EKOLOJİK SORUN(LAR) VE ÇÖZÜM(LER)[1]

Ekosistemler bütünü olan çevre insanın yaşadığı ortamdır. Canlı/ cansız tüm varlıklar için önemli bir unsurdur. Yaşadığımız paylaştığımız; üretirken tükettiğimizdir. Etrafımız, ortamımız, doğamızdır.

İnsanların, diğer canlıların ve cansız varlıkların yaşamları süresince ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamların bütündür. Yani, insan ve insanın yaşadığı; yaşarken, toplu ya da bizzat maddi manevi üretim de (genel manada praksis) bulunduğu faaliyet alanıdır.

Çevrenin, kapitalizm koşullarında “sürdürülebilirlik”le ele alınaması olanaksızken; en büyük düşmanı da sürdürülemez kapitalizmin tüketim modelidir. Kapitalizmin, “İnsan(lık)a hayat veren çevreyi tahrip etmeden, doğayla beraber nasıl yaşayacağız/ var olacağız?” diye bir sorunu yoktur/ olamaz da…

Çünkü kapitalizm ile ekoloji birlikte var olamaz!

Canlıların hem kendi aralarındaki, hem de çevreleriyle olan ilişkilerini tek tek veya birlikte inceleyen ekoloji sözcüğü Yunanca “Oikos” ve “Logos” sözcüklerinden oluşur. Bu sözcüklerden birincisi “Ev”, ikincisi “Bilim” anlamına gelir. Böylece ekoloji, kendisini oluşturan sözcüklerin anlamlarına göre, “Ev Bilimi” olarak çevrilebilir.

Sürdürülemez kapitalizmin doğa üzerindeki tahakkümünün sonucu olarak ekolojik yıkımın devrede olduğu insan(lık) tablosunda, kâr hırsıyla betimlenen kapitalizmin, “Ev(imizin) Bilimi”ne bir ihtiyacı olmadığı gibi, düzen içi “resmî” çevreciliğin de, “Çimlere basmak yasaktır,” anlayışından öteye geçemediği göz ardı edilmemelidir.

O hâlde kapitalizme mündemiç bir ekolojik faaliyetten söz etmek mümkün değilken; ekolojik tükenişin yaşandığı sürdürülemez kapitalizmi dünyasındaki olumsuzluklar insan(lık)ı çok çetin soru(n)ların, daha doğru deyişle bir felaketin beklediğinin altını özenle çizmemiz gerekiyor…

“Nasıl” mı?

Søren Kierkegaard’ın,“Tiyatronun kulisinde bir gün yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu, her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek,” betimlemesindeki üzere…

 

ISITILAN YERKÜRE(MİZ)

 

Ümit Şahin, “11-23 Kasım 2013 arasında Varşova’da yapılan Birleşmiş Milletler XIX. İklim Değişikliği Konferansı’ndan iyi sonuçlar çıktığını söylemek mümkün değil,” derken; Pelin Cengiz’in, “Varşova’da iklim fiyaskosu”nun altı çizdiği tabloda, nafile reform çabaları suya yazılmış hikâyeleri andırırken, yerküremiz sürdürülemez kapitalizm tarafından biteviye ısıtılıyor…

29 Kasım-10 Aralık 2010’da BM himayesinde 194 ülkenin katılımıyla Meksika’nın sahil kenti Cancún’da düzenlenen XVI. iklim zirvesinin kaderi de, 2009’da Kopenhag’da gerçekleşen ve fiyaskoyla sonuçlanan zirveden farklı değildi.

Ya Johann Hari’nin, “Kopenhag iklimin tabutunu çiviledi”;[3] Joss Garman’ın, “Kopenhag’da varılan ‘anlaşma’nın bir otobüs biletinden daha fazla anlamı yok. Yeşillerin dikkat çekmek için abartılı ifadeler kullandığı doğru ama zirvenin sonucunu tarihi bir kepazelik olarak nitelemek abartılı değil”;[4] Hüseyin Baş’ın, Onca umut bağlanan Kopenhag İklim Konferansı’nın çoklarına göre tam bir fiyaskoyla sonuçlanması sürpriz olmadı,” diye betimledikleri “Kopenhag’da liderler zirvesinde, Kyoto’nun yerini alacak bir anlaşmadan kimsenin umudu yok. Zengin ve yoksullar müzakerelerde de aynı noktada buluşamadı”[5] ve buluşamazdı da![6]

Örneğin “Kopenhag’daki İklim Zirvesi’nde ağır konuklara 1200 limuzin ve 140 uçak hizmet verecek. 12 günlük zirve süresince katılımcılar atmosfere toplamda 41 bin ton karbondioksit” salmışken[7] başka türlüsü mümkün değildi ve olamazdı da!

 

ÜLKELERİN EMİSYON ORANLARI (2006)[8]
ÜLKE YILLIK KARBONDİOKSİT EMİSYONLARI TOPLAM EMİSYONA ORANI (yüzde)
Dünya 28.431.741 100.0
1 Çin 6.103.493 21.5
2 ABD 5.752.289 20.2
Avrupa Birliği 3.914.359 13.8
3 Rusya 1.564.669 5.5
4 Hindistan 1.510.351 5.3
5 Japonya 1.293.409 4.6
6 Almanya 805.090 2.8
7 İngiltere 568.520 2.0
8 Kanada 544.680 1.9
9 Güney Kore 475.248 1.7
10 İtalya 474.148 1.7
11 İran 466.976 1.6
12 Meksika 436.150 1.6
13 Güney Afrika 414.649 1.5
14 Fransa 383.148 1.4
15 Suudi Arabistan 381.564 1.3
23 Türkiye 269.452 1.0

 

Bunlar böyleyken konuya ilişkin olarak: ‘A Blueprint for a Safer Planet/ Yaşanabilir Bir Gezegen Projesi’ başlıklı yapıtı kaleme alan ekonomist Nicholas Stern, “30 milyon yıldır bu gezegende görülmemiş olan ortalama küresel sıcaklıklarla karşı karşıya kalma riskimiz var. Bu durum insanların yaşam alanlarının sınırlarını yeniden çizecek ve yüz milyonlarca, hatta milyarlarca kişiyi göçe zorlayarak küresel bir çatışmaya yol açacaktır,” derken; ‘ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi’nin (NOAA) verileri, ölçüm kayıtlarının başladığı 1880’den bu yana küresel olarak en sıcak yılın 2010 olduğunu ortaya koyuyor. Haziran 2010, art arda toprak ve okyanus ısısının XX. asrın ortalamasının üzerinde olduğu 304. aydı. NOAA’nın 2009 tarihli bir raporu, iklim değişikliğini gözlemleyen 50 bağımsız kayıttan ve 10 ayrı endeksten bulguları analiz etti. 10 endeksin hepsi de son 50 yılda ısınma yönünde bariz bir gidişat olduğunu göstermekteydi.

Kolay mı?

BM Genel Sekreterliği’nin ‘IPCC İklim Raporu’na göre, “Sera gazı salınımı durdurulsa bile iklim değişiminin etkileri yüzyıllarca sürecek,”[9] denilmekteyken M. Levent Kurnaz da ekliyor:

“Hâlâ inanmayanlar bulunabilir, onun için açıkça, tekrar yazmakta fayda görüyorum: Geçtiğimiz her yıl dünyanın iklimi biraz daha değişiyor ve dünya biraz daha ısınıyor. Bu ısınma ileride yaşamımızı ciddi anlamda zorlaştıracak boyuta gelecektir.”

“Nasıl” mı?

İzlanda, Spitsbergen, İskandinavya ve Britanya üzerinde kesif bir mavi benek görülüyor; aynısından ABD’nin batısı ve Pasifik’in doğusunda da var. Bu bölgelerdeki sıcaklıklar, 1951 ve 1980 Kasım ortalamalarından 5.5 ila 4 derece daha az. Fakat bu soğuk mavi havuzların diğer tarafında turuncu, kırmızı ve kestane rengi yangınlar yükseliyor: Batı Grönland, Kuzey Kanada ve Sibirya’daki sıcaklıklar ortalamanın 2 ile 10 derece üzerinde. NASA’nın 3-10 Aralık tarihlerine ait Kuzey Kutbu salınımlar haritası, Baffin Adası ve orta Grönland’ın belli kısımlarının 2002-2009 ortalamasından 15 derece daha sıcak olduğunu ortaya koyuyor. 2009 kışında da benzer bir gidişat vardı. Bu anormallikler birbiriyle bağlantılı görünüyor.[10]

ABD’de bilim insanları, küresel ısınmanın başlıca nedeni olarak gösterilen sera etkisi yaratan gazların, 2 milyon yılın en yüksek seviyesinde olduğunu açıklarken; Hawaii’deki en eski gözlem istasyonunda karbondioksidin, 10 Mayıs 2013 günü milyonda 400 ölçüldüğü, bunun insanlığın daha önce hiç rastlamadığı bir miktar olduğu belirtildi.

‘Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi’nden Pieter Tans, sera etkisi yaratan gazların bu seviyeye çıkmasının, yüzde yüz oranında insan işi olduğunu ifade etti. Tans, Buzul Çağı’nın sonundan itibaren karbondioksit seviyelerinin milyonda 80’e çıkmasının 7 bin yıl sürdüğünü, aynı orandaki artışın fosil yakıtlar nedeniyle sadece 55 yılda görüldüğünü belirtti.

Pennsylvania Üniversitesi’nden Michael Mann, değişimin hızının büyük endişeye yol açtığını vurgulayarak, karbondioksit seviyelerinin, binlerce veya milyonlarca yıl içinde milyonda 100 artması hâlinde hayvanlarla bitkilerin buna uyum sağlayabileceğini, öte yandan mevcut hızla bunun mümkün olmayacağını söyledi.

Karbondioksit seviyeleri 1958 yılında milyonda 315 olarak ölçülmüştü. Sanayi Devrimi’nden önce seviyeler milyonda 280 civarındaydı. 2011 yılında havaya 38.2 milyar ton karbondioksit salındı. Çin, yılda havaya 10 milyar ton, ikinci sıradaki ABD ise 5.9 milyar ton karbondioksit salıyor.

Ayrıca kayıtlar küresel ısınma ile 2013 yılında iklim değişikliğinin yol açtığı doğal afetler yüzünden 22 milyon kişinin göç ettiğini ortaya koydu. Bu rakam savaşlardan kaçmaya zorlananların 3 misli fazla.

İklim göçünden en fazla etkilenen 19 milyon kişiyle Asya. Japonya’da 260 bin kişi, ABD’de 218 bin 500 kişi göç etmek durumunda kaldı. Sel, fırtına gelişmiş, gelişmemiş her ülkeyi vuruyor.

‘Oxfam’ kuruluşuna göre, 2009 yılında liderleri bir araya getirmiş olan Kopenhag Zirvesi’nden bu yana iklim değişikliği 650 milyon kişiyi etkilendi. ‘Oxfam’ bunun faturasını da çıkarttı. İklim değişikliğinin dünya ekonomisine 5 yıllık faturası yarım trilyon dolar.

Küresel ısınmaya bağlı olarak buzulların erimesiyle, kutup ayılarının yiyecek ve barınak bulmak için daha uzun mesafeleri yüzerek kat etmek zorunda kaldığı ilk kez bilimsel olarak kanıtlandı. ‘Dünya Yaban Hayatını Koruma Fonu’ adına Geoff York tarafından, sinyal veren çip yerleştirilmiş 68 dişi kutup ayısı üzerinde altı yıl boyunca GPS takibiyle yapılan ölçümler, şaşırtıcı sonuçlar verdi. Örneğin bir kutup ayısı, üzerine çıkabileceği bir buzul bulabilmek için 12.7 gün boyunca 685.6 kilometre yüzmek zorunda kaldı.

Ve çok önemli bir şey daha: Küresel ısınma nedeniyle keneleri uyku tutmuyor! Keneler 225 milyon yıldır dünyamızda yaşayan zorunlu parazitlerken; adaptasyon yetenekleri sayesinde günümüzde de yaşayan mucize canlılar! Keneler kış aylarında tamamen pasif hâlde olduklarından üreyemezler. Ancak son yıllarda, küresel ısınmanın etkisiyle kışın soğuklardan korunamayarak ölmesi gereken yavru keneler artık olgunluğa ulaşabiliyor! 9 Eylül Hastanesi’ne 2000 yılından beri ilk defa ocak ayında kene tutulması şikâyetiyle gelenler olmuş. İklimin dengesizleşmesi kenelerin de uyku düzenini bozdu. Bu çok ciddi bir tehlike!

Yine çok önemli bir şey daha: Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muzaffer Yücel, iklim değişikliğinin tehlikelerine dikkat çekerek, bu şekilde devam etmesi ve önlem alınmaması hâlinde, bazı tarım ürünlerinin ekiminin 100 yıl sonra mümkün olmayacağını ve açlık ve yoksulluğun baş göstereceğini söyledi. Yücel açıklamasında, iklim değişiklikleri ve küresel ısınmanın sera gazlarının birikmesi sonucu oluştuğunu ve önlem alınmaması hâlinde büyük sorunlarla karşı karşıya kalınacağını belirtti.

