Çürüme üzerine bu derginin sayfalarında daha önce defalarca yazdık. Başka bir açıdan ele almaya çalışacağım elimden geldiğince.
Malum olduğu üzere işçi cinayetleri âdeta bir soykırıma dönüşmüş biçimde devam ediyor. Bu yazının yazılmasından sizler tarafından okunmasına kadar bile muhtemelen onlarca işçi kardeşimiz iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiş olacak. Yetkililer “kader” diyecek, bakanlar taziye mesajları ve baş sağlığı dileyecek, basın ihmaller zincirinden dem vuracak, insanlar vah vah edecek, hayat akıp gidecek. Gerçek sorumlular hiçbir zaman hesap vermeyecek.
Aslında bütün düzen, çok kötü bir Hollywood filmi gibi. Her tarafı kötü adamlar sarmış. Kasaba halkı o kadar alışmış ki yaşananlara korkudan sorgulamayı bile unutmuş. Ta ki yabancı biri gelip ortalığı karıştırana kadar. İşte buraya o yabancı bir türlü gelmiyor. Biz hepimiz bu kadarız. Bu kasabayı biz düzeltip ayağa kaldıracağız. Ama önce ortalığın kötü koktuğunu anlamamız lazım.
Çürümüş bir ortamda yaşayanlar, hele ki o ortama doğanlar, aldıkları kokunun doğal olduğunu sanırlar. Diyelim ki Haliç’in kıyısında yaşayanlar o kokuya alışmıştır ya da ne diyelim, evi otoban kenarında olanlar için o sesler artık olağandır. İşte işçi sınıfı, bu sefalete, bu ölümlere, bu yardıma muhtaçlığa alıştırılmış, sanki bundan başka bir yaşam biçimi yokmuş gibi yaşatılır olmuştur.
Oysa Marx’ın bundan neredeyse 180 yıl önce söylediği “Proletarya, ekmekten çok onuruna ihtiyaç duyar” sözleri bugün hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. Tek başına bir işçinin onurunu koruması mümkün mü? Belki filmlerde. Yine belki tekil örneklerde. Neden mi böyle düşünüyorum, tartışalım. Kapitalist düzen, emek gücünü metalaştırdığı andan itibaren işçiler birbirinin rakibi olmuştur. Tıpkı pazar tezgâhında, ben senden daha kırmızıyım, diye gerim gerim gerinen bir elma gibi, bir işçi diğer işçilerle rekabete girişir. Nasıl ki en kırmızı görünen elmanın posası en önce çıkarsa, işçilerden de rekabeti kazanan tezgâh başına en önce geçer ve patronlar onun posasını çıkarır. Pazarda satılamayan elma çürüyüp giderken iş bulamayan işçi de açlık içinde kala kalır. Rekabet elma için de işçi için de felakettir. Ama işçi için konu burada kapanmaz. İş bulmak yetmez. Bir de orada kalabilmek gerekir. Bunun için rekabeti sürdürmelidir. Fabrikada daha fazla üretmeli, mağazada daha fazla satmalı, ofiste daha verimli çalışmalı, bunlarla birlikte belki patronların, usta başının, şeflerin, müdürlerin vb. gönlünü edecek şeyler yapmalı. Yalakalık, ispiyonculuk belki bazı başka meziyetler de.
Genelde hiçbir işçi hiçbir zaman çalıştığı yerden memnun değildir. Hep çekip gidecektir ama… İşte o amalar bitmez. Evin taksiti, çocuğun okulu, bankanın borcu, piyasa kötü… İşyerinde şartlar kötüye de gitse katlanılır, durulur. Ama daha iyi bir iş bulunsa mutlaka çıkılacaktır. Sonra başka bir işte aynı şeyler tekrarlanır durur.
