15 Temmuz ile başlayan “başarısızlığa planlanmış” darbe, OHAL uygulamaları ile yoluna devam ediyor ve gerçek bir darbe olarak tarihte yerini alıyor. Bu hali ile bu darbe, aslında 7 Haziran seçimleri sonrasında başlamış bir darbeye benzemektedir.
Darbe, esas olarak bir Saray darbesidir.
Saray, ilk önce, Kürtlere karşı açık, şiddetli, ölçüsüz bir savaş planını devreye koymuştur. Bu plan ile birlikte Erdoğan, Saray, egemen güçlerin, çatışan devlet güçlerinin “birliğini” sağlamaya yönelmiştir. Devlet güçlerinin birliği, en fazla, Kürtlere karşı ölçüsüz saldırı politikalarına dayandırılmıştır. Devlet içinde, uluslararası güçlere de bağlı olarak yer kapmaya, bölgemizde süren emperyalist paylaşım savaşımının izdüşümü olarak devleti ele geçirmeye yönelik çatışma, alttan alta sürmektedir. Ama Kürt halkına dönük saldırı ne kadar şiddetli ise, o denli “birlik” mesajı verilmektedir.
Bu birlik mesejı, sadece halka karşı bir tek ses görünme ihtiyacına hizmet etmez. Dahası var. Saray, bu yolla, devletin içinde çatıştığı güçleri, Kürtleri boğma planı çerçevesinde, geçici de olsa kendine onay verir hale getirmektedir. Bu arada ise, Başkanlık, ya da Çobanlık sisteminin geçmesi için uğraşmaktadır.
İkincisi var. Saray, devlet içindeki güçleri kendi yedeğine alıp, Çobanlık sistemine kadar, Kürt halkı başta olmak üzere, tüm muhaliflere saldırırken, aynı zamanda, OHAL uygulamaları ile, “sınırları” aşmaktadır. Belediyelere kayyum atanması bir “sınırları aşma” girişimidir. Burjuva devlet, Tekelci polis devletidir ve hiç bir zaman demokrasinin egemen olduğu bir devlet değildir. Bunu biliyoruz. Ama yine de, devlet, arkada bulunan devlet dişlilerinin yer aldığı baskı aygıtını, genel oy ve parlamentoda ifade edilebilecek bir sistem ile, bir örtü ile örter. Kayyum atanması, aslında bu örtünün açıkça yırtıldığının kanıtıdır. Bu anlamda bir “sınırları” aşma girişimidir. Tüm ülkenin OHAL ile yönetilmesi, KHK kararları ile açıkça, anayasaya aykırı yasalar ortaya konulması, FETÖ avcılığı adı altında açıkça, Çobanlık sistemini garantiye alacak uygulamaların bir bir devreye sokulması, aslında nasıl bir başkanlık sistemi düşünüldüğünün de kanıtlarıdır.
Ve üçüncü olarak bu darbe sürecinde, başkanlık sistemine giden bu darbe sürecinde, Saray, tüm medyayı denetim altına alma peşindedir. Cumhuriyet gazetesine dönük saldırı, bu açıdan ilgiye değerdir. Cumhuriyet gazetesine dönük saldırı, devlet güçlerinin Kürtlere karşı saldırı başlığı altında sağladığı birlik ile de uyumludur. Bu nedenle bu saldırıda, Mustafa Balbay’da yer almaktadır. Devlet güçleri, kendine “ulusalcı diyen”, Erdoğan’la, işbirliği yapan, Ergenekon davalarında yargılanmış bir kesimi de içermektedir. Ve bunlar, bugün, Erdoğanla ittifakı savunmaktadır. Ama bu arada, Erdoğan’ın, Çobanlık sistemini hayata geçirme planlarına gözlerini kapamaktadırlar. Oysa fiili olarak gerçekleşen budur.