Nihayet küresel ısınma nedeniyle sıcaklığın iki derece artması, “buzulların erimesi, deniz seviyelerinin yükselmesi, Hollanda’nın ve Endonezya’nın sular altında kalması, birçok ülkenin de toprak kaybetmesi, kuraklaşma, su sıkıntısının artışı (1 milyar insanın su sıkıntısı çekecek olması), dünyadaki biyo çeşitliliğin yüzde 40 azalması” demekken; işte dev bir seraya dönüşün hikâyesi…

 

“DEV BİR SERAYA DÖNÜŞÜN HİKÂYESİ”
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ Sanayileşme ve bunun sonucu olarak yakılan çok miktarda petrol ve kömür gibi fosil yakıtlar iklim değişikliğinin temel nedeni. Ormanların yok olması bu süreci hızlandırdı. Kömür ve petrol yakılmasının sonucu olarak atmosfere her yıl milyarlarca metreküp karbondioksit, azot oksit ve metan gazı salındı. Ağaçlar azaldığı için karbondioksidin geri dönüşümü sağlanamadı. Ayrıca buzdolaplarında ve klimalarda kullanılan hidroflorokarbon gazları da iklim değişikliğinin en büyük sebeplerinden.
SERA GAZI ETKİSİ Doğal sera gazları [su buharı (H2O), CO2, CH4, N2O ve ozon (O3)] ile endüstriyel üretim sonucunda ortaya çıkan florlu bileşikler, atmosferdeki sera etkisini düzenleyen temel maddeler. Dünyanın sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 0.45 derece arttı. Bunun esas nedeni fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkan CO2 ve diğer sera gazları. Artan nüfus ve büyüyen ekonominin enerji gereksinimleri de artıyor. Bu gereksinimin karşılanması ise fosil yakıt tüketiminin artmasına ve atmosferdeki CO2 miktarının büyük ölçüde çoğalmasına neden oluyor.
KÜRESEL ISINMA Dünya atmosferi çeşitli gazlardan oluşuyor. Atmosferdeki gazlar yeryüzündeki ısının bir kısmını tutup yeryüzünün ısı kaybına engel oluyor. Bu şekilde oluşan, atmosferin ısıtma ve yalıtma etkisine sera etkisi deniliyor. Dünya atmosferi cam seralara benzer bir özellik gösteriyor. Metan, ozon ve kloroflorokarbon (CFC) gibi ısı tutma özelliği olan bu gazların miktarındaki artış, atmosferin ısısının yükselmesine sebep oluyor. Bu da küresel ısınma anlamına geliyor. Bu durum, buzulların erimesi ve okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlar doğuracak iklim değişimlerine yol açıyor.
BUZULLARIN ERİMESİ Küresel ısınmanın sebep olduğu en önemli doğal değişikliklerden biri de buzulların erimesi. ‘Doğal Hayatı Koruma Derneği’ (WWF) raporuna göre 2050’de 2 derece artacak olan ortalama sıcaklık denizleri 15 santimetre yükseltecek. WWF çevreci vakfın İsviçre şubesinin iklim ve enerji sorumlusu Ulrike Saul’un açıkladığı rapora göre bu kıyı kentlerinin çoğunun yok olması anlamına geliyor.

 

Bu tabloda ‘Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) raporu, acilen eyleme geçilmesi gerektiğini vurguluyor. ‘İklim Sonuçları Araştırma Enstitüsü’nden Prof. Stefan Rahmstorf ise, hazırladığı raporda şunları belirtiyor: “Son yüz yılda küresel sıcaklıkların neredeyse bir santigrat derece arttığını, küresel deniz seviyesinin neredeyse 20 santim yükseldiğini, dağ buzullarının hızlı bir şekilde geri çekildiğini, Arktik bölgesi buz örtüsünün çekilme hâlinde olduğunu, Grönland ve Antartika’nın kıtasal buz örtüsünün küçüldüğünü ve deniz seviyesinin yükselmesine katkı sağladığını görüyoruz. Ayrıca olağandışı olayların da yükselişte olduğunu, mesela, sıcaklığın rekor seviyelere ulaştığı ayların sayısının sabit bir iklimde olduğundan beş kat daha fazla arttığını görüyoruz.”

Rahmstorf, emisyonun hâlâ yükselişte olduğunu ve bu yükselişin önlenmesi hedefinin görünürde olmadığını söylüyor: “İklim değişikliği uzun süreden beri var ve insanların hayatlarını etkiliyor. Bu, küçük bir miktar küresel ısınmadan, sadece bir santigrat derecelik sıcaklık artışından sonra gerçekleşti. Eğer biz bu süreci durdurmazsak, sıcaklık iki santigrat dereceden daha fazla artacak ve insanlık tarihinin alışkın olduğu sıcaklık aralığını geride bırakacağız.”

Özetin özeti olan şu: Gezegenimiz kozmik boyutta bir şantiyeye dönmüş durumda. İnsanlık, medeniyet inşaatını dev iş makineleriyle sürdürüyor. Tüm akarsular bentleniyor, nehirler, göller barajlanıyor, dağlar kazılıyor, kayalar çatlatılıyor, denizler taranıyor, deniz canlıları radarlarla tüketiliyor, deniz diplerine, ovalara, dağlara, yaylalara su kuyuları açılıyor, taşocakları, kum ocakları, kömür ocakları çalıştırılıyor, boksit, altın, bakır, koltan madenleri, diğer metaller, nadir metaller çıkarılıyor, petrol boruları, katran kumu boruları, doğalgaz boruları döşeniyor, demiryolları, karayolları, köprüler, havalimanları yapılıyor, arklar açılıyor, kanallar kazılıyor, yaylalar düzleniyor, yağmur ormanları kesiliyor, orman tabanları ateşe veriliyor, küller ve molozlar denizlere, derelere, çaylara boca ediliyor, geniş topraklarda dev makineler tek kültür tarımı yapıyor, mahsulü ekiyor, biçiyor, ürünü topluyor, ambalajlıyor, gemilere, kamyonlara, trenlere dolduruyor, satıyor ve aldığı paralarla yeni kazılar, yeni inşaatlar, yeni yollar ve köprüler yapıyor…

Bunun sonucunda insanlığın ve medeniyetin arş-ı alaya yükselmesi için yürütülen bu muazzam faaliyet sonucu, dünyayı battaniye gibi saran “sera gazı” salınımları da arşa yükseliyor, karbon molekülleri birikiyor, iklim değişiyor ve yeryüzünün “suyu ısınıyor” -hem de müthiş bir hızla! 2014 Nisan’ında yeni rekor kırıldı! Gerçek bir dünya rekoru: İnsanlık tarihinde ilk kez bütün bir ay boyunca atmosferdeki karbon yoğunluğu milyonda 400 parça seviyesini (400 ppm) aştı!

Bu kapitalizmin devreye soktuğu küresel ısınmadır!

Bilim insanları, atmosfere salınan sera gazlarının, hızla artmakta olan CO2 oranının gezegeni ısıtmakta, bir iklim krizini hazırlamakta olduğunu, 1960’lardan bu yana savunuyorlardı ama, ancak iş çevrelerini, siyasetçileri inandıramıyorlardı. Nihayet, gelmekte olduğu söylenen şey gelip kapıya dayandı.

Sıra dışı ilkim olaylarına tanık olmaya başladık. Ortadoğu ve Avrupa’da 2003 yılında daha önce görülmemiş bir şiddette sıcaklık dalgası yaşandı. Rusya’da 2010 yılında sıcaklık dalgasının açtığı kuraklık 13 milyon hektarlık arazide ürünü yok etti.[11] 2012 yılında ABD’de tarım alanları felaket düzeyinde bir kuraklıkla savaşıyor. Türkiye’de de sıcaklıklarda olağanüstü bir artış var.

Dünyada sıcaklık dalgalarının sıklığı, süresi ve şiddeti giderek artıyor, Doğu Amazon bölgesinde tropik ormanlar giderek çayırlara dönüşüyor, birçok tropik bölgede canlı türleri yok oluyor; Afrika’nın, yağmura bağımlı tarım alanlarında bazı bölgelerde yüzde 50’ye varan kayıplar yaşanıyor; Asya’nın bazı bölgelerinde sel felaketlerine, su baskınlarına ve kuraklıklara bağlı olarak salgın hastalıklarda artış gözleniyor.[12] Kutuplar, gezegenin geri kalanından iki kat daha hızlı ısınıyor.[13]

Arizona Üniversitesi’nden, jeoloji ve iklim bilimleri profesörü Jonathan Overpeck, “İşte küresel ısınma, bölgesel ve kişisel düzeyde böyle bir şey” diyor. Stanford Üniversitesi Carnegie Kurumu’ndan Chris Field’a göre “bugüne kadar hep konuştuğumuz örneklerin hepsinin birden ABD’yi etkilemekte olduğunu görmek çok çarpıcı”. Princeton’dan Prof. Michael Oppenheimer de yaşananlar için “Küresel ısınmanın nasıl bir şey olduğunu bize gösteren bir pencere açtı,” diyor.[14]

Küresel ısınmanın nasıl bir şey olduğunu gösteren bu örnekler, özellikle ekonomiyi de etkilemeye başlayınca, düne kadar küresel ısınmayı kuşkuyla karşılayan, iddiaları “solcuların kapitalizme atmaya çalıştığı bir kazık” olarak gören muhafazakâr kesimlerde de bir tutum değişikliği yaratmaya başladı.

Ancak buna rağmen gerçekdışı iddialar/ yalanlar hâlâ dolaşımda! “Dünyayı korkutan küresel ısınmanın bir şehir efsanesi” olduğu”ndan söz eden ‘Oxford Üniversitesi’nden Prof. Myles Allen, “Grafik 1997’den beri küresel ölçekte belirgin bir artışın olmadığını ve bunun 2017’ye kadar devam edeceğini gösteriyor,”[15] ya da İngiltere hükümetinin bilim danışmanı John Beddington, “İklim değişikliği abartılıyor, Himalaya ve Kuzey Kutbu buzullarının eriyeceğini söyleyen bilim adamlarının yanıldı,”[16] derlerken; yine Oxford Üniversitesi’nden kimi “akademisyen”ler de “Küresel ısınmanın kısa bir sürede tahmin edilenden daha az etkileri olacağını” açıkladılar![17]

Bu gerçekdışı iddialar/ yalanlar karşısında unutulmaması gerekmektedir ki, “Küresel ısınma karşıtları, petrol devi ExxonMobil’in finansmanıyla iklim değişiminin insan kaynaklı olduğunu savunan bilimcilere karşı planlı kampanya yürütüyor”[18] ve gerçekleri gölgelemek istiyorlar!

Tekrar pahasına altını çizelim: Sanayi devriminden bu yana gerçekleşen karbondioksit (CO2) ve diğer sera gazı atıklarının atmosferde yoğunlaşması nedeniyle gezegenimizin yüzey ısısı ortalama 1.5 ile 2.2 derece arasında artış gösterdi.

‘Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’ (IPCC) ve ‘Dünya Yabani Yaşam Vakfı’ (WWF) tarafından yapılan araştırmalarda gezegenimizin yüzey ısısının yüzyıl sonuna kadar en fazla 2 derece artış göstermesinin tolere edilebileceği; ve önlem alınmaz ise gezegenimizin iklim deseninin kalıcı olarak değişime uğrayacağı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda.

Çevre bilimcileri söz konusu tehdidi önleyebilmek için yüzyılın sonuna değin gezegenimizin atmosferinde yoğunlaşmış olarak yer alan CO2 miktarının 450 ppm (parts per million: her bir milyon molekül içinde CO2 eşdeğer molekülü) düzeyinde tutulması gerektiğini vurguluyor. Sanayi devrimi öncesinde, atmosferimizdeki CO2 yoğunluğunun 220 ppm düzeyinde olduğu tahmin ediliyor.

Küresel ısınmanın söz konusu eşikleri aşması ve iklim değişikliği tehdidinin gerçekleşmesi durumunda, deniz düzeyinin yükseleceği ve gelişmekte olan ülkelerde nüfusun yüzde 14’ünün olumsuz etkileneceği; yeni tür bakterilerin üreyeceği ve salgın hastalıklara yol açacağı; tarımsal ürünlerde üretkenliğin düşeceği; gezegenimizin ekosisteminin ve biyolojik çeşitliliğinin tahrip edilmesi sonucunda dünya gayri safi gelirler toplamındaki kayıpların 25 trilyon dolara ulaşabileceği (dünya GSYH’sinin yüzde 30’u) tahmin edilmekte.

Biraz daha sermayenin anlayacağı dilden konuşalım: ‘Uluslararası Emek Çalışmaları Örgütü’ (IILS) ile ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’ (ILO), sera gazlarının atmosferde yoğunlaşmasıyla birlikte yaşanacak iklim değişikliği sonucunda küresel ekonomide üretkenliğin 2030 yılına değin yüzde 2.4, 2050’de ise yüzde 7.2 oranında gerileyeceğini öngörmekte. OECD tahminleri ise iklim değişikliği sonucunda 2060 yılına değin üretkenlik kayıplarının Asya ekonomilerinde yüzde 5’e, gelişmiş ülkeler toplamında ise yüzde 4’e ulaşacağını ve dünya ekonomisinin 2060’ta tam bir durgunluğa itilmiş olacağını vurgulamakta. Bütün bu kayıplar sonucunda küresel tüketim hacminin de yüzde 14 oranında daralacağı tahmin edilmekte.

