İstanbul’da son dönem hızlanan ve pervasızlaşan kenti ve doğayı yağmalamaya dönük saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İktidarın el arttırma durumu söz konusu, yağma alanında öncelikle bunu bir tespit etmek lazım.
El arttırma konusunda, önceki süreçlerden farklı durumlar söz konusu. Şöyle kodlayalım; 15 Temmuz’dan sonra yaratılan süreçte ortaya çıkan iklimin bütün imkânlarından yararlanma hırsını görüyoruz iktidarda.
Buna ilk örnek, müdahale etmek istediğimiz Kabataş süreciydi -böyle bir proje, merkezî büyük bir alanın işgali anlamına geliyor, binlerce kişinin günlük hayatını çok net etkileyecek bir proje, böyle bir projenin bu kadar rahat bu kadar pervasız yapılabilmesine zemin hazırlamıştır- tam o süreçte örgütleniyordu. 15 Temmuz’dan sonra 10 Ağustos’ta Kabataş kapatıldı. O süreçte, işte 20 Temmuz’da OHAL ilan edildi. 20 gün sonra Kabataş’a girdiler. Ayırt ediciliği şurada; Kabataş ile ilgi plan değişikliği 13 Mayıs’ta yapıldı, plan değişikliği hâlâ İBB tarafında askıya çıkarılmadı, ki hiçbir meslek örgütü tarafından itiraz edilemiyor, dava açılamıyor. Koruma kurulu kararı, 6 Ekim’de alındı; ÇED gerekli değildir raporu 26 Ekim’de. Ancak alan 10 Ağustos’ta kapatıldı. Kapandıktan sonra inşaat başladı. Hiçbir nizami adım atılmadan fiilen başlayan bir süreç söz konusudur, hala da inşaat tabelası asılmış değildir Kabataş’a! Dolayısıyla bütün bu formatıyla bu yeni dönemin fişeği Kabataş Projesi’dir.
Buradan yola çıkıp devam edersek; 15 Temmuz’dan sonraki bazı adımları sıralamak gerekiyor. Bir tanesi, bütün şehri, bütün ülkeyi dümdüz edecek Afet Yasası’nın hâlâ yetmediğini düşünen iktidar, Ekim ayında bir yönetmelik yayınladı; Kentsel Dönüşüm Yönetmeliği. Bu tür alanlardaki son itirazları da ortadan kaldırmaya yönelik, aslında tam bir OHAL değişikliği, bir bunu sayalım. İkincisi, Varlık Fonu meselesi. Varlık Fonu meselesi ilan edildikten sonra Tayyip’in de mega projeler dahilinde kullanacağına dair bir söylemi oldu. Stratejik yatırımlar adı altında nükleer santral ve termik santraller gibi projelere kaynak aktarımıdır Varlık Fonu’nun işlevi. Bu iki başlığın devreye girmesi, bu alandaki ısrarı vs. özetleyen süreçler aslında. Bunların adını bir koymak lazım yağma açısından.
Ekim-Kasım aylarında ilan edilen kamulaştırmalar, Küçük Armutlu’da, Gazi Mahallesi’nde, iki-üç mahallede belli bölgelere yapılan kamulaştırmalar, Maçka Parkı’na yapılan son müdahale, ki Maçka Parkı müdahalesi aslında İstanbul’un 30 noktasında yapılmak istenen karayolu tünelleri süreci ile ilgili, bunların büyük bir kısmı üçüncü köprüye yol yaratmak için açılan tüneller, bir tanesi Gazi Mahallesinin içinden geçecek örneğin, yani İstanbul’un altının delik deşik edileceğini varsayabiliriz. Yani Varlık Fonu bunlardan bir tanesi, böyle ciddi ve iradi bir karar var İstanbul’la ile ilgili. Onun dışında Kanal İstanbul ile ilgili adımlar atılmaya devam ediliyor, ama hâlâ somut bir tarih göremiyoruz. Bir de en son Çevre ve Şehircilik Bakanı yaptığı açıklamada, yılda 500 bin konutu yıkıp -İstanbul’da 250 bin- yeniden yapmaya yönelik hamlelerde bulunacağını beyan etti. Bunlar da bu dönemin ortaya çıkan başlıkları, yağma alanları aynı zamanda. Validebağ’a iki defa yeltendiler mesela. Validebağ’a dair önemli bir detay var. İlk defa böyle bir açıklama yapmışlar, emniyet müdürü sanırım şöyle demiş: “OHAL koşullarında koruma kurul kararları geçerli değildir”. Böyle bir şey yok, yani bu, şu demek ‘şimdi Ayasofya’ya girebilirim’ demek, ‘yasal olarak şu an Ayasofya’yı yıkabilirim’ demek. Dolayısıyla bunu, dönemin yaratmış olduğu kuralsızlıktan faydalanma hırsı olarak görmek. Fındıklı’nın belli bir alanı kapatılmaya devam ediliyor. Hâlâ Kabataş’ın bir tabelası yok, yani hâlâ tabelası olmayan bir inşaattan söz ediyoruz. Galataport başladı, Haliçport kapsamında Haliç doldurulacak ve bununla ilgili planlar askıya çıktı. Özellikle Eylül-Ekim ayında 3-4 ayda olan mevzular bunlar. Taksim Cami meselesi, zaten Roma bostanı meselesi var, o hâlâ devam ediyor, olayla ilgili dava açıldı.