İşçi sınıfının sefaleti sadece fakirliğinden ileri gelmiyor. İçinde bulunduğu şartları kabul ediyor olmasından, bunları değiştirme iradesi göstermiyor olmasından geliyor doğrusunu söylemek gerekirse. Bu iradeyi gösterememesinin önündeki en büyük engel, işte yukarıda anlatmaya çalıştığım içine doğduğu ortam. Daha doğrusu bu ortamın kader ve değişmez olarak tarif edilmiş olması. 16 yaşında bir işçi düşünün, ilk kez fabrikadan içeri girmiş, kablolar yerlerde, yerler ıslak, 55 yaşındaki işçiler tedbir olarak yerlere karton sermişler. İşte bu genç işçi bunu iş güvenliği sanarak başlıyor çalışmaya. Ya da diyelim ki patron işçilere bağırıyor, hakaret ediyor, en fazla kaldıramayan işi bırakıp gidiyor. Bunu tepki koymak sanıyor.
Bizim gençliğimizde işyerlerinde genç işçiler işe başladığı zaman iyi kötü solcu işçilerle, hattâ bazen öncü nitelikler taşıyan işçilerle karşılaşır, işçiliği öğrenirdi. Uzun zamandır işçi sınıfının büyük kütlesi sınıf savaşı, sendika, grev, dayanışma gibi duygu ve davranışlardan habersiz biçimde yaşayıp gidiyor.
Tabii şimdi biraz çuvaldızı kendimize batıralım sonra başka boyutlara geçmeye çalışalım. Kocaeli Dilovası’nda yaşanan işçi katliamı örneğini alalım. Kocaeli bir işçi kenti. Üstelik İstanbul’un yanı başında. Anlı şanlı siyasi partiler, koca koca konfederasyonlar yüz bin kişilik bir miting yapamadık be! Yazıklar olsun size de bize de. Ama bu partilerin, bu sendikaların döktüğü timsah gözyaşıdır bilesiniz. Bu kanıksama, bu alışma hâli otoban kenarında oturup da gürültüye alışma hâlidir, çürümeyle barışık yaşama hâlidir.
Nitekim ve de maalesef, daha bu satırlar yazılırken Urfa’da MESEM’li bir çocuk işçi Muhammed Kendirci iş cinayeti bile denmeyecek şekilde katledildi. Habere bakalım: “Urfa’nın Bozova ilçesinde bir marangoz atölyesinde Habib Aksoy tarafından makat bölgesine kompresörle yüksek basınçlı hava verildiği için iç organları parçalanan 15 yaşındaki işçi Muhammed Kendirci tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.” Yani öyle bir ölüm ki keşke iş cinayeti olsaydı diyesi geliyor insanın. Aşağılık katil, önce adlî kontrol ile serbest bırakılıyor, tepkiler üzerine tutuklanıyor. Sonrasında hastanede Muhammed’in pantolonuunn çöpe atılması başta olmak üzere kanıtların ortadan kaldırılması için harcanan çabayı gördük. Üstüne üstlük Muhammed’e yapılanlar ortadayken davaya gizlilik kararı getirilmesi, kimi ve neyi koruyacak? İşte size çürümüş bir ülkeden manzaralar.
Devam edelim mi? Vezir Mohammad Nourtani, Afgan göçmen bir işçi idi. Ailesiyle Van’dan Zonguldak’a gelen Nourtani, günübirlik işlerde çalıştıktan bir süre sonra kaçak bir maden ocağında çalışmaya başladı. Üç çocuk babası Afgan işçinin cansız bedeni 10 Kasım 2023 tarihinde ormanda bulundu. Cesedinin benzin dökülerek yakıldığı tespit edildi. Davayı duymuşsunuzdur. İnsanı insan olduğuna utandıracak bu cinayette de vahşet kol geziyor. Koç Üniversitesi raporuna göre Nourtani yakıldığı sırada hâlâ nefes alıyormuş, yani diri diri yakılmış. Ne ararsanız var. Irkçılık, organ kaçakçılığı, işçi düşmanlığı. Daha önce de molozların arasına atılan inşaat işçilerinin ölüsünü, araba çarptı diyerek hastane kapısına bırakılan çocuk işçileri gördük. Evet her patron çıkarı için bütün bu alçaklıkları yapabilir. Doğasına uygundur. Bunlara yardım ve yataklık edecek, delilleri karartacak, mahkemede lehine konuşacak işçileri bulabiliyor olması işte bizim kasabanın çürümüşlüğüdür. Mahkemelerin cezasız bırakması, adaletin sadece işçinin sırtına binmesi ise sistemin çürümüşlüğü.