İklim değişikliği tehdidinin yanında sermayenin kâr peşinde aşırı üretim ve kâr hırsı küresel işgücü piyasalarındaki enformelleşmenin, yoksulluğun ve gelir eşitsizliğinin ana nedenlerini oluşturmakta. ILO’nun paylaştığı verilere göre küresel ekonomide açık işsizler 200 milyonu aşmış durumda. Küresel istihdamın yüzde 30’unu oluşturan yaklaşık 900 milyon işçinin günde 2 dolarlık gelirleri ile yoksulluk sınırının altında çalışmakta olduğu gözleniyor. Eğer yoksulluk sınırı 1.25 dolara çekilirse bu rakam 1.4 milyar işçiye ulaşmakta. Bunların 825 milyonu kadın, 550 milyonu erkeklerden oluşuyor. Diğer yandan toplam 5.1 milyar insan -dünya nüfusunun yüzde 75’i- herhangi bir sosyal güvenceden yoksun olarak yaşıyor.[19]

Tam da bu noktada Ekin Erdem Evliya’nın, “Sınıfsal afetler”e[20] dikkat çektiğini unutmadan Ergin Yıldızoğlu’ndan nakledelim:

“Ekonomik büyüme, serbest piyasa saplantısı, bugün elinde ekonomik, siyasi güç olanların, uygarlığın geleceğini tehdit eden iklim krizine, toplumsal krizlere, savaşlara karşı önlem alacak akla sahip olmadıkları açıkça gösteriyor…”

“Soruna çözüm aramaya başlayınca karşımıza kâr maksimizasyonu ve birikim (ekonomik büyüme) sorunu çıkıyor. Piyasa mekanizması bu küresel ısınma sorunu karşısında tümüyle etkisiz kalıyor. Çözümlerin hepsi yüksek maliyetleri kabul ederek kârlardan, ekonomik büyümeden fedakârlık edilmesini, tüketicinin de hazlarını hemen şimdi tatmin etme alışkanlığından vazgeçmesini gerektiriyor. Toplumsal çıkar, planlama yerine özel mülkiyete, bireysel çıkara; dayanışma yerine rekabete dayanan bir üretim tarzında bu soruna çözüm bulmak olanaksızdır…”[21]

Buraya kadar değindiklerimize nükleerden GDO’ya uzanan felaketleri eklemeden geçmek olmaz!

 

NÜKLEERDEN GDO’YA FELAKET

 

GDO’yla başlayalım…

Siz bakmayın; Stanford Üniversitesi uzmanlarının “Organik gıdalar ‘daha iyi’ değil”; veya İsmet Berkan’ın, “GDO karşıtları bana yine çok kızacak ama ne yapayım,” diyerek masumlaştırdığı GDO cinayetinin faili de kapitalizmdir!

Prof. Dr. Erkan Topuz’un, GDO’lu ürünlerle dünyanın dünya savaşından beter günler yaşayacağını belirterek 5 yıla kadar her 2 kişiden 1’inin kanser olacağını açıklayıp, “Ayda 12 tane sosis yiyen çocuklarda lösemi riski 5 kat fazla, hafta bir sosis yiyen çocuklarda beyin tümörü iki kat fazla,” dediği tabloda dünyanın 192 ülkesinin 167’sinde GDO’nun insan gıdası olarak kullanımı yasak![22]

Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Şeminur Topal, “Genetiği değiştirilmiş ürünlere prensip olarak sıcak bakmıyorum. Bu teknoloji henüz masumiyetini ispatlamış değil… GDO çıkalı yaklaşık 16 yıl oldu ve hiçbir şekilde verim artışı olmadı, açlığa çare olmadı, tarım ilaçlarının kullanımı azalmadı… GDO ile metabolizmamız tamamen farklılaşabilir. Bizim olaya riskli bakmamızın sebebi bu… GDO ile eklenen gen tamamen zehir üreten gen ve bu bitkinin içine yerleşiyor. Siz de bunu yiyorsunuz!

Bunun neresi masum olabilir? Ben çocuklarıma, torunlarıma mümkün olduğu kadar GDO’lu ürün yedirmemeye özen gösteriyorum ama soyutlamanız mümkün değil her şeyin içine giriyor. Mısırdan 600, soyadan 800 türev ürün üretiliyor. Dünyada bazı verilere göre 800 milyon, bazı verilere göre 1 milyar 300 milyon insan açken 1.3 milyar insan da obez” uyarısının altını çizerken; İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Kenan Demirkol da ekliyor:

“GDO asla açlığa çare değil. Açlığı artıran bir faktör… Yemlerdeki GDO’ların süte, ete, karaciğere ve dalağa geçtiği daha önce Avrupa’da değişik çalışmalarla gösterildi. Hayvan gübresinde yedirilen GDO’ların yüzde 60’ının herhangi bir değişime uğramadan dışkıyla atıldığı saptandı. Bu bizim organik tarım alanlarımızda giderek ürünleri GDO’lu hâle getirme riskine sahip. Yıkamayla tarım ilaçlarının sadece yüzde 40’ı uzaklaşır. Yüzde 60’ı sebze ve meyvede kalır. Çünkü artık sistemik tarım ilacı kullanılıyor”!

Yerküredeki açlığa “çare” diye sunulmaya kalkışılan GDO cinayetini savunanların unutmaması gereken, “Dünyadaki açlığın nedeni üretim yetersizliği değil, adaletsiz bölüşüm” olduğudur!

GDO’nun açlığı bitireceği yönündeki görüşlerin yanıltıcı olduğuna yer verilen açıklamada, Birleşmiş Milletler ‘Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) 2002 yılında yayımladığı bir raporunda, dünyadaki açlığın tarımsal üretimin yetersizliğinden değil, üretilenin adil paylaşılmamasından kaynaklandığını belirtildiği ifade edilerek; açlığın nedeni olarak tarımsal üretim yetersizliğini göstermenin son derece yanlış bir saptama olduğu kaydedildi.

O hâlde GDO’suz da beslenebiliriz.

Çünkü GDO’lar tüm insanlığın ve tabiatın kobay olarak kullanıldığı bir projedir…

Çünkü GDO’lar tüm dünya çiftçilerini tohum ve tarım ilacı kapsamında sadece birkaç çokuluslu şirkete bağlama projesidir…

Çünkü GDO’lar dünyadaki açlığa ya da tokluğa sadece birkaç çokuluslu şirketin karar verme projesidir…

Çünkü GDO’lar tüm insanlığı birkaç çokuluslu şirketin yönetmesi projesidir…

Çünkü GDO’lar biyolojik çeşitliliğin azaltılması, tek bir ürünün geniş alanlarda yetiştirilmesi (monokültür) projesidir…

Çünkü GDO’lar tüm insanlığın ve doğanın kobay olarak kullanılması projesidir…

Çünkü GDO’lar bilimin ticarileştirilmesi ve gerçeklerin üzerinin örtülmesi projesidir…

Çünkü GDO taraftarları, aslında tüm bu olumsuzlukları çok iyi bildiklerinden gıdaların üzerine ‘GDO’ludur’ yazmaya yanaşmamaktadır…

Çünkü GDO’ya değil, kendimize yeterliliği hedefleyen doğru bir tarım politikasına ihtiyaç vardır…

Nihayet insan ve hayvan sağlığı ile biyolojik çeşitliliğin korunması için tüm veriler insan(lık)ın GDO’lu tohumlardan, bunlarla üretilmiş tarım ürünlerinden ve gıdalardan, GDO’lu yemle beslenmiş hayvansal ürünlerden uzak durması gerektiğini göstermektedir!

Ve nükleer…

Haklı olarak Malte Lehming, “Çernobil’den 25 yıl sonra atom teknolojisi zaten geçmişte de hiçbir zaman sahip olmadığı o masumiyeti nihai olarak yitirdi”;[23] Cem Özdemir, “Nükleeri desteklemek ruhu şeytana satmaktır,” deseler de; Tayyip Erdoğan nükleer santral yapımında, “Riski olmayan yatırım yoktur, o zaman eve doğalgaz çekmeyin, tüp gaz koymayın!” der.

Enerji Bakanı Taner Yıldız ise aynı konudaki soruya şu kesin yanıtı vermiştir: “Müsterih olun!”

İnsan elinde olmadan 1986 Çernobil faciasını anımsıyor. O günlerde de Sanayi Bakanı Cahit Aral aynı şeyi söylemişti: “Müsterih olun!”

Sakın ola müsterih olmayın!

Japonya Fukuşima’da gerçekleşen, dünya tarihinin ikinci en büyük nükleer kazası da gösterdi ki nükleer enerjinin en güvenli ve en temiz enerji olduğu iddiası iğrenç bir yalandan ibarettir!

1950’den beri kayıtlara geçmiş 25 önemli nükleer santral kazası arasında, önem sırasına göre Fukuşima’nın Çernobil’den sonra ikinci büyük felaket olduğu konusunda uzmanlar hemfikirler. 0 ile 7 arasında derecelendirilen nükleer kazalar arasında, 1 ve üstü derecede önemde olan 25 kazanın 10’u son on yılda gerçekleşti. Çevrelerine tehlike arz edecek biçimde az veya çok radyoaktif sızmasına yol açan bu kazalar, nükleer enerjinin en güvenli ve en temiz enerji olduğu iddiasının sadece bir yalan olduğunu gösteriyor.

Enerji uğruna savaşlar çıkaran, dünyayı kan gölüne çeviren, on binlerce insanı katleden emperyalist sistem, hegemonyasını “yalan” rüzgârlarıyla sürdürüyor.

Nükleer lobinin de en büyük silahı yalan…

Enerjisinin yüzde 35’ini nükleer santrallardan sağlayan Japonya, rekabet edebilme uğruna, nükleer şirketlerini batırmama adına Fukuşima felaketini örtbas etmeye çalıştı.

Yeryüzünde yaşanmış en büyük nükleer facianın üstünü örtmeye çabaladılar.

Japonya’da ortaya çıkan nükleer tehlike, Ukrayna’nın Çernobil kentinde 1986’da yaşanan büyük felaketi akıllara getirdi. Japonya’da radyasyon seviyesi 6’ya çıkarken, Çernobil’de radyasyon seviyesi 7’yi bulmuştu.

Çernobil faciası sonrası radyoaktif madde taşıyan bulutlar Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye’ye de ulaşmıştı. Yayılan radyasyonun Türkiye’deki etkilerinin resmi makamlar tarafından saklandığı yolundaki suçlamalar bugün hâlâ gündemde. Kazanın ardından Karadeniz’de yetişen çayda kilogram başına 10 bin ton bekerel oranında radyasyon tespit edildi ve çayların imha edilmesi istendi.

Sonra da dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral ise televizyonlara çıkarak canlı yayında çay içti. Aral’ın “Biraz radyasyon iyidir” demesi de hafızalardan silinmedi. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir”, Cumhurbaşkanı Kenan Evren de “Radyasyon kemiklere yararlıdır” demekten çekinmemişlerdi.

Nükleer santraller, dünyanın enerji sorununu çözeceği, sayaçsız elektrik olacağı vaadiyle altın çağını yaşadığı dönemlerde santral teknolojileri sayesinde nükleer kazaların yüz bin yılda bir olacağı iddiası dile getiriliyordu. 1978’de Harrisburg’da bir kazayla karşı karşıya kalındığında, nükleer santral karşıtlarının dağıttıkları ilanlarda şöyle yazıyordu: “Kaza olasılığı 100 bin yılda bir. Zaman ne çabuk geçiyor.” Nükleer santrallerde meydana gelen kazaların bırakın yüz bin yılda bir olmasını, nükleer santrallerin kuruluşundan bugüne, irili ufaklı onlarca kaza oldu. Bu kazalardan 1978’de meydana gelen Üç Mil Adası, 1986’daki Çernobil ve son olarak 2011’deki Fukuşima kazaları, ağır sonuçlar doğurdu.

Kapitalizmin kâr hırsı nedeniyle nükleer enerji gündemden düşmedi. İnsanlar artık biliyorlar. Nükleer santrallar elektrik üretir ama geleceği karartır. Onun tehditlerini, riskini yok etmek sağlıklı bir enerji kaynağı hâline getirmek mümkün değildir. Ama yine de kâr hırsı ve geleceği düşünmeyen hükümetlerin çılgınlığı nükleer enerjinin devletlerin gündeminden çıkmasına izin vermedi. Pek çok devlet bu arada Türkiye hâlâ nükleer enerjide ısrar ediyor. Oysa nükleer enerji tüm insanlık için bir bela. Pek çok kaza ve nükleer atıkların baş edilemez tehdidi hâlâ hükümetler tarafından anlaşılamıyor.

Siz bakmayın TBMM Araştırma Komisyonu Başkanı AKP’li Kemalettin Aydın’ın, “Çernobil faciası bölgede kanseri arttırmadı” açıklamasına ya da ‘TBMM Kanser Araştırma Komisyonu’ Başkanı Doç Dr. Kemalettin Aydın’ın, Doğu Karadeniz’de incelemeler sonucunda Çernobil olayının “psikolojik” olduğunu belirterek, kanser hastalığındaki artışta çevresel etkenlerin rol oynadığını, erkeklerde akciğer, kadınlarda ise meme kanserinin çok yüksek olduğunu ve akciğer kanserinin yüzde 80 sigaradan kaynaklandığını ifade etmesine…

Veya İTÜ Nükleer Araştırmalar Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Beril Tuğrul, “Teknoloji sayesinde artık yeni bir Çernobil olmaz,” derken dillendirdiği zırvalar şöyle:

“Gelişmiş ülke olmak için enerji gerekiyor… Yenilenebilir enerji kesintiye uğruyor… Rejimi düzgün olarak nitelenecek iki nehrimiz Fırat ve Dicle var. Bu nehirler üzerine de çok sayıda hidroelektrik santral yaptık. Ama küresel ısınma var. 2002’de kuraklık oldu. Keban devre dışı kalıyordu. Güneşi verimli alıp kullanma potansiyelimiz var. Rüzgâr ise ancak bir adanın elektriğini karşılar. Rüzgâr esmediği zaman ne yapacaksınız? Yenilenebilir enerji Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamaz.”

