Futbol ile ilgili olarak söylenen iki beylik cümle vardır: Yeşil sahalara politika girmemeli. Futbol kitlelerin afyonudur. Biri egemenlerin dilinden düşmez diğeri de kendilerini solcu olarak tanımlayan bazı çevrelerin. Kanımca her ikisi de anlamsızdır bu cümlelerin. Önce egemenlerden başlayalım:
Yeşil sahalara politika girmemeli derken aslında “Tribünde bize muhalefet etmeyin” demekteler. Yoksa bal gibi politikanın içindedir yeşil sahalar da, tribünler de, futbol arenasında boy gösteren kulüpler de. Örnek mi? Daha geçtiğimiz ay zarfında 5 Mart 2023 tarihinde oynanan Bursaspor-Amedspor maçında tribünde açılan pankartları hatırlayalım, ardından da MHP Genel Başkanı’nın meclis kürsüsünden bu eyleme yönelik olarak sarf ettiği mültefit cümleleri. Başka örneğe gerek var mı?
İkinci cümleye gelince:
Son derece sığ bir düşüncenin ürünüdür bu cümle. Egemenler futbolu bu şekilde kurgulamış olabilirler ancak dünya nüfusunun en az beşte birinin cazibesine kapıldığı bu oyuna ilgi göstermek geniş insan yığınları ile iletişim kurabilmenin en güzel yollarından biridir. Ayrıca pek çok futbol takımının mevcut düzene muhalefet edenler tarafından kurulduğu gerçeğini unutmamak gerekir (Atletico Madrid Roma vd.).
İnsanların kendilerini özgür hissettikleri yerlerdir statlar. Yığınların kendilerini rahatça ifade edebildikleri yerlerdir buraları.
Unutulmaması gerekir ki tiyatro da köleci çağda egemenlerin elinde köleleri uyutmak için bir silah olarak kullanılmış, Yunan tragedyasının büyük ustaları Aischylos, Sophokles ve Euripides alın yazısı temasını işlemiş ve köleleri “isyanın anlamsızlığı, kaderlerinin tanrılar tarafından belirlenmiş önüne geçilemez olgular olduğu” fikrine inandırmak istemişlerdir. Oysa Namık Kemal’de, Brecht’te ve daha pek çok yazarın elinde isyanın simgesi oldu tiyatro.
Tribünlerde de isyan ateşleri yanar zaman zaman, pek çok örnek var bu konuda.
Bu yazıda statlarda yanan isyan ateşlerinden yola çıkarak solcu taraftar kitlesine sahip olan ve taraftarlarının bu kimliğini içselleştirmiş olan kulüplerin bir kısmı tanıtılmaya çalışıldı.
Futbola farklı bir açıdan bakılmasına katkı sağlaması umudu ile.
RED STAR PARİS YA DA ANTİFAŞİST DİRENİŞİN KALESİ
Devrimci tribünler yolculuğumuz Fransa’da Paris’te aşağıdaki sloganla başlıyor:
Zıpla, zıpla zıplamayan polistir.
Bu sloganla coşar Red Star taraftarları.
Kapasitesi 10 bin olan ancak güvenlik gerekçesi ile daha az seyirci alınan Bauer stadyumu bu sloganla inler Red Star maçlarında.
Red Star, Paris’in köklü takımlarından biri. Kuruluş tarihi 1897. Geçmişinde pek çok başarı var. Beş kez Fransa kupasını kaldırmışlar örneğin.
Geçmişte kulübün formasını giyen pek çok ünlü sporcu var. Ancak kulübün ünü buradan gelmiyor. Onu yüreklere ve belleklere kazıyan yönü tarihinde.
Stadın adından başlayalım dilerseniz. Bauer, stadın bulunduğu sokağın adı da öyle. Kim bu Bauer? 2. Büyük Savaş sürecinde Fransız direniş örgütünün sembol isimlerinden bir doktor.
Bununla bitmiyor takımın tarihindeki direnişçiler. Rinio Della Negra var İtalyan asıllı futbolcusu takımın. 1942’de silahlı komünist direniş örgütüne katılmış Negra. Alman faşistlerinin korkulu rüyası Manouchian grubunun bir bileşeni olmuş.
