Eğitim sistemi her açıdan “çarpıcı” bir süreç geçiriyor. “Çarpıcı”, çünkü, hemen her açıdan fakirleşiyor. Belki de bu “fakirleşme” terimi de işi anlatmaya yetmiyor.
2017-18 öğretim yılında, adına örgün öğretim denilen MEB sistemi içinde, yani ilkokuldan başlayarak, lise sona kadar, 18 milyonu aşkın genç eğitim görüyordu. Bugün bu rakamın, biraz daha arttığını düşünebiliriz.
Aynı dönemde, üniversitede eğitim görenlerin sayısı ise, 7,5 milyon kişiye yaklaşıyor. Üniversite denilince, iki yıllık yüksekokullar da içindedir.
Elbette, biz, bu istatistikleri gördüğümüzde, hemen, ne kadar “özel okul” var diye sorarız. Yaklaşık 1990’ların ortalarına kadar, “vakıf” okulları dışında, pek özel okul yoktu. Kolej diye anılan, Robert Koleji, Amerikan Koleji, Alman Lisesi, Saint Benoit, Saint-Joseph, Işık Okulları vb. az sayıda özel okul vardı. Ama Bedrettin Dalan’ın İstek Okulu, özel okullar sürecinin “yeni” gelişiminin başlangıcı oldu. Dalan, belediye başkanı olduğu dönemde, İstanbul’un çeşitli yerlerindeki arazileri kapatarak, İstek Vakfı’nı ve okullarını oluşturdu.
Bu özel okulları getiren süreç, gerçekte, ÖSS diye anılan, üniversite seçme sınavına dayalı sistemin “zorunlu kıldığı” dershanelerdir. Dershaneler, esas atağını, 12 Eylül sonrasında yaptı. Üniversiteye girme yarışı, dershanelerin gelişimini körüklerken, dershaneler, okullardan daha iyi “eğitim” verebilir hâle geldiler. Okullarda verilen “ders” ile sınavları kazanamayacağını düşünen veliler, çocuklarını dershanelere vermek için, akıl almaz paralar ödediler. Sistemi sorgulamak yerine, bireysel, sadece kendi çocukları için çözüm aradılar. Üniversiteye girme, 1980’li yıllarda, ilk 100 bin kişiden biri olabilme ayrıcalığı, dershanelerde büyük çaplı para ödemeyi gerektiriyordu.
Dershane sahipleri, daha iyi kâr eden bu sistemi daha da geliştirmek üzere, devlet okullarındaki en iyi öğretmenleri, daha yüksek ücretlerle, dershanelere aldılar. Bu durum, yumurta-tavuk döngüsündeki gibi, okullarda eğitimin “kalitesi”ni daha da düşürdü. Bu durum ise, dershanelere olan ihtiyacı daha da artırdı. Bu kez, sadece lise son öğrencileri için değil, liseye paralel olacak şekilde, lise birden başlayarak çalışan dershaneler oluştu. Eğitim, giderek yarım günlük programlara sığdırıldı. Çünkü kalan yarım günde dershaneye gitmeleri gerekiyordu.
Dershaneler, okulların yerini almıştı.
Gülen hareketi, bugünlerde FETÖ olarak anılan ve adını devletin verdiği, isim babasının devlet olduğu bir terör örgütü, işte bu dershaneler içinde, hem para kazandı, hem de örgütlendi. FEM, Işık Dershaneleri, Zirve, Anafen bu dershanelerin en meşhurlarındandır. Ve Gülen’e bağlı, şubeleri ile birlikte 900’e yakın dershane oluşmuştu. 2015 yılı rakamları bu yöndedir. Ve bu dershanelerde, 600 bini aşkın öğrenci “eğitim” alıyordu. Bu öğrencilerin bir bölümü ise yatılı idi. Etüt abileri, Gülen teşkilâtının “abilik” sisteminin temelini oluşturmuştur ve bugün AK Parti’deki de bundan çok farklı değildir.
