Önceki Bölüm: BÖLÜM II: Devrimci Hareket ve Devrimci Yaşam
Yaşama karşı tutum, her insanın, her çağda en önemli sorunlarından ve insanları birbirinden ayırt etmekteki kriterlerde en önemli noktalardan biridir. Tarihin en eski yazılı belgesi Sümerler’den kalmış insanlığa. Gılgamış Destanı’dır. Gılgamış “sağlam duyarlı Uruk şehrinin kralı ve büyük savaşçısıdır”. Bilgiye ve bilgeliğe çok değer verirler. Gılgamış en çok sevdiği arkadaşı ölünce, ölümsüzlüğü bulmak için yollara düşer. Ve sonunda öğrenir ki, ölümsüzlük ancak kalıcı şeyler bırakmakla mümkün. Çelişkidir; ölüm bir gerçek; ama insanoğlu en eski yazılı belgede bile ölümsüzlüğü arıyor. Bugün bile ölümü olağan vakurluğu içinde kabul etmiyoruz ve dünyanın her yerinde kardeşlik egemen oluncaya kadar da ölümü “olağan vakurluğu içinde” kabul etmeyeceğiz; çünkü olağan güzelliği ile yaşamak, bu kirletilmiş ve çirkinleştirilmiş dünyada olanaklı değil.
Ölümden tanrılar da kaçamıyor; ama çirkinlik içinde ya kötülüklerin kaynağı olarak ya da güzelliklerin yaratıcısı olarak tanrılara ihtiyaç duyuyoruz.
Ölümsüzlüğü aramanın hikâyesini (İ.Ö. 2500 yıllarında kaleme alındığı anlaşılan, belki de daha önceye dayanan) kaydeden tarih, bize gösteriyor ki bunun tek yolu var: onurluca yaşamak, geleceğe bir iz bırakmak. Gılgamış bu sonuca varıyor. Bu çok eski ve unutulmaz dersi, bugün de insanoğlu hâlâ öğrenebilmiş değil.
Yaşam karşısında tutum sağlam olmadı mı, sağlam yaşanmadı mı, ölüm hem bir sığınak, hem korkulası bir karşılaşma oluyor. İnsanca ve onurluca da yaşanmıyor. Öyle ki insan, bazı yaşam biçimlerinde ölümü bin kez görebiliyor. Sanki üstü açık bir hapishanede “çile dolduruyor”. Tersine, bazı ölümler ölümü aşmak anlamına geliyor. Che’nin dediği gibi: “Bazen düşünüyorum da, yaşamak mı ölmektir, yoksa ölmek mi yaşamak?”
Bu çelişkiyi yaratan; insanın insana kulluğunu, sömürü düzenini; aşağılanmalıdır.
Onun için hâlâ önderlere ihtiyaç duyuyoruz.
Onun için kahramanlık çağı daha bitmedi.
Onun içindir Deniz yaşıyor.
Onun için Mahir hâlâ yaşıyor.
Onun için İbrahim Kaypakkaya hâlâ yaşıyor.
Onun için yüzlerce Kürdistan gerillası yaşıyor.
Onun için Bekir hâlâ yaşıyor.
Che’yi hâlâ bundan dolayı öldüremiyorlar.
Ho Shi Minh bunu için hâlâ önderdir.
Yeryüzünün her bölgesinde insanın aşağılanması, sömürü, vahşet sürüyor. Savaş ve açlık hâlâ çocukların canlarını alıyor ve bu nedenle gelecek güzel günler için savaş her yerde devam ediyor. Bittiği sanılan komünizm, yeniden dirilişi için hazırlanıyor. Onun için yolumuza devam ediyoruz. Ve zafere kadar da bu yola devam edeceğiz; çünkü sadece gelecek için değil, bugün için de aşağılanmaya, pisliğe, sömürü ve baskıya karşı savaşmak, özgürlük için savaşmak yaşamanın tek yoludur. Bu aşağılanmaya, bu insanı kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak ölümün en acısıdır.
