Devlet, her zaman, tarihin her döneminde, egemenin, sermayenin, zenginin, parababalarının devletidir. Dün de böyleydi, bugün de.
Bugün, dünden farklı olarak, aradaki tüm örtüleri kaldırdılar. “Sıfırla oğlum”, sadece daha ileri bir hâldir. Artık devlet, sermayenin, holdinglerin devleti olduğunu gizleyemiyor. Artık devlet, ABD emperyalizminin kontrolünde olduğunu gizleyemiyor. Trump’a 300 uçak siparişi verme karşılığında, onunla poz vermekten söz ediyorlar.
Devlet, her zaman egemenin, sermayenin devletidir. Dün de öyleydi, bugün de öyledir.
Demek ki, en sıradan bir grev ya da işçi direnişi karşısında devleti buluyorsa, bu sürpriz değildir. Artık, en sıradan bir hak arama eyleminin karşısına devlet dikiliyor; copu ile, TOMA’sı ile, hapishaneleri ile, yargısı ile, gazı ile, işkencesi ile, basını ile tüm devlet çarkı, işçilerin, kadınların, gençlerin karşısına dikiliyor. Sermaye adına, açık ve net bir tutum alıyor ve bunu artık gizlemiyor. Sermayenin, büyük holdinglerin vergilerini siliyorlar ama sıra maaşı ile çalışanlara gelince daha fazla vergi almanın yollarını arıyorlar. İşçiden alınan, emekçiden toplanan vergiler, zenginlere, savaş baronlarına aktarılıyor.
Saray Rejimi, TC devleti artık kendini gizleyemiyor.
İster geçmişte yaşanan bir katliamın anması olsun, ister en sıradan sorunlarda halkın talepleri gündeme gelsin, devlet, Saray Rejimi, kendi yüzünü gizlemiyor: 16 Mart katliamını da ben yaptım, Sivas katliamını da, Maraş’ı da ben yaptım, 1 Mayıs 1977’yi de, kadın cinayetlerinden de ben sorumluyum, Suruç da benim eserim, Roboski’yi ben yaptım, Ankara Gar katliamını da, der gibi açık tutum almaktadırlar.
Ama bizim ülkemizin sendikacılarına, bizim ülkemizin liberal solcularına, bizim ülkemizin okumuş yazmış “iyi insan” edası ile dolaşanlarına, NATO tedrisatından geçmiş sözüm ona “aydın”larına sorarsanız, “devlet içinde iyi adamlar” da var ve onlara ulaşıp, “anlayış dilenmek” gerekir.
Bu eski bir hastalıktır.
Devletin egemenin devleti olduğunu bilmeyen, gider bir “iyi paşa” arar ve ondan “aman diler.”
Köylü kültürüdür.
Ağa haksızlık yapar ve köylü derdini kasabaya giderek, gizlice bir paşaya, bir “devlet adamı”na anlatır. “İyi paşa” bulunursa, işler çözülür, diye düşünülür. Oysa daha da kötüsü ortaya çıkar.
Burada mücadele yoktur:
Dilenmek vardır.
Hakkı için mücadele ve direniş yoktur:
Dilenmek vardır.
Şimdi, 21. yüzyıl Türkiye’sindeyiz.
Ve şimdi, sendikalar, sendikacılar, utanmadan, “devlet yöneticilerinden” aman dilenmektedir. Onlara, “efendim biz terörist değiliz, bize inanın, geçinemiyoruz, hakkımızı verin,” diyorlar. Eğer orada dayak yemiyorlarsa, eğer orada çırılçıplak soyundurulup sokağa salınmıyorlarsa, bilin ki istenilen her şeye evet dediklerindendir. Ve eğer hâlâ, utanmadan, Saray Rejiminden “dilenirken”, işçiler için büyük işler yapıyoruz diyebiliyorlarsa, bilin ki, şimdiye kadar işçiler, Nepal’deki gibi, onları çırılçıplak soyup sokak ortasına bırakmadıklarındandır.
İşçilere, bizlere, öğrencilere, kadınlara masal anlatıyorlar. Hep aynı yalanları söylüyorlar. “Derdimizi ilettik, biraz sabır, devlet büyüktür, bu iyi bir kişidir, hâlden anlar, bize istediğimizi verecekler,” diyorlar.
Oysa hepsi yalandır.
Siz, işçi sınıfının yüzüne baktığınız zaman, kendinizi bir sendikacı, işçi lideri olarak tanıtıyorsunuz. Ama arkaya döndüğünüzde, devletin memuru, sermayenin iti, insanlığın yüzkarası, balta saplarısınız.
Hiçbiri işçilerin haklarını, taleplerini dile getirmezler.
Her biri, modern dilencilerdir.
Devletten, devlete hizmet olarak, işçiler adına bir şeyler isterler. Sonra da döner, durum budur derler.
Grev mi, haşa. Ülkenin her yanı savaş bulutları ile dolu, üretim yapılmalı, cephelere silahlar ve mühimmat yetiştirilmelidir. Bunu söyleyen sendikacı, sözüm ona işçiden yanadır.
Elbette ki değildir.
Devlet, açık ve net olarak sermayenin egemenlik aracıdır. Sermayenin, kapitalistlerin, büyük şirketlerin örgütüdür. İşçi sınıfını baskı altında tutma aracıdır.
Öyle ise, devletten bir şey dilenme ile alınamaz.
