“Yalan, ona inanmaktan
hoşlananlar çoğaldıkça,
‘Doğru’ sayılmaya başlar!”
İbn-i Sina’nın ifadesiyle, “Kuşku duymayan kişi bakmaz, bakmayan görmez, görmeyen kör ve şaşkın kalır”ken; gerekli ve vazgeçilemeze ilişkin olarak, “Düşünülebilir olmayanı düşünebilmeliydik,” diye uyarır Ludwig Wittgenstein de…
Hepimize “Ne olursa olsun kendinle yüzleş, çünkü seni değiştirecek şey asıl kendindir,” diye fısıldayan “susturulmuş” Pontos meselesi de bu kapsamda ele alınması gerekenlerdendir.
Evet, “Pontos meselesine resmi tarihin bakış açısı inkâra dayanır.” Bunda şaşırtıcı bir şey yoktur; tüm soykırımcılar için her yerde böyledir bu.
Ancak “Hayır” denip; sorgulanmalıdır biz(ler)e dayatılan suskunluk; “Eğer varolan düzeni sorgulamaktan kaçınıyorsak bunun nedeni, toplum tarafından kabul gören her şeyin doğru olduğunu düşünmemizdir aslında,” uyarısı eşliğinde…
Bir anlığına düşün(elim): Byzerler, Bekhiriler, Heptakometler, Mossynoikler, Makronlar, Kolkhisler… Onlar Doğu Karadeniz yaşayan eski otokton halkların adları… Yaklaşık 4 bin yıllık, belki daha da eski…
Söz konusu halkların adları Helen yazıtlarında var; bir de Ksenophon’un ‘Anabasis’inde kayıtlı…
Tarih içerisinde kolonileştirilmeye karşı Helenler, Persler vb.leriyle mücadele eden Doğu Karadeniz’e Romalılar geldiğinde, bölgenin önemli bir bölümünü kendilerine benzettiler. Dil Rumca, din Ortodoks Hıristiyanlık oldu…
Ardından da Osmanlı hâkimiyeti başladı. Bu kez de dil Türkçe, din ise İslâm olacaktı…
Söz konusu değişimler kolay olmadı; zorluydu; katliam ve trajedilerle biçimlendi. Direnen halklar soykırıma uğradı…
Fatih Sultan Mehmet’ten Abdülhamid’e, oradan da 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışına uzanan Pontos hikâyesindeki gibi…
1919-1923 kesitinde 350 binden fazla Rum katledildi; arta kalanlar ise mübadele ile Yunanistan’a gönderilip, köklerinden koparıldı.
“Peki üç binyıl önce yaşayan bu halklara ne mi oldu? Bakın aynaya, onları karşınızda göreceksiniz. Onların kaderleri her birimizin yüz hatlarında derin izlerle çizilmiştir… Bakın horonlarımıza, kemençemize tulumumuza, o ortak kültürün kendisini göreceksiniz…”
O hâlde Umberto Eco’nun, “Şimdi kimliğin anlamı, nefret üzerinde temelleniyor, aynı olmayana duyulan nefret üzerine,” diye betimlediği geç(me)mişten bugüne; Arundhati Roy’un, “Gerçekten de ‘sessiz’ diye bir şey yoktur. Sadece kasten susturulmuş veya tercihen duyulmamış olan var,” uyarısı eşliğinde Pontos meselesini bir kere daha anımsa(t)makta yarar var.
PONTOS NERESİ (VE NE OLDU)?
Önce Pontos ne demektir, Pontoslu Rumlar kimdir onları açıklamakta fayda var.
Siz bakmayın, “Türkler, 1071’de Anadolu’ya geldiği zaman karşısında soy bakımından Helen olmayan ama türlü nedenlerle Yunanca konuşan Hıristiyan insanlar (Rumlar) buldu. Bu insanların büyük bir çoğunluğu 200-250 yıl içinde Müslüman oldu. Egemen halkın dili olan Türkçeyi öğrendi. Daha sonra, çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun öteki halkları gibi Anadolu insanı da kendi ulusal kimliklerini buldu,” güzellemesine!
Tarihte MÖ 293 ile MÖ 63 yılları arasında Pontos adı verilen bir devletin varlığı biliniyor.
Helen Mitoloji’sinde Toprak Tanrıçası Gaia’nın babasız doğurduğu oğlu Deniz Tanrısıdır Pontos. Helenler ticari koloniler kurmak için MÖ 1100 yıllarında gittikleri bölgeye, bugünün Karadeniz’ine Pontos adını verirler.
Ancak dünyanın tanıması bir krallığın kuruluşuyla yaşanır. Pontos’un güney sahillerinde MÖ III. yüzyılda kurulan Pontos Krallığı’ndan dolayı bu coğrafya Pontos olarak anılır.
Roma’ya biat etmeyen tek Helen krallığıdır Pontos ve sonunda MS 62’de Roma tarafından yıkılır.
Pontos, Karadeniz sahil şeridinde Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize’nin yarısı içine alan; güneyde Tokat, Amasya, Sivas’ın kuzeyi, Gümüşhane ve Bayburt’un bulunduğu bölgenin antik çağdan beri coğrafî ismidir.
Önce Roma, ardından Osmanlı egemenliğinde olsa da Pontos coğrafyası Helen kimliğini 1919’a kadar korur. Örneğin bugün bile bazı Karadeniz kentlerinde 13 Ocak’ı 14 Ocak’a bağlayan gece kutlanan Kalandar yani yılbaşı, 3 bin yıllık Pontos geleneğidir.
Pontos halkının varlığı Karadeniz’de MÖ IV. yüzyıla kadar dayanır. Helen soyundan gelen Pontos halkının konuştuğu dil, Romeika’dır.
Küçük Asya’nın kuzeydoğusundaki ve antikçağda Pontos/Karadeniz (= πόντος) Bölgesi olarak adlandırılan coğrafyanın kuzeyinde Pontos Eukseinos (Karadeniz); güneyinde Galatia ve Kappadokia bölgeleri yer alırken, bölgenin batısı Halys Nehri (Kızılırmak); doğusu ise Apsarros Nehri (Çoruh) ile sınırlanmaktadır.
Bölgenin coğrafî yapısına ve iklim koşullarına dair bilgilerimizin büyük bir kısmı, bu bölgede yaşamış Amaseialı (Amasyalı) ünlü coğrafyacı Strabon’a dayanmaktadır. Genel olarak kendine has coğrafî özelliklerinden dolayı Pontos Bölgesi dört kısma ayrılmıştır. Buna göre: bölge Halys’ün kuzeyinde kalan yükseklikler; Iris (Yeşilırmak) ve Lykos (Kelkit) Nehri vadileri; Halys ve Iris vadileriyle bölünmüş Kuzey Anadolu Dağlık Bölgesi ve kıyı kesimlerden oluşmaktadır. Iris ve Lykos Nehri vadisinin etrafında son derece verimli olan Phazemon (Vezirköprü), Khliokomon (Binköy Ovası) gibi araziler ve korunaklı Amaseia (Amasya) kenti bulunmaktaydı. Halys’ün kuzeyinde kalan yüksek bölgede ise Zela (Zile) ve Komana (Gümenek) kentleri bulunmaktaydı. Pontos Bölgesi’nin diğer bir coğrafi kesimini Kuzey Anadolu Dağlık Bölgesi oluştururdu. Burası Themiskyra’dan (Çarşamba Ovası) başlayarak Küçük Armenia’ya kadar uzanan Paryadres Dağlarını ve onun bir uzantısı olarak görülen Moskhika Dağlarını kapsamaktaydı. Kıyı kesimler ise Halys Nehri’nden başlayarak Apsarros Nehri’ne kadar uzanan bölgede Amisos (Samsun), Kotyora (Ordu), Kerasos (Giresun) ve Trapezos (Trabzon) gibi önemli liman kentleri bulunmaktaydı. Bunun yanı sıra Themiskyra ve Gazelonitis (Bafra Ovası) gibi ovaların da bu kesimde bulunması buraya ayrı bir önem kazandırıyordu.
Doğal zenginlikleri, çarpıcı coğrafî yapısı ve iklim koşulları nedeniyle bölgeye farklı anlamlar yüklenmiş, hem etimolojik hem de semantik açıdan Pontos Bölgesi olarak anılması uzunca bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Doğal zenginlikleri ve verimli toprakları yerleşim ve üretim bakımından bölgeyi cazip kılmış, nitekim tarih boyunca birçok halk bu bölgeye yerleşmiştir. Benzer şekilde Hellenlerin de bölgeye MÖ I. binyılın ilk yarısında ya da daha erken dönemde keşif seferleri düzenledikleri düşünülmektedir. Bu bölgenin zenginlikleri, üretim kapasitesi ve ticari potansiyeli göz önünde bulundurularak Büyük Kolonizasyon olarak adlandırılan süreçte (MÖ 750-550) Hellas ve Küçük Asya’da yaşayan Hellenler tarafından zenginliklerinden faydalanmak amacıyla bölgeye koloniler kurulmuştur.
Özellikle Miletosluların Pontos Eukseinos’un güney kesimlerinde son derece etkin oldukları ve buradaki üretim ve ticareti kontrol edebilmek için birçok koloni kurdukları görülmektedir. MÖ 547/546’dan itibaren Perslerin Küçük Asya’ya hâkim olmasıyla birlikte bölge iç dinamikleriyle varlığını sürdürmüş. Büyük İskender Perslere karşı çıktığı seferde Küçük Asya’nın çeşitli bölgelerini ele geçirmiş olsa da onun Pontos Bölgesi’ne geldiği ya da bölgeyi boyunduruk altına aldığına dair bir bilgi yoktur. Nitekim ne Büyük İskender’in ne de onun haleflerinin (diadokhoi) bölgede etkin bir şekilde hâkimiyet sağladıkları söylenemez. Sözü edilen dönemde bölge hem stratejik hem de ekonomik açıdan giderek önem kazanmaya başlamıştır. Öyle ki, bu süreçteki otorite boşluğundan faydalanarak bölgede hâkimiyet kuran Mithradates Hanedanı yöneticileri bölgenin kaynaklarını kullanarak giderek güçlenmiş ve dönemin en büyük güçlerinden biri olan Roma ile kıyasıya mücadele edebilecek duruma erişmiştir. MÖ 63 yılında oğlu II. Pharnakes’in ihanetiyle intihar eden Mithradates VI Eupator’un ölümüyle birlikte Pontos Bölgesi Romalıların hâkimiyetine girmiş ve zamanla yapılan düzenlemelerle birlikte Pontus et Bithynia eyaleti olarak Roma’ya tabi kalmıştır.
Pontos tarihinde kilit öneme sahip Trabzon, Grekçe de “masa” ya da “trapez/yamuk” manasına gelen “Trapezos” kelimesinden gelir. Trabzon adına, Trapezos olarak ilk kez, Ksenophon tarafından kaleme alınan ve MÖ IV. yüzyıldaki olayların anlatıldığı ‘Anabasis’ başlıklı antik kaynakta rastlanmaktadır.
İyon kökenli Miletosluların Batı Anadolu’dan sonra MÖ VII. yüzyılda Karadeniz’e gelerek kıyılarda koloni kentleri kurduğuna değinmiştim. Trabzon da, merkezi Sinop olan bu kolonilerin arasında sayılmaktadır ve birçok araştırmacı, kentin ilk kuruluşu olarak bu dönemi gösterir. Oysa Kolkhlar, Driller, Makronlar gibi yerli kavimler Trabzon civarında çok daha önceden beri yaşamaktaydılar.
Aynı yüzyılda Karadeniz Bölgesi Kafkasya’dan gelen Kimmerler ve onların ardından İskitlerin akınlarına uğrayacaktı. Ancak bu akımların kolonilerin kuruluşundan önce mi yoksa sonra mı olduğu konusu tartışmalıdır. MÖ VI. yüzyılda ise Trabzon Perslerin egemenliğine girerek, Pont Kapadokyası’nın Satraplık’ında kalmıştır.
Büyük İskender MÖ 334’te Pers hâkimiyetine son vermişti. İskender’in ölümü ardından Pont Satrabı II. Ariantes’in oğlu Mithridates, yerli halkın desteğiyle Karadeniz’de Pontos Krallığını kurdu. Trabzon, MÖ 280’de merkezi Amasya olan Pontos devletinin sınırları içinde kaldı.
MÖ I. yüzyılda batıda güçlenen Romalılar Anadolu’yu da işgal etmeye başlamışlardır. Roma kralı Pompeius’un Pontos Kralı V. Mithridates’i Kelkit vadisinde bozguna uğratmasıyla Pontos Krallığı dağıldı. Böylece Trabzon, MÖ 66’da Roma yönetimine girdi.
Roma İmparatorluğu 395’te ikiye ayrılınca Trabzon, merkezi İstanbul olan Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu’nun sınırları içinde kalacaktı.
Bizans İmparatorluğu’nun 1204’te IV. Haçlı seferleriyle gelen Latinlerin işgaliyle imparator I. Andronikos Komnenos’un İstanbul’dan kaçan torunları Alexios ve David, Gürcü Kraliçesi Tamara’nın da yardımıyla Trabzon’da Komnenos Krallığını kurarlar.
I. Aleksios devletin kurulmasının ardından kendisini Roma İmparatoru olarak adlandırmıştı. Hanedanın devlet hâline dönüşmesinde Gürcülerin desteği de etkili olmuş ve 257 yıl boyunca Karadeniz’de hâkimiyet kurmuştu.