Gılgamış, ölümsüzlüğü arıyordu. Biz ise insan olmaktan çıkmamanın yolunu arıyoruz. Bugün insan olarak yaşamak bedel ödenmesi gereken bir durumdadır. Gılgamış’ın arayışını, bugün biz, insanca yaşamak arayışı olarak devam ettirmeye çalışıyoruz. Sistem, insanca yaşamamıza olanak tanımıyor. “İnsanca yaşamak” öyle ilk akla geldiği gibi yiyecek içecek meselesi değil. İnsan olabilmekten söz ediyor. Özgürlüğümüzü elimizden almıştır sistem. Kapitalizm, tüm sınıflı toplumlar gibi, özgürlüğü sevmiyor. Çalışmak yaşamsal bir davranış iken, sistem çalışmayı büyük bir zulüm haline getiriyor. Korkak ve bencil, yaşamaktan korkan ve her akşamını ettiği gün için “bugün de kazasız belasız geçti” diyen kişi yaşıyor mudur? Her adımında korkan insan özgür müdür? İşsizlik korkusu, patron korkusu, polis korkusu, komşu korkusu, gelecek korkusu içinde yaşayan bir insan “normal midir”? Kendisinden başka herkesi “şüphe” ile karşılayan, arkadaşı ve sevdiği olamayan, değerleri kalmamış ve her şeyini satabilecek kadar değersizleşen insan, insan mıdır? Tüketen ve daha çok tükettikçe, kendini “ayrıcalıklı” ve daha iyi hisseden, komşusunu, kendisinin sahip olduğu elbise, koltuk, araba, buzdolabı fiyatına göre değerlendiren kişi insan mıdır?
Ya biz, insan kime denir sorusunu tartışacağız, ya da bedeli olduğu bize söylense de insan olarak yaşayacağız.
Devrimcilik, yaşam karşısındaki tutumla belli olur. Ölüm karşısında tutum da bunun doğal bir devamıdır. Fakat ne olursa olsun, insanın bu denli tüketildiği bu dünyada, ölüm karşısında yaşamı savunmak, alkışlanacak bir tutumdur. Onun için en kritik anda ilkelerine bağlı kalan insan, ölümü de yenebiliyor. Fakat esas olarak yaşarken bu tutumu almak önemlidir. En küçük sorunda pes eden, her adımda pişmanlık gösteren, kararsız davranan, emeksiz yaşayan insan her zorlu sınavdan kalacaktır. Yaşam karşısındaki tutum devrimciliğin mihenk taşlarından biridir.
Devrimcilik bir başkaldırıdır. Başkaldırı, çağımızın, insanın insana köle olduğu son sınıflı toplum Kapitalizmden Komünizme geçiş çağının en soylu, en insana yakışan eylemidir. Ve başkaldırı, yaşam karşısındaki tutum dediğimiz, her tutumun temelindeki davranışlarda yatar. Başkaldırı, onurlu yaşamın, insan olarak kalmanın çağımızdaki adıdır. Haksızlıklara karşı “görmezden gelen”, arkadaşına yapılan haksızlığa sessiz kalan, giderek her durumda “sağ” kalmayı temel alacaktır ve bu tutum insan olmaya da aykırıdır. Değerlerin önemi de buradadır. Elbette başkaldırı, yaşamı sahiplenmektir; ama insan olarak. Ben bilirim ki insan toplumsal bir varlıktır. Eğer çocuğu, doğduğunda ormana bırakırsanız, o çocuk insana benzer bir hayvan olacaktır. Burada hayvan hiç de aşağılayıcı değildir; ama orman kanunlarından beter yasaların işlediği bu vahşi insan toplumunda, hayvan bambaşka bir anlam ifade ediyor. Yaşamak, yemek-içmek, cinsellik vb. insanın güdüleridir ve bunlara göre düzenlenmiş bir insan yaşamı insanın tükenişidir. Başkaldırı, bu nedenle insan olmayı seçmektir.