Nazi General Von Apt’a suikast, İtalyan faşist partisinin Paris’teki binasına baskın, Guynemer kışlası saldırısı gibi pek çok eylemin de aktif militanı.
21 Şubat 1944’te Valérien tepesinde kurşuna dizilen Manouchian grubu üyeleri arasında Negra da bulunmaktadır. Efsaneleşmiştir Negra taraftarlar arasında. Portresi Bauer stadının tribünlerinde yer alır takımın her maçında.
Red Star savaş sonrasında küme düştü. Endüstriyel futbolun gereksinimlerini karşılayamadığı için amatör kümeye kadar devam etti bu düşüş. Ancak taraftar onları bırakmadı. İnişli çıkışlı bir dönem geçirdiler uzun süre. 80’lerde tekrar Ligue 1’de idiler sonra yine düştüler; 2. ve 3. ligler arasında asansör takım durumundalar. Bu yıl 3. ligdeler örneğin.
İkinci Büyük Savaş sonrasında önemli bir sportif başarısı olmamasına karşın destan yazmaya devam etti Red Star. Soğuk savaş döneminde bir ABD’li ve bir Sovyet sporcuyu aynı takımda oynattı örneğin. Halkların kardeşliği konseptini daha iyi vurgulayabilecek bir uygulama olabilir mi? Peki Red Star’dan başka buna cesaret edebilen bir kulüp çıkmış mı dünyada? Sanmıyorum.
1980’li yıllarda bir başka ilki yaşattılar dünyaya. Red Star Lab projesi ile kulübün alt yapısındaki gençler sinema, tiyatro ve edebiyat alnında da eğitildiler futbolun yanında. Bu uygulamanın da bir başka örneğini görmedim yeryüzünde.
Red Star, Bauer’de izlenir. Ancak Bauer çok eski. Bu nedenle 2. Lig’de oynadığı yıllarda başka statlarda maç yapıyorlar. Buna da bir çözüm üretilmiş. Tribün grupları bir kolektif kurmuşlar. Mimarlar, belediye meclis üyeleri ve semt halkı ile bir arada stadın yenilenmesi için bir çalışma başlatmışlar. Bu da Red Star felsefesinin bir ürünü. “Taraftar kulübün bir parçasıdır.”
Tüm taraftar kendini antifaşist olarak tanımlar kulüp çevresinde “Dün ve bugün Bauer antifaşizm kalesi” pankartı tribündeki yerini alır her maçta. Paris’te faşistlerce katledilen Clement Meric posterleri, kızıl banliyö afişleri ve komünist semboller ile birlikte. Tabii Gezi Direnişi’ne verdikleri katkı ile de yer ettiler gönüllerde.
Paris St. Germain kulübünün Katar sermayesi tarafından satın alınması sonrasında pek çok eski PSG’li ultra da Red Star tribünlerinin müdavimleri arasına katıldı.
Hangi ligde oynarsa oynasın Red Star bir efsane, bir direniş sembolüdür Faşizme, ırkçılığa ve endüstriyel futbola direnişin simgesi.
Ömrün uzun olsun Red Star. Kızıl yıldızın hiç sönmesin.
SAINT PAULI, BİR FUTBOL TAKIMINDAN ÇOK FAZLASI
Paris’ten ayrılıp kuzeye doğru yola çıkalım. Bu kez durağımız Almanya’nın liman kenti Hamburg.
Saint Pauli, Hamburg’da bir semt. On yedinci yüzyılda cüzzam ve veba gibi salgın hastalıklara yakalanan insanları kentten uzaklaştırmak için kurulan bir karantina bölgesi imiş. Semtte aynı adlı bir futbol takımı var.
Almanya’da her kent sadece bir üst düzey futbol takımı ile temsil edilir. Kimi şehirlerde ikinci bir takım bulunsa bile kentin ikinci takımı etiketini çıkaramazlar üzerlerinden. Örneğin 1860 Münih her daim gölgesinde kalmıştır Bayern Münih’in…
Bu genel durumun tek istisnası, kentin esas takımına “meydan okuyabilme” becerisine sahip tek takım ise Saint Pauli’dir. Futboldaki başarıları ile değil toplumsal olaylara bakışı ile sağlamıştır bu başarıyı. Çin’den Brezilya’ya tüm dünyada taraftarı bulunan, satışa çıkardığı 10 bin kombine bileti yarım saat içinde tükenen bir takımdır Saint Pauli.