Demek ki, dershaneler öyle bir boyuta gelmişti ki, bunca “Gülenci” dershaneyi içinde barındırabilmekte idi.
Tekrar söylüyorum, yarım gün üzerinden ikili müfredatın temel nedeni, dershaneler meselesidir. Bu da eğitimin nasıl bir rant alanı hâline geldiğinin göstergesidir.
Deniz Adalı’nın çok haklı olarak vurguladığı gibi, kapitalist sistem, eğitim, sağlık, ulaşım ve konut işlerini, giderek bozar, bunları çekilmez alanlar hâline, çözülmez sorunlar hâline getirir ve bu yolla bir rant alanına dönüştürür. Bu rantlaştırma, sorunu daha da büyütür ve bu da yeni rantlar yaratır.
Dershaneleri iyi anlarsak, özel okullaşma meselesini de anlayabiliriz. Özel okullaşma, 1990’ların ortalarında başlıyor. Ülkenin yakın döneme kadar, kârlılığın en yüksek olduğu iki sektöründen biri eğitim, diğeri ise sağlıktır. İnşaat, enerji, iletişim-ulaşım da onları takip etmektedir. Bunlar rant alanları olarak örgütlenmişlerdir.
Bugün, özel okullar (ilkokul-ortaokul olarak), yaklaşık 1.300.000 öğrencinin “eğitim” aldığı kurumlardır. Bunlara ana okullarını eklemeniz gerekir. Üniversitelerin özel olanlarında ise, 590 bine yakın öğrenci vardır.
Ama iş bununla sınırlı değildir.
İsmail Saymaz, Kimsesizler Cumhuriyeti adlı, son derece ilgi çekici, son derece düşündürücü kitabında, yurtlarla ilgili, tarikatlarla ilgili, bu yurtlarda yaşanan özellikle cinsel saldırı ve sapıklıklarla ilgili bilgiler vermektedir. Aslında hepimizin son yıllarda tanık olduğu bu olayları, bir arada okumak faydalı olacaktır.
Saymaz, Kredi Yurtlar Kurumu’na ait 738 yurt olduğunu söylüyor (bkz, İ. Saymaz, Kimsesizler Cumhuriyeti, s. 14) ve hemen ardından ekliyor: “Buna karşı 3964 özel yurt bulunuyor. Bu yurtlardan 2267’si ortaöğretim, 1197’si ise yüksek öğretim alanında çalışıyor. Orta öğretim yurtlarının 2153’ü derneklere, 65’i vakıflara; yükseköğretimdekilerin 343’ü derneklere, 113’ü vakıflara ait.”
Yani tarikatlara ait.
Devam ediyor: “Dernek ve vakıflara ait yurtların çoğu dini gruplar tarafından işletiliyor. Eğitimde dini yoğunlaşmanın iki gerekçesinden biri, ekonomik gelir, diğeri de örgütlenme olanağı.” (age s. 15).
Saymaz, çalışmasında, Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr Esergül Balcı’nın araştırmasına atıfta bulunarak, ülkede 800’ün üzerinde “medrese” bulunduğunu ve bu medreselere üç yaşına kadar çocuk kaydedildiğini, tarikatların elinden 1 milyon çocuğun geçtiğini söylüyor.
Görüldüğü gibi, “koyunun” etinden, sütünden, yününden “yararlanma” felsefesi, eğitim sistemi içinde bir hayli gelişkin durumdadır.
Öyle bir rant alanıdır ki bu;
1- Çocukları şekillendirmek için müthiş bir olanaktır,
2- Bu işten yüksek rantlar elde etmek mümkündür,
3- Elbette bu çocukları çeşitli ihtiyaçlar (başta cinsellik olmak üzere) için kullanmak mümkündür.
Bizim dikkat noktamız ise, bu pislik hâline getirilmiş olan eğitim alanının, aslında gerçekte ne için organize edildiğidir.
Eğitimin esas işlevi, düzene uygun kafalar yetiştirmektir. Görünenin arkasındaki gerçek budur. Harun Karadeniz’in “düzene uygun kafalar” vurgusu, yerindedir, sadece daha da ileri bir boyuttadır.