Aslında bu durum, yeni de değildir. Erdoğan, her tür yarayı kaşıyarak, her dönem kendine uygun ittifaklar bulmakta güçlük çekmemiştir. Dün, bir çok liberal, Erdoğan’ın yanında yer almıştı, dün, tüm Gülen hareketi, bugün kendisinin FETÖ dedikleri , neredeyse herşeyini borçlu olduğu kadrolardır. Bugün ise, aynı Erdoğan, Kürtlere karşı savaş bayrağı altında, Ergenekoncuları, “ulusalcı” ırkçıları kendi bayrağı altına toplayabilmektedir. Cumhuriyet’e dönük operasyon, tam da bu ortama dayanmaktadır. Ve bu operasyon, elbette basının tam tekmil hızaya çekilmesi açısından, Başkanlık sistemi açısından önem taşımaktadır. Yani Erdoğan, Mustafa Balbay’ın da ulusalcıların desteği ile, stratejik bir tepe ele geçirmiştir. Bu yeni tepe, başkanlık sistemi için tepe tepe kullanılacaktır.
Bu üçlü üzerine kurulu Başkanlık planları, Saray darbesinin temelidir. Ve bu darbe, bugün, belli sonuçlar vermiştir. Bu nedenle de Erdoğan artık, Başkanlık sisteminin “teori”si üzerine çalışmaya başlamıştır.
“Teori”, tıpkı Saray’ın kendisi gibi fakirdir ve bu nedenle şaşalı sunulmak istenmektedir. “Teori” tıpkı Saray yönetimi kadar “derin”likten yoksundur, yüzeyseldir, bu nedenle danışmanlar ordusu “dolar karşılığı” savunmasını yapmaktadır.
“Teori”nin ilk halinde ulaştığı isim “Türk tipi Başkanlık Sistemi” idi. Aslında, geleneksel olarak, bir sistem uygulanır ve sonuçta, türleri içinde bir yer edinerek bir isim alır. Mesela Kanada tipi başkanlık sistemi demeniz için, bunun uygulanmış olması gerekir, yetmez, diğer türlerinden olumlu ya da olumsuz bariz farklılıkları olması gerekir. Bu durumda, başkanlık sistemleri üzerine çalışanlar buna bir isim koyma gereğini duyarlar.
Ama Burhan Kuzu, böylesi bir “teori” düşkünlüğüne sahip değildir. O tıpkı, bir imamhatip okuluna adı verilmiş devlet büyükleri gibi olmak istemektedir ve daha en başından kendi adı ile anılması “ağanın b.kunun üzerine b.k” olacağından, buna “Türk tipi başkanlık sistemi” demiştir. Ve eğer buna birisi itiraz ederse, zaten daha çerçevesi belli olmayan bu şeye bu isim verilemez, başkanlık sisteminin Türk tipi olmaz vb derse, o da basitçe “neden olmasın, siz Türk milletini hor mu görüyorsunuz” der.
İşte bu derinlik nedeni ile biz “teori” sözcüğünü tırnak içine alıyoruz.
Zaten, sonuçta, bugünlerde bizim ülkemizde gerçekleşecek, gerçekleşmekte olan vb herhangi bir şeye isim verilecekse, hele ki bu da “teori”ye geçecekse, bunu zaten Erdoğan’dan başkası yapamaz. Ne buna yeltenen çıkabilir, ne de herhangi birisi daha doğru ismi bulabilir. Yönetme meselesinde belediyeyi saymazsak 15 yıllık bir deneyime sahip olan Erdoğan, bu işin teorisini de pratiğini de hem Yiğit Bulut’tan, hem de Burhan Kuzu’dan daha iyi bilir. Ne de olsa bu durum şöyledir: siz Erdoğan’ın neye ihtiyaç duyduğunu ondan daha iyi nasıl bilebilirsiniz?
Bir doktor, hastasının neye ihtiyacı olduğunu hastadan iyi bilebilir mi? Bu olmadı galiba. O zaman bu örnek yanlıştır. Zaten burada hasta olan, sistemdir, doktor olan Erdoğan’dır. Diğerleri, ancak O’nu destekledikleri oranda varlıkları anlamlı olan zatlardır. Hepsi budur.