Taksim cami meselesinin, çok açık olarak tek bir anlamı var, kentsel açıdan da yorumlamak lazım elbette, ama hani esas mesele siyasi propaganda. 60’lı yıllardan bu yana süren bir mesele olsa da yani aslında AKP’nin politikasıyla birebir bağlantılı bir süreç.
Taksim camisinin çok net siyasal bir anlamı var. Nasıl üç yıl önce Gezi Parkı’na inşa edilmek istenen kışlanın öyle bir siyasal anlamı varsa, caminin de böyle bir anlamı var. Aslında bir yandan Beyoğlu’nu fethetme politikasının bir parçası Taksim camisi. Şimdi gördüğümüz kadarıyla Taksim’de aslında bir cami yapılmıyor; bu ciddi bir inşaat projesi bu, altında otopark, yaklaşık iki-üç tane kongre sarayı, toplantı salonu, sergi salonu gibi yapılar inşa ediliyor. Kentsel sit alanı ilan edilmiş bir yer burası, çivi bile kolay çakılamaz dediğimiz bir alan; ancak böyle bir inşaata cami bahanesiyle izin veriyorlar.
Aslında camilerin çoğu böyle işliyor; yani altı otopark, yok üstü yeşil alan, altı başka bir şey falan. Böyle bu tür kentsel oyunlarla meşrulaştırılan bir süreç var. Aslında bu açıdan bir araç, birçok yerde olduğu gibi. Validebağ’da da bir araçtı cami, burada da bir araç. burada aslında inşaat yapıldığını söylemek lazım, cami yapılmadığını inşaat yapıldığını söylemek lazım.
Bir de bu referandum sürecinde ‘evet’ kampanyasının başlatılması sürecinden bağımsız düşünmemek lazım. Ümraniye’de, Üsküdar’da bir sürü camide evet kampanyası başlatıldı. Ters tepti, insanlar da tepki gösterdi bu sürece; işte camilerin alet edilmesi söz konusu. Şimdi aslında bir ayağı da Taksim’e yapılması istenen cami bu insanların duygularını okşama amaçlıdır. Ama beklenen etkiyi yapmadığını gördük, ki açılışa gelen ve asılan kimse olmadı, çok sönük oldu. 10-15 kişi açılış yapmışlar, korkunç bir açılış ve dolayısıyla gol atmak isterken gol yediler; aslında Taksim camisinde mesele bu.