Devrimci, yaşamı sadece kendisi için değil, başkaları için de seçen ve topluma, çevresine duyarlı olandır. Vurdumduymaz, adamsendeci, sevgisiz, paylaşmaktan korkan kişi devrimci de olamaz.
Yaşama dört elle sarılacağız. O kadar ki dünyanın başka yerlerindeki insanlar için keder duyacağız. O kadar ki, haklıdan yana haksıza karşı olacağız. Nazım şiirleriyle anlatır bu tutumun özünü:
“…Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde
…
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…”
Emeğe Yaklaşım
Sosyalist devrimci hareket, hem çıkışı hem de geleceği açısından bir emek hareketidir. Bu basit bir olgu ve süreç değildir. Para üzerine kurulu bir egemenlik sistemi nasıl insanı kul ve köle yapıyorsa, emek üzerine kurulu bir hareket de emeği ve insanı özgürleştirme üzerine kuruludur. Özgürlük, bizim dünyamızdaki kişisel bir arzu, hülya değildir. Bizim dünyamızda özgürlük; insanın kurtuluşuna, toplumun özgürleşmesine bağlıdır ki bu da emekçinin, emeğin özgürleşmesi ile olanaklıdır. İnsanın gerçek tarihi böyle başlayacak. Devrim bu sürecin en büyük kilometre taşlarından biridir. Devrimcileşmek, bu süreçte yaşanan, yaratılan değerlerle sağlanıyor. 0 açıdan emek hareketi olmak, zorunluluktur. Zordur; ama gereklidir ve zorluklar bizim için güzelliklerin anasıdır. Her yeni yaşam, büyük acılarla hazırlanır.
İçinde yaşadığımız sistem, bir toplumsal varlık olarak insanı da belirliyor. Onun için kurtuluş, bireysel bir arayış değildir. Toplumsaldır ve toplumsal mücadele bu nedenle bugün en önemli özgürleşme alanıdır. Devrim, toplumsal mücadelenin, emekçiler, ezilenler açısından çözümüdür ki hem emekçilere hem de emeğe dayanması nedeniyle er ya da geç kazanılacaktır. Toplumsal devrimin örülmesi işi, kişiyi de bilinçlendirir. İnsan kendisini yaratan toplumsal koşulların bilincine varır ve bu bir değiştirme sürecidir. Emeksiz değişim, kalıcı olmadığı gibi, özgürleştirici de değildir.
Bu nedenle devrimci emeğe karşı yaklaşım, devrimciliğin şaşmaz kıstaslarından biridir. İşe yaklaşımın, göreve yaklaşımın da temeli budur. Devrimci kişi, zor ve kolay görev ayrımını, işleri daha sağlıklı yapmak dışında yapmaz. Emek kazandırıcıdır ve buna uygun yaşar. İşe de buna uygun yaklaşır. Bıkkınlık, tembellik, adamsendecilik, ertelemecilik yenilmesi gereken alışkanlıklardır. Ve bunların yenildiği ortamda, özgüven ve emeğe saygı gelişir. Kapitalizm, insanı insanın ve her ikisini de paranın kölesi yaptığı oranda, iş yapmanın da “marifet”, “yetenek”, “şans”, “kader” vb.’nin sonucu haline getirir. Aynı biçimde küçük ve büyük iş ayrımı, şanlı ve basit iş ayrımı, emeğe yabancılığa dayanır. Siz önemli işler yapacaksanız bilin ki önemsiz işleri yapanların sayesindedir. Burada kişi, içinde yer aldığı kolektifin emeğine, durumu ne olursa olsun, yeteneği ne olursa olsun, yabancılaşmamalıdır.