Türkiye, nükleer olsa Kore’yi geçmişti…Türkiye’de nükleer tesis kurulmasa bile Türkiye’nin yakınındaki Ermenistan, Bulgaristan ve Ukrayna’daki tesislerde yaşanacak nükleer patlamalar ülkemizi etkileyecek. Çernobil’i gördük. Türkiye’nin nükleer santral kurmaması bu riski hafifletmiyor. Ama önlemler sıkı alınmalı, güvenlik üst seviyede olmalı”![24]

Bu nükleerci zırvalar karşısında güler misiniz, ağlar mısınız?!

Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin yaptığı araştırmalara göre, Çernobil kazası sonrası kan kanseri sıklığı yüzde 286, kemik iliği kanseri sıklığı yüzde 250, çocukluk çağı kan kanseri sıklığı da yüzde 250 arttı.

Nükleer Karşıtı Platform’un (NKP) verilerine göre de, Fukuşima kazasından sonra 100 bin civarında insan evlerini terk etmek zorunda kalırken kazanın Japon ekonomisine etkisi de 250 milyar doları buldu. Santraldan 30 km uzaklıktaki Minamisoma kentindeki bir lisenin bahçesinde normalin 2 bin katı radyasyon belirlendi.

Nükleer atıkların yok edilmesi de mümkün olmuyor. Bugün 1000 mw gücündeki bir nükleer santraldan yılda 30 tona yakın yüksek düzeyde radyoaktivite içeren nükleer atık çıkıyor. Bu atığın içerisinde 244 bin yıl radyoaktif kalan Plutonyum-239 izotopu da bulunuyor. Mersin Akkuyu’da kurulması düşünülen 4 nükleer reaktörden her yıl 100 tondan fazla yüksek düzeyli nükleer atık çıkacak. Ek olarak her bir reaktörden yaklaşık 300 ton orta, 450 ton düşük düzeyde radyoaktivite içeren atık da çıkıyor.

Nükleer enerjiye karşı çıkmak hayatı ve geleceğimizi savunmaktır!

Çünkü nükleer santraller/enerji, sürdürülemez kapitalist endüstriyalizmin ve yüksek teknolojiye tapınmanın en uç noktalarından birini temsil ederken; aşırı enerji tüketimine ve masif (büyük miktarlarda) enerji akışına olan bağımlılığı arttırır, enerji yoğunluğunun düşürülmesi girişimlerini baltalayıp; tüketim toplumunu, enerji israfını ve kullan at mantığını seçeneksiz hâle getirir.

Ayrıca nükleer silahlanmayla ve savaşlarla bire bir ilişkisi vardır, askeri ya da sivil reaktörlerin bazı tipleri nükleer silah hammaddesi üretir. Uluslararası güç dengelerinde barışçıl olmayan stratejik bir silah olarak kullanılır.

Bunların yanında yapımına antidemokratik süreçlerle, merkezi olarak ve kamuoyunda özgürce tartışılmasına izin verilmeden karar verilir; aynı şekilde yapılır ve işletilir. Toplumu “ikna etmek” için yalana yaslanan beyin yıkama/ rıza yaratma kampanyalarını kullanır. Özellikle yatırım aşamasında büyük rüşvetler döner.

Enerji verimliliği ve yenilenebilir/ alternatif enerji ekonomisine geçişin önünde engel oluşturur.[25] İklim değişikliğinin çözümü için asıl yapılması gerekenlere karşı kalkan olarak kullanılır.

Teknolojisi, yapım, inşaat ve güvenlik maliyetleri çok yüksektir. Riski çok büyük olduğu için sigortalanamaz ve finansal riski kamuya yüklenir. Yapım süresi çok uzundur, büyük gecikmeler yaşanır ve zamanında bitmez. Geri ödeme süresi çok uzundur.

Uranyum madenciliği ve yakıt üretimi/zenginleştirme aşamalarında sürdürülebilir olmayan kaynak bağımlılığı yaratır. İşletim ömrü 40 yıl kadardır ve bu aşamadan sonra devreye giren söküm maliyetleri çok yüksektir. Enerji üretimi verimsizdir (soğutma sırasında büyük miktarda enerji kaybı olduğu için üretilen net enerji miktarı düşüktür). Arızalarda üretim çok uzun süre durur, santral atıl hâle gelir.

Kazalardan kaçınılamaz, tasarım kusurları, yıpranma, mekanik ve insani hatalar nedeniyle kaza olasılığı yapısaldır. “Yeni” diye pazarlanmaya çalışılan modeller için başka bir deneme olanağı olmadığı için toplum “kobay” olarak kullanılacaktır. Kaza ve sızıntılar, yüksek toplumsal maliyete yol açar ve sınır tanımaz.

Normal işleyişi sırasında fark edilmeyen sızıntılar nedeniyle çevresinde radyoaktif kirlilik yaratır. Yüz binlerce yıl radyoaktif kalan atıkların zararsız hâle getirilmesi mümkün değildir. Çeşitli şekillerde yarattığı radyoaktif kirlilik hastalıklara, hayvan ve bitkilerde mutasyonlara yol açar.

Deprem sırasında kaza riski ortaya çıkar. Fay hatları yakınına reaktör kurulması ekstra risk yaratır. Sel ve tayfun gibi meteorolojik afetlerde kaza riski ortaya çıkar.

Soğutma suyunun geri verilmesi sırasında nehirlerin, göllerin ve denizin ısıl kirlenmesine neden olur ve sudaki canlı yaşama zarar verir. Küresel ısınmaya bağlı olarak suların aşırı ısındığı dönemlerde soğutma işlemi tehlikeye girer. Kapanan santrallar uzun süren söküm aşamasında nükleer atık hâline gelir.

 

ÇEVRENİN HÂL-İ PÜR MELALİ

 

Buraya dek aktardıklarım dikkate alındığında kimsenin inkâr edemeyeceği üzere: Emperyalist küreselleşmenin, sürdürülemez kapitalizmin canına okuduğu dünyamız, kirleniyor, acımasızca sömürülüyor.

Savaş, kan, gözyaşı, acı, yoksulluk ve kirlilik…

Bugünün enerji kaynaklarını ele geçirme mücadelesi, yarın su ve gıda savaşlarına dönüşecek.

Küresel güçler, yoksul ve azgelişmiş ülkelerde işbirlikçi yöntemlerle tarımı geriletiyor.

“Köylülükten kurtulun” dayatmasıyla büyük bir yalan propagandası sürdürülüyor.

Bedeli büyük kentlere göç ve işsizlik oluyor…

Kriz başladı…

XXI. yüzyılda bu kez gıda ve su için boğazlaşma yaşayacak dünya.

Birleşmiş Milletler bünyesinde açıklanan “Küresel Tarımın Durumu” raporu, bugünkü tarımsal üretim yöntemlerinden vazgeçilmesini ve çevreci bir tarım yapılmasını, genetiği değiştirilmiş organizmalarla (GDO) açlık sorununun çözülemeyeceğini gösteriyor.

Tarım, toprak, su, insanlığın beslenmesi çokuluslu şirketlerin eline geçiyor.

Tohum, ilaç, gübre, tekellerinde…

GDO’lu ürünlerle ayrıca insan sağlığını tehdit ediyorlar.

Acil önlem gerekiyor,

BM raporuna göre dünya toprakların yüzde 35’i tarımsal faaliyetler nedeniyle zarar gördü.

Tahıl fiyatları sürekli yükseliyor.

Küresel tahıl stoku, bilinen en düşük düzeyde.

Orta, Batı Asya ve Kuzey Afrika’da iklim değişikliğinin de etkisiyle biyoçeşitlilik kayboluyor.

Yenilenebilir su kaynaklarının yaklaşık yarısı, şimdiden gerekli düzeyin altına düştü.

Doğu, Güney Asya ve Pasifik’te tarımsal uygulamalar özellikle azot yoğun bir kirlenme yaratıyor. İklim değişikliğiyle büyük göçler kapıda.

Kolay mı? Komet’in ifadesiyle, “Her şey ‘harcanabilir’ artık bu sistemde. İnsan canı, ağaçlar, akarsular…”

Çünkü kapitalizm için aslolan kâr daha fazla kârdır… Bunun için de insan(lık)ın sömürüsü ve doğanın talanı “olmazsa olmaz”dır burjuvalar açısından!

Murray Bookchin’in, “Ne kadar iyi düşünülmüş olursa olsun küçük adımlar evrensel, küresel ve feci bir hâl almış problemleri kısmi olarak dahi çözemez. Eğer kısmi ‘çözümler’ denen birşey varsa bu sadece ekolojik krizin sabit doğasını gizlemek için kullanılan makyaj malzemesidir. Onlar bu suretle halkın dikkatini ve teorik içyüzünü, gerekli değişikliklerin derinliği ve genişliği hakkındaki yeterli kavrayıştan alıkoyarlar,” uyarısı eşliğinde ele alınması gereken kapitalist yıkım asla bir “ilerleme” değil, vahşettir.

Havelock Ellis’in, “… ‘İlerleme’ dediğimiz şey, bir musibetin yerini başka bir musibetin almasıdır,” çözümlemesiyle ele alınması gereken sürdürülemez vahşet; F. Engels’in, “Doğa üzerinde kazandığımız zaferden dolayı çok fazla böbürlenmeyelim. Böyle bir zafer karşısında doğa bizden öcünü alır,” dediği ufuktadır artık…

Söz konusu koordinatlarda ekolojik kavga ya da çevre hareket(ler)i, yoğun bir politik mücadele alanına dönüşürken; temel soru(n) şu: “Çevreyi kim kirletiyor?”

İşin özü sınıfsal olduğuna göre, doğrudan yanıtlayalım: Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı kesiyorken; kapitalizmin icraatlarıyla doğa yok ediliyor, yağmalanıyor, ekolojik yaşam bozuluyor.

Ne uğruna? Daha çok kâr için!

Canına okunuyor, çevrenin. Doğal yaşam alanı parçalanan, kirletilen insan(lık) bunun kurbanı, mağduru.

Zehir solumaya mahkûm ediliyor(uz). Hava, toprak ve suları(mız) kirletiliyor.

Oysa herkes, temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahip.

Bunlar kapitalizme, iktidarına yani bizdeki AKP’ye vız gelip tırıs gidiyor.

Enerji politikaları yüzünden ormanlar, zeytinlikler, tarım alanları, denizler, dereler talan ediliyor. Tüm canlıların doğal yaşam alanları bozuluyor.

AKP iktidarında, 2 milyon 573 bin futbol sahasına denk gelen yaklaşık 28 milyon dekar tarım arazisi imara, inşaata ve sanayiye kurban edildi.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, hâlâ utanmadan, sıkılmadan “tarım alanlarını koruyun” diye kamu spotu yayınlıyor televizyonlarda…

Bu yağmaya karşı ülkenin dört bir yanında itiraz ve isyan yükseliyor, insanlar ayaklanıyor. Yeter artık!

69 ilde şu an 478 HES var, 61 ile 534 HES daha planlanıyor.

Başta Karadeniz olmak üzere yurdun dört bir yanında dereleri, ırmakları zincirlenenler, HES’leri istemiyor.

Artvin’in Hacer Teyzesi “Sularımızı çalanlara haram olsun” diye haykırıyor.

Erzurum Tortum’da, HES’i protesto eylemlerine katıldığı için “HES çalışma alanlarında bulunmama, eylemlere katılanlarla görüşmeme” cezası verilen Leyla Yalçınkaya unutulmuyor.

Türkiye’nin en bakir coğrafyası Karaburun’da halk ayakta. Balık çiftliklerinin kirliliğine ve RES’lerin işgaline karşı çıkıyor.

Manisa Turgutlu Çaldağı’nda planlanan ve iki milyon ağacın kesilmesine yol açacak nikel madenine karşı mücadele tırmanıyor.

Sinop ve Mersin Akkuyu’da insanlar, yaşamlarını tehdit eden nükleer santrallara direniyor…

Termik santrallara gelince, tablo daha da karanlık!

6 bin zeytin ağacının bir gecede kesildiği Soma Yırca’da, Batı Karadeniz’in en önemli turizm bölgesi ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’nde yer alan Amasra’da, Bartın’da, Zonguldak Çatalağzı, Karadeniz Ereğli’de, AKP’li Belediye Başkanı Şenol Kul’u bile isyan ettiren Samsun Terme’de, Sinop Gerze’de, Ordu Ünye’de, Karaman Akçaşehir beldesinde, Çanakkale Karabiga’da planlanan santrallar, büyük tehdit!

Madencilik sektörü dağın, taşın, ormanın canına okuyor!

Kaz Dağları, Bergama, Havran ve Eşme’de, İzmir’in suyunun katledildiği Efemçukuru’nda, altıncıların çıkarı için insan ve doğa yok ediliyor.

Bu yüzden isyan var![26]

Nasıl olmasın?

Tayyip Erdoğan, “Yeşile hayranım, hastayım. Bize adeta çevre düşmanı gibi bir yaklaşım içinde olmak, çok büyük haksızlık olur” derken, İller Bankası’nın, sahte raporlarla Boğaz’ın Tarabya sırtlarındaki ormanlık alanı talan etmeye hazırlandığı ortaya çıktı. İmarda “çamlık” olarak geçen 20 bin metrekarelik alan, alelacele hazırlanan sözde “bilimsel” raporla birinci derece SİT alanı statüsünden çıkarıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yapılan tüm işlemleri anında onayladı.

Tarabya’daki birinci derece SİT alanı 20 dönümlük arazi, 12 milyon 150 bin dolara İller Bankası’na satıldı. Banka, bir özel şirkete 42 bin 800 TL karşılığında ‘Ekolojik Değerlendirme Raporu’ hazırlattı. Rapor doğrultusunda arsanın SİT alanı statüsü kaldırıldı.[27]

Nasıl olmasın?