Bu çalışma Ağustos ayında ilan edildi, Ekim ayında başladı. Yaklaşık 10 aylık bir çalışma olarak planlanmıştı. Fakat enteresan olan şu ki, bu çalışmaya da Ocak ayında başladılar. Yani yine referanduma başladığımız süreçte yapmaya başladılar. Bir kere bu açıdan zaten iyi niyetle yorumlanamaz, yani varolduğumuz alanların kullanılmamasına yönelik bir hamle olarak okuyoruz bunu. Bu çalışma aslında 10 aylık parke yenileme çalışması. AKP belediyesi üç-dört defa bizi burada yürüyemez hâle soktu. Her seferinde uydurdukları hikâye, bir firmaya ihale edilip milyonlarca lira kazanılan bir ranttan bahsediyoruz. Bunun da bedeli elli üç milyon lira, ihale parası bu inşaatın. Fakat parke düzenlemekten öte, İstiklal Caddesi’nin altında, bu parkelerin çökmesine neden olan tüneller var, kuyular var biliyorsunuz. Bunları tamamen betonlamaya yönelik bir çalışma yapıyorlar, şimdi bunun kendisi de Koruma Kurulu açısından sıkıntılı bir durum. Oradan onay aldıklarını söylediler. Ama Kabataş’a verilen onay gibi düşünün ya da Emek Sineması’na verilen onay gibi düşünün. Bunu yaparken tramvay yolunu da şu an kaldırıyorlar işte altı aylık bir ömür biçiyorlar, altı ay sonra tramvay dönecek, diyorlar. Fakat biz tramvayın geri geleceğini düşünmüyoruz, çünkü raylar kalkıyor, tramvayın deposu cami inşaatına dahil oluyor; dolayısıyla eğer orası depo olmayacaksa tramvayın bakımının yapılacağı alan bulma şansları yok, orada başka bir alan yok. Bu da öyle bir niyetlerinin olmadığını gösteriyor.
Başkanlık sistemiyle hedeflenen sizce nedir?
Başkanlık sistemi, öncelikle çok net bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın kişisel, yönetimsel hırsı, ısrarıyla ilgili bir mesele. İkinci mesele de sistemsel tıkanıklığın kendi bakış açıları doğrultusunda aşılması meselesi. O da şu aslında, başkanlık sistemiyle farkındaysanız istenen şey pürüzsüz bir hareket etme mekanizması, hani zaten yargı ile başı dertte, yargıyı her zaman sultası altına almıştı birçok yerde takmadığını söylüyordu. Kentsel dönüşüm yönetmeliği sürecinde bir tanesi bir noktada bir itiraz geliştirdiğinde, atıyorum bir aylık bir süre mi uzuyor bu tür süre uzamalarına ayak bağı olarak bakılıyor. Yani bütün ekonomik kararların, inşaatların, termiklerin, santrallerin, kentte yapılmak istenen bütün faaliyetlerin pürüzsüz yapılmasını istiyorlar. Yani bir yere haber edecekler orayı çevirecekler, içeridekiler varsa tahliye edecekler ve oraya o inşaatı başlatacaklar.
Sistemin ekonomik olarak tıkanmasıyla çok yakından bağı olduğunu görüyoruz başkanlık ısrarının. Bir de tabii, yargılanma korkusu. Bunun önüne geçme isteği.
Biz mesela buna yönelik bir çalışma içindeyiz şimdi, İstanbul Kent Savunması, kentsel dönüşüm mahalleleri ile beraber bunu yapacak. Etki alanında olan, kendi ağında olan bütün mahalleler ile bir toplantı yapacağız haftaya. O toplantıda da bütün mahallelere yönelik iki muradımız var; bir tanesi, bu anayasanın kente ve kentin dönüşümüne yönelik etkisini konuşarak bu dönüşümden etkilenen, mücadele eden insanların görmesini, anlamasını sağlayacağız. İkinci olarak da, bu dolayım üzerinden ‘hayır’ çalışmalarına katılımını teşvik etmeyi amaçlıyoruz bu insanların. Bunu şundan önemsiyoruz; yani gerçekten bu anayasa değişikliğinin kentin sermaye açısından pürüzsüz dönüşümüne etkisi büyük olacak!
Öngörülen tam bir faşizm; onun da iktisadî temelleri var, zaten bu zamana kadarki bütün faşizmlerde olduğu gibi; bir iktisadî temel ve ona uygun bir yönetim biçimi.
Peki toplumsal mücadele güçleri, bu süreçte nasıl bir tutum almalı?