Kısa sürede köşe dönme mantığı, “unvan”ların toplumsal saygı vb. anlamında gelmesi, tıpkı etiket gibi araba vb. sahipliği gibi “iş unvanı” geliştirilmesi, kişiyi emeğine yabancılaştırıcı süreçlerin devamıdır. Kişilik yerine, “sahip olduklarınız” geçer. Burada artık “iyi ve “kötü” iş ayrımı gelişir. İyi iş ise çok kazandırandır. Para olduğu gibi, avantaj ve statü kazandırandır. İşçi olmanın, emeği ile çalışmanın bu kadar yaygın ve bu kadar aşağılandığı başka bir toplum ve başka bir çağ olmamıştır. Böylece kişi emeğine saygı duymaz hale de gelir. Bu toplumsal mücadeleyi köreltici bir etki de yaratır. Kuşku yok ki, bunun toplumsal temeli, kişinin başkasının mülkiyetindeki araçlara hizmet etmesidir. Emeğin ürünlerinin sahibi olamamasıdır. Onlar üzerinde hiçbir denetime sahip değildir. Böylece çalışmak, kurtulunması gereken bir şeydir. Çalışana “enayi” diye bakıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Bu ise insanın yeteneklerini, kendine güvenini tüketen bir süreçtir.
Devrimci kişi, bu yola gönüllü girmiştir. Kimse kimseyi zorla böylesine bir mücadeleye sokamaz. Bu gönüllü seçim, kişinin mücadelesine yansır. Gönüllülük bir bilince, bilinçli seçime dayanır. Bilinç ise, kişinin toplumsal varlığının bilincine varması, kendini aşması demektir.
Emek vermek, emeğe saygı duymak, ezilen olmaktan iktidara yürümenin de garantisidir. Kişiyi dayanaklı, değerlerine bağlı hale getirir. İnsana yaklaşımın temelinde de bu vardır, bu olmalıdır. Devrimci mücadelenin bir ucunda işçi ve emekçileri, çoğunluğu kazanmak vardır. Onların emeğine saygı duymadan, sabırla ve sebatla her adımı örmeden bu başarılamaz. Halk sevgisinin temelinde bu vardır. Yoksa halkın her yaptığının alkışlanması gibi dalkavukluk yoktur. Aynı biçimde içinde yer aldığı koşullardan dolayı, bilinçteki dağınıklık ve gerilikten dolayı insanları küçümsemek, kendini büyük görmek de emek hareketi olma ve devrimci olma ile örtüşmez. Kişi, hikmeti kendinde aramamalıdır. Öncülük, bir toplumsal görev, bir misyondur; ama hikmeti kendinde aramayı değil, kitleleri kazanmak doğrultusunda daha yoğun bir emek vermeyi gerektirir.
Emek, insanı olgunlaştıran, eğiten bir süreçtir. İnsanı hem fiziki hem de ruhsal açıdan insan yapan, emektir.
Gönüllülük ve emek, disiplin ve özverinin temelidir. İnancı pekiştiren, başkalarına yol gösterendir. Dayanıklılığı da, bu emek sürecinin kazandırdığı değerler sağlar. Dayanıklılık ki, savaşımın en gerekli özelliklerindendir. Bir iki hamlede zafer beklemek, bir açıdan zafere susamışlık gibi ele alınabilirse de bu doğru değildir. Emeksiz zafer, zor olandan kaçmak, göklerden zafer beklemektir. Güneşin altında ter akıtmadan, toprak istenileni vermez.
Tarihe Yaklaşım
Devrimciliğin, devrimci kişiliğin mihenk taşlarından biri tarihe yaklaşımdadır. Tarih, bir yandan devrimci mücadelenin zaferi için, bir öğrenci, bir savaşçı olarak öğrenilmelidir. Bizim ülkemiz, tarih bilincinin eksikliğinin taktik alanda yarattığı zafiyetler açısından pek çok örnekle doludur. Tarih bilinci eksik olunca, olayları, kişi ve kurumları, davranış ve eylemlerinden bağımsız olarak, soyut olarak, derinlikten yoksun olarak kuru bir tarzda ele almış oluruz. Böyle bir durum, ancak hayaletler için savaşıldığı zaman olabilir.