Türkiye açısından da önemli bir takımdır. Galatasaray, Sarıyer ve Fenerbahçe takımlarında oynamış Selçuk Yula bir sezon da Saint Pauli’de oynamıştı. Türkiye futbolunun aykırı çocuğu Deniz Naki de giydi bu takımın formasını ve attığı gol ile takımın Bundesliga’ya çıkmasını sağladı. Yine bir başka Türkiyeli futbolcu Enver Cenk Şahin ise bu takımın formasını giyerken attığı “Barış Pınarı” operasyonuna destek veren tweet’ler nedeni ile kulüpten uzaklaştırıldı.
Aslında bu son sözünü ettiğim olay kulübün yapısı hakkında yeterli fikir vermekte.
Irkçılığa, faşizme ve savaşa karşı bir yapısı var kulübün. Başkanı bir eşcinsel. Tiyatro yöneticisi. Tunuslu erkek arkadaşı ile evli on yıldan fazla bir süreden beri. Kendisinin futboldan anlamadığını açıkça söyleyecek kadar da özgüven sahibi.
Öyle bir futbol takımı ki onu andıran, taklitçisi olmaya çalışan pek çok takım var belki ama bugüne kadar hiçbiri başaramadı onun gibi olabilmeyi. Kurulduğu günden bu yana kayda değer hiçbir sportif başarısı yok. Bundesliga’da arada bir oynuyor figüran olarak. Pek uzun sürmüyor buradaki misafirlikleri. Hemen düşüyorlar bir alt lige. Onların yeri 2. Lig. Küçük takımlar yetiştirdikleri futbolcularla övünürler. Onların tarihinde yetiştirmiş olmakla övünecekleri önemli bir futbolcu da yok. Almanya ulusal takımına bir tek futbolcu verememişler örneğin. Buna rağmen dünyanın efsane takımları arasında haklı bir yer edinmişlerdir kendilerine. Skoru önemsemeden takımını destekleyen, gerektiğinde gözlerini kapayan, alanda oynanan futbol ile değil de toplumsal olaylarla ilgilenen, sırtını sahaya dönen bir taraftara sahiptir bu takım. Alman futbol arenasının “kaşıkçı elması”dır St. Pauli.
Hitler döneminde öldürülen yandaşlarının anısına, onların isimlerinin yazılı olduğu bir anıtı kulübün stadyumuna diken, “faşizm bir düşünce değil, bir suçtur” diyebilen ve bu görüşü pankartlarla tribünlere asabilen bir taraftar topluluğu var kulübün. Futbol açısından tek beklentileri ise Hamburg’u yenebilmek. Antifaşist mücadelenin bayraktarlığını yapan yandaşlarının, toplumsal olaylara karşı duyarlı olması ile St. Pauli’nin yaşamı öylesine uyumlu ve birbiriyle örtüşmüştür ki, takım sezon başı kamp yeri olarak Küba’yı seçebilmektedir.
Kulübünü ve yandaşlarını sosyalist olarak gören St. Pauli taraftarları dünya üzerinde kulüp-semt uyumunu en üst düzeyde yakalayan bir sivil toplum örgütünü oluştururlar. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir ırk ayrımcılığı olayında, terör olaylarında ilk tepkiyi St. Pauli yandaşları gösterir. Solingen saldırısında tribünlere “Faşistleri siktir edin hepimiz kardeşiz” pankartını tribüne asar maç izlerken Che tişörtleri giyer, Gezi Direnişi’ne de, Kobanê savunmasına da selâm dururlar. Bir tek ırkçı veya cinsiyetçi tezahürata yer yoktur onların dünyasında.
Küçük ama futbol dünyasındaki saygınlığı tartışılmayacak kadar belirgin bir dünyadır St. Pauli.
