Bugün 13 Aralık.
Bugün Bekir Kilerci’nin Ankara’da işkenceyle katledilişinin yıldönümü.
Ama aynı zamanda, Erdal Eren’in 12 Eylül cuntası tarafından yaşı büyütülerek idam edilmesinin de yıldönümü.
Birkaç gün sonra, devrimci bir üniversite öğrencisinin, Serkan Eroğlu’nun, polisle işbirliği yapmayı reddettikten hemen sonra, üniversite tuvaletinde bulunmasının yıldönümü olacak.
Daha iki ay önce tam burada, garın önünde yüzü aşkın yoldaşımız katledildi.
Birkaç gün önce de, bir polis kurşunuyla herkesin gözü önünde bir “faili meçhul”e kurban giden, ezilenlerin, Kürt yoksullarının avukatı Tahir Elçi’yi toprağa verdik. Cenazesinde, eşinin yanı başında, birkaç yıl önce derin bir devlet kumpasıyla öldürülen Hrant’ın eşi, Rakel Dink duruyordu…
Ve bugün Kürdistan’ın çeşitli illerinde,”terörle mücadele” kisvesi altında hergün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar katlediliyor.
Geçen gün bir cümle okumuştum bir yerde.
Güzel değil, ama çarpıcı bir cümle. Bizi en iyi anlatan.
“Ölüler arasında yaşıyoruz,” diyordu. “Anımızı ve geçmişimizi sadece ölüler oluşturuyor.”
* * *
Gerçekten de…
Çok gerilere gidip Mustafa Suphi’lerden, Sabahattin Ali’lerden dem vurmayacağım.
Deniz’lerden, Mahir’lerden, Aynur’lardan Suruç’a, Dilek Doğan’a…
Çoğunun yaşı oyuza değmemiş gencecik ölülerle dolu belleklerimiz.
Yanlış anlaşılmasın, onlar İslâmcı fanatikler gibi “şehadet şerbeti içip cennete kavuşma”nın meraklısı değillerdi.
Tersine, onu daha güzel, daha adil, daha özgür kılabilmek adına ölümü göze alabilecek kertede sevdalıydılar hayata…
* * *
Evet, öldürüyorlar.
Polis öldürüyor, asker öldürüyor, “güvenlik güçlerine yardımcı” esnaf öldürüyor, faşist öldürüyor, şimdi de IŞİD’ci öldürüyor.
Yani kısacası, devlet öldürüyor.
Özgürlüğe, eşitliğe, adalete aşık, gencecik insanları katletmek bu devlet için öylesine ısrarlı bir icraat ki, bir zamanlar Nazım’dan, Ahmet Kaya’dan dizeler okuyarak kürsüden timsah gözyaşları döken AKP’li muktedirler de seleflerinden daha az yavuz olmadıklarını kanıtlıyorlar nicedir.
* * *
Peki bu kadar ölüm karşısında bizler ne yapacağız?
Önümüzde iki seçenek var.
Ya yılgınlığa, umutsuzluğa, korkuya teslim olup sinecek, susacağız.
Sürüye katılmayı kabul edeceğiz.
Zaten istedikleri tam da bu.
Boyun eğmemizi, susmamızı, başkaldırmamamızı istiyorlar bizden.
Bizler susalım ki onlar talan, yağma, sömürü düzenlerini rahatlıkla sürdürsünler.
Bizler susalım ki emekçiler her geçen gün biraz daha yoksullaşsın.
Bizler susalım ki Türkiye ve Kürdistan kaynakları üzerindeki yağma devam etsin.
Bizler susalım ki efendiler ülkeyi felaketlere, kana, gözyaşına boğacak savaşlara sürüklesinler.
Evet, tam da bunu istiyorlar.
Ama dostlar, bunu yaparsak, teslim olursak nasıl bakarız ölülerimizin yüzüne?
Ya da…
Ya da “Hayır” demeyi, itiraz etmeyi sürdüreceğiz.
Başkaldıracağız. Haziran’da yaptığımız gibi; işgal altındaki Kürtlerin yaptığı gibi!
Ölülerimizin acısını yüreğimize gömüp sürdüreceğiz mücadelemizi.
Özgürlük talebimizi, eşitlik talebimizi, adalet talebimizi haykırmaya devam edeceğiz.
Kendimizi en çaresiz hissettiğimiz yerde, çarenin biz olduğunu bileceğiz.
Şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım.
Devrimciler, sosyalistler her zaman kazanmaz.
Ama kazandıklarında, büyük kazanırlar.
Özgürlüğü, eşitliği, adaleti, gerçek anlamda kardeşliği kazanırlar.
Yani Marx’ın dediği gibi, dünyayı kazanırlar.
Şimdi kaldıralım başlarımızı.
Ve yeryüzündeki tüm devrimci sosyalistleri tek bir yürekte birleştiren marşımızın, Enternasyonal’in son dizelerini terennüm edelim:
“Cellatların döktükleri kan
Bir gün kendilerini boğacak
Bu kan denizinin ufkundan
Kızıl bir güneş doğacak!”
N O T L A R
[1] 13 Aralık 2015 günü, Kaldıraç’ın Ankara Garı önünde düzenlediği Bekir Kilerci ve Serkan Eroğlu şahsında devrim şehitlerini anma etkinliğinde yapılan konuşma metni.
[2] Cemal Süreya.