  1. İstanbul Uluslararası Su Forumu’nda açılış konuşmasını yapan Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu “HES’lere karşı bir hareket var. Bunu anlamak mümkün değil. HES’ler çevrecidir,” derken; AKP, 2014 yılının başından Temmuz 2014’e kadar geçen süre içinde, toplam 165 adet “acele kamulaştırma” kararı aldı. Bu kararların dökümü: i) 39 HES, ii) 5 baraj ve HES , iii) 35 RES (Rüzgâr Enerjisi Santralı), iv) 41 enerji iletim hattı demekti… Üç alanda yoğunlaşan ve toplamı 120’ye ulaşan bu kararların dışında kalan 25 kararda ise bir adet kentsel dönüşüm, sulama, içme suyu, denizaltı kablosu, kentsel dönüşüm, jeotermal kazı, havaalanı pisti uzatımı gibi farklı konu ve projeler yer alıyordu… Yine Resmi Gazete’deki sonuçlara göre, Bakanlar Kurulu, 2011 yılında 28, 2012 yılında 160, 2013 yılında ise 250 adet acele kamulaştırma kararı almıştı… [28]

Taksim Gezi Parkı’na dayatılan Topçu Kışlası’yla; tarihi Haydarpaşa Garı ve çevresinde gerçekleştirilmek istenen rantsal dönüşüm projesiyle; Kadıköy’ün en büyük boş alanı Kuşdili Çayırı’na AVM inşa edilmek istenmesiyle; 3. Boğaz Köprüsü İhalesiyle; Ağaoğlu’nun Maslak 1453 Projesi ile Belgrad Ormanları katliamıyla; Atatürk Orman Çiftliği’nin yağmalanmasıyla betimlenen AKP çevreciliğiyle İstanbul’da Küçükçekmece Gölü’nün doğu kıyısında yer alan ve 1. derece doğal SİT alanı olan Soğuksu Korusu’na bitişik doğal SİT alanına rezidans ve AVM yapılıyorken; dünyaca ünlü antik kent Phaselis’in arazisinde ‘Dream of Phaselis’ adıyla turizm tesisi yapılması için Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı aldıklarını açıkladı.[29]

Ve birkaç örnek daha:

  1. i) Urla Zeytineli köyü yakınlarındaki Hacılar Koyu’nda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a armağan edildiği öne sürülen kaçak villalarla ilgili kamuoyundan gizlenen bilirkişi raporu ortaya çıktı. Hacılar Koyu’nun SİT statüsü 1. dereceden 3’e düşürüldü.[30]
  2. ii) Muğla’nın Milas ilçesinde, yedi yıl önce bir yangınla 150 hektarlık Halep ve kızılçam ormanlarının kül olduğu Güvencinlik Koyu’nda, bin yatak kapasiteli ikinci otel inşaatına başlandı.[31]

iii) 3. köprü, 3. havalimanı ve Kanal İstanbul projeleri yüzünden İstanbul’da Belgrad Ormanları’nın iki katı orman yok olacak.[32]

  1. iv) Yıllardır Kaz Dağları’ndaki siyanürlü altın işletmeciliğine karşı direnen kentte şimdi de 11 adet yeni termik santral yapılması gündemde. Bu santralların 5’i fokların yaşadığı mavi bayraklı plaja ve Priapos antik kenti ile ünlü Karabiga’nın 15 km’lik sahil şeridi boyunca uzanan el değmemiş bakir koylarına yapılıyor. Biga Yarımadası’nın tamamındaki termik santral projesi sayısı ise 7. Hazine’ye ait devlet ormanlarına yapılması planlanan santrallar hem yöre insanının sağlığını, hem de 360 bin ağacı tehdit ediyor.[33]

Bunlarda ve hatta çok daha fazlasında şaşırtıcı hiçbir şey yoktur.

Çünkü kapitalizm demek, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürmek demektir. Zira, kâr etmenin ve kârı büyütmenin başkaca bir yolu yoktur. Bu yüzden kapitalist üretim tarzı bir kadavra medeniyetidir. Ölü metalar medeniyetidir. Mesela, kapitalist için ağacın kesilmiş olanı makbuldür. Dünya neden giderek koca bir çöle dönüşüyor sanıyorsunuz? İçtiğimiz sudan kâr etmenin yolu onu metalaştırmak, şeyleştirmek, parayla alınır-satılır bir nesneye indirgemekten geçer. Sermayenin mantığı, çiftçinin kendi tavuğunun yumurtasını yemesini, kendi ineğinin sütün içmesini kabul etmez? Sütü ve yumurtayı satması gerekir. Bunun için de köylünün mülksüzleştirilmesi, toprağından, ineğinden, tavuğundan edilmesi gerekir… Zaten tavuk bir kere kapitalist tavuk çiftliğe girdiğinde o artık bildiğiniz tavuk olmaktan çıkmıştır… Nasıl çıktığı da herkesin malûmudur. Aynı şey inek için de geçerlidir… Fakat kapitalist mantık işi o aşamada bırakmaz. Bir sonraki aşamada sıra yumurtayı tavuktan, sütü inekten değil, kimyasal girdilerden üretmeye gelir… Eğer bu gün geçerli eğilimler ve süreçler durdurulamaz, tersine çevrilemez ise, yakın bir gelecekte tavuk ve inek sadece zooloji tarihi kitaplarında görülebilir hâle gelecektir…

Finansal portesi 30 milyar Euro olan, “çılgın proje” de denilen Kanal İstanbul, 1.9 milyar Euro harcanacağı söylenen 3. Boğaz Köprüsü, 22 milyar euroluk 3. İstanbul Hava Limanı, 1 milyar, 140 milyon euro’luk Ilısu Barajı, 17 milyar euro’luk Sinop Nükleer Santrali, 20 milyar dolarlık Akkuyu Nükleer Santrali, 1 milyar 70 milyon euroluk Avrasya Tüneli, 40 milyon euroluk olduğu söylenen Çamlıca Camii, şu ana kadar 1 Milyar 370 milyon TL harcandığı söylenen ve inşaatı devam eden kaç-Ak Saray… Bunlara hâlen faal olan 205 ve yapımı devam eden 514 HES, aynı şekilde sayısı belirsiz termik santralleri ve 114’ü İstanbul’da olmak üzere, 299 faal, 1222 kadar da yapımı devam eden 1521 AVM de eklendiğinde yıkımın manzarası az-çok netleşiyor… Aslında ilan edilen ve bilinen rakamlar yaklaşık maliyet rakamlarıdır. Projeler tamamlandığında, ilân edilenin hayli üstünde maliyet rakamlarının ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz… Dolayısıyla, yoksul halkın ödeyeceği faturanın ilân edilenin mutlaka üstünde olacağı kesindir… Fakat, sadece o kadar da değil, asıl önemli olan bir bütün olarak topluma, doğaya ve gelecek nesillere çıkacak olan faturadır…[34]

 

DOĞANIN KATİLİ SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZMDİR

 

Evet Joel Kovel’in deyimiyle, ekolojik krizin “etkin nedeni” -sürdürülemez[35]– kapitalizmdir!

Zira ekolojik yıkımla kapitalizmin kâr mantığı arasında içsel bir ilişki bulunmaktadır. Kapitalizm çerçevesinde doğa sınırsız ve sıfır maliyetli bir kaynak olarak algılanır. Kapitalizmin her şeyi metalaştıran, sürekli genişleyen, yayılan ve kısa dönemli kâra odaklı yapısı, doğayla uyumlu bir varoluşu gerçekleştirme potansiyeline sahip değil. Üstelik kapitalist sermaye birikim sürecinin kısmi akılcılıkla genel akıl dışılığı birleştiren kaotik yapısı, onun ekolojik kriz gibi küresel boyuta sahip bir meseleye çözüm getirme olasılığını yok eder. En önemlisi de kapitalizmin, ekolojik krizin derinleşmesi anlamına gelen sermayenin sınırsız genişleme ve büyüme eğilimini durdurması mümkün değil.

Dahası kapitalist rekabet kronik üretim fazlası krizlerine yol açarak doğa üzerindeki basıncı daha da arttırmakta. Günümüz kapitalizmi aşırı derecede bireyselleşmiş ve yoğunlaşmış bir tüketimi teşvik ediyor. Bu aşırı tüketim çerçevesinde bir taraftan tüketimin yoğunluğu ve miktarı artarken öte taraftan hızı da artar ve bu tüketim biçiminin yegâne sonucu doğanın talanının katmerlenmesidir.

Herkesin bildiği gibi ekolojik yıkımın sonuçlarının geri döndürülmesi ya da telafisi çoğu zaman çok güç, hatta imkânsız. Bundan dolayı sermayenin yarattığı ekolojik sorunların yine onun tarafından sermaye, teknoloji ve bürokrasi yoğun yollarla çözülmeye çalışılmasının (iklim krizinde bugüne kadar yaşanan süreci göz önüne getirelim) sonuç getirmesi neredeyse imkânsız gibi görünmektedir.

Dünyayı bekleyen tehlike dünya üzerindeki mevcut toplumsal sistemden kaynaklanıyor. Bu sistemin adı sürdürülemez kapitalizmdir! Egemen kapitalist sistem, üzerindeki tüm canlılarla birlikte, dünyayı bir erken ölümün eşiğine hızla sürüklüyor. Tekellerin ellerindeki nükleer, biyolojik, kimyasal silahlar gezegeni yok edecek gücü çoktan aşmış durumda.

Çevre sorunları aniden ortaya çıkmadı. Zaman içinde birikerek arttı. Hava, su, toprak kirlenmeye başladı; bitki ve hayvan türleri hızla yok oldu; küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi gibi doğal denge bozulmaları ortaya çıktı ve nihayet insan sağlığını tehdit eden, kitlesel ölümlere neden olan çevre felâketleri yaşanmaya başlandı. Sonuçta kapitalist sistemin efendileri bile, çevre sorunlarının tehlikeli boyutlara tırmandığını ve çözüm üretemediklerini söylemeye başladılar.

Kapitalizmden önceki sınıflı toplumlarda çevre sorunları daha çok yerel ve bölgesel düzeylerde yaşanıyordu. Gezegen üzerinde açılan bu tür yaralar nispeten küçük ve geçici olduğu için dünya kendini yenileyebiliyordu. Çevre sorunları kapitalizmle birlikte muazzam boyutlara ulaştı, sorunlar bölgesel düzeyden küresel felâketler düzeyine sıçradı. Bizzat çevrenin kendini yenileyebilme, temizleyebilme olanağı tehlikeye girdi.

İşsizlik, yoksulluk, kriz, savaş gibi sorunların yanı başına çevre sorunu da eklenmiş oldu. Bugün kendi yarattığı sorunlara çözüm üretemeyen bir sistem ile karşı karşıyayız.

Çevre sorunlarının temel nedeninin kapitalist üretim tarzı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Kapitalist üretim tarzı daha fazla kâr elde etme esasına dayanır. Üretim doğanın korunması ve insan ihtiyaçları gözetilerek gerçekleştirilmez. Kapitalizm için bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Daha fazla kâr için ormanlar katledilir, akarsular ve deniz kimyasal atıklarla ölü bir su birikintisine dönüştürülür, üretilen milyonlarca otomobille ve fosil atıklarla hava zehirli gazlara bulanır. Kapitalistlerin kârı demek, işçinin sömürüsü ve doğanın yağmalanması demektir.

Kapitalizm anarşik bir üretim biçimidir. İhtiyaca göre üretim yapılmaz. Bu tarz üretim, kaynakların ölçüsüz kullanılması sonucu muazzam israfa neden olur. Dünyamız şu anda tam bir teknoloji çöplüğüne dönmüş durumdadır.

Kapitalizmin özü şiddettir. Şiddet ister kendi aralarında ilân ettikleri barış zamanında olsun isterse fiili cephe savaşlarında olsun eksik olmaz. Savaşlarsa insan dahil olmak üzere doğa üzerindeki tüm canlıları öldürür.

Kapitalistler daha fazla kâr elde edebilmek için çevre konusunda alınabilecek en basit koruma tedbirlerini dahi uygulamamak için ellerinden geleni yaparlar. Fabrika bacasına filtre bile taktırmayan bir kapitalistten bitki ve hayvanları düşünmesini beklemek abestir. Doğal, temiz, yenilenebilir kaynaklarla üretim yapmak insan(lık)ın yüzyıllar öncesinde keşfettiği bir yöntem. Güneş, rüzgâr, termal kaynaklar, su, hidrojen gibi enerjilerden yararlanacak yöntemler fazlasıyla bilinmekte. Ancak tüm bu yöntemlerin maliyetleri şimdilik patronlara hem pahalı geliyor, hem de ellerinde yüksek kârlar sağladıkları fosil yakıtlar ve ucuz işgücü var. Kapitalistlerin derdi doğaya zararsız üretim değil, kâr için doğanın ve işgücünün hoyratça tüketimidir.

Kapitalizmin varlığı çevrenin yaşamasının önündeki en büyük engeldir. Doğayı bu sorundan kurtaracak yegâne güçse devrimci işçi sınıfından başkası değildir.

Çevre sorunlarını tartışmak, kampanyalar düzenlemek, suçluları teşhir etmek anlamlı. Çevre sorunları konusunda burjuva hükümetlere birtakım yasaların çıkması için baskı uygulamak da gerekli. Kişisel olarak bir ağaç dikmek dahi tümüyle faydasız değil. Ancak kapitalist sistem yaşamaya devam ettikçe, bunlarla sınırlı çabalarımızın hiçbir karşılığını göremeyeceğimizin de bilincinde olmalıyız. Bizim diktiğimiz bir ağaca karşılık kapitalistler yüzlerce ağacı kâr için keseceklerdir. Çevre söz konusu olduğunda kapitalistlerden reformlar talep etmek sorunun temelini asla ortadan kaldırmaz.