Devlet kuruluşundan bir süre sonra Sinop ve Karadeniz Ereğlisi’ni de sınırlarına katmıştı. Pontos Rum Devleti, tarihteki en parlak dönemini, I. Andronikos Dönemi’nde yaşayacaktı. Bu dönemde, Selçukların devleti yıkmak adına gerçekleştirdiği girişimler başarı ile püskürtülmüştü.
Trabzon merkezli bir imparatorluk olarak Pontos Rum Devleti’nin resmî olarak tarih sahnesine çıkışı 1204’tür. Gürcülerin desteğiyle I. Aleksios, Trabzon’u topraklarına katmış ve burayı devletin merkezi ilan etmişti. I. Aleksios, Selçukluların Trabzon içlerine ilerlemesine engel olmuş ayrıca bölgenin ticaretini zenginleştirerek buranın önemli bir ticaret şehri hâline gelmesini sağlamıştı. Bölge, Cenevizliler ve Türkmenler tarafından da pek çok kez kuşatılmışsa da bu kuşatmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Antik Çağ uygarlığının etkilerini devam ettiren Trabzon Rum İmparatorluğunun sınırları doğuda Karadeniz Ereğli bölgesini de içine alırken, kuzeyde Rusya sınırlarındaki Kırım’ın Kerç topraklarına kadar uzanıyordu; Pontoslular ticaret, denizcilik, astronomi ve mimarı alanlarda önemli gelişmeler göstermişti.
Anadolu Selçukluları ile evlilik bağı oluşturarak ve vergi ödeyerek siyasi varlıklarını sürdürebilen Komnenos Krallığı, I. Manuel Komnenos zamanında (1238-1265) en parlak dönemini yaşamıştır. Gümüşhane’deki gümüş madenlerinin etkisiyle de ekonomik olarak güçlenen Manuel I’in sikkeleri üzerinde “en mutlu” unvanı yer almaktadır.
Devletin yıkılışını hızlandıran olay her ne kadar Timur’un Gürcistan’ı egemenliği altına alması olsa da öncesinde yaşanan iç karışıklıklar, 1340’ta patlak veren veba salgını, Türkmenler ve ardından da Cenevizliler ile ticaret yollarına hâkim olmak adına verilen mücadelelerin her biri devletin gerilemesinde ve çöküşünde etkili olmuştur.
I. Bayezid’in 1398’de Samsun yöresini almasından sonra Trabzon Komnenos Krallığı Osmanlı Devletine yıllık vergi ödemek zorunda bırakılmıştır. David Komnenos, iktidarı döneminde (1458-1461) vergi ödemeyi durdurarak, önceden ödediklerini de Akkoyunlu Devleti Sultanı Uzun Hasan aracılığıyla geri istemiş, Osmanlılara karşı Avrupa’daki büyük devletlere ittifak önerisinde bulunmuştur. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet’in öncülüğündeki Osmanlı kuvvetleri bölgeyi kuşatarak, 1461’de Trabzon’u ele geçirmiş ve Komnenosların egemenliğine son vermişti.
Devletin resmî olarak yıkılmasına sebep olan olay ise Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in emrindeki 140.000 kişilik ordu ile şehri kuşatması ve Trabzon’u ele geçirmesi olmuştu.
Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u işgal ve sonrasında yaptıkları, Osmanlı’nın yağma-talan düzeninin en seçkin örneklerinden birini oluşturur.
Trabzon, karadan ve denizden kuşatılıp Akkoyunlulardan beklenen yardım gelmeyince İmparator II. David Komnenos, ailesinin hayatının bağışlanması ve sürgün olarak imparatorluğun herhangi bir yerinde ikamet etmesine izin verilmesi karşılığında kenti savaşsız olarak teslim etmeyi kabul etmişti.
İmparatorluk merkezi Trabzon’un böylece düşmesine ve artık “savaşan” düşman olmamasına karşın Fatih şehir halkını üç bölüme ayırdı:
i) İmparator ailesi dahil soylu ve zengin ailelerden ve zanaatçılardan oluşan ilk grup Trabzon’dan sürülüp, Kostantinopolis’te ikamete mecbur tutuldu.
ii) İkinci grup, Sultan’ın ve Osmanlı paşalarının hizmetçileri, esirleri cariyeleri olarak tutsak alındı.
iii) Üçüncü grup, kentin yoksul yerlileri ise şehir surlarının dışına çıkarılarak, kırsal alanda ikamete mecbur edildi.
Ayrıca 800 kadar Rum genci de Yeniçeri Ocağına “devşirilmek” üzere götürüldü.
Kent üç gün üç gece yağmaya açık bırakıldı. Sürgün edilenlerin hepsinin taşınır taşınmaz mallarına el kondu.
Trabzon kalesi Yeniçerilere teslim edildi; çıkarılanların yerlerine Osmanlı aileleri, Müslüman topluluklar yerleştirilmeye başlandı.
Fatih, İmparator II. David Komnenos ile İmparatoriçe Eleni ve ailenin diğer bireylerini Trakya’nın Serez kentinde ikamete zorladı. II. David’in sekiz oğlundan biri İslâmiyeti seçti; Fatih’e hizmet etmek amacıyla Enderun’a gönderildi. Kızı Anna ise saraya cariye olarak alındı.
Ancak bir süre sonra Sara Hatun’un II. David’e yazdığı mektubu bahane eden Fatih, bütün Komnenos Ailesini zincire vurdurarak İstanbul’a getirtip; “Kur’an ile ölüm arasında bir tercih yapmasını” emretti.
Kadınların ve çocukların yalvarmaları, imparatorun gözyaşları padişahı kararından döndürmedi. Ama II. David Hıristiyanlıktan vazgeçmedi, İslâmiyet’i kabul etmedi. Bunun üzerine Fatih’in emriyle Komnenos ile yedi oğlunun hemen başı kesildi.
Komnenoslara verilen cezayı daha da ibret verici bir duruma sokmak isteyen Fatih, ölülerin gömülmesine izin vermedi. Cesetleri Yedikule zindanlarının arkasındaki boş araziye atıldı. Kargalar ve akbabalar hemen cesetlere üşüştüler.
Başları kesilenlerin annesi ve eşi olan İmparatoriçe Eleni, ölenlerin mezarını kazmak için tek başına surların dışına çıktı, yırtıcı kuşlarla uzun süre mücadele ettikten sonra sekiz çukur kazmayı ve çok sevdiği eşi ile çocuklarını gömmeyi başardı. Sonra kendisi de mezarların yanına oturarak ölümünü beklemeye başladı.
“İşte İslâm’ın ‘Fetih’ kılıcı böyle çalıştı…”
Ve sonrası da gelecektir: Osmanlı’nın Pontos’u işgal etmesi ile dil ve din asimilasyonu politikaları da başlar. Trabzon’da 1461’de yüzde yüz olan Hıristiyan nüfusu, 1523’te yüzde 86’ya geriler.
Bunca baskı ve asimilasyona rağmen Osmanlı’nın 1914 kayıtlarına bakıldığında Samsun’dan Rize’ye 450 bin Pontoslu Rum yaşadığını görülürken; Pontos halkına yönelik saldırganlık Köprülüler Dönemi’nde (1656-1670) üst seviyeye çıkar.
1670’te Rumca konuşmak yasaklanır. Konuşanların ölümle cezalandırılacağı duyurulur. Bununla da yetinilmez, Osmanlı askerleri ve muhbirleri çarşı pazar, Rumca konuşanların izini sürer. Konuşurken yakalananlar cezalandırılır.
Osmanlı İmparatorluğu saldırganlığın sonuç vermediğini görünce yeni bir yöntem üretir. Padişah’ın imzasıyla Pontoslu Rumlara “Ya dininizi ya dilinizi değiştireceksiniz,” fermanı yollanır.
Sonrası malum!
ULUSAL ARKA PLAN
Ahmet Hamdi Başar, Mustafa Kemal’in 1930’larda Samsun’a gelişini şöyle anlatır:
“Samsun’a geldiğimiz zaman başka yerde görmediğimiz bir manzara karşısında kaldık: gece her tarafta fevkâlâde inzibatî tedbirler alınmıştı- İstasyondan itibaren bütün yollar süngülü askerler tarafından tutulmuştu. -Halk asker kordonlarının arkasına sinmişti. Bu suretle askerden ve polisten mâada hiç kimseyi görmeden, âdeta bir düşman şehrine henüz giren bir kumandan gibi Gazi ve bizler otomobillerle, Gazinin misafir edileceği konağa geldik- O Samsun ki, 1919 senesi Mayısında, Gazinin, vatanı kurtarmak üzere Anadolu’ya ilk adımını attığı yerdi- On bir sene sonra vatanı kurtarmış, davalarını ortaya atmış, inkılâbını tamamlamış bir şef, bir kurtarıcı sıfatı ile ve daha iyi neler yapılabileceğini anlamak maksadı ile buraya girdiği gece ayni adam bir inzibat kordonunun himayesine muhtaç kalmaktadır.”
Bu hâl 1930’larda bile hâlâ Türkleştirilememiş Pontos’un tarihindeki derin ve yaygın bir uluslaşma sürecinin ürünüydü.
Bu gerçeğin arka planına göz atacak olursak: 1450’den itibaren Avrupa’nın Ortaçağ karanlığını yıkıp aydınlanma dönemine girdiği Rönesans, başını Trabzonlu Rum Kardinal Vissarion’un çektiği o günün aydınlarının antik Helen eserleri güncelleştirilerek, Latince tercümeler yapılarak bölgeye yayılır.
Rönesans’ı başlatan Helenizm dalgası, 1453 ve 1461’de İstanbul ve Trabzon’un Osmanlı egemenliğine geçmesi yüzünden Pontos’ta kesintiye uğrar. XIX. yüzyılda ise Helenizmin izleri Pontos’un şehirlerinde yeniden görünecektir.
1890’da Trabzon Filarmoni Orkestrası kurulur. 1895’te önemli ameliyatların yapıldığı büyük bir hastaneye sahiptir Trabzon. Opera binalarının, tiyatro binalarının dolu dolu olduğu, kemençenin dışında her sokağından keman ve piyano sesleri gelen Samsun, Trabzon şehirleri aynı zamanda dünyanın en önemli liman ve ticaret merkezleridir ve bu limanlarda Fransızca, İtalyanca, Helence, Rusça, İngilizce gazeteler satılır.
Dünyada sağır ve dilsizler için yaygınlaştırılmış, bilimsel eğitim veren kurumların sayısı çok azken, 1915’te Amasya’da ayna ile gırtlak hareketlerini takip edip harfleri tanıyan, dudak okuma yöntemi ile eğitim veren Merzifon Koleji gibi okulları vardır Pontos’un.
Genç kadınlar Pontos şehirlerinde okuma imkânına sahiptir. Trabzon Kız Okulu 1846’da faaliyete başlar ve daha sonra 1873’te Gümüşhane Kız Okulu kurulur.
Sinop, Amasya, Ordu, Safranbolu, Giresun gibi birçok Pontos şehrinde açılan yeni okullarla genç kadınlar erkekler gibi ücretsiz okuma hakkına sahip olur.
Ve bu genç kadınların sayıları yıldan yıla artmaktadır. 1870’te 250 öğrenci Trabzon’da öğrenim görürken, 1880’de sayıları 738’dir. Gümüşhane’de 1874’te 28 olan öğrenci sayısı, 1906’da 100’e ulaşır.
Genç kadınlar bu okullarda sadece dikiş nakış gibi cinsiyetlerine yönelik dersler almazlar; ekonomi, matematik, fizik, tarih, coğrafya, Fransızca gibi konularda da eğitim görürler.
Ayrıca bugün büyük kentlerde yaşayanların bile büyük çoğunluğu kriket nedir bilmezken Trabzonlu kadınlar kriket oynuyorlardı. Okullarda, hastanelerde çalışan kadınlar vardı.
Gözleri önünde bir Osmanlı çavuşu tarafından oğlu öldürülen Eleni adlı bir köylü kadınının, o çavuşu öldürüp dağa bir partizan olarak çıkması tesadüf değil, cesaret ve fedakârlıkla ilgilidir.
Ve işte bu yüzden 1923’te Mübadele Anlaşması imzalanıp Hıristiyan olan Rumların binlerce yıllık topraklarını terk etmeleri istendiğinde dağlardan yükselen tek bir “Hayır” çığlığının bir kadına ait olması tesadüf değildir.
“Ben Rum’um, ne dilimi ne dinimi değiştireceğim ve topraklarımdan gitmeyeceğim” diyen o kadının, partizanların kaptanı Eleni Çavuş’un 1924’ün Aralık’ında bir mağarada son kurşununa kadar çarpışıp hayatını kaybetmesi bir tesadüf değildir.
Bu arada Türkiye’deki resmî tarihçilerin verdiği sayıya göre, 1918-1923 kesitinde Pontos dağlarının tümünde toplam 25 bin partizan bulunurken; bunların yarısı kadındı.
Ayrıca eğitimci olan Trabzonlu gazeteci Nikos Kapetanidis eğitim üzerine yayınladığı makalelerinde kilisenin eğitime karışmasına karşı çıkar.
Dört dilde eğitim yapan okullarının kütüphanelerinin, botanik bahçelerinin bugünün üniversitelerinde dahi olmadığı bir coğrafyadır Pontos. Sadece Pontos şehirlerindeki Rumlara ait okul sayısı XX. yüzyılın başında 1401’dir ve toplam öğrenci sayısı 85.890’dır.