İşte yine hayat, bu yönde ilerledi ve Erdoğan, başkanlık sistemi için “teorik” açılımını yaptı: Çobanlık sistemi dedi.
Erdoğan, bir hadisten yola çıktı ve Çobanlığa vurgu yaptı. Ve şöyle dedi: “Çobanlığın felsefesini anlamayan, insan yönetemez. Ben bir çobanım. Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüklerinizden mesulsünüz”
Görüldüğü gibi, burada Başkanlık ve Çobanlık arasında sıradan bir benzetme yapılmamaktadır. Bu öyle akşam akla gelmiş, ya da bir danışmanın bir anda Erdoğan’ı rezil etmek için uydurduğu bir benzetme değildir. Zira, Erdoğan, çobanlığın felsefesinden söz etmektedir. Bu durumun Burhan Kuzu için anlamı çok büyüktür. Muhtemelen kendini evine kapatmıştır, ve artık “benim bu dünyada yerim yok, beni ölüm paklar” anlamına gelmekte olan bir şarkı sözü yazmaktadır. Tarihi bir trajedidir bu, adamın soy adı Kuzu’dur ve “gütmek” işi sonuçta “kuzu” soyuna yön vermek içindir. Burhan Kuzu, bu işin felsefesi üzerine acilen kafa yormalıdır ve felsefecilerden oluşmuş bir kurul kurulmalıdır. İşte o zaman Erdoğan’ın söyledikleri açılabilir ve derinliğine ulaşılabilir.
Çobanlık, sadece koyunların, sürünün arkasında beklemek demek değildir. Büyük sürülerde, ki mutlaka büyük sürüden söz etmemiz gerekir, çobanın en sadık yardımcıları köpeklerdir. Köpekler esas olarak iki sınıfa ayrılırlar. İlki, çoban köpeği adını alan köpeklerdir. Bunlar sürüye kurt dalmaması için vardırlar. Aslında, çoban köpekleri, insanoğlunun evcilleştirdiği Kurtlar olarak da ele alınabilir. Buradan hareketle, en iyi köpeklerin, dönmelerden çıktığı sonucuna gelebilirsiniz. Osmanlı’daki kapıkulu sistemi de iyi bir örnek olur. Ama iş bununla sınırlı değil. Her 100 koyuna bir çoban köpeği lazım diye bir de oran lazımdır. Bunu Yiğit Bulut ve Cemil Ertem daha iyi hesaplarlar. Bu konu biraz felsefesinin dışına çıkar. Teknik bir meseledir. Ve bu köpeklerin her türlü rahatlaması için sürüde başka köpekler de vardır. Bu köpek türü, aslında Çoban’ın da iğrendiği bir türdür ama ne yaparsın, insanlık işte, köpeklerin de rahatlamaya ihtiyacı vardır. Bunlar boyları küçük türlerdir ve işleri, köpeklerin her tür organını yalamakla başlar.
İşte çobanlık felsefesi biraz burada yatıyor.
Gelin görün ki, Erdoğan’ın işi dayandırdığı hadis, aslında üzerinde çok tartışma olan bir hadistir ve İhsan Eliaçık da, bu hadisin Emevilerin uydurması olduğunu söylemiştir. Zira, duruma da uygundur. Arap çöllerinde çobanlık mesleğine çok fazla atıf yapılması, tarihi olarak da çok mümkün değil. Olsa olsa çobanlığın çok önemli olduğu tarım ve hayvancılık ayrımı döneminde, hayvancılık yapan kabilelerden gelen bir sözdür ve Emevilerin bunu kullanması çok da akla yatkındır. Zira, işin özünde, halkı bir sürü gibi görme “felsefe”si yatmaktadır. Bu durumda, ortadan hadis meselesi kalkar, ama işin “felsefesi” devam eder.
Böylece, Çobanlık sistemi diye bir tartışma başlamıştır. Parlamenter sistemin arızalarına karşı, güçlü olduğu söylenen ve 2030 yılna kadar Erdoğan’ın başçobanlığına dayanan bir çobanlık sistemi önerisi ortaya konmuştur.