Umarım yeryüzünde mevcut tüm kulüplere örnek olur günün birinde
AS LIVORNO CALCIO
Herhangi bir kent değil Livorno. Tarih boyunca önem taşımış bir liman şehri. Kapitalizmin ülkede egemen olması ile birlikte işçi hareketlerinin ve eylemlerinin merkezi hâline gelmiş. Yakın tarihte de önemli olaylara tanık olmuş. Örneğin 1921’de Gramsci ve arkadaşlarının kurmuş olduğu İtalyan Komünist Partisi’nin merkezi idi burası. Günümüzde ise başta liman işçileri olmak üzere ezilen ve yoksul kesimlerin barınağı.
Latin Amerika’dan Avrupa’ya futbolun popüler olduğu her ülkede liman şehirlerinin popüler bir futbol takımı mevcuttur. Egemenler bu kentlerde kurulan kulüpler aracılığı ile işçilerin toplumsal sorunlarla ilgilenmesinin önüne geçmek istemişlerdir. Ne var ki bu silah ters tepmiş ve liman kentlerinde kurulan futbol takımları işçi hareketlerinin en yoğun biçimde örgütlendiği yerler olmuştur. Livorno da bunlardan biri işte. Kulüp 1915 yılında kurulmuş. Kayda değer hiçbir sportif başarısı yok.
1949 yılına kadar Serie A’nın sıra takımı olan Livorno bu tarihte küme düştü ve amatör liglere kadar sürdü bu düşüş. Sonra bir toparlanma dönemi yaşadı ve 2003-2004 sezonu sonunda tam 54 yıl ara sonrasında tekrar Serie A’da yer aldı.
Taraftar coşku ile karşıladı bu yükselişi. Artık faşist Verona ve Lazio, tekelci sermayenin takımı Milan tribünlerine orak çekiçli Livorno bayrakları asıp takımın marşı olarak kabul ettikleri Bella Ciao söyleyebileceklerdi bunların statlarında. O tarihten 2021’e kadar da Serie A ile Serie B arasında mekik dokudu. Sonra yine serbest düşüşe geçti. Bu aralar amatör ligde oynuyorlar.
Sportif başarı pek önemli değil Livorno taraftarı için. Onlar sosyalist olmakla ve endüstriyel futbol karşısındaki kararlı duruşları ile tanınıyor ve seviliyorlar.
Bir de efsane futbolcusu var takımın Cristiano Lucarelli. Maçlarda attığı gollerden sonra tribünlere sol yumruğunu kaldırarak veya formasını sıyırıp altındaki CHE resmi taşıyan tişörtünü izleyicilere göstererek gol sevinci yaşayan, bu davranışı nedeni ile de defalarca ceza alan biri o. Bununla da kalmamış. Che’nin kızı ile tanışıp ona Küba milli takımı ile Livormo arasında maç yapılmasını teklif etmiş.
Ancak Lucarelli’nin efsane olmasının başka bir nedeni var:
Zenith St. Petersburg’dan transfer teklifi almıştır Lucarelli. Yıllık 3 milyon € maaş teklif edilmiştir kendisine. Verdiği yanıt şöyle olur; “Bazı futbolcular transfer paraları ile Porsche veya yat almayı severler oysa ben sadece Livorno forması almak isterim tüm beklentim bu.”
Endüstriyel futbol karşısındaki bu yürekli başkaldırıdır Lucarelli’yi efsane yapan.
Fena futbolcu değildi. Serie A’da gol krallığı bile var. Yaş gruplarında ulusal formasını da giymiş İtalya’nın ama sonrasında ulusal takım daveti aldığında reddetmiş “gök maviler”de oynamayı. Livorno dışında başka takımlarda oynamış oynamasına da İtalya’da Parma, Atalanta, Napoli gibi endüstriyel futbolun alternatif takımlarında forma giymiş. İtalya dışında ise Lucescu’nun yönettiği dönemde Shaktar Donetzk deneyimi var. Lucescu’nun ifadesi ile “Batı Avrupa’nın futbol hegemonyasına isyan bayrağı açan takımda. Lucarelli bugün 47 yaşında. İtalya’nın solcu futbolseverlerinin Berlusconi’si olabilirdi istese idi. O Livorno’nun efsanesi olmayı tercih etti.
Kızıl formaları ile, tribünlerden çıkıp semaları çınlatan Bella Ciao marşı ile, 1921 (İtalya Komünist Partisi kuruluş tarihi) adını taşıyan lokalleri ile dünya futbolunun görkemli bir rengidir Livorno FC bu renk hiç solmasın.