Çünkü doğanın dengesini bozan bizatihi sürdürülemez kapitalizmdir.

Kapitalistler, bırakın ekolojik felaket karşısında önlem almayı, kapitalist üretim sistemiyle doğayı katlediyorlar. Çevre, hava kirleniyor, ikilimler değişiyor, küresel ısınma gerçekleşiyor. Bununla birlikte buzullar eriyor, tayfunların şiddeti ve sayısı artıyor, dünyanın kimi bölgeleri aşırı yağışların, kimi bölgeleri ise kuraklığın yol açtığı felâketlerle boğuşuyor, canlı türleri yok oluyor, balıklar kıyılara vuruyor, kuşlar toplu hâlde ölüyorlar…

Kapitalist sistemde soru(n)lar ayan beyan ortaya çıktığında, sistemin ideologları çeşitli akıl oyunlarıyla halkı kandırmaya soyunurlar; soru(n) karşısında “özel günler” ilan ederler. Örneğin 50 milyon üzerinde insanı öldürdükleri savaşın ardından ‘Barış Günü’, ‘Hoşgörü Yılı’ ilan ettikleri gibi!

Bu türden günlerin ardında yatan asıl niyet, hem toplumu manipüle edip düzenin suçlarını örtbas etmek ve hem de bu arada daha fazla meta satıp kazanç elde etmektir. İşte Çevre Günü de bu günlerden biridir!

Ve unutulmamalıdır ki sınıfsal içeriğinden kopartılmış günler ve tutumlar burjuvaziye hizmet eder!

Bir kez daha tekrarlayalım: Çevrenin gerçek katili kapitalist üretim sistemidir, özel mülkiyet düzenidir. Çevre sorunlarının ortaya çıkması tek tek kapitalistlerin, kötü niyetli kapitalistlerin değil kapitalist sistemin genel sorunudur. Afrika kıtasının çölleşmesi de, Afrika insanının yoksullaşması da, savaşlarda milyonlarca insanın ölmesi de, birçok bitki ve hayvan türünün yok olması da birer sistem sorunudur.

 

MARKSİZM VE EKOLOJİ

 

Kapitalizm özü itibariyle, rekabetçi ve sürekli kâr gözeten bir sistem olduğu ve temeline sürekli büyümeyi aldığı için Karl Marx’ın da dediği gibi: “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” mantığı ile yüzyıllardır kontrolsüz bir talan ve yıkımı sürdürüyorken; ekolojiyi yeni icat edilmiş bir konu gibi gören çoktur. Ancak, kapitalizmin çevreyi yoksulları ve sömürgeleri zenginlerden daha fazla etkileyecek biçimde bozduğu XIX. yüzyılda Karl Marx ve Frederick Engels’in çalışmalarında dile getirilmişti.

1867 yılında Marx ‘Kapital’de İngiltere’nin İrlanda’ya karşı ekolojik sömürgeciliğinden söz ederken, “Bir buçuk yüzyıldır İngiltere İrlanda’dan toprak ithal etmiş, tarımcıların toprağın yok edilen maddelerini yeniden oluşturabilmelerine bile izin vermemiştir,” demişti.

Marx’ın ve Engels’in ekoloji konusundaki tartışmaları, zamanlarının genel anlayışının çok ötesindeydi. Bugün, Marx ve Engels’in söz ettiği ekolojik sorunlara göz atarsak, en acil çevre sorunlarımızla karşılaştığımızı görürüz: i) Kırsal ile kentsel alan arasındaki kopukluk, ii) toprağın bozulması, iii) kentlerde nüfus yoğunluğu, iv) kentsel atık sorunları, v) endüstriyel kirlilik, vi) endüstri atıklarının geri dönüşümüyle ilgili soru(n)lar, vii) gıda ve sağlık sorunları, viii) iş yerinden kaynaklanan sakatlıklar, ix) doğal kaynakların talanı, (ki bunlara fosil yakıt olarak kömür de dahil), ormanların yok edilmesi, seller, çölleşmeler, susuzluk, x) yöresel iklim değişiklikleri, xi) enerji sorunları, xii) türlerin değişen çevrelere uyum sorunları ve kıtlık… [36]

Bugün insan(lık), doğa ve toplumun birbiriyle diyalektik etkileşiminden kaynaklanan ve küresel ısınmanın simgelediği, gitgide hızlanan ekolojik krizle karşı karşıyayken; tek çözüm, “Kör bir gücün emrindeymişçesine üretimi sürdürmektense, üreticilerin, insan metabolizması ve doğa ilişkisini rasyonel bir biçimde, işbirliğiyle, insan doğasına en uyumlu ve en az enerji harcayan yöntemlerle yönetmeleridir,”[37] diyen Marx’ın işaret ettiği sistemdir.

Ki bu da soruna ilişkin çözümün -nihai kertede- Marksist sınıfsallığına işaret eder.

 

MARX VE EKOLOJİ

 

Tıpkı “Ekoloji bu sistemin içinde kurtarılamaz,” vurgusuyla John Bellamy Foster’ın, “Çevre sorunu, sınıf sorunudur” diyerek eklediği üzere:

“Birisi şunu sorabilir: İşçi sınıfına zarar vermeden çevresel adaleti nasıl geliştiremeyiz? İklim adaletine dair ilk çalışmalardan biri, Engels’in işçi sınıfının zehirli yaşam koşullarına ve sağlık açısından sonuçlarına maruz bırakıldığına, bunun sınıfsal ayrımı ve kent yapısını nasıl etkilediğine odaklanan ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ eseridir. Böylesi endişeler başlangıçta işçi sınıfı mücadelesinin parçasıydı. Çevresel adalet aynı zamanda fabrikaların içinde sağlık ve güvenliği kapsar. Bu sadece işe yönelik sendikal hareketin büyümesi ve bunun günümüz kapitalist sisteminde diğer işçi sınıfı sorunlarından, insanların özelde emek hareketi, genelde sınıf mücadelesinin çevresel adaletten ayrılmış biçimde çok sınırlı bir dizi soruna yoğunlaştığı şeklinde düşünmelerine olanak veren yasal/ politik düzenleme ile ayrıştırılmasıdır.”[38]

Marksizmin alternatif ekolojik tarz-ı siyaseti kimilerine “abartılı” gelse de, Marksizm’siz bir ekolojik alternatifin mümkün olmadığının altını çizerek devam edersek:

Karl Marx’ın (1818-1883) yaşadığı dönemde işaret ettikleri doğrudan ekolojiyle ilgili olduğu kadar, dolayımlıdır da.

Mesela Marx, kapitalizmin insanları kırsaldan kentlere sürükleyeceğini ve bunun sonucu olarak insanla toprak arasındaki metabolik ilişkinin bozulacağına değinmiştir. Yani insanların topraktan yararlanarak elde ettikleri yiyecek ve giyecek olarak tüketilen maddelerin tekrar toprağa dönmesi engellenmiştir. Marx, Kapitalde bahsedilen bu durumun özü olarak ise “kapitalist üretim tarzı, üretimi ve üretimin ana kaynağı olan emeği ve toprağı sömürerek artırılır,” demektedir.

Gerçekten de Marx, burjuvazinin bütün zenginlikleri, toprağı ve emeği adeta sülük gibi emiyor olmasından büyük endişe duymakta ve bu nedenle, kapitalizm-sonrası toplumlarda doğal kaynakların kullanımında azami dikkat sarf edilmesini istemekteydi. İşte duyduğu bu endişe nedeniyledir ki, toprak ve diğer “yaşam kaynaklarının” toplumsal mülkiyet kapsamı içine alınmasında ısrar ediyordu. Bu bağlamda, Gotha Programı’nın toprağın bir emek unsuru olduğunu açıklıkla belirtmiyor olmakla eleştiriyordu. Marx’a göre, bu nedenle toprağın toplum mülkiyetine geçirilmesi ile insanın ayrılmaz bir parçası olan toprağın kurtuluşu sağlanmış olacaktı.

Ama Marx böyle bir toplumsal mülkiyeti hiç de üzerinde yaşayan tüketicilerin gereksinimlerini karşılamak üzere, toprağın sömürülmesi anlamını taşımayacağını belirtiyordu. Tersine, toprağın kapitalist mülkiyetini ortadan kaldırıp, yerine komünal bir kullanım hak ve yetkisi öngörüyordu.

Üretim araçlarında (toprak, fabrikalar, vs.) ortak mülkiyetin onların korunması ve kollanmasında bir sorumluluk kaybına yol açtığına ilişkin yanlış bir kanı vardır. Bu durumun, doğal kaynaklar üzerinde hiç bir denetim sağlanamamasına yol açtığı ileri sürülür. Oysa tersine, kapitalist üretim tarzında hâkim üretim anarşisi ile kıyaslandığında, Marx’ın doğal kaynakların kullanımı ile bağlantılı olarak öngördüğü toplumsal hak ve sorumlulukların bunların korunması ve kollanması bağlamında çok daha etkili sonuçlar vereceği açıktır.

Marx’ın gelecek toplumların toprak üzerindeki sorumluluklarına yaptığı vurgu, onun komünist toplumda insan ve doğa arasında kaçınılmaz birlikteliğin bilinçli ve toplumsal olarak algılanacağı öngörüsünden kaynaklanır. Marx ve Engels için insan ve doğa “iki ayrı varlık” değildir; bu nedenle onlar için söz konusu olan “bir tarihsel doğa ve doğa tarihine” sahip bir insanlıktır. Engels, gelecekteki toplumda, insanların “doğa ile bir bütün oluşturduğunu duyumsamakla kalmayacak, aynı zamanda bunu biliyor olacaklardır.” Marx ise, komünizmi “insanın doğası ile bütünleştiği” bir toplum olarak görmektedir.

Bütün bunlar, doğa-insan ilişkilerinin kapitalizm-sonrası toplumlarda alacağı biçimler üzerinde Marksist değerlendirmeler olması bağlamında önem taşımaktadır.

Marx ve Engels, insan kurtuluşunu onu köle hâline getiren üretim araçlarındaki kapitalist mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaktan geçtiğini ortaya koydu. Ama bu özgürlük, hiçbir zaman doğa yasalarına karşı koyma veya bu yasaların getirdiği zorunlu koşulları göz ardı etme anlamına alınmamalı. İnsan topluluklarının izlediği üretim tarzı, üretim güçlerinin veri koşullar altında ulaştığı düzey ile bağlantılı ve bu anlamda kapitalist üretim tarzı ve onun insan emeği için getirdiği sınırlara karşı çıkılması, doğa yasalarına karşı çıkmakla eş tutulmamalı. Tersine, üretim süreci içinde tarihsel nitelik taşıyan ve bu nedenle yeri ve zamanı geldiğinde tarih sahnesinden silinecek üretim ilişkileri ile toplumun üretim faaliyetlerini yürüttüğü doğa ve onun evrensel nitelikteki yasalarına karşı çıkılması aynı kefeye konmamalı. Tersine insan bu doğal yasaların daha iyi anlaşılması ve onun esaslarına uyulması sayesinde insanlık yararına kullanılması ve değerlendirilmesi öngörülmeli

Marx’ın önerdiği toplum modelinin ekolojik olmadığına ilişkin yöneltilen eleştiriler, genellikle Marx’ın kapitalizmi algılayışı ve yorumlayışının eksik yada yanlış değerlendirilmesinden kaynaklanır. Bu durum, Marx’ın komünist toplumun kurulması için öngördüğü geçiş dönemi ile bağlantılı olarak özellikle vurgulanmaktadır.

Marx, komünist topluma geçiş aşaması ile bağlantılı olarak şunları söyler: “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş bir komünist toplum değildir, tersine kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplumdur. Dolaysı ile iktisadi, manevi, entelektüel her bakımdan bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ daha taşımaktadır.”[39]

Tüm bunlarla birlikte ekolojik krizi, Marksist terimlerle açıklamak mümkündür. Çünkü kapitalizm, Marx’ın tarif ettiği üzere, her şeyi yok eden büyük güçtür. Üretimin sürekli artırılması ilkesi ile işleyen kapitalist sistem kendinden önce var olanlarla birlikte, kendi yarattığı değerleri dahi yok etmektedir. Doğa her ne kadar kapitalizmin ürettiği bir şey olmasa bile en çok onun tarafından tahrip edilen bir olgudur.

Marx, teknolojinin insanı özgürleştiren yönünü gelişme için bir zorunluluk olarak görmekte iken, kapitalizmin yorumunun teknoloji ve endüstrinin insanı meta kölesi hâline getirdiği saptamasını yapmaktadır. Teknolojik gelişme, üretici güçler ve doğal güçler arasında bir çatışma yaratmaktadır. Bu sebepten dolayı artık üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın arasına doğanın tahribatının da eklenmesi gerekmektedir.

Ekolojik yaklaşımı artı değer teorisinde de bulmak bazı yorumlamalarla mümkün olabilmektedir. Değer, emek tarafından yaratılırken, fiyat hammadde fiyatı, emeğin geçimlik düzeydeki ücreti, vergi, harç gibi yönetimsel giderler ve artı değerin toplamı şeklindedir. Bu açıdan bakıldığında kârı yaratan artı değer kapitalizmin çekirdeğini oluşturur ve sömürünün, adaletsizliğin temelidir ve herkesin fikir birliğine vardığı şekliyle kapitalizmin tek sömürü kaynağı emekçiler değildir. Doğa da bu sömürüden nasibini yeterince almaktadır. O hâlde emeğin sömürüsü direkt üretici güç için bir sömürü oluşturuyorken, doğanın sömürüsünde gelecek nesillerin tümünün sömürüldüğünü söylemek mümkün olacaktır.