Ben aslında toplumsal mücadele güçlerinin çok iyi ve hızlı bir şekilde konum aldığını düşünüyorum. Biraz da Gezi’nin etkisi belki… Hani böyle dönemlerde çok hızlı dinamikler ortaya çıkar ya, geçmişte yaşananlar çok hızlı bir şekilde deneyim olarak hayata yansır. Onun türevleri biçiminde örgütlü-örgütsüz, herkesin oluşturduğu bu ‘hayır meclisleri’ meselesi, bence toplumsal muhalefetin bu süreçte alabildiği en iyi konum. Bu bir buçuk aylık süreç boyunca zaten bu dinamizm devam edecek. Bu çok da bereketli bir dönem. Pürüzler vs. illa oluyor, olacaktır ama bağımlı-bağımsız, örgütlü-örgütsüz herkesin yan yana ortak bir zemin kurması, bu zemin üzerinden hayır’ın örgütlenmesi, görünür kılınması açısından çok bereketli bir dönem başlıyor.
İkinci olarak da bu dönemde toplumsal güçlerin şöyle bir olgunluğu söz konusu; hitap edilmesi gereken kesimler konusundaki hassasiyet. Bunları zaten süreç boyunca herkes uzun uzun tartıştı, herkes öne koydu. Araştırma şirketleriyle yapılan toplantılar, sonuçlar üzerinden yapılan okumalar vs.ler ve yine özellikle mütedeyyin kesimlerle yapılan görüşmelerden ortaya çıkan şey şu; her ne kadar mesele tayyiple alâkalı olsa da bir kişiyi hedef almayan, partiyi hedef almayan, sadece umutlu bir şekilde, pozitif bir şekilde ülkenin geleceği üzerinden yürüyen bir sürecin örgütlenmesi oldu. Asla negatif işlemeyen, kişiselleştirmeyen, asla hakarete vardırmayan, asla karşı tarafı, karşı kesimleri incitmeyen bir dille kampanya yürütülüyor. Bu açıdan ben toplumsal muhalefet güçlerinin çok iyi adımlar attığını düşünüyorum.
Üçüncü olarak da OHAL’in, darbenin, bir yıldır hayatımızı karartan o bombaların, saldırıların, katliamların yarattığı bu iklime teslim olmuş bir şekilde değil ama insanların ruh hâlini anlar bir şekilde, ona uygun formatlar, eylemlilikler, müdahaleler geliştiriyor, buna özen-hassasiyet gösteriyor olması… Böyle dönemlerde toplumsal muhalefet güçlerinin en kolay uzlaşacağı şeylerden bir tanesi miting ama bir miting meselesi bile hakikaten kılı kırk yararak konuşuluyor. Bu açıdan çok kıymetli. Yani geri adım atalım, yapmayalım üzerinden değil ama insanların korkularını, hassasiyetlerini anlamak ve onun üzerinden yeni formlar üretmek çok kıymetli. Nedir bu formlar; birçok yerde insanların mutlaka kendi benzerleri üzerinden değil, onları ihmal etmeden, hayırcıları örgütlemeyi de ihmal etmeden, kafası karışıkların, kararsızların bulunduğu noktalarda, lokallerde çalışmalar yürütmesi, daha alttan, görünmeyen bir temas kurma çabasının varlığı… Olağan durumlarda, alışılagelmiş şekilde açık eylemliklerden ziyade, -ki bunlar da yapılacaktır, yapılıyor- esas olanın o kahvelerde, evlerde, apartmanlarda, lokallerde insanlarla bire bir temas kurarak, neden hayır dediğini anlatan bir bildiri vererek, sohbet edilmesi… Bu açıdan da bence çok hızlı kendini örgütledi ve yayıldı. Mesela her hayır meclisinde, en azından bir çoğunda, o bölgenin muhafazakar mahallelerinin listesinin çıkarılması ve o halka yönelik bir çalışma yapılıyor olması, bildirilerde bu dile çok dikkat ediliyor olması, kendi mahallemizin jargonlarının çok çok ötesinde bir durum oldu.
Aslında 15 yıllık yaşadığımız sürecin intikamını alacağımız bir dönem değil bu. Ben bu hataya düşmemizden çok korkuyordum, ki bunu yapan siyasetler de oldu, eleştirileri de yapıldı. Ki hakkımız da var sonuna kadar, uygulanan baskılar, yediğimiz tokatlar, yaşadığımız katliamlar falan açısından sonuna kadar hakkımız var ama iki ay daha muazzam bir olgunluk sergilemeliyiz; derdimiz 15 yıllık yıkımın intikamını almak, kendimizi deşarj etmek değil tam tersi olgunlukla örgütlenmek ve hayır çıkarmak. Neticede herkes buna uyarlanmış bir şekilde; böyle gidiyor şu an.
