Covid-19 salgını, ağırlaşmış olan ekonomik kriz ile birleşti. Ekonomik kriz, zaten öncesinden de vardı. Yani ekonomik kriz yeni değildir. Ama 2018 Ağustosu’nda kurlar yukarıya sıçrayınca, birden bire TL’nin değer kaybı ikiye katlanınca, “ekonomik kriz” üzerine daha açık konuşulmaya başlandı.
Yani, diyoruz ki;
1- Ekonomik kriz, 2018 öncesinde de vardı
2- 2018’de kurlarda ortaya çıkan artış ve TL’nin değer kaybının iki katına çıkmış olması, kriz tartışmalarını daha güncel hâle getirdi. Herkes, bu tartışmaya katıldı. Saray Rejimi de, tüm yazar çizer takımı da, sendikalar da.
3- Pandemi, aslında bu krizin üzerine geldi. Ve pandemi döneminde krizin ne denli derinleştiği de karışmaya başlandı. Bugünlerde birçok insan, aslında pandeminin biteceği günlerin, sanki krizin de biteceği günler olduğu yanılsaması içindedir.
Kriz, 2018’de kurlarda ortaya çıkan artış olarak kendini dışa vurduğunda, aslında, krizin nedeninin Saray Rejimi’nin söylediği gibi, “yabancı oyuncular” olduğu fikri yanlıştır. Kriz, gerçekte “kurların yükselmesi” krizi de değildir. Bunun üzerine durmalıyız.
Ülkemizde, Saray Rejimi, kanlı, katliamcı bir rejimdir. Ama bundan ayrı, özellikle ekonomik olarak Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üçgenine dayanmaktadır. İşin bu yönünün doğru görülmesi önemlidir. Neoliberal saldırının, AK Parti eli ile uygulamaya konulan özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarının, Türkiye burjuvazisi ve yabancı sermaye için büyük kârlılık anlamına geldiğini biliyoruz. Uluslararası tekeller, onların yerli ortakları, büyük kârlara kondular. Devlete ait işletmeler yağmalandı, sermayeye kaynak aktarıldı ve bunlar, komisyon ücreti ile hâlledildi.
Erdoğan ve ailesi ile, onun etrafında kenetlenmiş inşaat çeteleri, aslında bu yağmadan, büyük rantlar ve komisyonlar elde etti ve paylaştılar.
Kapatılan fabrikaların arazileri, rant için en uygun araç olarak inşaat alanına çevrildi. Ülkede, toplam 436 AVM yapıldı ve bu AVM’lerin toplam olarak kapladığı alan 500 bin metrekareyi geçti. Böylece, açgözlü bir iktidar eliti, buna yeni İslamcı zenginleri de ekleyin, ceplerini doldururken, ülkede de yeni bir alan yaratıldı; rant alanı. Sermaye, bu alandan çok ciddi kârlar elde etti.
Gelen tüm yabancı borç, bu rant ve yağma için kullanıldı. Böylece de ülkede inşaat dahil, borsadaki hisse senetleri dahil, “varlıklar”ın fiyatları balon gibi şişti. Ülkede herkes borçlandırıldı. Her bin kişiden 700’den fazlası borçlu ve ülkenin toplam 440 milyar dolar borcu var. Bu borcun 12 aylık süreçte ödenmesi gereken bölümü ise 170 milyar olarak telaffuz ediliyor.
Öte yandan, rantın en önemli kaynağı olarak inşaat işinde, işler istenildiği gibi gitmiyor ve Saray, doğrudan kendi çıkarlarını da ilgilendiren bu alanı korumak için, akıl almaz, “burjuva ekonomik aklı” ile de açıklanamaz, komik önlemler almaya çalışıyor. Kısacası Erdoğan, inşaat işini ayakta tutmak için, her türlü oyunu devreye sokuyor. Salgın önlemlerinin ilk paketinde bile, konut kredilerinin konutun %80’i yerine %90’ını kapsamasını önlem olarak koydular.