Burada çoban, tüm yönetenleri de kapsamaz. Çoban, doğrudan bir kişiyi temel alır. Elbette, çoban da insan soyundandır ve bu durumda, kesinlikle aynı soydan olmadığı köpek ve sürüdeki hayvanlar dışında bir çevreye de ihtiyaç duyar. İşte bu da, yönetici sınıftır. Yönetici sınıf, aslında çoban’nın ihtiyaçlarını giderir. Çoban gülmelidir, çoban yemelidir, çoban eğlenmelidir, çoban başka bazı ihtiyaçlarını gidermelidir vb. İşte tüm bunlar, Saray’da toplanır. Harem de bunun bir parçasıdır, sarayın soytarısı da. Gelki bu Çobanlık sisteminde Saray da bir çadırdır. Ama çadırda da buna benzer işler olur. Ve bir de sürü üzerine ekonomik ve teknik hesaplar yapacak bir “teknisyenler” grubu lazım. Bunlar da Kuzu gibi, Joleli gibi tiplerdir ve yerleri saraydadır.
Köpek, burada soyundan geldiği Kurtlara karşı sürüyü koruyandır ve daha çok kolluk kuvvetine denk gelir. Çobanlık felsefesinde, yargıçlar ve hakimler grubu yoktur. Çoban zaten ilgili durumlarda kararı verir. Ama eğer “çobanlık felsefesi” üzerinde çalışacak olanlar, köpeklerin yanında, bu yargı kesimi için bir yer bulursa, bu da sorun olmaz. Bunların ihtiyaçlarını gören, boyları , başlarını kaldırınca yaklaşık köpeklerin kıçlarına denk gelen ikinci köpek grubu ise, aslında köpeklerin dahi saygı duymadığı bir kesimdir.
Ama FETÖ örneğinde görüldüğü gibi, hem Saray’da, hem de bu köpekler grubunda bir sızma, yani kurtlarla işbirliği durumu gelişebilir. Bu durumda çoban’ın kime güveneceği çok önemli bir sorun olur ki, işte Kuzu ve Joleli, tam burada devreye girerler.
Tüm bu sistemde, Çoban, anlamlı yalnızlık içinde, kadr-i mutlaka yakın bir yerdedir, dağlar kadar yalnızdır ve doğrusu köpekler dışında hiç bir şeye güvenemez.
Sistemin tümü ise, aslında sürüyü, kuzuları gütmek içindir. Etinden, sütünden, yününden faydalanmak içindir. Etinden, sütünden, yününden nasıl yararlanılacağını planlamak için, elbette, sarayda yer bulmuş, çoban’ın ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü ekibe katılmış, bir teknik ekip görevlidir. Bu ekibi, Çoban’ın kendi sülalesinden birine bağlaması en doğru olanıdır. Zira, bu eti, sütü, yünü, herkese emenat etmek mümkün değildir. Kendisi, yalnızlık içinde, kadr-i mutlak’ı arkadaş edinmiş çobanın, eti, sütü, yünü, kadr-i mutlaka emanet etmesi asla “felsefi” bir konu bile değildir, tartışılamaz.
Peki sürü, ya da kuzular, onların felsefesi üzerine ne söyleyeceğiz? Yerinde bir sorudur. Bugün, Kuzu ve diğerleri, Ergenekoncular ve Saray gladioları, hep birlikte, korkut, sindir, gerekirse yok et diye bağırmaktadırlar. Korkutmak, sütü kesiyor, sindirmek, et yönünden hafiflemeye neden oluyor, öldürmek tamamen murdar etmek anlamına geliyor.
Böylece, felsefi olarak çobanlık isteminin bir açmazı oluşuyor, sürüyü gütmek için kurulan sistem, sürüyü çoğaltmıyor, semiz hale getirmiyor, verimli hale getirmiyor, tersine onu yok ediyor.
Hele ki, çoban, bir de otlağın sahibine, kira ödüyorsa.