AEK
Devrimci tribünlerde yolculuğumuz Avrupa’nın doğusunda devam ediyor. Atina’dayız.
Kimi zaman spor kulüpleri de doğdukları toprakların dışında sürdürürler yaşamlarını. Yunanistan’da böyle bir kaderi paylaşan üç kulüp var. Bunlardan biri PANİONİOS GSS, İzmirli Orpheus’un devamı. PAOK, Peralı Hermes’in. Üçüncüsü ise AEK (Athlitiki Enosis Konstantinopoleos).
Diğer ikisinden farklı olarak bu takımın bir kısmı Türkiye’de kalmış ve yaşamını burada da devam ettirmiştir. Pera idi takımın adı kuruluş döneminde. Bugün ise Beyoğluspor olarak sürdürmekte faaliyetlerini. Neden böyle oldu? Bu yazının konusu değil. Zaten bu satırları okuyacak hemen herkesin bir fikri var bu konuda.
Ancak şunu belirtmek gerek: Bu coğrafyanın tarihinin unutulmayacak bir parçasıdır AEK. Bu nedenle takımı tanımlayacak sözcükler bulmakta güçlük çekiyorum. Dost ya da kardeş sözcükleri yetersiz kalıyor. Varlığımızın, canımızın sınır ötesinde kalmaya mahkûm edilmiş bir parçasıdır AEK. Bu özelliğini yıllarca korumasını bildi. İstanbul ve Anadolu göçmenlerinin takımı oldu öncelikle. Atinalı emekçilerin de destek vermesi ile takım daha da güçlendi taraftar açısından. Yunanistan futbolunun üçüncü büyüğü, Panatinaikos ve Olimpiakos tekeline isyanın simgesi oldu.
Yakın geçmişe kadar Atina derbilerinde rakip takım taraftarları “tourkosporos” (Türk tohumu) ifadesini kullanarak aşağılamak isterlerdi AEK taraftarlarını. Milliyetçilik böyle bir bela işte.
Takım Türkiye ile ilişkisini kesmedi uzun yıllar. Türkiye’den göç eden sporculara da kucak açtı. Türkiye ve Yunanistan ulusal formalarının her ikisini de taşımış olan Beşiktaşlı Sofyanidis en bilinen örneği bunun (Sofyanidis Yunanistan ulusal takımının da hocası oldu daha sonra).
Türkiye’deki ana akım medya Lefter Küçükandonyadis’in futbolu Fenerbahçe’de bıraktığını ifade eder. Doğru değil bu. Lefter, Türkiye’de jübile yapmış ancak daha sonra bir yıl daha futbola devam etmiş ve AEK formasını taşımıştır. Onun vefat ettiği gün AEK tribünlerinde Türkçe bir pankart vardı:
“Ver Lefter’e yazsın deftere”.
Türkiye’ye sık sık gelir dostluk maçları yapardı AEK, yaklaşık 20 yıldan beri gelmiyorlar. Nasıl gelsinler? Futbol öyle bir hâl aldı ki bırakın dostluk maçı yapmayı yemek yemeye zaman bulamaz oldu futbolcular.
Türkiye’ye artık gelmiyor AEK ama taraftarları Türkiye ile bağlarını koparmamakta kararlı. Özellikle Original 21 adlı taraftar grupları daha da kararlı.
Gezi Direnişi’nde yanımızda idiler. Devlet terörü kurbanı Berkin Elvan’ın posterini taşıdılar tribüne, Yunanistan’da aynı bahtsızlığa uğramış Alexis ile yan yana idi Berkin.
Bununla da yetinmediler Taksim’e kadar gelip katkı da verdiler direnişe. Grup Yorum’a yönelik baskılara da tepkisiz kalmadılar.
Son olarak depremzede Türkiyeliler için topladıkları bağışla gündeme geldiler. Yunanistan’da çıkan orman yangını esnasında “ateşiniz bol olsun” diye mesaj paylaşanların suratına inen bir tokattı bu para.
Halkların kardeşliği şiarının simgesidir AEK.
KIBRIS’TAN SOLCU BİR NEFES: HALKIN ATLETİK KULÜBÜ OMONİA 1948
Yolculuğumuz bizi Kıbrıs’a götürüyor. İlginç bir öykü için.