Zorunlu eğitim, kapitalist sistemle birlikte gelişmiştir. Zorunlu eğitim, sistem için, kapitalist sömürü sistemini yönetebilmek için, yönetim işini daha “verimli ve sorunsuz” hâle getirmek için geliştirilmiştir. Elbette, sanayinin ihtiyaç duyduğu “okuma yazma bilen” insanlar yetiştirmenin bazı sorunlar yaratması mümkündür. Öyle de olmuştur. Hesap sorma, rakamları anlama, söylenenlerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarma gibi “zararlı” yönleri olsa da, zorunlu eğitim, tüm nüfusu, kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre şekillendirme girişimidir.
Sömürge ülkelerde, bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde, bu şekillendirme sürecinin içine, uluslararası sermaye de girmektedir. Sömürge olmayı kabullenmek, buna uygun bir kişilik oluşturmak, sadece “milli” eğitim politikalarının inisiyatifine bırakılamaz. İşte bu sömürgeleştirme, insanın ruhunu teslim alma politikaları, işin içine, din eğitiminin de girmesini, ülkenin durumuna uygun tarzda geliştirilmesini gerektirmektedir. Bizim ülkemizde olan da budur.
Bu tarikatlar, bir yandan para ile bağlıdır. Din, ticarileşmiş, piyasa ekonomisinin bir uzantısı hâline sokulmuştur. Buna uygun olarak da bu tarikatların içine uluslararası güçler, denetimi ele alacak tarzda girmişlerdir. ABD emperyalizminin, bölgemizde çok iyi bilinen “yeşil kuşak” projesi, sadece NATO’ya bağlı gladio türü özel savaş güçlerinin organizasyonu demek değildir. 12 Eylül ile birlikte şahlanan tarikatların bu gladio örgütlenmesi ile bağlı olduğu açıktır. Tarikatlara bir de bu gözle bakmak gerekir. Erdoğan’ın dindar bir nesil yetiştirme projesi, Gülen’in “altın nesil” yetiştirme projesi, ünlü yeşil kuşak projesinden bağımsız değildir.
Eğitimin piyasa ekonomisi kuralları ile düzenlenmesi, sadece özel okulların gelişimi demek de değildir. Bu aynı zamanda “rekabeti” tek enerji kaynağı, hayata tutunmanın tek yolu olarak gören nesiller yetiştirmenin de yoludur.
Düşünmeyen, sorgulamayan, itaat eden gençlerin yetiştirilmesi, eğitim sisteminin, MEB’e bağlı okulların da, özel okulların da, dinî eğitim veren kurumların da temel amacıdır. Bir yandan korkunç bir kâr kaynağıdır, bir yandan da itaatkâr bir nesil yetiştirmenin kaynağıdır.
Binlerce insanı, milyonlarca insanı, sistemin ihtiyaç duyduğu tarzda şekillendirmenin ana yolu budur.
1980 öncesinde var olan “özel okullar” ya da kolejler, aslında yönetici sınıf için kadrolar yetiştirme işi ile meşgul idi. Bugünün özel okulları ise, yabancı dil bilen ve uluslararası sermayenin isteklerine göre şekillenen, onlara hizmet edecek tarzda yetiştirilen bir yeni nesil yetiştirmek içindir. Bunun dışında kalan milyonlarca parasız ailenin çocukları için ise, en itaatkâr sistem, dinî eğitimdir.
Eğitim sistemi, soru sormayı, öğrenme hevesini, öğrenmekten doğan enerjiyi, insanın merak etme hâlini ve eğilimlerini kontrol altına almak için organize edilmektedir. Tüm metotlar bunun üzerine kuruludur. Eğitim sistemi, aklı kullamayı, öğrenmeyi geliştirmeyi, kendine güvenin gelişimini engellemek üzere geliştirilmektedir. Bir nevî, “terbiye” etme çarkıdır. Bu çarkın başarısı, en başta öğretmenin vasıfsızlandırılması ile mümkündür. Vasıfsızlaştırılmış öğretmen, eğitim çarkının bir girdisidir. Bir konuyu, bir süreci, bir işi öğretmeyi değil, sistemin istediği tarzda bir kişilik yaratmayı hedeflemektedir. Bunun için öğretmenin de vasıfsızlandırılması gereklidir.