Kahyalık sistemi, burada işin felsefesinden tam bir kopuşu ifade ediyor. Efendi, çobanlık yapmıyor artık. Efendi, çiftlik sahibidir. Kendisine kahya bulmuştur. Kahya, bir çobana, elbette tarım işleri için de başkalarına, ihtiyaç duyar. Bu durumda çoban, köpeklerin başı haline geliverir ki, bu da garanti değildir.
Kaldı ki, kahya, hele hele efendi çobandan da çok hoşlanmaz. Onu biraz da yabani görür ki, bu durumda Erdoğan’ın kendisine çoban felsefesi fikrini vermiş, ya da subliminal yollarla aklına sokmuş herkesin kellesini vurması gerekir. Çünkü, hiç de iyi bir yer elde etmek demek olmuyor, dahası, pratik olarak Saray’daki yerini kaybettiği anlamına geliyor. Bizden uyarması.
Bir süre önce, bir sanatçı mı idi, hatırlayamıyorum, ama bir kişi, benim oyum ile çobanın oyu bir olur mu demişti. Yine bu kişinin AK partiye oy vermediği anlaşılıyordu ve üzerine, islami salvolarla gidilmişti. (aslında sadece felsefi olarak üzerine gidilebilirdi, ama bu durumda, kul anlayışı yara alabilirdi.) Neyse, buradan Erdoğan ve Saray yara almamıştı. Ama şimdi, bu çobanlık tartışması, bu eski “elit” kesimi hedef alan bir açık meydan okuma olarak ele alınabilir ama, işin “felsefesi” öyle değil. Bu nedenle, özellikle subliminal yollarla “çobanlık felsefesini” Erdoğan’ın aklına kimin soktuğu tartışılmalıdır.
Necip Fazıl, Erdoğan’ın kalbinde bir yer tutmuş mudur bilemeyiz, zira kendisinin her söylediğinin tersini de söylediği bir an’ı vardır. Ama yine de kendisi Necip Fazıl’ı çok sevmektedir. Platon’un devleti ele alışına göre, Necip Fazıl’ınki farklıdır. Platon’dan örnekler arayıp da, çoban ve sürü için feyz alabilirsiniz. Hele ki, hiristiyanlığı incelerseniz, epeyce bir çoban övgüsü bulabilirsiniz, çünkü, yerleşik tarımsal düzene karşı, çobanlar yoksulların da temsilcisi haline gelmişti. (yine felsefi olarak dağlardaki çobanlar ile, yerleşik tarımsal hayatın içinde kahyaya bağlı çobanları birbirine karıştırmamak lazım. ) Ama Necip Fazıl Kısakürek, bu konuda farklı düşünür. Şöyle der “Bir İmam-i Gazali ile çobanı kemiyet hesabı ile bir tutan bir rejim ‘Batıl’dır” der. Yani, İmam-i Gazali ile çoban, sayı hesabı ile, çokluk hesabı ile, oy hesabı ile bir tutulmamalıdır demek ister. Burada, tesadüfe bakın ki, İmam-i Gazali’nin karşısına Necip Fazıl’ın koyduğu örnek, felsefesi üzerine tartıştığımız çoban’dır.
Erdoğan, bu denli muktedir değil iken, bu denli çoban değil iken, “yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum” demeyi severdi. Uysal koyun olmayı, kuzu gibi güdülmeyi, pek de hoş karşılamadığı anlamına gelen sözler idi bunlar. Ve o zamanlar bu sözler, islamın ABD tarafından güdülmesi durumuna karşı olanlar için, çok alkış alan sözler idi. Böylece, islam ve anti-emperyalist mücadele arasında bağ olduğu fikrini de kullanan sözler idi. Güdülmeye karşı, uysal koyun olmamak övülmekte idi. Bu durumu da sayın Kuzu’ya not alması için hatırlatmak faydalı olur kanısındayım.
Oysa şimdi, Edoğan muktedirdir. Ve durum değişmiştir.
Acaba hangisi gerçektir?
İşte güç zehirlenmesi denilen şey burada anlam bulur. Güç zehirlenmesi öyle bir şeydir ki, doğru ile yanlışı ayırt etme yeteneğini yok eder. Güçten midir, yoksa güçsüzlükden ve korkudan mıdır?