Kaldı ki Marx’ın “sermayenin ulusal sınırlar tanımadığı”na yönelik belirlemesi en açık biçimiyle ekolojik bozulma boyutunda somutlaşmaktadır. Kapitalizm ucuz hammadde, ucuz emek ve yeni pazar arayışlarına, günümüzde bir de tehlikeli sanayi atıklarını depolayabileceği ve/veya kirletici üretim teknolojileri transfer edebileceği, çevresel yasa ve yönetmeliklerin yetersiz olduğu, ülkelerin arayışı içerisindedir.

Kapitalizmin doğayı tahribi ve bu güdüyü fütursuzca devam ettirme isteği ancak sosyalist bir planlama çerçevesinde gerçekleştirilecek endüstrileşme çabası ile ortadan kaldırılabilir. Yani sorunun çözümü teknolojik yeniliklerin ve endüstrileşmenin ortadan kaldırılmasıyla değil, kapitalist endüstriyel yapının maksimum kâr güdüsünden kurtarılarak insanı ve insanın doğanın tüm bileşenleriyle uyum içinde yaşamasını merkeze koyan yaklaşımı benimsemesidir.

İşaret ettiklerimize ilişkin olarak Marx’ın ‘Kapital’deki şu saptaması son derece açıklayıcıdır:

“Toplumun daha yüksek bir iktisadi biçimi açısından, tek tek bireylerce, yeryüzünün özel sahipliği, bir adamın ötekine özel sahipliği kadar saçma görünecektir. Bütün bir toplum, bir ulus bile, ya da hatta hepsi bir arada var olan toplumların tümü birden bire yeryüzünün sahibi değillerdir. Bunlar onun yalnızca zilyetleri, yararlanma hakkı sahipleridir ve boni patres familias- ailenin büyük babası gibi onu gelecek kuşaklara, ilerlemiş bir durumda devretmeleri gerekir…”[40]

 

MARKSİST EKOLOJİ

 

Burjuva sınırlardaki “sürdürülebilir”ci çevreciliğin etkisi kırılsa da hâlen varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. “Çevreyi koruma, ekolojik dengenin bozulmaması” adına kapitalist sistem sınırlarında, onun yırtık söküklerini tamir etmenin ötesine geçemeyen bu hareketi, ayrıca Marx ve Engels’in ekoloji üzerine bir şey söylemediği yalanına sarıldığı da herkesin malumudur.

Oysa kimsenin inkâr edemeyeceği üzere: İnsanın doğal süreçlerin evrimsel bir ürünü olduğundan hareketle Marx ve Engels insanın/ toplumun doğayı kendi amaçları doğrultusunda, yönlendirme ve değiştirme güdüsünün bilincindeydi. Bütünsel ve diyalektik bir doğa anlayışına sahip olan Marx ve Engels, toplumsal bilim alanındaki çalışmalarında sadece tutucu idealizm ve doğaüstücülükle mücadele etmediler, insanın tarih ve doğanın şekillenmesindeki yaratıcı gücünü ortaya çıkartmaya uğraştılar. Ancak toplumsal bir varlık olan insanı aynı zamanda doğal bir varlık, doğayı ise insanın bir parçası olarak algıladılar.[41]

Oysa Marx ve Engels yaşadıkları yüzyılda çevre sorunları ve ekolojik dengenin bozulması bugünkü boyutlarda değildi. Bu nedenle de insanlık açısından bu denli önemli ve acil de değildi. Buna rağmen Marx, ‘Kapital’de, Engels de, ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nda konuyu ele aldılar. İşçi sınıfının yaşamlarında, kapitalizmin onları mahkûm ettiği çevre kirliliği ve sağlıksız yaşam koşullarının onların yaşamını nasıl olumsuz etkilediğini ayrıntılı biçimde betimlediler.

Marx olsun, Engels olsun, pek çok konuda olduğu gibi ekoloji ve çevre sorununda da kendi çağlarının önlerine çıkardığı boyutuyla sorunu ele alırken, çoğu kez onu da aşarak konuya dair bir perspektif ortaya koydular.

Marx, ‘Kapital’de değerin analizini yaparken, değerin iki kaynağından, emek ve doğadan bahseder. Doğal nesneler olmadan emeğin değer üretemeyeceğini belirtir. Yine kapitalist büyük sanayinin gelişimiyle beraber doğanın ve onun bir parçası olan emekçi sınıfın, proletaryanın nasıl sömürüldüğünün üzerinde uzun uzun durur.

‘Grundrisse’de de doğanın nasıl yağmalandığına değinir. Ayrıca en başta ‘Alman İdeolojisi’ olmak üzere Marksizmin kurucuları pek çok çalışmalarında, yaşamın, insanla doğa arasındaki madde alışverişi temelinde hareket eden bir metabolizma olduğunu belirtirler. Yine kapitalizmin gelişmesinin kır-kent ayrımını nasıl derinleştirdiğini, insanla doğa arasındaki madde alışverişini bozarak doğayı nasıl tahribata uğrattığını, toprağı nasıl sömürdüğünü gösterirler. Verimi düşen toprağın verimini arttırmak amacıyla kapitalizmin kimyasal destekli tarımı geliştirdiğini; bunun bir sonucu olarak su kaynaklarının kirlendiğini, bunun da diğer canlı türlerinin yaşam alanlarını ve yaşamlarını nasıl bir yıkıma sürüklediğini gösterirler.

Belki Marx’ta ve Engels’te petrol türevleri ve sentetik madde üretimi ve kullanımının sonuçları üzerine pek fazla bir şey bulmak mümkün değildir. Ama dedik ya, insanlar, ancak önlerine çıkan sorunları çözebilirler. Bu bağlamda özellikle belirtmek gerekir ki, petro-kimya endüstrisi ve sentetik maddelerin dünyada bu kadar yaygın üretimi ve tüketimi, öncesi olsa da II. Emperyalist Savaş sonrasına denk gelir. Bunu hazırlayansa sermayenin bedavadan el koyduğu bilimin üretici bir güç olarak sermayenin hizmetine koşulmasındaki yoğunlaşmadır. Bu dönem, tekelci sermayenin daha çok kâr uğruna muazzam büyüklükte bir meta kütlesi üretimini gerçekleştirmesiyle önceki dönemlerden ayrılır. Burada iki yanlı bir doğa tahribatı yaşandı. Bir yandan muazzam büyüklükteki meta üretimi için gereken hammadde miktarını elde etmek uğruna doğanın yağmalanması, sömürülmesi yaşandı.

Küresel ısınma, karbon salınım dengesindeki bozulma, biyosferdeki yaşam koşullarını hızla bozmakta, giderek geri dönülmez bir noktaya doğru savurmaktadır. Bu duruma “çözüm” olacak burjuva yaklaşımı ya “piyasa koşullarına” uygun kolaylıklar ya da “çevre vergisi” gibi önerilerden öteye geçmiyor. Burjuva çevre hareketlerinin durumu da bundan farklı değil. Burjuva bakış açısıyla hareket edenler, ekolojik dengeyi bozarak çevre yıkımını yaratan asıl olgunun kapitalizm olduğunu reddediyorlar.

Oysa asıl sorumlunun sermayeye dayalı bu üretim sistemi olduğunu kabul etmeyen ve kapitalizme karşı çıkmayan hiçbir “çözümün” çözüm olamayacağı açıktır. Üstelik çevre felaketlerinden yaşamları doğrudan etkilenen halk kesimlerinin burjuva çevre hareketinin etkisi altında kalarak onların çizdiği sınırlar içinde bir mücadele sürdürmesi de, çevre felaketlerinin asıl yaratıcı olan tekeller tarafından yeni kâr-sömürü alanları olarak değerlendirilmektedir. Organik tarımdan geri dönüşümlü eşya kullanımına dek bu görülüyor.

Kapitalist piyasa temelinde hareket eden burjuva çevre-ekoloji politikaları, sermayeye dayalı üretimin doğal zenginlik kaynaklarının kısıtlılığını ve bunun da sermaye birikimine hizmet etmesinin gerekliliğini bir ön kabul olarak alır, almak durumundadır.

Ancak asla unutulmamalıdır ki sürdürülemez kapitalist çevresel sömürü düzeninde ekoloji sorununun müsebbipleri, kâr hırsı ile gözleri dönmüş sanayiciler, doğayı ve yaşama alanımızı yağmalayan uluslararası tekellerdir.

Ekolojik felaket(ler)in nedeni kapitalist sistemdir. Çünkü kapitalist sistemde her firma emek gücünü, bütün toplumu ve çevresel dengeyi etkileyecek uzun vadeli sonuçlarını göz önüne almadan kârını yükseltmeye çalışır. Çünkü şirket rekabetin ve sermaye birikiminin öznesidir. Politik, ekonomik, çevre felaketlerini yaratan uzun vadeli etkileri göz önüne alınmadan kısa ve orta vadedeki kârlar hesaba katılarak yapılan yatırımlardır.

Yaşanan ekolojik felaketler sonucu gelinen noktada soru(n) sistemin ve onun kapitalist doğasının kapsamlı eleştirisidir. Ayrıca sorun toplumsal ilişkileri meta ilişkilerine indirgeyen kârı ve kârlılığı esas alan işleyişi nedeniyle sebep olduğu zarar ve yıkımın, doğa ve insanlığa yüklediği maliyetin muhasebesini yapmayan piyasanın eleştirisidir.

Çünkü özel mülkiyetin, pazar ekonomisinin, kişisel servet peşinde koşmanın ve insanın olduğu her yerde yaratılmaya çalışılan rekabetin mekanizmaları insanlığı tehlikeye sürükleyen dinamiği sürekli beslemektedir. Sistemin krizi derinleşti, yeni bir genişlik ve nitelik kazandı. İnsanî yaşamın gelişmesi, yaratıcı çalışma, toplumsal ilişkiler için temel öneme sahip mallardan vazgeçip, yararsız mal yığılmasına yol açan sistemin akıl dışılığı giderek daha çok kişiyi bilinçlendiriyor. Kapitalist sanayi uygarlığının bedeli yerine konulamaz olduğu kabul edilen ama şimdiden kıtlığı çekilen saf su, zehirlenmemiş hava gibi şeylerin yitirilmesidir. İnsanlar, üretimden dışlanmış büyük bir kitleyi sıra dışı hâle getiren, daha az insanı daha yorucu işlere yollayan kapitalist sistemin akıl dışılığını giderek artan bir şekilde hissediyor.

Kapitalist sistemin getirdiği yeni sömürü düzeni içinde çevresel problemlere pratik bir yaklaşım her burjuva hükümetinin programının bir parçasını oluşturuyor. Su, hava ve toprak kirliliğine sınır koymak için genel bir çabadan bahsedilebilir. Bunlara üretim süreci artıklarının tehlikeli etkilerini azaltıcı aşamalı projeleri de ekleyebiliriz. Bu hassasiyetlerin oluşması bir bakıma gelecek için iyi gibi görünmesine karşın, bu hassasiyeti bir sömürü aracı olarak kullanan kapitalizmin bu yönüne de dikkat çekmek lazım.

Kapitalist emperyalist sistem düzeyinde dünya ölçeğinde “kirletme hakkının pazarlanması” sistemini kabul ettirmeye çalışan çok geniş bir saldırı söz konusu. Örneğin küresel ısınma sorununda her ülkeye takas edilebilir bir kirletme kotası veren mekanizmada karar verme gücü kirliliğin ticaretini kendi uygun gördükleri şekilde yapabilecek finansal gücü elinde bulunduranlara aittir. Güneyin ve doğunun birçok borçlu ülkesi kendi kotalarını emperyalist merkezlere satma riski almaktalar.

Bu sistemin temelinde çevresel duyarlılıklar kullanılarak “yeşil ürünler” adı altında sunulan mal ve hizmetlerin tüketim ve kullanımının arttırılması da var. Kontrol et ve yönet yaklaşımına serbest pazar işleyişi de eklenerek önce yasal düzenlemeler oluşturuluyor. Bunları kamuoyu araçları ile yapılan alt yapı oluşturma çalışmaları izliyor. Sonuçta bu ülkeler sıklıkla arıza yapan, yasaların çöpe atıldığı, eski teknoloji çöplüğüne dönüşmüş çevresel sömürü düzeninin bir parçası hâline getiriliyorlar.

Bu elbette kabullenilemez. Çünkü işçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından doğa kullanım değeri olarak insanların gereksinimlerini karşılayan bir işleve sahipken, sermaye, onu değişim değerine indirger. Kapitalizmin kendisinde var olan bu çelişkinin çözümü kapitalizm koşullarında mümkün değildir.

Çünkü kapitalist üretim kendi doğası gereği meta üretimidir, değişim değeri üretimidir. Bir nesnenin meta olabilmesi içinse son alıcının bir gereksinimine cevap vermesi, yani kullanım değerine sahip olması bir zorunluluktur. Kapitalizmin kendisinde verili olan bu çelişkinin çözümü kapitalist üretim koşulları altında mümkün değildir. Bu çelişki ancak kolektif mülkiyet temelinde üretimin yapıldığı; insanlığın çok yönlü ve sınırsız gelişiminin sağlandığı özgür koşullarda çözülebilir.

Çünkü burada üretim, artık değişim değeri üretimi değil, kullanım değeri üretimidir. İnsanların özgür ve birlikte evrimi, toplumun ve doğanın birlikte sürdürülebilir evrimine bağlıdır. Ki, bu evrim kapitalizm koşullarında mümkün değildir. Bu evrimin ön koşulu yeni ve daha ileri bir toplumsal sisteme geçiştir. Sadece sermayenin değil, insanın insanı sömürmesinin her biçiminin ortadan kaldırılması, insanın yeteneklerinin ve gereksinimlerinin çok yönlü ve zengin gelişiminin önünü açarak, doğa ve insanın uyumlu birlikte evrimi gerçekleşebilecektir.

Üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti gerçekleştiği zaman, ancak o zaman gerçekleşecek olan kolektif üretimin ve insani gelişimin özgürleşmesi sağlandığı gibi, doğa bilimiyle insan bilimi de birleşip tek bilim hâlini alacaktır. Bu koşullar altında bütün toplumun ekolojik dengeyi de içeren insanla doğanın uyum içinde ortaklaşa evriminin yolunu açacak bilimsel gelişmeye bağlı olarak teknolojik gelişme de bütün toplumun ortaklaşa denetimi altına alınacaktır. İnsancıl tarihe bu geçiş, insanı gerçek anlamıyla ilk defe özgürleştirecek insanla birlikte doğanın da kurtuluşunu sağlayacaktır.

O hâlde bir kez daha hatırlatalım:

Genellikle ekolojik sorunlar, insanlık sorunu olarak görülür. Bütün insanlığı ilgilendiren, etkileyen olaylar bütünüdür söz konusu olan, çünkü hava kirlendiğinde, su kirlendiğinde, toprak kirlendiğinde bu kirlilik bütün insanları etkiler, dolayısıyla zengin ya da yoksul ülke ya da insan fark etmez. Risk Toplumu kitabının yazarı sosyolog Ulrich Beck’in bir sözü var: ‘Yoksulluk hiyerarşiktir, kirlilik demokratiktir.’

Hâl böyleyse, neredeyse uygarlığın sonunu getirecek küresel ısınma, iklim değişikliği ve diğer çevresel sorunların yani ekolojik sorunların üstesinden topyekûn insanlık olarak neden gelemiyoruz? Sorun sadece yoksulları ilgilendiriyor olsaydı, yanıtı çok basitti: Görmezlikten gelmek! Ama sorun zenginlerin de sorunu hatta tüm dünya halklarının sorunu, kısacası sorun tüm insanları ilgilendirdiği için kolay çözülebilir gibi gözüküyor. Ama nihai kertede böyle değil…

Ekolojik sorunlar aslında toplumsal eşitsizliklerle ilgilidir yani sınıfsaldır. Bir başka deyişle hangi sınıfın iktidarda olmasıyla ilgilidir. O hâlde en sonda söyleyeceğimizi şimdi söyleyelim: Aslında ekolojik sorunlarla mücadele bir sınıf mücadelesidir, ekolojik sorunlar böyle görülmediği durumlarda beraberinde sadece çözümsüzlükler üretirler. Çünkü doğanın fiyatı olmadığını ileri süren kapitalist sistem ve birikim modeli, çevrenin yıkımının ilk sorumlusudur. Günümüz koşullarında bu yıkımı gerçekleştirmeden sermaye birikimi sağlanması imkânsız görünmektedir, sorunun kökü buradadır.[42]

Bunun altını defalarca çizerek diyeceklerimi bitiriyorum…

Sürdürülemez kapitalizm konusunda öncelikle, Evo Morales’in Aralık 2009’daki ‘Kopenhag İklim Konferansı’ndaki, “Daha iyi yaşamak, insanları sömürmek demektir. Doğal kaynakları talan etmek demektir. Egoizm ve bireyciliktir. Bu nedenle, kapitalizmin bu tür vaatleri dayanışma veya tamamlayıcılık içermez. Karşılıklılık söz konusu değildir. İşte bu yüzden, hayatımızı başka türlü yaşama yollarını; daha iyi değil iyi yaşama yollarını bulmaya çalışıyoruz. Daha iyi yaşamak daima bir başkasını göz ardı etmek demektir. Daha iyi yaşamak çevreyi yok etmek demektir,” sözleriyle birlikte; reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğu deneyimine yönelik eleştirileri elbette ciddiye almalıyız.[43]

Bir de Rudolf Bahro’nun, “Ekolojik bunalım, kapitalizme vedayı zorunlu kılacak. Üzerimize doğru gelmekte olduğunu gördüğümüz mutlak felaket tehlikesinin özü, genel olarak kapitalizmin bunalımı olarak adlandıra geldiğimiz olaydır,”[44] saptamasını unutmamalıyız…

 

13 Aralık 2014 15:13:49, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 20 Aralık 2014 tarihinde AKA-DER Kadıköy’de (İstanbul) yapılan konuşma… 5 Ocak 2015’de tarihinde AKA-DER Kızılay’da (Ankara) yapılan konuşma… 11 Nisan 2015 tarihinde Ankara Kuğulu Park’ta düzenlenen ‘1 Mayıs Ekoloji Şenliği’nde yapılan konuşma…

[2] Tagore.

[3] Johann Hari, “Kopenhag İklimin Tabutunu Çiviledi”, The Independent, 19 Aralık 2009.

[4] Joss Garman, “Kopenhag Tarihi Bir Maskaralık”, The Independent, 20 Aralık 2009.

[5] “Zenginler ve Yoksulların Çevre Konusunda da Dünyaları Ayrı!”, Radikal, 18 Aralık 2009, s.11.

[6] Dünyayı en fazla kirleten endüstrilerin başında enerji yüzde 47 ile ilk sırada geliyor, onu yüzde 30 ile sanayi, yüzde 11 ile ulaşım ve yüzde 7 ile binaların ısıtma/soğutma sistemleri takip ediyor. Küresel ısınmanın yüzde 63’üne 90 şirket sebep oluyor. Bu 90 şirket arasında Chevron, Exxon Mobile, BP, Shell, British Coal Corp., Saudi Aramco, Gazprom, Statoil gibi fosil yakıt devlerinin bulunması tesadüf değil. (Pelin Cengiz, “İklimle Küresel Kumar”, Taraf, 16 Nisan 2014, s.6.)

[7] “İklimi Kurtarmak İçin 1200 Limuzin, 140 Uçak”, Milliyet, 8 Aralık 2009, s.6.

[8] “İnsanlık İçin Son 10 Yıl…”, Milliyet, 7 Aralık 2009, s.15.

[9] “Gelecekten Dönüş Yok”, Yurt, 4 Kasım 2014, s.4.

[10] George Monbiot, “Kar Taneleri, Küresel Isınmanın ta Kendisi”, The Guardian, 20 Aralık 2010.

[11] Bloomberg, 6 Ağustos 2012.

[12] http://climate.nasa.gov/effects/

[13] The Economist, 16 Temmuz 2012, The Financial Times 5 Ağustos 2012.

[14] The Los Angeles Times, 19 Temmuz 2012.

[15] Fatih Aça, “Küresel Yalan”, Yeni Şafak, 18 Mart 2013, s.8.

[16] “Abartıyorsunuz”, Milliyet, 28 Ocak 2010, s.4.

[17] “Küresel Isınma Yavaşladı”, Milliyet, 26 Mayıs 2013, s.8.

[18] “Isınma Karşıtlarını Para Isıtıyormuş!”, Radikal, 9 Şubat 2010, s.2.

[19] Erinç Yeldan, “İklimi Değil, Sistemi Değiştirmek İçin”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2014, s.11.

[20] Ekin Erdem Evliya, “Sınıfsal Afetler”, Kaldıraç, No:162, Aralık 2014, s.130-137.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “Uygarlık İntihar Ediyor!”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2013, s.4.

[22] Koray Çalışkan, “Bugünkü Görevin, Tabii Kabul Edersen”, Radikal, 10 Ağustos 2012, s.6.

[23] Malte Lehming, “Nükleer, Muhafazakâr İdeolojiyi Çökertti”, Der Tagesspiegel, 17 Mart 2011.

[24] Erdinç Akkoyunlu, “Klasik Enerji Kaynakları Nükleere Alternatif Olamaz”, Star, 22 Mart 2011, s.10.

[25] “2010’da dünyada rüzgâr enerjisinden 194.000 MW elektrik üretilmiş. Bu, takriben 170-190 nükleer reaktörün üretim kapasitesi demek”tir! (Ahmet İnsel, “Nükleer Santral Sevdası”, Radikal, 5 Nisan 2011, s.6.)

[26] Serdar Kızık, “Çevre Mücadelesi Politiktir!”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2014, s.13.

[27] Fırat Kozok, “AKP Boğaz’ı Çok Sevdi”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2014, s.8.

[28] Çiğdem Toker, “Altı Buçuk Aylık Bilanço: 165 Acele Kamulaştırma Kararı!”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2014, s.10.

[29] Umut Erdem, “… ‘Dream of Phaselis’e Koşullu Vize”, Radikal, 14 Nisan 2014, s.4-5.

[30] Emre Döker, “Villalara Yeni Bilirkişi”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2014, s.6.

[31] Kayber Avcı, “Yeşillendirileceği Söylenen Orman Arazisine İkinci Otel”, 2 Ekim 2014… http://www.zaman.com.tr/gundem_yesillendirilecegi-soylenen-orman-arazisine-ikinci-otel_2248179.html

[32] Özlem Güvemli, “… ‘Çılgın’ Katliam”, Cumhuriyet, 26 Mart 2014, s.20.

[33] Özlem Güvemli, “Çanakkale’de Hava Kara Bulutlu”, Cumhuriyet, 6 Aralık 2014, s.18.

[34] Fikret Başkaya, “Kadavra Medeniyeti”, Devrimci Karadeniz, 8 Aralık 2014… http://devrimcikaradeniz.com/2014/12/08/kadavra-medeniyeti/

[35] Murray Bookchin doğa ile birlikte sürdürülebilir bir kapitalizmin mümkün olabileceğini ileri sürüp, teknolojinin doğal döngülerin yerini alacak sentetik çözümler üretebileceğini söyleyebilmektedir: “Doğa ‘öcünü’ alacaktır. Bu ‘öç’, bizler ve memeli akrabalarımız gibi karmaşık canlı türlerinin yaşayamayacakları bir gezegen olabilir. Ancak teknolojik yeniliklerin giderek artan hızı, nükleer bilimin ve biyoloji mühendisliğinin maddenin ve yaşamın gizlerini ortaya çıkarmakta kullanılması düşünülürse, doğal süreçlerin yerini büyük sanayi kuruluşlarının alması, böylece de çöken doğal döngülerin yerine sentetik bir çözümün ikame edilmesi olanaklıdır.” (Murray Bookchin, Toplumu Yeniden Kurmak, Çev: Kaya Şahin, 1999, Metis Yay., s.131.)

[36] John Bellamy Foster, “Marx ve Küresel Çevre Tartışması”, 4 Aralık 2007… http://akademimakale.blogspot.com.tr/2010/05/marx-ve-kuresel-cevre-tartsmas-john.html

[37] Karl Marx, Kapital, Cilt III, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 2011.

[38] ‘En Lucha’ dergisinden Aleix Bombilla, John Bellamy Foster ile “Marksizm ve Ekoloji” üzerine yaptığı söyleşi… http://gercegingunlugu.blogspot.com.tr/2010/02/foster-ekoloji-bu-sistemin-icinde.html

[39] K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2002, s.29.

[40] Karl Marx, Kapital, Cilt III, Kısım VI, Bölüm 46, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 2011.

[41] Marksizm ve Ekoloji, Derleyenler: G. N. Demirer, M. Duran ve G. Özgür, Öteki Yayınevi, 2000, s.172.

[42] İrfan Mukul, “Ekolojik Mücadele Sınıf Mücadelesidir”, Birgün Pazar, Yıl:10, No:373, 4 Mayıs 2014, s.15.

[43] “Kapitalizmden sosyalizme geçiş, sosyalist teori ve pratiğin en karmaşık sorunudur. Buna bir de ekoloji sorununu eklemek, bu nedenle zaten içinden çıkılamaz bir konuyu gereksizce karmaşıklaştırmak olarak görülebilir. Yine de, ben insanın doğayla ilişkisinin sosyalizme geçişin merkezini işgal ettiğini öne süreceğim. Ekolojik bir perspektif; kapitalizmin sınırlarını, daha önceki sosyalist deneyimlerin başarısızlıklarını ve eşitlikçi ve sürdürülebilir bir insani kalkınma mücadelesini anlamamız için kilit önem taşımaktadır.

Ortaya koyduğum bakış açısı üç kısma ayrılıyor. Öncelikle, klasik Marksizm ile ekolojik analiz arasındaki sarsılmaz bağlantıyı anlamak çok önemli. Genellikle inanmaya sevk edildiğimiz şekliyle, sosyalizm için bir anomali olmaktan ziyade, ekoloji en başından itibaren – Sovyet tipi toplumların sayısız kere yaşadığı başarısızlıkları hesaba katmazsak- sosyalist projenin vazgeçilmez bir bileşikti. İkinci olarak, mevcut dönemde önümüze dikilmiş bulunan küresel ekolojik kriz, sermaye birikiminin ‘dünyayı yabancılaştırıcı’ mantığına yerleşmiştir ve kapitalizmin bir sistem olarak tarihsel köklerine dek izi sürülebilir. Üçüncü olarak, kapitalizmden sosyalizme geçiş, kapitalist dünya sistemindeki çevre ülkelerin başı çekeceği bir sürdürülebilir insani kalkınma mücadelesidir.” (John Bellamy Foster, Marksist Ekoloji, Çev: Şahan Yatarkalkmaz, Kalkedon Yay., 2012.) Ayrıca bkz: Paul Burkett, Marksizm ve Ekolojik İktisat, çev: Ertan Günçiner, Yordam Kitap, 2011; John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi, çev: A. Ercüment Özkaya, Epos Yay., 2011.

[44] Rudolf Bahro, Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Niçin Tinsellik?, Çev: Tanıl Bora, 1996, Ayrıntı Yay., s.61.