Borçlanma, hem şirketleri baştan aşağıya sarmıştır, hem de sıradan insanları. İşçiler, emekçiler, sıradan insanlar, kredi borcuna sahipler. Yetmez, aynı zamanda kredi kartları doludur ve borçluların borcunu ödeyemeyen kara listesi 3,7 milyon kişidir. Bu borçlu sayısı değildir, borcunu ödeme zorluğu çekenlerin sayısı da değildir. Bu kara listeye girenlerin sayısıdır.
12 Eylül’den başlayarak, Özal döneminde geliştirilerek, AK Parti iktidarlarında zirveye taşınan taşeronlaştırma da dahil, işçi sınıfına dönük saldırı, sendikaları tamamen devlet-mafya denetimine geçirerek, işçi sendikası olmaktan çıkarmıştır. Bu durum, işçi sınıfına karşı her türlü saldırı için, devletin işini, sermayenin işini kolaylaştırmaktadır. Bu nedenle, ülkenin doğası ve kaynakları yağmalanırken, güçlü bir işçi sesi yükselmemiştir. Bu nedenle, özelleştirmelere karşı güçlü bir sendikal karşı koyuş ortaya çıkmamıştır. Dahası borçlu yaşayan işçiler, işsizlik korkusu ile, mücadele cesaretlerini kaybetme sürecine girmişlerdir.
İş sadece bununla sınırlı değildir.
TC devleti, bir tetikçi, ABD’nin bir tetikçisi olarak özel görevler almış ve bu açıdan, silahlanma harcamalarını sürekli artırmıştır. Bununla da kalmamış, bölgenin her alanına saldırılar düzenlemeye başlamış, Suriye yetmemiş Libya için iş tutmaya kalkışmıştır. Bu saldırgan ve savaş yanlısı politika, özellikle Suriye savaşı, aslında ekonomik krizin önemli bir kaynağıdır. Belli silah tekellerine paralar akıtılırken, bir yandan da, ülke içinde yeni sermaye grupları yaratılmaya çalışılmıştır. Ve bu plan, sadece Erdoğan’ın planı değildir, aynı zamanda, diğer rakipleri ile savaşa tutuşan ABD’nin politikalarının bir uzantısıdır. ABD, ülkenin siyasal alanını kontrol etmektedir ve ekonomik alanı kontrol eden AB ile dünya çapında bir paylaşım savaşı içindedir. Bu nedenle, ekonomik alanı, kendi çıkarlarına uygun yeniden organize etme peşindedir.
Ve ekonomik krizin önemli bir ayağı, Kürt halkına karşı yürütülen savaştır. TC devleti, kanlı bir savaşı beslemek için, akıl almaz bütçeler devreye sokmuştur.
Tüm bu politika, dün kârlar üretirken, bugün tıkanmıştır ve bu tıkanıklık, dünya çapında kapitalizmin krizi ile de birleşmiştir.
İşte 2018 yılının ikinci yarısında sendikalar, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye ortaya çıktıklarında, yaşanan bu idi.
Ama sendikalar, hem geç kalmışlardı, hem de bu işler öyle sözlerle gerçekleşmez. Krizin faturasını, artan vergilerle, artan su vb. faturaları ile, artan işsizlikle vb. emekçiler, işçiler ödemeye başladılar. Hem ücretleri düştü, hem işlerini kaybedenler arttı, hem de hayat pahalılığı işçi ve emekçilerin bellerini bükmeye başladı.
Bu nedenle, gerçek direnme seçeneği, genel grev ve genel direniş olarak ortaya çıkmaktadır.
Saray Rejimi, bu kanlı organizasyon, tüm bu yapıyı korumak için oluşturulmuştur. Bir yandan, Saray Rejimi, iktidarın devam ettirilmesi için devrededir, diğer yandan da rant-yağma ve savaş ekonomisini uygulamayı sürdürmek için devrededir.