Sizce nedendir? Mesela HDP operasyonlarına bakalım, mesela tutuklanan milletvekillerinin durumuna bakalım. Mesela mecliste, HDP grup toplantısına katılmak için, dinleyici olarak gelmek isteyenlerin Meclis’e sokulmamasına bakalım. Sizce bu güç müdür, yoksa korku mudur? Sayın Kuzu, “Türk tipi başkanlıktan Çobanlık sistemine” geçişimizi felsefi olarak ele alıp, hukuk felsefesi tarihi içinde yorumlarken, acaba, korku ve güç arasındaki ince çizgiyi nasıl yorumlar?
TBMM, daha bir süre önce, İncirlik üssünden kalkan uçaklarca bombalanmış ve Muktedir, bu “allahın lütfü” dediği darbenin bir parçası olan bombalamayı, ziyarete gelen Batılı efendilerine göstermek için tamir bile ettirmemişti. Ve şimdi, bu parlamento fiili olarak da felsefi olarak da ortadan kaldırılmıştır. Halkın izleyici olarak TBMM’ye girmesi yasaklanmıştır. Bunu Ergenekon ekibi, Saray gladiosu, Perinçek takımı, Kürtlere karşı bir zafer olarak kutlayabilir. Gerçekte bu çözülmedir, korkudur.
Çobanlık sisteminin felsefi olarak, Erdoğan konuşmalarında açık olduğu da tartışılırdır. Erdoğan, Çobanlık sistemi ile şeyhülislamlığı birleştirmeyi de düşünüyora benzer. Bu durumda çobanlık felsefesi sınıfta kalır.
Çobanlık sistemi, Saray konuşmalarına, muhtarların partiler halinde sarayda konuşulacak kişiler muamelesi görmesine açık değildir. Felsefi olarak açık değildir. Çoban, evet, hem yalnızlığı nedeni ile zaman zaman kavala asılır , hem de bu kaval sesinin kurtlar üzerinde bir etkisi olduğu söylenmektedir. Ama Saray konuşmaları, karşıya konuşulacak nesneler olarak konulan canlıların yanısıra, sürünün de korkutulmasını amaçlamaktadır ki, burada Çobanlık felsefesi yine aşılır. Çünkü, Çoban güttüğü sürüye göre ayrı bir canlı türüdür ve konuşma yolu ile sürü ile bir iletişim kurmayı denediği de doğru değildir. Ama Erdoğan, aslında korkutmak amacı ile, kendinden yana koyunları, kendine karşı koyunlara karşı bilemek amacı ile bu konuşmaları yapmaktadır. Elbette, muhteşem yalnızlığının da bu konuşma- gösterilerinde bir payı vardır.
Son dönemlerde, Erdoğan, AB ile kapışmaktadır. Ve burada da, büyük bir korku vardır. Bu korku ile, Çobanlık sistemine geçişi hızlandırmak istemektedir. Anlaşılan budur ve acelesi vardır.
Tam bu noktada, Erdoğan’ın etrafında toplanmış devlet güçleri içinde çatlamaların baş gösterdiğini de görmek mümkündür. Pek yakında Ergenekon grubunun, dişleri sökülmüş halde aldatıldık dediklerini duymaya başlayacağımız kesindir.
Çobanlık sistemi felsefesi üzerinde tartışma sürerken, devlet, orduya 30 bin asker alacağını açıklamıştır. Bu da devlet güçleri içinde Erdoğan bayrağı altında birleşenlere iyi bir haber değildir. 30 bin askerin bir bölümü erattır, bir bölümü subaydır. Şimdi bu subayların, KHK’larla, imamhatip okulu mevzunlarından alınmayacağını kim söyleyebilir? Bu aslında daha çok Mustafa Balbay’ın problemi olsun. Belki, Erdoğan’ı ikna edebilirler. Ama gerçekte, bu çözülmenin kendisidir.