Demek ki tarih bilinci zafer için şarttır. Yetmez, tarih bilinci yeninin kurulması için de şarttır. Yeninin kurucularının tarih bilincinden yoksun olması, onları tarih önünde soytarı haline getirir. Demek ki bu açıdan da tarih bilinci gerekiyor.
Fakat tarihe yaklaşım bu açıdan sınırlı bir konu değildir. Tarih bilinci eylem için ne kadar gerekli ise aynı biçimde devrimin tarihinin kavranması da o kadar gereklidir. İnsan sosyal bir varlıktır ve tarihsiz olamaz. Çocukluğumuzdan beri edindiklerimiz, yaşadıklarımız, pek çok katı maddeyi aşan bir dayanıklılığa sahiptir. Bu nedenle tarihsiz insan, kukla insandır. Genel olarak kapitalizm, özel olarak TC devleti görülmemiş ölçüde tarih silme operasyonları ile yaşamaktadır. Bu tarihsizleştirme, aynı zamanda bir “değerlerden arınma”, aynı anlama gelmek üzere robotlaştırma, yalnız ve korkak hale getirme, insan olmaktan çıkarma sürecidir.
Öyle ise tarihe ve özellikle kendi tarihine sahip çıkmak, dünya devrimci hareketinin tarihine sahip çıkmak, devrimciliğin taşlarından biridir. Devrim için güneşe gömülenler, hangi fraksiyondan olursa olsun, ortak davanın değerleri olarak yaşarlar, yaşatılırlar. Bir hareket, başka ülkelerdeki, başka halklardaki devrim şehitlerini küçümsemeye başladı mı, o hareket tarihten “değersizleşme yönünde” kopmaya başlamış demektir. Bu açıdan kritik tartışmalar yapılmaktadır. Mahir ve Deniz “Öldü de ne oldu, onları bugün sadece anma günlerinde anıyoruz” demek, ölümün ne olduğunu bilmemektir. En iyi niyetle böyle ele alınabilir. Öte yandan bu bizim dünyamıza ve değerlerimize bir saldırıdır ki savunulmak istenen şeye hizmet edeceği de çok tartışılır. Ne kadar zor durumda olunursa olunsun, şehitlere dönük bu ucuz yaklaşım kabul edilemez. “Bazen düşünüyorum da ölmek mi yaşamaktır, yoksa yaşamak mı ölmektir?”
Devrimci kişi, kendinden öncekileri acımasızca eleştirmeli, yanlışları çekinmeksizin ortaya koymalıdır. Ancak devrim için çarpışanlara saygı, temeldir.
İnsan yalan söyleyen ile doğru söyleyen arasında bir seçim yapar. Bu bir değerdir. İnsan karşısında tutum, hatalar karşısında tutum, emek karşısında tutum, direniş karşısında tutum vb. insanın bedelleri ödenmiş deneylerinden süzülen ve insanı insan yapan değerlerdir.
Hele hele tarihe yaklaşımı, çok belirleyici olsa da kişiler üzerinden yürütmek, diyalektik metot yerine suçlu ve kahraman arayan, ak-kara mantığına dayanan metodu koymamıza neden olur ki kesinlikle yanlıştır. Kişiler belli tarihi süreçlerin simgeleri, çizgilenmiş sesleridir. İnsan toplumunda her adımın tarihsel ve toplumsal boyutu vardır ve bu unutularak ne kişilerin ölümleri, ne yaşamları, ne de eylemleri üzerine konuşulabilir. Böyle yapmak belki bir anlamda kişiyi rahatlatabilir. Mesela Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün suçunu Stalin’e yıkmak rahatlatıcı, zahmetsiz ama bir o kadar da ucuzdur. Tarihe ucuz yaklaşım ise, devrimci tarihte, küfür demektir. Kapitalizmin tarihsizleştirme operasyonunun aynısını emek cephesi adına uygulamak kabul edilemez.