Edebiyat ve sanat dergileri yok satar.
Pontos köylerinde bugün de devam eden halk tiyatroları (Momoeria) yüzlerce yıllık gelenektir.
Doktorları, eczacıları, mühendisleri, seramik ustaları, bakır işlemecileri, madencileri, demircileri, arabacıları, yorgancıları, fırıncıları, çorbacıları, köylü şehirli hayatı var eden aydın insanları ile 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın 600 yıl süren İslâmlaştırma politikalarına rağmen Rum/Helen kimliğiyle modern ve aydın bir coğrafyadır Pontos.
Tabir caiz ise 1916 ile 1918 kesitinde yarı bağımsızlığı tatmış Pontos, Türk-Yunan Savaşına kadar (1922) politik mücadelesini sürdürmüştür.
XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Karadeniz’deki ticaret büyük bir gelişme gösterir. Tütün, fındık gibi ürünlerle kapitalist pazar için üretim yapılmaktadır. Ekonomik güç ister istemez siyasi talepleri de harekete geçirecektir. Pontos aydınlarının ulusal Helen ideallerini benimsemeleri XIX. yüzyılın ikinci yarısına dek uzanır ve 1870’te İstanbul’da yayınlanan Pontos’la ilgili bir kitapta bu inancın hayli kökleştiği görülür. Pontos hareketini XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar götürenler de bulunmaktadır.
Ancak, Balkan savaşlarına kadar da Pontoslu aydınlarda hâkim olan görüş: Türklerle barış içinde ve işbirliği ile bir “Türk Pontos Birliği”nin yaratılmasına ilişkin kanılarıdır. Bu düşüncelerin yayılmasında Trabzon Metropoliti Khrisanthos’un Doğu Partisi’nin görüşlerinin katkısı belirleyicidir. Balkan Savaşı sonunda Jön Türkler artık Osmanlıcılık maskesini çıkarmış Türkçülük temelinde toparlanmaya başlamışlardır. Balkan Savaşı, Türk milliyetçiliğinin zincirinden boşalmasında etken olacaktır.
Hükümetin Balkan göçmenlerinin bir bölümünü bölgeye yerleştirmeye çalışması önemli bir dönemeçtir. Pontos köylülerinin, göçmenleri kendi köylerine kabul etmemekte kararlı olmaları, otoritelere ilk başkaldırı eylemlerini başlatır. Bu durum karşısında hükümet 1915 sonbaharında, olaylara en fazla karışan ve göçmenlerin yerleştirilmesini önlemiş olan köylere karşı (Ökse, Çirahman ve Tevkeris) ilk cezalandırma harekâtına girişir. Köyler ateşe verilir, nüfus dağıtılır ve işe yarar erkekler, en tanınmışı Vasilis Anthopoulos-Vasil Usta olan şeflerin etrafında örgütlenmeye başlayan silahlı gruplara katılırlar. Çok sayıda silahlı grup Bafra Nebiyan bölgesinde toplanır. Genel görüşe göre, Rusların ilerlemesiyle birlikte Pontos’ta bir “genel devrim” öngörülmektedir.
Ancak Rus ordusunun çakılıp kalması ve Pontos bölgesini bütünüyle işgal edememesi Anthopoulos’un da bütün planlarını alt üst eder. Zamanla Anthopoulos ile Ruslar arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkar; Vasilis Anthopoulos hemen yapılacak müdahaleden, Ruslar ise Türk ordularının uzun dönemde oyalanmasından yanadır. Sonunda Rusların onu oyalamalarından endişe eden Vasilis Anthopoulos, 24 Eylül’de büyük bir darbe indirmeye karar verir. 80 arkadaşıyla hem bir cezalandırma eylemi hem de Rusları etkilemeyi amaçlayan bir eylem tasarlayarak harekâtı başlatır. Vasilis Anthopoulos ve adamları Türk köylerinden geçerken Hıristiyanlara eziyet ettikleri varsayılan insanları öldürüp evlerini yakarlar. Ordu yakınlarında, askerî birliklerle yapılan çatışmanın ardından Vasilis Anthopoulos’un birlikleri çatışmayı kaybederler ve Anthopoulos’la 9 arkadaşı 18 Ekim’de Trabzon’a sığınır; Vasilis Anthopoulos, savaşın sonuna kadar Trabzon’da kalacaktır.
Bu olaylar İttihat ve Terakki mensubu Topal Osman ve yardımcılarını sahneye çıkarır.
Kemalistlerin Sağlık Bakanı ve Lozan’daki temsilcisi olan Rıza Nur ‘Hatırat’ında, Topal Osman’la aralarında geçen bir konuşmayı şöyle aktarır: “… ‘Ağa, Pontusu iyi temizle,’ dedim. ‘Temizliyorum,’ dedi. ‘Rum köylerinde taş taş üstünde bırakma,’ dedim. ‘Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lâzım olur diye saklıyorum,’ dedi. ‘Onları da yık, hattâ taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler,’ dedim. ‘Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim,’ dedi. Topal Osman yeni bir Koroğlu’dur.”
Evet Topal Osman böylesi bir teröristtir. Öyle ki Giresun Alayının 3. taburunun Ordu Sancağına geleceğinin haber alınması bile eşrafı telâşa düşürmeye yetmiştir. Ordu Mutasarrıfı Merkez Ordusu kumandanı Nurettin Paşa’ya endişelerini bildirir. Ordu eşrafının Osman Ağa’dan korkuları boşuna değildir. Osman Ağa’nın teröründen Türkler de nasibini almaktadır. Osman Ağa birliklerinin Tokat’ta ve Mecitözü’nde de birçok köye tecavüzleri şikâyet konusu olur.
Pontos silahlı birliklerinin başındaki en önemli isimlerden (askerî lider de diyebiliriz) biri de Andon Paşa’dır. Eşi Pelagia ile birlikte Pontos gerilla birliklerini yöneten Andon Paşa Pontos köylerini savunurken, bir yandan Türk devletinin diğer yandan da Türk çetelerinin en önemli korkularından biri hâline gelir. Türk devleti başına 50.000 lira ödül koymuştur. Andon Paşa gerilla birlikleri için birleştirici bir öğedir aynı zamanda. Kendisi 1917’de öldürülür ancak eşi (ki kaptan Pelagia olarak anılmaktadır) 1923’e kadar da yoluna devam eder.
PONTOS SOYKIRIMI
1894’te Abdülhamid’in Ermenilere yönelik katliamlarıyla başlayıp, 1915’te İttihat ve Terakki yönetimi tarafından 1.5 milyon Ermeni ve 300 bine yakın Süryanî’nin hayatına mal olan Büyük Gayrimüslim Soykırımı’nın son etabıdır Pontos Rum Soykırımı.
1914-1921 arasında Amasya, Samsun, Giresun’da 134.078, Niksar’da 27.216, Trabzon’da 38.434, Tokat’ta 64.582, Maçka’da 17.479, Şebinkârahisar’da 21.448 olmak üzere 1921-1923 arasında ve Mübadele yollarında hayatını kaybeden 50 bin insanla birlikte toplam 353 bin Rum soykırıma uğratılmıştı.
Evet soykırıma evrilen süreç ile geride Rumlardan iz bırakılmamaya çalışılmıştır.
“Soykırım mı?” sorusuna şu yanıtı verebiliriz.
Soykırım suçu, ulusal, etnik, ırksal veya dinî bir grubu, tamamen veya kısmen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki eylemlerden herhangi biridir: i) Grup üyelerinin kasten öldürülmesi. ii) Grup üyelerinin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verilmesi. iii) Grubun, tamamen veya kısmen yok olması sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması. vi) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması. v) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi.
Pontoslular bu eylemlerin tümüne maruz kalmışlardır.
“Nasıl” mı? İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki 1910 Konferansı’nda, “Er ya da geç tüm tebaanın Osmanlılaştırılması sağlanmalıdır, ancak şu netleşmektedir ki bu hedefe asla ikna yolu ile ulaşılamaz ve zor yoluna başvurulmalıdır,” denirken; yine İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki 1911 Konferansı’nda hareketin ideologlarından Dr. Bahattin Şakir de ekler: “İmparatorluğumuzda eski dönemlerden kalan milletler, yabancı ve zararlı otlarla akrabadır ve kökleri sökülmelidirler. Vatanımızı temizlemek için…”
Gerçekten de Osmanlı’da XIX. yüzyıldan itibaren öne çıka(rtıla)n “Osmanlı’yı kurtarma” düşüncesi; “Batıcılık”, “Türkçülük”, “İslâmcılık”, “Yeni Osmanlıcılık” başlıklarında tedavüle sokulur. XX. yüzyıla gelindiğinde öne çıkan “kurtuluş” düşüncesi, “tekçi etnik ve dinî kimlik”e yaslanmış “milli devlet”tir. Söz konusu gaye İttihat ve Terakki Cemiyeti ile hayata geçirilmeye çalışılır. Bu, özünde sermayenin Türkleştirilip, Müslümanlaştırılmasından başka bir şey değildir.
Özetle Abdülhamid döneminden başlayıp İttihat ve Terakki projesiyle derinleşen ve Mustafa Kemal tarafından tamamlanan soykırımı süreci, tek bir günle ya da tek bir yılla tarif edilemez. Osmanlı’nın son dönemine tekabül eden Abdülhamid’in İstibdat Yönetimi’nin 1894’te Ermenilere yönelik katliamının ardından İttihat ve Terakki’nin tüm Hıristiyan nüfusa yönelik tehcir, imha ve Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla tamamlanan Pontos Rum Soykırımı ve ardından Yunan ordusunun yenilgisiyle sonuçlanan ve İzmir Yangını ile nihayet bulan Rumlara yönelik Küçük Asya kırımı… Hepsi birden bu büyük soykırımı ifade ederken; her şey ilk önce 1911’de Rumlara karşı alınan sürgün/tehcir ile başlar. Bu soykırımın ilk provasıdır. Söz konusu süreçte 500 bine yakın Rum sürgüne zorlanır.
İttihat ve Terakki’nin “Anadolu’yu Müslüman Olmayanlardan Temizleme Operasyonu” 1915’te Ermeni Tehciri ve Soykırımı ile 1.5 milyon Ermeni’nin, 250 bin Asurî/Süryanî’nin katledilmesiyle sürer.
Süreç, 1916’dan itibaren ise iki yıl sürecek “Rumların Tehciri” ile devam edecektir. 1919’a kadar Karadeniz/Pontos’ta hayatını kaybeden Rum sayısı 150 binin üzerindedir. Ancak asıl soykırımı uygulamaları 1919’dan sonra gündeme gelir.
Mustafa Kemal’in İstanbul Hükümeti ve İngilizlerin onayı ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a müfettiş olarak atanmasının ardından, Pontos Rumlarını toptan imha girişimine başlarlar.
Evet Pontos soykırımı birinci Jön Türk (İttihat ve Terakki) ve ikinci Jön Türk (Kemalist) olmak üzere iki safhada gerçekleşmiştir. Soykırımın birinci evresi 1916 başında başlar (9 Aralık 1916) sürgün kararnamesi ise 12 Mart 1916’da yayınlanmıştır. Soykırımın ikinci evresi 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile devreye giren kitlesel sürgünlerle devam eder. Pontos halkı dışarıdan bir yardım almadan kalan gücüyle topyekûn direniş gösterir. Bu direnişin bir anlamda tutsak halkların mücadelelerine örnek olduğunu söyleyebiliriz.
Direniş Santa ve Bafra’da olmak üzere iki yerde kırılamamıştır. Ancak Pontos halkının direnişi asimetrik savaşa rağmen kırılamasa da dönemin reel politik gerçeğine yenilir. Ve Lozan Antlaşmasıyla vatanın kaybedilmesi tescil edilir.
Pontos soykırımı, 1915 soykırım sürecindeki Ermeni ve Asurî-Süryanî soykırımında olduğu gibi, günümüze uzanarak devam eder. Tolika’nın, Tamama’nın ve diğerlerinin hikâyeleri soykırımın günümüze uzanan yüzüdür…
Müslümanlaştırma/ruhlarını çalma aynı zamanda “sevabın” yanında bir zenginleştirme/sermayenin el değiştirme mekanizmasıdır. 11 Ağustos 1915 tarihli genelgenin direktifi; ailenin erkeklerini yok et, kadınları ve çocukları İslâmlaştır ve mülküne el koy demekten başka bir şey değildir.
Rumlar neredeyse hiçbir şeyleri kalmayacak şekilde mecburî resmî taleplerle yüz yüze bırakılmışlardır. İttihatçılar Rum tebaaları Müslüman olmaya zorlamaya kalkışmışlardır; Rum kızları, aynı Ermeni kızları gibi, çalınarak haremlere kapatılmışlardır ve Rum erkek çocukları kaçırılmış ve Müslüman evlere yerleştirilmişlerdir…
Özetle Argyroupolis (Gümüşhane), Rodopolis (Maçka), Trebizond (Trabzon), Kerasountos (Giresun), Tripolis (Tirebolu), Ordou (Ordu), Kolonia (Sebinkarahisar), Gialıla Giouzou (Yaylayüzü), Melanthos (Mesudiye), Ressatiğe (Reşadiye), Amaseia (Amasya), Sevasteia (Sivas), Sousechn (Suşehri), Koılaşsai (Koyulhisar), Evdokia (Tokat), Erpaa (Erbaa), Nixar (Niksar), Fatsa (Fatsa), İnoi (Ünye), Amisos (Samsun), Sinopi (Sinop), İnepolis (İnebolu), Parthenion (Bartın)’da “sadece öldürmek değildi amaçlanan. Amaçlanan kadınları aşağılamak ve küçük düşürmekti ve kiliselerde bile bunu yapmaktan çekinmiyorlardı. Tecavüz ve katliamlar karşısında yüzlerce kadın intiharı tercih edecekti.