Öykümüz 1948 yılında başlar. Yunanistan iç savaşının sürmekte olduğu dönem. Kıbrıs’ta APOEL adlı spor kulübü sporcularına Yunanistan Kralı’na bağlılıklarını ifade eden bir belge imzalatmak ister. Pek çok sporcu karşı çıkar bu talebe ve kulüpten ayrılırlar. Athletic Club Omonia, Nicosia Apoel’den ayrılan bu sporcular tarafından kurulmuştur.
Omonia, birlik demekmiş. Elbette Enosis sözcüğünün içerdiği anlamda bir birlik değil kastettikleri. Bağımsız ve bütünleşik bir Kıbrıs onların özlediği.
Ne kadar güzel bir talep değil mi?
Her ne ise gelelim kulübe.
Kurulduğu tarihten itibaren solun spor alanlarındaki temsilcisi oldu Omonia. Elbette solcu Kıbrıs halkının taraftarı olduğu takımdı.
Tribünlere de yansırdı bu anlayış. Özellikle de Gate 9 adlı taraftar grubunun tüm eylemlerine. “Faşizme karşı yeşil yoldaşlar” türküleri idi onların. Yeşil armalarının rengi, direnişin sembolü idi.
Irkçılığa, kapitalizme karşı olan tüm dünya ile dayanışma içinde idiler. Che Guevara posterleri süslerdi tribünlerini, bir de dayanışma pankartları.
Soma katliamı sonrasında Gate 9 tribününde Türkiyeli madencilerle dayanışma pankartları açıldı. Trabzon veya Rize’de görülmeyen dayanışma Lefkoşe’de görülüyordu.
Sene 2018.
Değişen dünya koşulları ve tüm dünyayı etkisi altına alan endüstriyel futbol çılgınlığı Omonia’yı da etkiledi. Satıldı kulüp, Stavros Papastavru adlı ABD de yaşayan bir iş insanına. Ancak öykü burada bitmedi.
Gate9 mensuplarından 550 kişi bir araya gelerek yeni bir kulübün temellerini attılar. Halkın Atletik Kulübü Omonia 1948 yeni kulübün adı. Omonia’nın tarihine ve kuruluş amacına sahip çıkan bir isim.
Ancak yeni kulüp sadece tarihe sahip çıkmakla kalmadı, çok önemli bir yönetim anlayışını da getirdi beraberinde.
Başkanı yok bu kulübün kolektif bir anlayışla yönetilecek 11 kişilik bir sekreterler kurulu var. Her sekreter kendi sorumluluk alanında söz ve karar yetkisine sahip. Her sekreterin sorumluluk alanına giren konularda özerk komiteler kurulması amaçlanıyor.
Kıbrıslı Türkler, göçmenler ve mültecilerle işbirliği yapılması ve dünyanın dört bucağındaki benzer organizasyonlarla iletişim kurulması da kuruluş toplantısı kararlarından.
“Kapitalizme ve ırkçılığa karşı direniş ateşini canlı tutmanın tutkusu yarattı bu yeni kulübü. Futbol aracılığıyla, topluma sunabileceklerimizi göstereceğiz.” Kuruluş toplantısı sonrasında sekreterler kurulunun verdiği sözdür bu.
Hemen ardından da 550 kurucu üye hep bir ağızdan seslendirdiler “Faşizme Karşı Yeşil Yoldaşlar” marşını.
Halkın Atletik kulübü Omonia 1948, alt ligde başladı yolculuğuna geçtiğimiz sezon.
Başarı yoldaşları olsun.
HAPOEL TEL AVİV
Avrupa’nın güneydoğusuna kadar gelmişken Asya’nın batı kıyısına uzanıp İsrail’den bir takımı mercek altına alalım.