Direniş gereklidir.
Direnen haklarını alır.
Hakları için direnmeyen, insan olmaktan çıkar.
Bizim için, işçiler için dilenen sendikacılar, insan hâlinin en çirkin yüzleridir.
Direnen ve hakları için mücadele eden işçi, kadın, genç insanın en güzel hâllerinden biridir. Direnen öğrenir, direnen güzelleşir.
Bize birçok liberal, liberal solcu, okumuş yazmış “kibar”lıktan akılları karışmış takımımız, “biz muhalifiz” diyorlar.
İyi de siz rejim içi muhalifsiniz, siz sistem içi muhalifsiniz. Siz parsadan yeterince pay alamayan, siz aslında devlete ben daha iyi hizmet ederim “siz liyakatsizsiniz” diyen muhaliflersiniz.
İyi de biz zaten biliyoruz ki, devletin kendisine, sistemin kendisine Saray Rejiminin kendisine toptan muhalif değilseniz, siz sistemin aklayıcılarısınız.
CHP de muhalif. Nasıl muhalif? Sistem için, Saray Rejiminin içinde kalma koşulu ile muhalif. Oysa biz Saray Rejimini yıkmak, sermayenin iktidarını yıkmak, TC devletini alaşağı etmek, kapitalist sistemi yıkmak için muhalifiz. Bu açıdan, bizimkisi “muhalif olmak” olarak da açıklanamaz. Olumlusundan tarif edelim, biz direnişten yana, sosyalizmi kurmak isteyen, işçi sınıfının kurtuluşu için savaşan devrimci sosyalistleriz. Biz, sizlerden farklı olarak, sisteme, düzene muhalifiz.
Siz, bu Saray Rejiminin şurası burası düzeltilsin diye ya da size de daha fazla pay versinler diye muhalifseniz, bizimle bir alakanız yoktur.
İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, kısacası direnen herkes, bu ülkenin gerçek sahipleridir. Burada misafir değildir. Biz işçiler üretenleriz. Dilenmiyoruz. Hakkımızı almak üzere, iktidara yürümek üzere yola çıktık.
Demek, öyle muhalif olmak işi çözmüyor.
Orayı geçtik.
Siz, ne için, neye, kime muhalifsiniz?
Siz sendikacı mısınız? Kimin için sendikacılık yapıyorsunuz, cebinizi doldurmak için mi, patronlara, devlere yaranmak için mi, işçilere hoş görünmek ve daha çok cep doldurmak için mi?
Çoğu böyledir. Ve işçiler adına “dilenmek”tedir. Aldıklarını cebine indirirken, işçileri de dilenci yerine koymaktadırlar. Oysa, üreten, çalışan zaten işçilerdir. Onlar, kendi haklarını istemektedirler. Bunun anlamı açıktır, direniş. Direnmeden, mücadele etmeden, örgütlenmeden, sistemle hesaplaşmadan sisteme karşı muhalif olunamaz.
Sendikacılar, işçileri dilenci, kendilerini de arzuhâlci sanmaktadır.
Oysa işçiler dilenci olmadıklarını, ilk sizi devre dışı bırakarak ortaya koyacaktır.
İşçi sınıfı, bir yol ayrımındadır.
İşçi sınıfı, öncelikle, kendi içindeki bu balta saplarını, bu ajanları, bu sendika mafyasının uzantılarını saflarından temizlemelidir. Onlar zaten devlete sığınmak için yelkenlerini açmış durumdadır. Bir rüzgâr onları devletlerine, hizmet ettikleri sermayenin kollarına daha hızla kavuşturacaktır.
İşçi sınıfı, işte o zaman bu asalaklardan kurtulmuş olarak ayağa kalkabilir.
İşçi sınıfı ayağa kalktığında, bu arada kibar insanlar olarak dolaşan liberal solcularımız da, devletin kollarına doğru yol alacak ya da işçi sınıfının saflarına katılıp, işçi olmaktan utanmamayı öğreneceklerdir.
Bu bir yol ayrımıdır.
Ya sistemin içinde muhalif iseniz doğrudan Saray hizmetlisi olacaksınız ya da sistem içinde muhalif olmak gibi tutumları terk edip, sisteme karşı muhalif olacaksınız. Bu sizin, işçi sınıfından, devrimden yana atacağınız ilk ciddi adım olur.
Öyle, devlete yanaşıp, devlet içinde “iyi paşa”, “iyi bir devlet adamı” aramak ile bir yere varılamaz. Artık, Saray Rejiminin ne olduğunu anlamak kolaydır. Yeter ki, gözlerinizi gerçeklere kapatmayın.
İsteyen gözlerini kapatabilir.
İsteyen Saray Rejimine muhaliflik yapıp, biraz da kendisi için pay isteyebilir. İsteyen, şu ya da bu uygulamayı eleştirmekle yetinebilir.
Ama işçi sınıfının yolu bellidir. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadeledir bu. Devrim ve sosyalizm mücadelesidir bu.
Bu mücadele, bugün insan olma mücadelesidir de. Sermayenin egemenliğine, kapitalizme, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı açık ve net bir saf tutmadan, insan olarak kalmak da artık mümkün değildir.
Dilenerek değil, direnerek yaşamak.
Sistem içi değil, sisteme karşı mücadele etmek.
Burası ayrım noktasıdır.