“Nurettin Paşa ‘Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılık yapılması’ suçlamasına yönelik ‘izahlarının’ bir bölümünde kadınlara ve çocuklara yönelik zalim tutumunu şu cümlelerle savunuyordu: ‘Kadınlara gelince: Pontusculukla meşbu, erkeklerine fikren, bedenen, malen muavenet ettikleri hakikâttir. Yataklık, muhbirlik, cinayete teşkar kadınlar da mahkemelere sevk edildiler. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır. Bu yüzden erkeklerle aynı şeyi yaptık. Çocuklarından da ayırmadık.’
“Bunların yanında soykırımda Pontoslu Rum kadınlar Müslüman erkeklerin hedefindeydi.”
Evet Pontos’ta sadece soykırım değil; aynı zamanda bir kadın kırımı yaşandı. Kadın ve çocuklar her zaman nüfusun korunmaya muhtaç olan hassas parçasını teşkil eder. Kadın ve çocuklara uygulanan şiddet ve imha olayları yabancı konsolos, büyükelçi, misyonerlerin ihbarname ve raporlarında açıkça ifade edildi. Suç unsurlarını bolca göz önüne seren bu kaynaklardan edindiğimiz bilgiler, Türk ordusu ve çetelerinin özellikle kadınlara karşı vahşi ve planlı bir imha sistemi uygulamasına giriştiğini açıkça gösteriyor.
Aralık 1916’da Palazana ve Trupsi (Trabzon) köylerinde zorla Müslümanlaştırılan kadınların akıbetleri Türk haremlerinde noktalandı. Nikopolis’te yaşayan bir Türk olan Halil Topanoğlu açık açık, savaştan önce kendisinin neredeyse açlıktan ölecek durumdayken, şimdi çok sayıda Müslümanlaştırılmış kızla (Rumların) cennette gibi bir hayat sürüyor olduğunu anlatıyordu.
Bir diğer örnek: 11 Aralık 1916: Beş Rum köyü talan edilip yakıldı. Köy sakinleri sürüldüler… 12 Aralık 1916: Kent çevresindeki köyler de yakıldı… 14 Aralık 1916: Köyler, içindeki okul ve kiliselerle birlikte ateşe verildi… 17 Aralık 1916: Samsun sancağındaki on bir köyü yaktılar. Yağmalar sürüyor. Köylülere kötü muamele ediliyor… 31 Aralık 1916: Yaklaşık 18 köy tamamen yakıldı, 15’i kısmen yakıldı. 60 kadar kadının ırzına geçildi. Kiliseler de yağmalandı…
20 Ocak 1917’de Büyükelçi Pallavicini Viyana’daki amirlerini muhacirlerin durumları hakkında uyarmış ve onları birkaç yıl önceki Ermeni tehcirleriyle kıyaslamıştır: “Muhacirlerin durumu iç acıtıcı. Hepsini ölüm bekliyor. Sadrazamın dikkatini olaylara çekmeye çalıştım ve Rum unsurlara yönelik mezalim şekil ve boyut olarak Ermenilere yönelik mezalime benzemesinin çok üzücü olacağını vurguladım.”
Frunze’nin şu satırları Pontos soykırımına dair hiçbir tereddüde yer bırakmaz: “Samsun, Sinop ve Amasya’da yaşayan 200 bin Rum’dan yalnızca dağlarda dolaşan birkaç çete kaldı. Yaşlılar, kadınlar ve çocukların hemen hepsi ülkenin başka yerlerine, Diyarbakır, Harput, Konya bölgelerine göç ettiler. Bunlar öyle bir zamanda ve öylesine yokluk içinde gittiler ki, yeni yerlerinde yoksulluk ve kölelik hayatı yaşayan, sürünen bütün bu kitleden birkaç bin kişinin bile sağ kalmadığını söylemek mümkün!”
Tüm bunların yanında Pontos Rum Soykırımı ile 353 bin Rum’un acımasızca katli, sadece Karadeniz’de 200 bine yakın Rum’un “mübadele” adı altında sürgün edilmesiyle sınırlı değildi.
Söz konusu katliamdan, insanlığını yitirmemiş namuslu Müslüman Pontoslular da payını almışlardı. Bu namuslu insanlar, her şeyden önce insan olduklarının bilinciyle yapılan haksızlıklara karşı çıktılar, tavır aldılar. Yeri geldi partizanlara evlerini açtılar, yeri geldi katledilmek için aranan Rumları sakladılar. Bunlar arasında müftüler, belediye başkanları, subaylar ve kadınlar da vardı. Kimileri sürgün edildi, kimileri yıllarca hapis yattı, kimileri çeteler tarafından öldürüldü, kimileri de istiklal mahkemelerinin kararlarıyla idam edildi. İşte bu namuslu insanlardan bazılarını analım.
4 Ekim 1921 tarihinde merkez ordusu kumandanlığına yollanan, 1028 numaralı ve 10. Fırka kumandanı İsmail imzalı bir telgraf, 31 Müslüman kadının Rumları saklamak suçundan İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmek üzere tutuklandığını öğreniyoruz.
“Merkez ordusu kumandanlığında, Rumların Anadolu’nun iç kısımlarına gönderilmek üzere tutuklu olduğu bilinmektedir. Bu Rumların bir bölümü saklanırken, diğer bir bölümü de gönderildikten sonra firar edip geri dönerek saklanıyor durumda bulunmuş iken, yakalanan 132 erkek ve 5 kadın olmak üzere 137 Rum, bugün sabah vakti Samsun’dan Amasya’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderilmiş. Eşkıya ile temasta bulunan ve evinde sevke tabi Rum saklayan 31 kadın, aynı şekilde İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmek üzere tutuklu olarak bulunduğu arz olunur… 10. Fırka kumandanı İsmail.”
Rumlara yardım ettiği gerekçesiyle gözaltına alınan 56 Müslüman, 29 Eylül 1921 perşembe günü ile 5 Ekim 1921 çarşamba günleri arasında TBMM gizli oturumlarında Koçgiri’nin yanısıra Pontoslu Rumlara yönelik uygulamalar gündeme getirilip tartışılırken, milletvekillerinden bir kısmı yapılanlardan Nurettin Paşa’yı sorumlu tutarak görevden derhâl alınmasını isterken, bazıları da Nurettin Paşa’nın asılmasını istediler. TBMM’de bu konudaki gizli oturumlar Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen meclis, Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve muhakeme edilmesine karar verdi. Ayrıca Koçgiri ve Pontos İsyanlarını yerinde incelemek için bir araştırma heyeti kurulmasını kararlaştırdı.
İzahnamesi’nde, “Bütün Rumlarda bir devlet mefkûresi vardır. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır,” diyen Nurettin Paşa hem Koçgiri’de hem Pontos’ta kadın, erkek, çoluk çocuk ayırmaksızın kan döken, Mustafa Kemal’in sadık askerlerinden ve adı daha sonra İzmir’in yakılmasında geçecek olan merkez ordusu komutanı sakallı Nurettin Paşa idi.
Burada bir parantez açıp, hatırlatalım: 19 Mayıs efsanesinin tarihsel arka planını, Osmanlı imparatorluğunun Hıristiyan vatandaşlarının topyekûn katlini, yağmayı, çapulculuğu önlemek için İstanbul hükümeti tarafından müfettiş olarak Anadolu’ya gönderilen Mustafa Kemal’in, saf değiştirmesi oluşturmaktadır. Mustafa Kemal’in, neredeyse tamamı soykırım suçlularından oluşan Anadolu içlerine çekilmiş İttihat ve Terakki kadrolarının, Teşkilât-ı Mahsusa elemanlarının kontrolündeki Osmanlı askeriyesinin, çete teşkilâtlarının başına geçmesi eylemidir.
Ve nihayet Türkiye ve İngiltere ile Bekir Sami arasında 16 Mart 1921’de imzalanan anlaşma ile Pontos’un kaderi çizilmiş olur. İngiltere, Sovyetlerle arasındaki Türkiye’yi bir tampon devlet olarak desteklemektedir.
Bu tarihten sonra İngilizler tarafsızlıklarını ilan ederler. Başta Yunan devleti olmak üzere Pontos da kaderine terk edilir. Dönemin reel politiği -bir anlamda detant diyebiliriz- Pontos hareketinin sonunu belirleyen koşuldur.
Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra kalan son gerilla birlikleri de dağlardan Karadeniz sahillerine inerek gemilerle ya Yunanistan’a ya da Rusya ya doğru kaçtılar. Yunan ordusunun Anadolu’daki yenilgisinden bir yıl sonra bile Pontos dağlarında çarpışan gerillalar mevcuttur.
“TARİHİMİZ”DEN!
Önceliyle birlikte İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e Türk(iye) tarihi, (sermayenin) Türkleştir(il)me zorbalığıdır.
“Türk milliyetçiliği, Türk olmayan topluluklar için bir tehdidi ifade eder”ken; her şey -Falih Rıfkı’nın ifadesiyle- “Türkleşmek amacına hizmet etmektedir.”
Zaten 1894-1896, Ermeni katliamları; 1909 Kilikya (Adana) katliamı; 1915 Ermeni ve Asurî/Süryanî soykırımı; 1919 Pontos soykırımı; 1921 Koçgiri katliamı; 1929 Ağrı katliamı; 1934 Trakya Yahudi pogromu; 1938 Dersim soykırımı; 1942 Varlık Vergisi ve Aşkale sürgünleri, toplama kampları; 6-7 Eylül 1955 pogromu; Sivas, Maraş, Çorum gibi Alevî katliamları insanlık suçları da milliyetçilik felaketi kapsamında ele alınmalıdır.
Buna milliyetçilik felaketi de denilebilir; kimileri “Milliyetçilik, bireylerin bir siyasi düzenin üyeleri arasında topluluk oluşu vurgulayan sembol ve inançlar dizisine mensubiyeti olarak psikolojik nitelikli bir olgu” diye tanımlasa da; meselenin iktisadî bağıntısı “es” geçilmemelidir.
“Nasıl” mı?
Örneğin 1914’teki Rum ve 1915’teki Ermeni tehciri ile Anadolu’daki belli başlı aileler yabancılardan kalan mülke kolay yoldan konmuşlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki özel sermaye, dönme ya da Selanik’ten göç edenler (Bezmen, Titiz, Yalman vb.) tarafından oluşturuldu. Sonraları Türkiye’de öne çıkan büyük sermaye gruplarının bazılarının kökenleri Cumhuriyetin ilk yıllarına dek uzanmaktadır. İş Bankası bu dönemde en hızlı gelişimi sergilemiş ve sonraki dönemlerde de büyümesini sürdürmüştü. Bunun dışında Koç, Sabancı, Çukurova gibi büyük grupların kurucuları 1920’lerde iş dünyasında henüz ilk adımlarını atıyorlardı…
Mesela, Çukurova grubu, 1887’de Rum azınlıklar tarafından kurulan bir iplik fabrikasını 1925 yılında ele geçirerek erken bir tarihte sanayici kimliği de kazanacaktı. Adana’da Fransız işgalinin 1921’de sona ermesinin ardından Ermeni Aristidis Simyonoğlu’nun bez fabrikası, Kayseri milletvekili Nuh Naci Yazgan tarafından (Kadir Has’ın babası) Nuri Has ve diğer iki ortakla beraber devralınarak Milli Mensucat Fabrikası’na dönüştürülmüştü.
Türkiye’de özel sektörün gelişmesinin önünde en büyük engellerden biri olarak yabancıların, özellikle Yahudilerin ticaretteki hâkim rolleri görülmekte idi. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi, Yahudilerin dışlanmasına yönelikti ve İstanbul’da sermayenin değişimini başlattı. Vergiyi ödemekte zorluk çeken azınlıkların çoğunun mülkleri haczedildi ya da kendileri tarafından satışa çıkarılarak düşük fiyatla el değiştirdi. Kısacası, Varlık Vergisi uygulamada gayrimüslimlerden Müslüman-Türk kapitalistlere sermaye aktarımı anlamına geldi.
Kim ne derse desin! Ziya Gökalp’in 1913’te, Ömer Seyfettin’in 1917’deki manzum öyküleri, 1920’de Enver Paşa’nın Orta Asya macerası; 1940’lı yıllarda Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek’in kutsayıcı anlatımları; Alpaslan Türkeş’in siyasal açılımları ile “Kızıl Elma”cı saldırganlık Türk(iye) milliyetçiliğinin özünü oluşturur.
Hatırlanırsa Afrin’e (Efrîn) yönelik “Zeytindalı Harekâtı”nda bir askerin “İstikamet Kızıl Elma” demesi üzerine Erdoğan’ın da, “Bizim bir Kızıl Elmamız var, o hedefe doğru gidiyoruz,” diyerek katılması yanında; Bahçeli’nin de “Kızıl Elma ülküdür, âleme nizam iradesinin tezahürüdür, Türk milletinin cihana hâkimiyet mefkûresi ve sembolüdür,” vurgusuyla omuz verirken; harekâtın ilk gününden itibaren camilerde Fetih Suresi okunması meselenin özünü ortaya koymaktadır.