AK partinin, MHP’nın, CHP’nın parti olmaktan çıktığını yazmıştık. Şimdi, MHP ve CHP’ye düşen görev, yeni ordunun içinde, kendi adamlarının AK partililerden fazla olmasını sağlamak olmalıdır. Başka ne işe yararlar? Erdoğan, açık ve net olarak, kendi taraftarlarından bir ordu yaratmak istiyor. Bunun tarihte örnekleri de yok değildir. Saddam en yakın uygulamadır. Ama daha fazlası da vardır.
Bu açıdan Saray, zamanla yarışmaktadır. Devlet güçleri arasındaki, Kürtlere ve devrimcilere karşı ittifakın çatırdama dönemi gelmiştir. Bu durumda, hazır OHAL bu hal iken, hızla işlerin bitirilmesi gerekmektedir. Orduya asker alma metodu, Çobanlık sistemini çoktan aşmıştır. Bu açıdan artık bir felsefe tartışmasına da ihtiyaç yoktur.
Siz bu uygulamalara, meclisten geçen yeni “tecavüzcünle evlen” yasasını ekleyin. Siz bu uygulamalara, Amerikaya giden Adalet bakanının, Gülen’i istemeyip, Zarrab’ı istemesini ekleyin. Siz bunlara Boğaziçindeki rektör atanması sürecini ekleyin. Ya da daha başkalarını.
En son, kelebek gazetesinin verdiği ödüller nedeni Okan Bayülken için Erdoğan’ın söylediklerine bakın, çürümeyi, korkuyu, tükenişi göreceksiniz.
Örnekleri çoğaltmaya gerek yok, Sarayın acelesi vardır.
Sistem çatırdamaktadır.
Ve ne Kürtlere karşı bu savaş, ne halka, devrimcilere karşı bu savaş, bu OHAL sürdürülebilir değildir.
Erdoğan, hızla Başkanlık sistemini geçirip, hızla, kendini sağlama alma peşindedir. Bir kere Başçoban ünvanını alınca, Batı’nın kendisini tanıyacağını, muhatab olarak almak zorunda kalacağını düşünmektedir. Zaten Batı’nın olurunu aldı mı, gerisi “allah kerim”dir. Bir kere efendilerin karşısında bu çitfliğin kahyası olarak çıktı mı, alim allah onu kimse ile değiştiremezler diye düşünmektedir.
Bu nedenle, çobanlık meselesini devreye sokmuştur. Halkta gördüğü durumu bir tür koyunluk olarak ele almış olmalıdır. Kendisi de şaşkındır, bunca uygulamaya karşın, bunca saldırıya karşın, halkın sokaklara taşmamasını, koyunluk olarak ele almış olmalıdır. Bu nedenle bu denli rahat konuşmaktadır. Muktedir, koyunların kendi koyunluklarından memnun oldukları fikrine kapılmıştır. Koyunlar, tüm bu baskı ve yıldırmadan, tüm bu tehtidten memnun ise, Çoban’da keyfine bakabilir. İşte durumdan çıkardığı sonuç budur.
Elbette, O’nun efendileri de bu durumu biliyor. Onlar için, emperyalist güçler için mesele, sonuna kadar kullan meselesidir, süpürmeden önce kullan meselesidir. Hele ki, bölgemizde, her türden emperyalist gücün içine girdiği paylaşım savaşımı kızışmış iken, efendiler, bir taşla bir kuş vurmaya asla razı olmazlar. Erdoğan, kahyalıktan çobanlığa doğru yolculuğa çıkınca, bu, büyük oynamaya yetenekli güçlerin olsa olsa hoşuna gidecektir.
Şimdi, tüm bunlardan sonra soru şudur; halklar, gerçekten koyun mudur, kuzu mudur? Sayın Burhan Kuzu, başçobanlık sisteminin baş hukuçusu olarak, bu soruya yanıt vermek zorundadır. Cemil Ertem ile Joleli için de ev ödevimiz var, acaba esaret ile koyunluk arasında bir fark var mı (lütfen işin ekonomisini de incelemeyi ihmal etmeyin)? Bizim için değil, Saray için.