İsrail’in önde gelen spor kulüplerinden biridir Hapoel Tel Aviv. Futbol takımları pek çok kez lig ve kupa şampiyonluğu kazanmış. Burası çok önemli değil. Her ülkede var şampiyonlukları ile tarihe geçmiş takımlar. Bu kulübün özelliği onun adından ve kuruluş nedeninden gelmekte. Hapoel işçi demek. Kulübün kuruluş nedeni ise Siyonizm karşıtlığı. Siyonist Maccabi ile aynı çatı altında bulunmak istemeyen İsrailliler tarafından kurulmuş, 1927’de. Bugün İsrail’in en üst ligi olan Ligat ha Al’da adının başında Hapoel olan beş takım var. Bunlardan en Hapoel’i ise Hapoel Tel Aviv. Sadece Siyonizme değil yeryüzünde mevcut tüm ırkçı akımlara karşı mücadele veriyorlar. İsrail’deki sosyalist işçi hareketinin takımıdır Hapoel Tel Aviv. Araplar ve tüm komşuları ile birlikte, iç içe barış içinde yaşamayı savunurlar. Gerek Maccabi gerekse İsrail’de kurulu paramiliter örgütlerle açık ilişkisi olan Beitar kulübü ile hayatın her alanında kıyasıya bir rekabet hâlindeler.
Takımlarında Arap futbolculara yer veriyorlar, Bunlardan Velid Bedir 2005’ten 2013’e kadar takımın formasını ıslattı kaptanlığa kadar yükseldi. Günümüzde de takımın kadrosunda dört Arap futbolcu var.
Bu takıma layık bir de taraftar grubu var Ultras Hapoel. Onlar da ırkçılığa karşılar elbette. Ultras Hapoel tribünlerinde bir tek İsrail bayrağı görülmez. Onun yerine Türkçe, Arapça, İngilizce pankartlar açıp dostluk mesajı verirler.
Yolun açık, mücadelen başarılı olsun Hapoel Tel Aviv.
* * *
Tam altı futbol takımı ve bunların taraftar grupları tanıtılmaya çalışıldı bu yazıda. Tüm dünyadaki devrimci taraftar grupları tanıtılmaya kalkışılsa bu derginin boyutlarını çok aşıp ciltler dolusu bir ansiklopedi ortaya çıkar kuşkusuz.
Bunu yapmaya yetecek enerjim yok. Ancak yine de böyle bir yazıda yer alması gerektiğini düşündüğüm bazı taraftar gruplarından kısaca söz edeyim. Öncelikle İspanya ve Athletic Bilbao’nun ünlü taraftar grubu Herri Norte Taldea. Bask milliyetçisi değil bu grup enternasyonal dayanışmacı. Afrikalı mültecilere verdikleri destekle tanınıyorlar.
İspanya demişken Sevilla’yı es geçmek olmaz. Burada Biris Norte grubu var. Antifaşist kimliği ile öne çıkan bu grup faşizm ve ırkçılık karşıtı sloganları ile ünlü. Dünyadaki tüm devrimci taraftar grupları ile dayanışma hâlindeler. Fransa’da Marsilya bu takımın ünlü taraftar grubu Ultras var. Che pankartlarının eksik olmadığı tribünleri ve tüm dünyadaki siyasal gelişmelere derhal tepki veren sloganları ile.
Britanya adalarının gururu Celtic ve bu takımın ünlü taraftar grubu Green Brigades’ten söz etmeden tamamlanamaz böyle bir yazı. İsrail’de açlık grevi yapan Filistinli tutsaklara verdikleri destekle tanındılar. “Onur Yemekten Daha Değerlidir.” Daha sonra ise açtıkları Filistin bayrağı ve “Filistin’e özgürlük” pankartı nedeni ile UEFA’nın gazabına uğradılar, bu bile yollarından döndürmedi onları.
Ortadoğu’ya geçecek olursak eğer burada futbolun anlamı ile ilgili bir şey söylemeyecek ve sözü James Dorsey’e bırakacağım:
“Bırakın kitlelerin afyonu olmayı, futbol sahaları, camilerle birlikte, pek çok Ortadoğu ülkesinde insanların talep, huzursuzluk ve isteklerini telaffuz edebildikleri ender kamusal alandan biridir. Son otuz yılda futbol, Körfez ülkelerinden Afrika’nın Atlantik kıyılarına kıstırılmış öfke ve hüsranın ve siyasi, cinsel, ekonomik, toplumsal, etnik ve ulusal haklar için verilen mücadelenin ortaya çıktığı bir alan olmuştur.”
Başka söze gerek var mı?
Var.
Futbol asla sadece futbol değildir.