Bir şeyin altını daha çizmeden geçmeyelim: Fetih suresi müşriklere karşı bir savaşla ilgilidir. XVI. ayet öyle der: “Ya onlarla çarpışırsınız, yahut onlar Müslüman olurlar.” Ayrıca XIX., XX. ve XXI. ayetlerde “ganimetler”den söz edilir.
Ki bunların hepsi, elbette de facto yarattığı Topal Osman örneğindeki üzere, Pontos meselesinde bulmaktadır öncelini!
TOPAL OSMAN HAKİKÂTİ
Hepimize Eugene V. Debs’in, “Vatanseverlik, alçaklığın son sığınağıdır,” sözünü anımsatan Topal Osman kimdir?
Topal’ın Ermeni, Rum Pontos jenosidiyle Koçgiri katliamındaki rolü nedir?
Topal kim(ler)in, hangi ideolojinin hizmetinde bulunmuş ve ne adına, kim adına tetikçilik yapmıştır?
Topal Osman gerçeği nedir? Tarihteki misyonu nedir? Ne tür bir amaçla heykeli dikilmiştir?
Koçgiri’de işlediği insanlık dışı suçlar, yaşattığı vahşet ve katliam nedeniyle yargılanması önlenen, bizzat Mustafa Kemal tarafından korunup kollanan, muhaliflerine karşı tetikçi olarak kullanılıp sonra da ortadan kaldırtılan bir piyondur.
Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkûmu çetesine ilave etmesiyledir. Kendi ifadesine göre I. Balkan Harbinde yaralanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri (!) Teşkilât-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar.
Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile.
Asker kaçağı Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun havalisinde ortaya çıkar. Bölge uzun süredir bağımsız Pontus Devleti’ni kurmayı hedefleyen Rum çeteleri ile uğraşmaktadır. İttihatçıların gizli örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal Samsun’a gelir gelmez Havza’da Osman Ağa ile görüşmüştür. Hâlbuki bu sırada Topal Osman İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır. Anlaşılan bu alandaki maharetlerinden Rumlara karşı yararlanmak ihtiyacı doğmuştur ki, 8 Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır. Topal Osman, Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Giresun Şube başkanı olur, ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’e muhalefet edenleri sindirme görevini başarı ile yapar. Hasan İzzettin Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak,”der.
Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı 3 Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkenceleri ile bölgeyi Rumlardan tamamen temizler. Görevinde ne kadar “başarılı” olduğunu Genelkurmay raporlarından anlarız. O tarihte çetecilik olayına karışan Rum sayısı 11.118 iken Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk köylü sayısı 1817’dir.
Ocak Ağustos 1920’de 3. Fırka komutanı Rüştü Bey BMM’ye Osman Ağa’nın eşkıyalığından, taşkınlığından şikâyet eder. Mustafa Kemal’den Topal Osman’a çekilen tel şöyledir:
“Hizmet vatanseverliğini takdir, fakat işlerinizde daima hükümeti güçlendirecek biçimde hareket etmeniz.” 1921’de Lazistan mebusu Osman Bey Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezalet kalmadı. Rumlardan ve ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkıyalığını Trabzon liman içinde yapmaya başlıyor ki… bu hâlin devamı pek çok çirkin olaya sebebiyet verecektir.”
Bir örnek vererek ilerleyelim: “Acente Kâtibi Yorgi ve Ahiskalioğlu Ahmet Ağa’nın arasında önceden sıkı bir dostluk varken, İzmir ve İstanbul’un işgalinden sonra tıpkı Çıtroğlu Sava gibi, kâtip Yorgi’nin de hâl ve hareketleri değişmeye başlar. Bir konuşma esnasında Ahmet Ağa’ya ‘Türk Hükümeti olmaz Yunan Hükümeti olur bunda ne var?’ der. Bu sözleri içine sindiremeyen Ahmet Ağa, durumu Osman Ağa’ya anlatır. Osman Ağa Yorgi Efendi’yi yanına çağırır. ‘Yorgi Efendi demek Türk Hükümeti olmaz Yunan Hükümeti olur, bunda ne var değil mi?’ der.
“Yorgi, ‘Evet Ağa hazretleri’ diye cevap verirken başına geleceği anlamıştır. Yorgi’yi o günden sonra gören olmamıştır”! İşte bir “kahraman”…
Dahası da var: Sadık Varer’in, “Önce bir yanlışı düzeltelim. ‘Mustafa Kemal’in muhafızı Laz Osman’ olarak da bilinen Topal Osman, Lazcanın Le’sini bile bilmezdi; Lazların binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyaya yaklaşık 250 km. uzaklıktaki Giresunlu Topal Osman, büyük olasılıkla, Fatih’in 1461’de Trabzon’la birlikte Giresun, Tirebolu, Görele ve Bedreme kalelerini ele geçirdikten sonra bölgeye yerleştirdiği yüz bin civarındaki Çepnilerdendir,” notunu düştüğü Topal, 1883 Giresun doğumludur. Osmanlı ordusu mensubu iken sahtecilik nedeniyle Osmanlı ordusundan atılmış, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında ordudan (ç)aldığı buğdayları yine sahte mazbatalarla tekrar orduya satmış bir dolandırıcıdır.
Belediye Başkanlığı yaptığı sırada Rumların arazilerin tapularını çeşitli oyunlarla kendisine ve akrabalarına pay etmiş, Pontos köylerinde kadınlara, kızlara tecavüz etmiş, mallarına ve ziynet eşyalarına el koymuş bir canidir.
1920 Aralık’ta TKP kurucusu Mustafa Suphi ile 15 yoldaşını Karadeniz’de katledilmesinde görev almıştır.
1921 Koçgiri İsyanında Sakallı Nurettin Paşa ile birlikte yüzlerce Koçgiriliyi katletmiş, yakıp yıktıkları, yağmaladıkları köylerde, ziynet eşyalarını, mal, davar ve koyunları gasp etmiş, taciz tecavüzden kaçınmamış, bir hırsız, bir tecavüzcü ve eli kanlı bir katildir.
Topal Osman’a, önce Ermeni soykırımında, Rum Pontos katliamlarındaki başarısı nedeniyle de yarbay rütbesi ve İstiklal madalyası verilmiş, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı yapılmıştır.
Topal Osman Koçgiri’den sonra da çeşitli suikast ve olaylarda kullanılmıştır ki, bunlardan bir tanesi de Mustafa Kemal muhalifi Trabzon mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesidir. Yıllarca Papazın Bağı denilen yerde yaşayan Topal Osman, Ali Şükrü cinayetinden sonra, tarihteki birçok maşa gibi efendileri tarafından kullanılıp bir tarafa atılmaktan kaçınamamıştır. O, 2 Nisan 1923’te kafasına sayısız kurşun sıkılarak öldürülmüş bir tetikçidir. Mecliste katilin yakalanıp Ulus Meydanı’nda idam edilmesi kararıyla Çankaya yakınlarına gömülen Topal Osman’ın cesedi mezardan çıkarılmış ve Meclis’in kapısında ayağından asılarak teşhir edilmişti.
MUSTAFA KEMAL İLE!
Topal Osman’ın “sonu” şaşırtıcı olmadığı gibi, Elias Canetti’nin, “Kişi az şey bilince, duyduğu her şey ne kadar da ikna edici geliyor,” ifadesindeki ironiyle oldukça uyumluydu Mustafa Kemal’in ilişkisi…
Örneğin bir resmî rapora göre Topal Osman’ın Samsun havalisinde 900 kişiyi mağaraya koyup öldürülmesine Mustafa Kemal’in yanıtı şöyleydi:
“Osman Ağa hakkında şikâyet edilen hâllerden bittabi pek müteessir oldum (…) Bu biçim hareketlerin onaylayıcısı ve destekleyicisi olmadığımı bu vesile ile hatırlatmak isterim (…) Ancak şikâyetnamenizin son fıkralarında ‘kendi kendimizi müdafaa ederiz’ tarzındaki lüzumsuz ve yersiz görmekteyim efendim” şeklindedir. Aslında işlediği suçlar hakkında adeta bir referans mektubu işlevi görmüş gibidir çünkü, bir ay sonra Topal Osman BMM tarafından Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı olarak Ankara’ya davet edilir, ancak Osman Ağa yolda da boş durmaz ve Çorum-Alaca civarında evlere tecavüz eder, bazı hayvan ve malları gasp eder. Olayları rapor eden içişleri ve savunma bakanlığı telgrafları üzerine Mustafa Kemal’in Topal Osman’a yazdığı kısa telde “Yol boyunca müfrezeniz erlerinden bazıları uygunsuz hâllere başvurduklarından bahisle şikâyet edilmektedir. Buna kesinlikle ihtimal vermiyorum,” sözcükleri anlayana çok şey söyler!
Kaldı ki “19 Mayıs bayram değil Pontos Pogromu ve yas günüdür,” saptaması da bu hakikâtten mülhemdir.
Çünkü ne 19 Mayıs 1919 emperyalizme karşı verilmiş bir kurtuluş savaşıdır, ne de Mustafa Kemal Samsun’a gizli saklı gitmiştir.
Mustafa Kemal’in 9. Ordu (12 Haziran 1919’dan başlayarak bu unvan 3. Ordu olarak değiştirilmiştir) Müfettişliğine atanmasıyla ilgili yönetmelik Meclis-i Vükela tarafından 6 Mayıs 1919’da onaylanır.
Yani Kemalistlerce 1930’lardan sonra yazılan yeni resmî tarihe göre “vatan haini” ilan edilmiş İstanbul’daki mecliste alınmış bir karardır, Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişi. Üstelik de bu onayla Mustafa Kemal’e verilen yetki, askerî yönden “başkomutanlık”, mülkî idare yönünden “Genel Vali” yetkisidir.
Sadi Borak’ın ‘Atatürk’ başlıklı kitabında Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmeden önce 6 Mayıs 1919’da Harbiye Nazırı Şakir Paşa ile yaptığı görüşme şöyle aktarılır:
“Şakir Paşa bir dosya uzattı bana, (sonra): ‘Bunu okur musunuz?’ dedi. Dosyayı baştan nihayete kadar gözden geçirdim: Özeti şuydu. ‘Samsun ve bölgesinde birçok Rum köyleri Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. Osmanlı Hükümeti bu vahşi saldırıların önüne geçememektedir. Bu bölgenin güven ve huzurunu sağlamak, insanlık adına borcumuzdur.’ (İşgal kuvvetleri subayı) Raporlar İstanbul Hükümeti’ne verilirken bir de protesto ilave edilmişti: Bu tecavüzleri engellemek lazımdır. Eğer siz acizseniz, görevi üstümüze alacağız.”
Görüldüğü üzere öncelikle Karadeniz’de yaşanan duruma dair bir tespitte bulunulmaktadır. Rum köyleri, her gün tecavüze uğramaktadır. Ve Osmanlı yönetiminin bu konuda aciz olduğu iddiasıyla İngilizler, bir uyarıda bulunmuşlardı.
Sonrası mı?
O da Giordano Bruno’nun, “Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider,” ifadesindeki üzere belgelerde!
İşte birkaç tanesi…
TBMM’de 21 Ağustos 1922’deki bir gizli oturumda Sinop milletvekili Hakkı Hami Bey öne çıkarak, hükümetinin sürgün politikasına karşı gelir. Yaptığı konuşmada şunları vurgular: “Eğer sürgünler insanların öldürülmesiyle ilgiliyse bu çok vahimdir. Dünyanın gözleri önünde bizi lekeliyor. Hükümet kendini savunamayacaktır. Ne yazık ki bugün, bir kez daha, araştırma komisyonuna gelip gelmeyeceğini ve gelirse onu kabul edip etmeyeceğimizi konuşuyoruz. Bence bu hiç doğru değildir. Eğer araştırma komisyonunu kabul edersek büyük zarar göreceğiz. Çünkü kendi gözlerimle memurlarımızın öyle cinayetler işlediklerini gördüm ki, İngilizler bile böyle cinayet işlemezler. O vakit hükümet kendini savunamayacaktır…”
Daha sonra sözü Kırşehir vekili Yahya Galip alır ve aynı konuda şunları söyler:
“Pontos meselesi uzun zaman önce başlamıştır… Pontosluların bir örgüt kuracağını ve hükümet kuracağını şunu bunu yapacağını duyardık. Ancak insanları sürerek bir sorunu yok edilmesini duymamıştık… Beyler, emin olun ki bu kötü durum verilen olağanüstü güçlerden kaynaklanıyor. Bir ülkeyi yükselten yasalar ve mahveden ise yasal olmayanlardır. Olağanüstü güç bir kişinin keyfine göre insan kesip aşması demektir, önünde bulduğu şehirleri yok etmesi, evleri yıkması ve her yeri imhaya terk etmesi demektir. Neden bu işlerler ilgilenenler çalınan şeyler hakkında hesap vermemek için evleri yakıyorlar… Pontos meselesini yaratanlar ve Pontos’a zarar verenler şimdi daha büyük kayıplara yol açıyor… Pontosluların sürülmesi bahanesiyle köylerin servetleri imha ediliyor… Herkesin önünde ben kimsenin sürülmesinden yana olmadığımı söylüyorum. Sürgün köyler için bir bombadır. Bir felakettir. Kaç yıl sonra hesap sorulacak… Suçluları ve masumları mahkemeler belirler.”