Öğrenci bu eğitim sisteminin bir öznesi değildir. Öğrenci, sonunda paketlenecek tarzda bu çarktan çıkacak, bu bant üretiminden çıkacak bir mamüldür. Pazara sunulmak üzere eğitilmektedir ve eğitim, şekil almak demektir.
Öğrenci, bir insan, bir toplumsal varlık olarak ele alınmaz. Onun merak, öğrenme vb. dürtüleri kontrol edilerek, ihtiyaca uygun hâle getirilmesi sağlanmaktadır. Köleleştiricidir. Köleleşmesi için eğitilmektedir. Tüm ödül ve ceza sistemi bunun üzerine kuruludur. Öğretmenin yöntemlerinden, sınav ve not sistemine kadar her şey buna uygun organize edilmektedir. Eğitim aracılığı ile, toplumun sınıfsal yapısı yeniden üretilmektedir. Ve bunlar yapılırken, öğrencinin soru sorma, hak arama, haksızlıklara karşı çıkma, paylaşma, çözüm arama, doğru analiz yapma yetenekleri de yok edilmektedir. Böylece sistem, bir bütün olarak devam etme sürecini sağlama almaya, garantiye almaya çalışmaktadır. Yönetenler, kendilerinin daha rahat yönetebilmesi için gerekli olan “insan”ı üretmektedirler.
Görünenin arkasında var olan budur.
Bu sadece AK Partili iktidarlara ait bir politika değildir. 12 Eylül ve onun doğrudan ürünü olan Erdoğan ve onun sarayının politikaları, günümüz şartlarına uygun tarzda, bu amacı yerine getirmek üzere geliştirilmiş politikalardır. Bu politikalar, uluslararası sermayenin ve içeride burjuva iktidarın isteklerinin ürünüdür. Elbette, her iktidar, bu arada doğan büyük ranttan payını almaktadır.
Eğitimin bilimsellikten uzaklaşması, özgürleştirici değil de köleleştirici hâle getirilmesi, bu görünenin arkasındaki ana gerçekliğin, sisteme uygun kafalar yetiştirme isteğinin sonuçlarıdır. Tüm eğitim sistemin öznesi, öğrenciler veya öğretmenler değildir, öznesi, uluslararası sermaye ve onların yerli ortaklarıdır. Kararları onlar verirler. Onlara gerekli olan öğretmen, bu amaca uygun tarzda yine bu sistemin içinde yetiştirilir. En sıradan gerçeklerden habersiz, topluma yabancı, kendine güveni kırılmış, merakı ve öğrenme heyecanı yok edilmiş, söyleneni anlama ve yapma yeteneği yüklenmiş, sosyalleşememiş bir nesil yetiştirmektedirler. Ve her şeyi buna uygun düzenlemektedirler. Bunun için, uluslararası alanda faaliyet gösteren, özel vakıfları vardır. Bu vakıflar, çoğunlukla Rockefeller gibi büyük sermaye grupları tarafından organize edilmektedir. Ve elbette bunların, ülkemizde de uzantıları vardır. karar vericiler, düzenleyiciler bunlardır.
Resmi böyle koyunca, eğitim sisteminin sadece bir yönüne karşı çıkmanın yeterli olmayacağı ortaya çıkacaktır. Giderek pisleşen, çirkinleşen, çürüyen bu eğitim sistemini toptan reddetmek, özgür ve bilimsel bir eğitimden yana olmak gereklidir. Bu mücadele, tüm sistemi değiştirme, kendi kaderini eline alma, insanlaşma mücadelesidir. Bu mücadele, işçi sınıfının sömürüye son verme mücadelesinin bir parçasıdır.