Sendikaların çürümüş yüzünü anmadan geçmeyelim. Hiçbir konfederasyon, üyelerini alıp, Kocaeli’nde, Dilovası’nda, 7 işçinin yanarak öldüğü işyerinin önünde miting yapmaya çağırmadı. Evet basın açıklamaları yapıldı ama sendikalardan toplu bir eylem gelmedi. Bir günlük iş bırakma – hiç olmazsa il genelinde- bile düşünülmedi, uygulanmadı. Türk-İş hükûmete mektup yazdı. İçeriğini vermeye lüzum bile duymuyorum, hükûmet bile okumamıştır.
İş cinayetlerinde çürümenin bir yüzü de kan parası meselesi. Nedense bana her kan parası haberi Franz Kafka’nın Dönüşüm romanını hatırlatıyor. Nasılsa ölen ölmüştür, kalanlar hayatına devam etmelidir. Aslında hayatına devam edecek olan zenginler, suçlulardır. Paralarıyla ellerini yıkayacak, sonra da bir şey olmamış gibi hayatlarına devam edeceklerdir. Fakir her zaman fakirdir, üç kuruş durumu değiştirmez. Ama çürüme bir boyutuyla daha karşımıza çıkmış olacaktır.
Örnekleri ağırlıklı olarak iş cinayetleri üzerinden verdik. Dil ağrıyan dişe gitti. Yoksa çürümenin sarmadığı tek bir yer, nüfuz etmediği tek bir alan yoktur, yeter ki orada kapitalist ilişkiler geçerli olsun.
Kapitalizmin, fazladan ömür süren bu sistemin işçi sınıfına verebileceği bir şey yoktur. Savaşlar, açlık, sefalet, iş cinayetleri, çürüme, varlık içinde yokluk. Fazladan ömür sürüyor olması, işçi sınıfının, devrimci örgütü öncülüğünde onu tarihin çöplüğüne gönderememiş olmasındandır. Biz bu düzene son veremezsek, ancak ve ancak daha fazla çürüyecek, çürütecek.
Bugün kapitalizmin tam anlamıyla özüne kavuştuğunu söyleyebiliriz. İki roman önerisi ya da hatırlatması ile bu görüşümü pekiştirmek isterim. Biri Emile Zola’nın Germinal’i, diğeri Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanı. Her ikisini de bugün okusanız, hem de isterseniz üst üste okuyunuz, bugünün işçi sınıfından ciddi bir farkı olmadığını göreceksiniz. Sadece madende, fabrikada çalışanlar değil, bankadan dizi setinde çalışanına kadar hemen herkes için geçerli şartlar var diyebiliriz. Biraz soyutlama yapmak yeterli olacaktır. Her iki romanın ortak özelliklerinden birisi, işçilerin kazandıkları paraları tekrar patronlara ödemeleri. Kira, bakkal, kumar, tefeci, içki vb. yollarla maaşlar bir kuruş birikmeden harcanır gider. Bir başka ortak yan, patronların yüce gönüllü davranıp yaptıkları yardımlardır, insanların gözüne soka soka. Bir diğeri de iş cinayetleridir. Ama iki romanın en çarpıcı vurgusu işçi sınıfının örgütsüz, öncüsüz bir hiç olduğudur, tıpkı bugün olduğu gibi. Sanırım ki bugünün en önemli ihtiyaçlarından biri yalın bir dille işçi sınıfının hikâyesinin işçilere anlatılmasıdır. Mevcut “aydınlar” için bu konu çok banal kalıyor olsa gerek. Bunu ancak bizim işçiler yapacaktır.
Tüm çabama rağmen arada konuyu dağıtmış isem okurdan özür diliyorum. Kişisel olarak düşüncem, son dönemde yaşanan iş cinayetleri gerçek anlamda travmatik cinayetler. Toplumsal olarak bunlara cevap üretememek ayrı bir acı. Üstelik önümüzdeki dönemde bunların azalmasını değil artmasını beklemek için sebeplerimiz var: Orta Vadeli Program gibi, ulusal istihdam stratejisi gibi, sendikaların sefaleti gibi. Ya işçi sınıfının birleşik mücadelesi büyüyecek ya da kapitalizm bizi kitlesel olarak öldürmeye devam edecek.