“Dahası” mı?
1985’ten beri basılı kitap olarak duruyor. 1920 ile 1923 yılları arasında meclisteki gizli görüşmelerde Pontos’un nasıl kan gölüne çevrildiğinin birçok detayı var. Sadece bu görüşmeler bile soykırımın itirafı ve belgesi niteliğindedir. TBMM Gizli Celse Zabıtları adında 4 ciltten oluşan bu kitap İş Bankası Kültür Yayınları tarafından (7000 adet) basılmış.
Birinci cilt 457 sayfa (24 Nisan 1920-1921 Şubat 1921)… İkinci cilt 894 sayfa (17 Mart 1921-1925 Şubat 1922)… Üçüncü cilt 1325 sayfa (6 Mart 1922-1927 Şubat 1923)… Dördüncü cilt 595 sayfa (2 Mart 1923-1925 Ekim 1934)’deki yüzlerce sayfalık aylarca süren konuşmalardan sadece birkaçı şöyle:
21 Ağustos 1922/ Hakkı Hami Bey (Sinop): Tehcirlerden dolayı yüzümüzdeki utanç lekesi ebediyen silinmeyecek.
Yahya Galip Bey (Kırşehir): Pontosluların tehcir edilmesi adı altında köylerdeki yaşamı, mal ve mülkü ortadan kaldırdılar.
Selahattin Bey (Mersin): Acaba hangi ulusun tarihinde katliamlarla onur duyulur ve övünülür?
Osman Bey (Kayseri): Bu yağmaya ve yıkıma dönük bir politikadır.
24 Ağustos 1923/ Ziya Hurşit (Lazistan): Pontus köylerinin yanmasına ve Pontosçuların dağa çıkmasına rağmen Pontus ocağını Hükümet söndürememiştir.
Mehmet Şükrü Bey (Karahisarısahip): Pontos meselesini ortadan kaldırmaya gidenler yağmayla keselerini dolduruyor.
Şeref Bey (Edirne Milletvekili): Dünyaya bu yaptıklarımızdan dolayı hesap vereceğiz.
Mustafa Sabri Bey (Siirt): Öldüreceğiz ya. Tohumluk diye mi besleyeceğiz?”
TANIKLIK(LAR)
Yeri gelmişken, birkaç tanıklık ekleyelim:
I. Tamama’nın Öyküsü: Giresun Espiye’de 1909’da bir kız çocuk doğdu. Anne Kyriaki ve baba Papayiannis bir erkek çocuk istiyorlardı. Ama Marigoula ve Symela’nın ardından üçüncü kez bir kız çocukları oldu. Vaftiz töreninde Papayiannis kızının adını Tamama koydu. Bu hiç duyulmamış ad, Türkçeden türetilmişti. Papayiannis kızgınlığını, kızına yeter, tamam adını koyarak göstermişti.
1913’e geldiğinde Papayiannis, ailesi ile Sümela’ya, Meryem’e adanmış büyük ayine gitmek için ant içti. Tamama daha dört yaşındayken ailesi ile Trabzon’a zor ve zahmetli bir yolculuk yaptı. Sümela’ya katırlar üzerinde ulaşıp, binlerce Rum gibi 15 Ağustos’taki büyük ayine katıldılar.
1915’te Kyriaki ve Papayiannis’e bir armağan geldi. Bir erkek çocuk. Anne ve baba büyük ayinde ettikleri duaların kabul edildiğini düşündüler. Bebeğin vaftizi büyük ayin günü olan 15 Ağustos’ta yapıldı. Ona, Aleksandros (İskender) adı konuldu. Ona çoğu zaman Aleko denilecekti.
Yıl 1916 Kasım ortasında kara haber Espiye’ye ulaştı. Tellal, Rumların hemen kilisenin önünde toplanması gerektiğini duyurdu. Hasta, çocuk, yaşlı ayrımı yapılmayacaktı. Herkes, ama herkes ancak taşıyabileceği kadar eşya alarak yola düşmek zorundaydı. Espiye Rumları sürgüne gönderiliyordu.
Zenginler at arabası kiralayabilmişti. Çoğunluk ise yürümek zorundaydı. Onlara denizden 50 km içeri gidecekleri söylenmişti. Oysa 200 km uzaktaki Sivas’a sürülüyorlardı. Sivas hiç bilmedikleri bir yerdi.
Tamama daha küçüktü, olanları kavrayabilecek yaşta değildi. Ama hasta amcası Kostis’in yola çıkar çıkmaz öldüğünü anlayabildi. Dördüncü gün dolmadan Tamama’nın küçük kardeşi, Papayiannis’in gözbebeği Aleko da öldü. Yirmi gün geçti. 50 km çoktan aşılmıştı. Sürgünler artık kar fırtınasıyla karşı karşıyaydı. Papayiannis’in bu fırtınaya gücü yetmedi. Tamama artık babasızdı. Bu yetmezmiş gibi, tifo salgını başladı. Tamama’nın annesi mum gibi eriyip gitti.
Tamama daha yedi yaşındaydı. Önce evini ve yurdunu, sonra küçük kardeşini, sonra da babasını ve annesini yitirdi. Ablaları ile birlikte öksüz ve köksüz kaldılar. Onlara yengeleri Eleni sahip çıkacaktı.
Sivas’a vardıklarında iki buçuk ay geçmişti. Espiyeli Rumların çoğu çoktan ölmüştü. Sivas’ta bir kışlada tutuldular. Verilen yemek kimseyi doyurmuyordu. Çocuklar kışladan kaçıp dileniyorlardı. Sivaslılar sevecen ve iyi niyetliydi. Dilenen çocuklara yardım ediyorlardı. Yetim çocukları evlat edinenler de vardı. Örneğin, ayakkabı tamircisi Hacı Emir yoksul bir adamdı. Sekiz çocuğu olmasına karşın iki oğlanı evlat edindi. Belki de Papayiannis gibi erkek evlat istiyordu; çocuklarının hepsinin kız olması onu evlat edinmeye itmişti.
Tamama da kışladan kaçıp dilenen çocuklara katıldı. Önce ablaları ile dileniyordu ama kendi başına dilenme cesaretini de çok geçmeden buldu. Bir gün çaldığı kapılardan birini bir genç kız açtı. Tamama’yı içeri çağırdı ve onu bir güzel doyurdu. Sonra ona temiz giyecekler giydirdi.
Tamama ertesi gün aynı saatlerde, aynı kapıyı çaldı. Kapıyı yine o genç kız, yani Ayşe açtı. Bu kez Tamama’yı doyurmakla kalmadı, onu hamama soktu ve bir güzel yıkadı. Sıcacık suda banyonun ardından yediği yemek, daha sekiz yaşındaki Tamama’yı uykuya çekti. Tamama oturduğu yerde kıvrılıp uyuyuverdi.
Tamama uyandığında Ayşe’nin babası Binbaşı Mustafa ile tanıştı ve ödü koptu. Neyse ki, binbaşı Tamama’nın bildiği askerlerden değildi. Ayşe’nin ısrarı ve Tamama’nın rızası ile, binbaşı Tamama’yı evlat edindi. Birlikte, el konulmuş Ermeni evlerinden birinde yaşamaya başladılar.
1918’e geldiğinde Rusya ile savaşın bittiği ve hâlâ yaşamakta olan sürgünlerin evlerine dönebilecekleri söylendi. Söylenmeyen ise bu sürgünlerin artık evlerinin olmadığıydı. Topal Osman vb. kahramanlar, sürgünlerden geriye ne kaldıysa kurtarmıştı. Yani, Karadeniz Pontuslu Rumlardan kurtarılmıştı.
Buna rağmen, evlat edinilen çocukların çoğu bulundukları evlerden, evlerine dönmeleri için sökülüp alındılar. Oysa, geriye dönebilen ve atalarının yurdunda yaşayabilen Pontuslu Rum olmadı. Tamama’nın ablaları ve onları koruyan yengeleri Eleni, Yunanistan’a göçtüler. Espiye’yi ve kardeşleri Tamama’yı belleklerine gömdüler.
Yetkililer Tamama’yı da geri göndermek istediler ama Binbaşı Mustafa ‘Hayır’ diyebilecek denli güçlüydü. Tamama artık onun kızıydı. Binbaşı, yıllar sonra, Soyadı Kanunu çıkınca, Okay soyadını aldı. Tamama ise nüfusa Raife Okay olarak kaydedildi.
Binbaşı Mustafa öldüğünde Tamama artık evli olan Ayşe ile yaşamaya başladı. Ayşe’nin eşi bir subay olduğu için her tayinde Tamama Türkiye’nin başka bir yerine gitti. Hiçbir zaman evlenmeyi veya ötesini düşünmedi. Ayşe’nin dört çocuğuna ikinci ana oldu. Ayşe ve eşi Ankara’ya yerleştiklerinde, Tamama da artık bir Ankaralı olacaktı.
Cumhuriyetin kuruluşundan elli yıl sonra, 1973’te Raife’nin Tamama olduğu ortaya çıktı. Bu uzun ve ızdıraplı öyküyü kısaltmak gerekirse, Tamama hastalandığı bir dönemde Rumca konuşmaya başladı. Bu durum Ayşe Okay’ın, babasının isteği üzerine herkesten sakladığı gerçeği çocuklarına anlatmasına neden olacaktı.
Tamama’nın kendi çocukları bildiği dört yetişkin, Raife’nin aslında Tamama olduğunu öğrendiler. Espiye’ye haber salındı. Yunanistan’a da haber salındı. Tamama’nın ablalarına ulaşıldı. Devreye kendisi de bir Pontus çocuğu olan Yorgo Andreadis girdi. Tamama’nın ablası Symela Ankara’ya gelince Tamama’nın sağlığı düzeldi. Belki de Tamama, Ayşe’nin kendisine kapıyı açmasından bu yana -yani elli yıldan fazladır-içinde taşıdığı bir yükten kurtuldu. O kapıdan içeri girdikten sonra kardeşlerini hiç aramamıştı.
Tamama 1992’de öldü. Ablaları ise ondan önce Yunanistan’da öldüler. Hiçbiri Espiye’de yaşayamadı; Espiye’ye gömülemedi. Tamama’nın mezartaşında Raife Okay yazıyor. Altında ise, Cici Annemiz Tamama.
II. Çika nam-ı diğer Eftalya’nın Anlatısı:
Osmanlı döneminde Giresun’da doğan, Pontus soykırımı sonrası İstanbul’a gelmek zorunda kalan ve Galata genelevlerinde çalışan Çika nam-ı diğer Eftalya’nın anlatısı dönemine ayna tutar
‘Fahişe Çika’nın yazarı Thomas Korovinis, 1987-1995 arasında İstanbul’da Zapyon ve Merkez Rum liselerinde öğretmenlik yapmıştı. Eftalya nam-ı diğer Çika ile tanışması da bu dönemde 1989’un Haziran ayında oldu. O zamanlar seksen yaşlarında olan Eftalya, İstanbul’da Yunan Konsolosluğu’nun önünde cüzi miktarda parasal yardım bulmaya çalışan “son trajik figürlerden” biriydi. Korovinis de Eftalya’nın, “bu çok çekmiş kadının hayat hikâyesini kendi ağzından dinlediği gibi kaydettiği” notunu düşüyor.
Eftalya savaşın etkilerine, 1917’de memleketi Giresun’da 7 yaşında tanık oluyordu. Okula gittiği ilk gün uyuyakalıyor, sonrasında tek başına köyüne giderken bölgesindeki Rus askerlerinin Erzincan mütarekesi ile çekildiğini fark ediyor, yanında jandarma bekleyen darağacına asılanları görüyordu: “Yağmaladılar, vurdular, döktüler; bizimkiler kız kardeşimi alıp gittiler; Ruslar gitti, karman çorman olmuş, ah, neler olmuş Giresun’a, ama bütün Karadeniz’e de; köylerimiz, bütün ahali Yunan, Hıristiyan, iyi Hıristiyan, hepsi hamarat, bütün Karadeniz.”
Eftalya’nın babasını “tutup götürmeleri”, annesinin de ölümü üzerine ninesi ile dağa çıkış sürecine tanık olacaktı, çünkü köylerinde onları ölüm bekliyordu: “Biz ninemle savaş olan yere gittik, çetecilerin oraya, Pontus’a, Giresun dağlarına çıktık; büyük kadınların sırtına kırk okka fişeklik yüklediler, yukarıya taşıdılar savaşta.”
İstanbul’a bir Müslüman kadın tarafından getirilen Eftalya’yı ailesi tesadüfen buluyordu. Henüz mübadelenin olmadığı yıllarda… Halası “Laz Maria” onu koruyacak, büyütecekti. Bu dönemde İstanbul’daki diğer Pontusluları da görüyordu. Başkente göç etmiş Pontusluların arasında Hıristiyan olmayanlar da vardı: “Dönmeler de, Türk Pontuslular, onlar da yakışıklı, Rumca konuşmazlardı, az Rumca konuşurlardı, bari anlaşabilir miydin diyeceksin? Anlaşamazdın. Azıcık biliyorlardı, do ftas? [nasılsın], bu kadar biliyorlardı. Ama boyları posları, endam, görünüş, güzellikleri aynı bizim gibi. Anlıyorsun, sanki aynı tohumdan çıkmış gibi, ne diyeyim. Kızları esmer, esmer, esmerim güzelim, uzun hilal kaşlı ve gözleri, bazısı zümrüt gibi, kimisi tatlı bir kahverengi. Ve bir kirpikleri vardı, sık, sürmeli. Hamarat kızlar, terbiyeli, kibar.”