Bunun gibi, enternasyonalist dayanışmanın da bir ucu tarih bilincine dayanır. Proletaryanın her ülkedeki eylemi göstermiştir ki sınıfın davası uluslararası bir davadır ve zafere ulaşması, en başından enternasyonalist ruha sahip olmasına büyük oranda bağlıdır.
Tarih bize göstermiştir ki, her halkın özgürlük eylemi, koşulsuz desteği hak eder. Bunu destekleyip desteklememek sizin ciddiyetinizin göstergesi olur, yoksa haklı olup olmadığınızın değil.
Tüm bu alanlarda her devrimci adım, ister zafer ile, ister yenilgi ile sonuçlanmış olsun, öğrenilecek bir hazine değerindedir. Bunlara ciddi yaklaşmayan bir devrimci, kendi emeğine de ciddi yaklaşmaz. Öğrenmesini bilmeyen öğretemez de.
Devrimci her zaman iyi bir tarih öğrencisi olmalıdır ve bunu eylemleri ile ortaya koymalıdır. Devrimci, değerlerine sıkıca bağlı bir özgürlük savaşçısıdır. Değerleri olmayan bir kişi, devrimci de olamaz. Özgürlüğü savunmak için, özgürlüğün nasıl bir insani değer olduğunun bilincinde olmak gerekir. Değerlere sahip çıkmak, geniş anlamda dünya devrimci hareketi, ezilen halkların mücadele tarihine sahip çıkmayı, dar anlamda ise kendi tarihinin yarattığı değerlere sahip çıkmayı gerektirir. Boş devrimci olmaz. Değerleri olan, değerlerine sahip çıkan devrimci, gerçek devrimcidir. Tarihe her açıdan eleştirel yaklaşırken, önce ona bir bütün olarak ve değerlerini içselleştirerek sahip çıkmak gerekir. Ters gelebilir; ama eğer kişi bir tarihi sahiplenmiyorsa, onun o tarihe dönük eleştirileri de yüzeysel olur.
Dünya devrimci hareketinin tüm mücadeleleri bizim tarihimizdir.
Bölgemiz halklarının, içinde TC sınırları içinde olanlar da dâhil, mücadeleleri ortak değerimizdir.
Kürdistan Devrimi’nin tarihi, devrimci hareketimizin ortak enternasyonal tarihidir. Ve tabi ki, Anadolu solunun tarihi, bir bütün olarak bizim tarihimizdir. Tüm bu tarih içinde eleştirdiklerimiz, yanlış bulduklarımız olacaktır; ama onlar bir tarih sürecinin ortak noktalarıdır ve bu nedenle, onları ayıklamak geleceğe yürümek için önemlidir.
Gelecek, değersizleştirilmeye karşı yürüttüğümüz mücadelenin yaygınlığı ve köklülüğü oranında bizim olacaktır.
Devrimci mücadele, bugünden yeni insanın yaratılması, en azından nüvelerinin yaratılmasının bugünden başarılması mücadelesidir de. Bunun için tarih bilinci ve tarihe yaklaşım, emeğe karşı yaklaşım ve yaşama karşı yaklaşım devrimciliğin mihenk taşlarındandır. Tüm bunlar insana karşı yaklaşımın altını dolduran noktalardır.
SIRADAKİ
Başladı işe
Bitirdi işi..
Başlarken avaz avaz bağırmadı
Bitirdi ve:
Gelin seyredin, diye dört yanı çağırmadı..
O milyonların milyonda biridir.
O bir sıra neferidir.
Damarlarındaki bilmem hangi soyun kanı değil..
O bir yarış hayvanı değil.
Yüzü herkesin yüzüne benzer.
Su içer ağzıyla ayaklarıyla gezer..
Onun için;
başlayan, biten, başlayan iş var,
sorgu soruş yok..
Gidiş var.
Duruş yok..
O milyonların milyonda biridir.
O bir sıra neferidir…
NAZIM HİKMET