Peki referanduma geldik, referandum oldu, iki farklı sonuca göre iyisiyle doğrusuyla, evet çıkması ya da hayır çıkması durumunda toplumsal güçler nasıl durmaya devam etmeli, nasıl ilerlemeli, evet olduğunda ne yapmalı, hayır olduğunda ne yapmalı?
Bu konuyu ihmal etmememiz gerekiyor. Bir yandan yoğun çalışırken, kafamızın bir yerinde 17 nisan günü ve sonrasına dair bir hazırlığın olması şart. Benim bu konuda olgunlaşmayan bir fikrim var. Bir kere evet çıkması durumunda da, hayır çıkması durumunda da, kolay kolay durulmayacak bir süreçten bahsediyoruz. Evet’i içine sindirmeyecek milyonlar olacak; Hayır çıktığında da bunu içine sindirmeyecek bir iktidar bloğu olacak, halktan bahsetmiyorum, emekçi kitle sindirir ama iktidarın özellikle örgütlediği kesimler. Sadatlar, Osmanlı ocakları vs. bunların devreye girme olasılığı çok yüksek, referandum sürecinde de karşımıza çıkabilir. Bunları bir kere görmek lazım.
Çok zor süreçlerden geçiyoruz, ama yani bu iktidarın evet-hayır üzerinden böldüğü ve bölmeye devam edeceği bu dinamik, kaynayan kazan 16 Nisan’dan sonra da durmayacak. Bunu bir kere bilmek lazım. Ben açıkçası şöyle bir hisse, şöyle bir fikre sahibim; 16 Nisan’dan sonraki ilk günü sokaklarda, meydanlarda geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bahsettiğim handikaplara hani bu süreci özel olarak örgütlediğimiz, örgütlememize neden olan hassasiyetlerimize rağmen o günü sokakta geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü dediğim gibi aslında yani bunlar referandumdan sonra durmayacak, evet çıktığında bize yani eğer o bahsettiğim tepkiyi de vermezsek gerçekten o karanlık 3-5 senenin beklediğini söyleyebiliriz. Yani ondan sonra iktidarın nasıl bir uygulaması olacak kestiremiyoruz, nasıl bir hareketlilik nasıl bir durgunluk olacağını kestiremiyoruz. Ama bunu kabul etmeyecek çok muazzam bir toplumsal kitle olacağını görmek lazım. Bunun kendisi de zaten şöyle yansıyabilir hepimize; artık hareket etme biçimini değiştirmeye yönelik baskılar oluşturabilir, yani muhalefet artık kendisini gözden geçirmek zorunda.
Şöyle söyleyeyim; en meşru şekilde, en yasal şekilde hareket ettik; hiçbir şeyi zorlamadan yani gayet barışçıl, gayet yasal, meşru hareket ettik bunları yaparken öldürüldük, katledildik. Buna rağmen buna devam ettik.
Ama yani bu süreçten sonra üstüne bir de evet çıkarsa hile ile çıkacağı çok belli olacaktır; yani bunda herkes hemfikir, oranlar çok yüksek şu an o hileler ile baş etmenin adımları başlamış durumda, işte sandık güvenliği için yapılan çalışmalar, referandum günü yapılacak işler vs. evet’in bu hile ile çıkacağı çok aşikâr. Öyle bir durumda bir de üstüne hile ile hükümet karşımıza çıkarsa bence muhalefetin muhalefet etme biçimini, formunu falan gözden geçirmesi gereken bir döneme girmiş olacağız. Onu herhâlde 17 Nisan’dan sonra konuşacağız ama 17 Nisan günü verilecek ilk tepkinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. 7 Haziran’da da çok sessizdik, tamam 7 Haziran akşamı herkes kutladı, sokaktaydı falan ama 8 Haziran’da bambaşka bir hâldeydik; pozisyon almadık.
Belki bu sefer biraz daha hazırlıklı olmamız gerekir, daha planlı olmak gerekir, hatta bu ilişkileri kurarken şunu söylemek lazım herkese: “Arkadaş, 17 Nisan’da da beraber olmak durumundayız!”