Eftalya, I. Dünya Savaşı yıllarında ülke içindeki Rum erkeklerin önemli bir bölümünü ordu içerisinde geri hizmeti gören birliklere, yani amele taburlarına alınmasıyla ilgili de haber almıştı: “İnsanları Anadolu’nun içine, kayaların arasına götürdüler, onları susuz bıraktılar, yemeksiz koydular, amele taburlarına yazdılar ve yavaş yavaş onları mahvettiler.”
Zor koşullarda çalıştırılan Rumlar arasında çok ciddi can kaybı yaşanırken Yunan ordusunun Anadolu’ya çıkışı hem Eftalya hem de bölgedeki Rumlar için bir başka felaketi başlatacaktı: “Yunan gemilerindeki Efzonlar indi, buradaki yerlilerle savaştılar. Hani İzmir’i yaktılar. Çok da Pontuslu vardı arada, kaderleri ne oldu, belli değil. Büyük, o büyük muhacirlik oldu, Hıristiyanları kestiler. Bazıları kayıklara binip gittiler, giden gitti. Şimdi artık çok iyi hatırlamıyorum, şöyle böyle, rüyada gibi konuşuyorum işte. Gittiler, gittiler, gidecekler. Hıristiyan ahaliyi temizlediler.”
Eftalya, halası Laz Maria’nın yanından kaçacak, farklı evlerde “konuk” edilecekti. Bu süreçte İtilaf güçlerinin denetimindeki Osmanlı başkenti İstanbul’un el değiştireceğinin ilk sinyalleri gelmeye başlıyordu: “O göçmenler dedikleri şey oldu, sultanlar devrildi, sarayları kapattılar, şalvarları çıkarıp onları kostüm yaptılar, donları Avrupa stili fistan yaptılar, başa Atatürk geldi; Türkler korktu, daha çok Ermeniler korktu, ama onlardan da çok Yunanlılar korktu, Rumlar. Eşyalarını, çocuklarını saklamaya başladılar. Herkes gitmek istiyor, hepsi gitti. Dünya bir gidip bir geldi Türkiye’de, her şey altüst oldu, insanlar kimden sakınsın bilemedi.”
Bu yıllarda kalanlar, kalabilenler arasında Eftalya da yer alacaktı. Fakat kendisi gibi Türkiye’deki Rumların Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kaderlerine de şahit olmuştu: “Çok az kaldık, bir avuç. Sonra mübadele oldu ve artık bir insan bile kalmadı bir laf edecek, Yunanca konuşacak”!
Fahişe Çika namlı Eftalya konuşmasının sonunda hayalini de kayda geçiriyordu yazara. Bu, eğer topraklarında soykırım yaşanmamış olsa, ya da buna rağmen Pontus’ta kalabilmiş olsa, ya da kaderi hayatta kalanların çoğu gibi Ege’nin karşısına, kendine yabancı ama kültürünün devamının yaşayacağı topraklara geçmekten yana olsaydı nasıl bir hayata sahip olabileceğine dairdi. Çünkü Eftalya kendi deyimiyle “çilelerle dolu” yaşamı boyunca bir şeyin özlemini çekmişti, bir günde “yabancı”sı olduğu topraklarda, başkent Polis’inde, İstanbul’unda. “Yabancı” olmamayı, ayaklar altında kalmamayı, anadilini konuşabilmeyi yani özgürlüğü…
“Şimdi Pontus’ta olsam torunlarım olurdu, onlara bakardım, okulda alfabelerine, oyunlarına yardım ederdim onlara. Bir meşgalem olurdu. Bu yalnızlık yemezdi beni, bu kimsesizlik. Çare yok. Şimdi artık bunların ayaklarının altındayım. Fındık ağaçlarım olacaktı, fındıklarım olacaktı, onları satıp yaşayacaktım, en güzel fındık bizim yerlerde çıkar. Ticaret yaparlar, yurtdışına, her yere. Güzel palamutumu yiyecektim, kiremitin üstünde pişirecektim taze taze, hamsiyi pişirecektim, ondan güzel pideler yapacaktım. Ya da Atina’da olsaydım. Yunanistan’da olsaydım. Yunanistan, Atina, Yunanca işitseydim, yalnız Yunanca. Bir köy de olsaydı, küçük bir köycük. Yunan sigarası içseydim. Sizin oralarda ölseydim, serbest olsaydım, serbest ölseydim…”
III. Acem’in Acısı: “Bir canlı tanıklık hikâyesidir size aktarmak istediğim. Annemin bana anlattığı Acemin hikâyesi. Anaların çocuklarına ‘neler gördü bu gözler’ diyerek anlattığı olay Ordu’nun Perşembe ilçesinde yani Vona’da vuku bulmuştur.
Acem, 1919 sürecinde kimsesiz bırakılmış küçük bir Rum erkek çocuğu ve muhtemel özellikle Acem dendi ona korumak için. Perşembeli büyütüyor. Acem’i, kimsenin ona, onun kimseye ilişemeyeceği yukarılarda bir yerde tek göz oda bir ev yapılıyor. Hâlâ durur o karanlık ev. Bakacak bir de analık bulunuyor. Acem kedileri ve hayvanları çok seviyor. Dağ bayır demeden yiyecek taşıyor onlara. Hiç evlenmiyor sessiz sakin. Analığı ile o tek göz odalı evde birlikte yaşayıp yaşlanıyor Acem. Vakti kerahat gelince de yine yaşadığı gibi sessizce ölüyor.
Yıkanırken Acemin ölüsü sünnetsiz olduğu fark ediliyor ve ölmüş Acem’in ölüsü sünnet ediliyor ve gömülüyor o içinde yaşadığı yaşlandığı öldüğü tek göz odalı evin bahçesine. Fakat Acem’in ölmesinden sonra herkes gördüğü rüyayı anlatıyor huzursuzca birbirine. Tuhaf olan herkes aynı rüyayı görüyor. Görülen rüyada rüyayı görenlere deniliyor ki ‘Acemin yeri ora değil onu oradan çıkarın ve aşağıdaki caminin yanına gömün.
‘Köy huzursuz olur mu olmaz mı?’ derken Acem gömülü olduğu yerden çıkarılıyor ve rüyada görülen yere gömülüyor ve başına türbe yapılıyor. Giden olursa Perşembe’de türbeyi görebilir.”
IV. Kromni (Krom)/ Stavriotlar’ın Hikâyesi: Trabzon Maçka ilçesi ve kuzey Gümüşhane’de bulunan Krom, Yağlıdere, Stavri, Zigana, Santa, Torul gibi ulaşılması güç dağlık bölgelerde yaşayan Rumların bir bölümü zorlama sonucunda veya ekonomik nedenlerle, XVII. yüzyılda İslâm’a geçer gibi görünmüş ama XIX. yüzyıl ortalarına dek kalben Hıristiyan olarak kalmayı başarabilmiş, bunlara gizli Hıristiyan/Krypto Hıristiyan/Cryptochristians veya yaşadıkları bölgelere atfen Kromlu, Stavrili gibi isimler verilmiştir.
Anthony Bryer, Doğu Karadeniz’de özgürlüğün sınırının 1000-2000 metreden itibaren başladığını, bu amaçla baskının en yoğun olduğu yıllarda 1500 metrenin yukarısında yerleşim birimleri kurulmasıyla çözüm bulunduğunu söyler.
Gizli Hıristiyanlar, biri Müslüman diğeri Hıristiyanlığa ait iki isim taşıyorlar, vaftiz oluyor, oruç tutuyorlar, muhtemelen sünnet de oluyorlardı. Biri Hıristiyanlara özgü, diğeri imam nikâhı olmak üzere iki defa evleniyorlardı. Kızlarını, Hıristiyanlara da gerçek Müslümanlara da vermiyorlardı. Her ikisi de sırlarının ortaya çıkmasına ve öldürülmelerine sebep olabileceğinden (bir Müslümanın Hıristiyanlığa geçmesinin cezası şeriat kanunlarına göre ölümdü) kendi gibi olanlarla, muhtemelen akrabalarıyla ya da en yakın köydeki Stavriotlarla evleniyorlardı.
Müslüman ailelere kesinlikle kız vermeyen Kromluların, Müslüman gelin alıp Hıristiyanlığa döndürdükleri bilinmektedir.
Yorgo Andreadis, Kromlu Murtaza Efendioğlu Aziz Ağa’nın, İspir Keleverik’ten bir Müslüman kızıyla evlendikten sonra karısını Sümela Manastırı’nda vaftiz ettirip, Sophia adıyla Hıristiyan yaptığını, kızın ailesine durumu anlatmasının ardından olayın örtbas edilmesinin büyük miktarda para ve yalancı şahitlikle sağlandığını söylemektedir.
Ramazanlarda camiye gidiyor, Hıristiyanlara özgü bir törenle ama Müslüman mezarlığına ve ‘tabutla’ gömülüyorlardı. Gerçek Müslümanların önünde Hıristiyanlardan “domuz” diye bahsediyorlardı.
Devlete karşı Müslüman gibi görünen Stavriotlar, Hıristiyan inancını sürdürebilmek için yeraltında, mağaralarda ve korunaklı yerlerde şapeller inşa ediyorlardı (Pek çok örneğinin yanı sıra, Maçka’nın Haçavera köyünde, içeri fresklerle bezenmiş, bahçe duvarı görünümünde ve bugün hâlâ iyi durumda olan iki tanesi görülebilir).
Camiden çıkıp şapele giden bu ikili inanç sisteminde hem papaz hem imam olan ruhani liderlerin sayısını küçümsememek gerekir. Stavriotların çocuklarını vaftiz etmesi zordu, çünkü birçok köyde papaz yoktu. Genellikle geceleri bu işin yapılabileceği en yakın Hıristiyan köyüne gitmek, gün doğmadan geri dönmek gerekiyordu.
Evlenmeleri de ayrı bir problemdi. Evlerine bir papaz çağırmaları gerekecekti. Bu tür işler Santa gibi gerçek Müslüman yaşamayan bölgelerde önemli değildi ama birkaç kuşak önce İslâm’a geçmiş köylülerle birlikte yaşanan yerlerde çok tehlikeliydi. Bir Müslüman’ın evine papaz girdiği görülürse o ev halkının sonu gelmiş demekti. En büyük sorun ise gömülmeydi. Birçok Stavriot köyünde, imam aynı zamanda papaz olduğundan bu tür törenler gece yarısı yapılırdı. Ramazanlarda devlet her köye gerçek imam gönderirdi. Bu ay ölenleri gömerken gerçek imamı şüphelendirmemek gerekirdi. Stavriot papaz-imamlar, Türkçeyi ve Kur’an-ı mükemmel bir şekilde bilirler ve gelen imamları şüphelendirmezlerdi.
Gümüşhane kökenli ve ataları gizli Hıristiyan olan Yorgo Anderadis “Gizli Din Taşıyanlar/ The Cyrptochristians” adlı kitabında 1700 yılında nüfusa, madenlerdeki güvenli yaşama ve halkın belli düzeydeki gelirine rağmen, Kromni’nin köylerinden hiçbirinde cami ya da kilise olmadığını, her evin, gizlice ibadet edebildiği bir mabede sahip olduğunu anlatır.
Bununla birlikte Müslüman ve gizli Hıristiyanların ortak yaşadıkları köylerde, Müslümanların komşularının durumundan hepten habersiz olmadıkları da ortadadır.
18 Şubat 1856 tarihinde Abdülmecit’in Paris Anlaşması’nı imzalaması ve 30 Mart’ta arkasından gelen Hatt-ı Hümayun, ülkedeki Hıristiyanların kendilerini güvende hissetmelerine sebep olmuştur. Zorla veya Müslüman vatandaş olmanın avantajlarından yararlanmak amacıyla bir şekilde Hıristiyan oldukları hâlde, İslâm görünen Stavriotlar bu güven sonucu, Batılı ülkelere durumlarının incelenmesi için başvurmuş, İngiliz Büyükelçiliği, Trabzon’daki Vice-Konsül’den detaylı rapor istemiş. Hazırlanan raporda sadece Krom’da bile 17 bin 260 gizli Hıristiyan (Koromlis) yaşadığı belirtilince olay gerek Osmanlı sarayı, gerek Batı’da bomba gibi patlamıştı. Trabzonlu Müslümanlar bu inanılmaz olayı bir atma türküyle dile getirmişlerdi: “Uzun sokak çamur oldi, Kromlilar gavur oldi.”
V. Mihail Vasilyeviç Frunze’nin Gözlemleri: Taksim Anıtı’nda Atatürk’ün arkasında ve İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak’ın yanında iki Sovyet generali duruyor. Bunlardan biri olan Mihail Vasilyeviç Frunze, Kızılordu’nun kurucularındandır. 1921’de SSCB’nin Kemalistlere desteğinin ilk taksiti olan 1.1 milyon altın rubleyi Ankara’ya getirmiş; Sovyet delegasyonunun başı olarak Mustafa Kemal’le görüşmüş ve Türkiye-SSCB arasındaki işbirliği anlaşmasını imzalamıştır.
