için yüzlerce kişinin canını tehlikeye atmamıştı. Kafile yola devam etmişti. Altı-yedi yaşlarında olan bu çocuk bütün gece ağlamış, yorgunluktan bitap düşmüştü. Ertesi gün keçileri otlatmaya götüren köyün çocukları tarafından bulunmuştu. Çocukla konuşmak istediler, olmadı çünkü o Ermeni dilinde konuşuyordu; diğerleri Arapların dilinde. Ekmeklerini yağa batırıp paylaştılar. Çocuğu ziyarete geri götürüp burada yat dediler. Ertesi günlerde defalarca yanına gelip, ekmeklerini yağa batırıp, pay ettiler.

Ermeni düşmanı genç bir adam ziyaretin yanından geçerken ekmeklerini bu çocuğa uzattıklarını görünce yanlarına gitti. Yoksulluğun had safhada olduğu bu günlerde çocukların ekmeklerini paylaşması dikkatini çekmişti. “Bu kim dedi?” “Ermenidir” dediler. “Kaybolmuş ekmek veriyoruz, ziyarette yatıyor.” “Yatsın” dedi “O halde. Ekmek verecem.”

Ve

Kalbi gibi kapkara bir taş alıp çocuğun kafasını ezdi. Bizim çoban çocuklardan biri de dedemdi. Oradan hemen kaçtıklarını ve çok ağladıklarını söylemişti. Ertesi gün çocuğa bakmaya gittiklerini fakat çocuktan geriye ayaklarının ve gövdesinin bir bölümü kaldığını anlatmıştı. Dedemin anlattığına göre domuzlar, çakallar çok olurmuş bizim orda. Zavallının cesedini yarı yarıya yemişler gece.

Sanatkâr insanlar der dururdu dedem. Rakıdan şaraptan anlar, gelin çeyizlerinin dizildiği sandıklara çiçek, melek motifleri işlerlermiş. Belki de sapına gül motifi işledikleri bir bıçağın boğazlarına çalındığını gördüklerinde acı bir tebessüm ile ‘amen’ demişlerdir.

Güvendim! o