Samsun’dan Ankara’ya yaptığı seyahatte edindiği izlenim ve gözlemlerini aktardığı ‘Journey to Ankara/ Ankara’ya Yolculuk’ başlıklı kitabının Moskova’daki Frunze Askerî Akademisi’nde saklanan elyazmasından kısa bir alıntı yapalım: “Samsun eskiden kıyı kalesiydi, fakat pek de müstahkem değildi. Eski kalenin üç binası korunmuştu, ikisi körfezin kuzey kesiminde, diğeriyse güneydeydi. Bugün, terk edilmiş ve harap durumdalar. Kentin dışında, tepelerde, altı yüz askerin barındığı kışlalar var. Kentin nüfusu, Türkler, Rumlar ve az sayıda Ermeni de dâhil olmak üzere, karışıktır.
“Yakın zamana kadar, Rum isyanı patlak vermeden önce, Türkler ve Rumların sayısı eşitti. Yetişkin Rum erkekler artık yok. Trabzon’da olduğu gibi, sürgün edildiler. Genel oran da aniden Türkler lehine değişti. Samsun’un 27.000 mukiminin şu an en az 18-20.000’i Türk. Kent çevresindeki nüfus da, Türkler, Rumlar, Çerkesler ve Kürtlerden oluşan karışık bir karaktere sahip, daha doğrusu, sahipti. Rumlar en büyük grup iken isyandan beri neredeyse tüm Rum nüfus köylerden ayrıldı. Kentin bir zamanlar zengin çevresi artık neredeyse tamamen terk edilmiş durumda. Samsun’dan, yaklaşık 30 kilometre uzaklıktaki Bafra, Amasya ve Çarşamba’ya kadar anayol boyunca tek bir Rum köyü kalmamış görülüyor; aslında pek çok Müslüman köy de yok olmuş. Genellikle burada olduğu gibi, Rum isyancılarıyla Türkler arasındaki ihtilaf, bir genel imha biçimini almış ve gelişen bir bölgeyi harabeye çevirmiş. Biz oraya vardığımızda, bir dizi etnik temizlik faaliyeti ve Rum nüfusun kıyımı sonrasında, ancak sağ kalmayı başarmış binlerce Rum kadın ve çocuk dağlara çıkmış ve oradan Türk karakol ve köylerine zaman zaman saldırı düzenliyor olsalar da isyan bastırılmış sayılıyordu. İsyanın nedeni, otoritelerin 1921 başlarındaki nakil dayatmasıydı. Dağ geçidine doğru giden son yokuşun eteklerinde ben ve at sırtındaki refakatçilerim Türk askerler bir ara bir yan yola döndük. Az ileride bir ceset bulduk. Üstünde mavi pantolon, bir ceket ve yıpranmış bir ayakkabısıyla sıradan bir Türk çiftçisi gibi giyinmiş bir adamdı. Sefil bir manzaraydı. Kafatası kırıktı ve omzundan vurulmuştu. Öldürüleli çok olmamıştı; en fazla, biz gelmeden bir saat önce. Askerlerden biri indi, cesede yaklaştı, pantolonun düğmelerini çözüp içinde bir şeyler aradı. Onu izlerken, ‘bu ölü adamın paçavralarının mı peşindeler acaba?’ diye düşündüm. Aniden ‘Rum’ dediğini duydum ve atına gülümseyerek bindiğini gördüm. O an dank etti kafama: kökenini tanımlamak için, sünnetine bakmıştı.
“Köyden ayrıldığımızda refakatçilerime sormuştum: ‘siz ve genel olarak insanlarınız biz Ruslara ve diğer yabancılara niye bu kadar iyi davranıyorsunuz?’ cevabı, epey geveze ve yardımsever bir Çerkes olan Hamit vermişti: ‘Ruslar şimdi bizim dostumuz. Siz olmasaydınız, çoktan kaybolmuş olurduk.’
“Konuştuğumuz gibi, vadinin solundaki geniş bir alana yayılmış bir köye yaklaştık. ‘Burası, Rum köyü’ dedi, askerlerden biri. Durdum, dürbünümle baktım. 300’den fazla haneli kocaman bir köydü. Evler iki katlıydı; alt kat taştandı; damları kırmızı kiremitliydi; hiç çit yoktu; her yeri sessizdi; etrafta ne insan vardı, ne hayvan, ne de kuş. Askerlerden birine ‘köye yakından bakmak istiyorum’ dedim. Yoldan ayrıldık; dereyi geçtik ve köyün bulunduğu tepeye tırmanmaya başladık. Gözlerimizin önünde korkunç bir manzara belirdi; kapılar ve pencereler kırıktı; evlerin yanında kırık ev eşyaları, çiftlik aletleri, hayvan iskeletleri ve insan iskeletleri vardı. atımdan indim ve evlerden birinin içine göz attım: aynı felaket ve yıkım manzarası; üstlerine yırtık-pırtık kilimler örtülmüş insan cesetleri.
“Askerlere kadın ve çocukların nerede olduklarını sordum. Çoğunun erkeklerle birlikte dağlara çıktıklarını; bazılarının da öldürüldüğünü söylediler. Bunlar, ‘kültürlü’ ve ‘uygar’ itilaf devletlerinin yaratıp teşvik ettiği Yunan-Türk ihtilafının sonuçları… İlginçtir ki, konuştuğumuz bütün Türkler, bu olaylardan önce, Hıristiyanların bölgedeki Müslüman nüfusla gayet iyi geçindiklerini söylüyorlardı. Emperyalist savaş sırasında Rum çiftçiler yüzyılların geleneğini kırmış (Osmanlı devletinde Hıristiyanlar özel bir vergi ödeyip askerlikten muaf tutuluyorlardı) hükümetin çağrısı üzerine orduya gönüllü katılmışlardı. Ve tüm Türk cephelerinde çok da iyi savaşmışlardı.
“Şimdi, Türkiye’nin bu zengin, yoğun nüfuslu bölgesi inanılmaz bir yıkıma karşı karşıya kaldı. Yüzlerce Rum ve Türk köyü küle döndü ve Samsun, Sinop ve Amasya sancaklarındaki 200,000 Rum’dan sadece bir avuç insan dağlarda dolaşıyor. Yaşlıların, kadınların ve çocukların çoğu Diyarbakır, Harput ve Konya civarlarına götürüldü. En soğuk mevsimde yanlarına hiçbir şey alamadan götürdükleri için birkaç bininin bile hayatta kalmayı başardığı şüpheli; hayatta kalmayı başaranlar da şu anda yabancı topraklarda, sefalet, yoksulluk ve esaret içindeler.”
Frunze devam ediyor: “Havza’daki tanıdıklarımız aracılığıyla, pogrom müfrezelerinin, isyanla hiçbir ilgisi olmayan şehirli Rum nüfusa karşı bile uyguladığı mezalimler hakkında bilgi edindik. Laz reisi Osman Ağa, faaliyetlerinden özellikle gurur duyuyordu. Bütün bölge kılıcının ve baltasının gölgesi altındaydı. Yerel Türklerin bile dehşete düştüğünü ve onu pek de sevmediğini tespit ettik.
“Ayın 12’sinde, saat 12’de, Kavak’a hareket ettik. Havza’dan sadece 10 kilometre uzakta, az önce silahlarını teslim etmiş yaklaşık 60-70 kişilik bir grup Rum’la karşılaştık. Bitap düşmüşlerdi. Gayet zayıftılar. Hele bazıları bir deri bir kemikti. Üstlerindekiler paçavraya dönmüştü. Çoğunun ayaklarına saracağı bir çaputu bile yoktu; çıplak ayakla dolaşmak zorundaydı. Grubun ortasında, konik papaz şapkası giymiş uzun boylu bir papaz vardı. Hava sıcak değildi; soğuk bir rüzgâr esiyordu ve refakatlerindeki muhafızlar itekleyip duruyorlardı. Grup Havza’ya doğru gidiyordu. Bizi gördüklerinde, bazıları haykırarak ağlamaya başladılar, ancak göğüslerinden çıkan ses acı çektirilen bir hayvanın inlemesini andırıyordu. Durdurdum. Bana eşlik eden asker muhafızlara mahkûmlara vurmamalarını emretti ve yollarına devam ettiler… Müthiş bir sessizlikle devam ettik Samsun’a doğru. Her yerde felaketin izleri vardı. Her tepede devriyeleri görebilirsiniz. Nöbetçiler gergin. Sanki yakında bir yerlerde düşman gizlenmiş gibi. Bu yolu hayatım boyunca unutmayacağım. 30 kilometre boyunca cesetlerle karşılaştım; şiddet izleri taşıyan en az 58’ini ben şahsen saydım. Bir noktada başı kesilip eline tutturulmuş güzel bir kızın cesediyle karşılaştık. Az sonra, çıplak ayaklı, üstünde sadece gecelik olan 7-8 yaşlarındaki küçük sarışın bir kızın cesedini bulduk. Öyle görünüyor ki küçük kız yüzünü toprağa gömüp ağlarken bir kasaturayla şişlenmişti’…”
SÜRÜLENLER
İşaret ettiğimiz acılara bir de Theo Angelopoulos’un, “Biz zaten hiçbir yere ait değildik, hep sürgündük. Sevmek bile yaşamın kıyısında büyük bir soruydu. Çıplak ve üşüyorduk,” betimlemesindeki yurdundan, toprağından kopartılan sürülenler eklenmeli!
Mesela Katerini’dekiler gibi!
“Katerini, Pontus mübadillerinin Yunanistan’daki memleketi… Özellikle Trabzon, Giresun, Samsun gibi Karadeniz şehirlerinden sürgün edilenlerin, Anadolu’daki memleketlerinin başına Yunanca yeni anlamına gelen Nea ekleyerek kurdukları kasabaların yer aldığı bir kent. Bunlar arasında sıklıkla Türkiye’den ziyaretçilerin uğradığı Trabzon-Oflular tarafından kurulmuş ‘Nea Trapezounta/ Yeni Trabzon’ kasabası yer alıyor.
Pontus Rumları dilsel ve kültürel anlamda diğer Anadolu Rumlarından farklı özellikler taşıyor. Yunanistan’da kendi aralarında dayanışma ağları çok kuvvetli. Başta Selanik ve Atina gibi büyük şehirlerde olmak üzere dernekler ve federasyonlar kurarak örgütlenmiş durumdalar. Geleneklerini, kültürel faaliyetlerle aktarmaya devam ediyorlar. Evlilikler önemli oranda kendi aralarında gerçekleşiyor. Kemençe ve kartal simgeleri yaşadıkları her yerde görülüyor. Kasabaların küçük kahvehanelerinin duvarlarında bu simgelerin yanı sıra Karadeniz’deki köylerinin resimleri asılı. Pontus Rumlarının kiliselerinin dışında üzerinde kartal imgesi olan bayrak asılı. Tek başlı kartal motifli bu bayrak, Trabzon Rum İmparatorluğu’nun simgesi. Çoğunlukla PAOK futbol takımının desteklendiğini yine duvarlardan anlıyoruz. PAOK’un amblemi olan çift başlı kartal ise Bizans İmparatorluğu’nun simgesi…
Kentte gezerken Türkçe konuşmaları duyduğunuzda bu kadar çok bilinmesine şaşırıyorsunuz. Ta ki Pontus Rumlarının bir kısmının Karadeniz’den göçmeden önce ana dilini Türkçe olarak kabul ettiklerini ve bugün yaşayanların bu nedenle Türkçeyi benimsediklerini öğrenene dek… Ancak ikili bir ayrım söz konusu. Doğu Karadeniz’den gidenler Pontiaka ya da Pontus Rumcası denilen arkaik Yunancayı andıran dili kullanırken sadece Batı Karadeniz’den gidenler Türkçe konuşuyor. Pontiaka dili, Karadeniz’in bazı köylerinde de konuşulmaya devam ediyor. Her iki ülkede bu dille müzik yapan sanatçılar ortak albümler yaparak ve konserler düzenleyerek arada bir köprü oluşturuyor.
Türkçe konuşan Pontuslularla sohbet ederken aile büyüklerinden öğrendikleri şiveli bir Türkçeyi kullandıklarını duyunca şaşırıyor ve mekânın ne kadar soyut olduğunu kavrıyorsunuz. Atalarının memleketlerini görmeyenlerin özlemlerini dinlediğinizde ise bir toprağa bağlanmanın ne kadar karmaşık olduğunu bir kere daha hatırlıyorsunuz!” diye aktarıyor gözlemlerini Asya Eren…
Yunus Emre’nin, “Zulümle âbâd olanın, ahiri berbad olur,” vurgusu eşliğinde toparlarsak!
Acılar karşısında Nikolay Vasilyeviç Gogol’vari, “Hayat nedir? Acılar vadisi. Dünya nedir? Hissiz insan kalabalığı!” demeyip; “Rahatınız bozulmasın diye,” doğrudan vazgeçmezsek; gerçeğin anlamına ancak onu sorgulayan sorular sorarak ulaşabiliriz.
Bu noktada tarafsızlık, söz konusu olamaz. Zulüm karşısında tarafsızlar hep zalime yardımcı olagelmişlerdir; unutulmamalıdır ki gerçeğe sırt dönmemek, insan(lık)ın düşünme yetisinin korku yüzünden körelmesine karşı çıkıp, yalanın egemenliğine başkaldırmaktır.
10 Mayıs 2021, İstanbul.