Pandemi ortaya çıktığında, Saray Rejimi, bu durumu “allahın lütfu”na dönüştürme kararı vermiştir.
1- Baskı aygıtı ellerindedir ve karşısında işçi ve emekçiler öfkeli de olsa örgütsüzdür.
2- Basın ve medya ellerindedir ve yalanı gerçek olarak sunma, karanlık üretebilme olanakları vardır.
3- Yargı, epeyce zamandır, baskı aygıtının, ordu ve polisin bir parçası hâline getirilmiştir.
Bu avantajlarla, Saray Rejimi, (a) kârlarına kâr katmak, rantlarına rant katmak için fırsatçılığa başlamıştır, (b) ömrünü uzatmak için her türlü manipülasyonu devreye sokmaya çalışmıştır.
Ülkede, pandemi döneminde işsiz sayısı fırlamıştır. Anlaşılan o ki, 6 milyona yakın yeni işsiz, işsiz sayısına eklenmiştir. Bunun bir bölümü, küçük esnaf denilen gruptur. Bunlar, berberler, terziler vb.den oluşan gruptur. Ama bunun dışında, özellikle hizmetler alanında çalışan bir geniş kitle, özellikle de büyük kentlerde işini kaybetmiştir. Bu kesimlerin çoğunluğu ise sosyal güvenlikten yoksun insanlardır. Bugün, işsiz sayısı 16 milyon olarak tahmin edilmektedir. Bu 16 milyonun bir bölümü, belki pandemi sonrasında tekrar işine kavuşabilecektir. Ama bunun oranı da belirsizdir. Yarısının, yani 3 milyonun yeniden işine dönme ihtimali durumunda bile, işsiz sayısı 13 milyon demek olacaktır.
Ülkede açlık kol gezmektedir. 17 milyon insanın eline 835 TL’den az para geçmektedir. Bu durum, krizin derinliği konusunda, açlık meselesi konusunda ciddi bir bilgi vermektedir.
Saray Rejimi, ekonomik olarak, rant-yağma ve savaş ekonomisine dayandığından, sürekli yüzer gezer bir dış borca dayanma peşindedir. Bir yandan Katar’dan ne kadar para gelecek hesapları yapılmakta, diğer yandan ise, hangi ülke ile swap işlemlerinin yapılabileceğini kovalamaktadırlar.
Damat Berat, Damat Ferit’i andırmakta, ama ciddiyetini sürekli kaybetmektedir. TV kanallarına çıkıp, dolar, altın vb. üzerine, borsa simsarları gibi tahminler yapmakla meşguldür. Merkez Bankası, para basmakta, Hazine bonoları ile takas ederek bu parayı Saray çevresine akıtmaktadır. Faizler ve döviz kurları üzerine oyunlar oynamakla meşguldürler ve Ramazan bayramına girerken, Hazine’de döviz kalmamıştır. Bayramın ilk gününde, döviz işlemlerinden alınan binde 2’lik vergiyi yüzde 1’e çıkarmışlardır. Yani, şirketler ve diğer döviz alanlar, aldıkları her 100 dolar için, devler adına da 1 dolar alacaklardır. Bu 440 milyar dolarlık borç için, 4 milyar dolar demektir. Bu geçici işlemler, gerçek anlamda krize ilişkin herhangi bir önlemi ifade etmekten çok uzaktır.
Krizin işçi ve emekçiler açısından anlamı, işsizlik, düşen ücretler, hayat pahalılığı, açlıktır. Bunlar, işçi sınıfının üzerindeki yükü birkaç kat daha ağırlaştırmaktadır.
Ve şimdi, pandemi karşısında yalandan zafer ilan eden Saray Rejimi, ekonomik krizin daha ağırlaşacağı bir yeni dönemin gelmekte olduğunu da görmektedir. Turizmden geleceği hesaplanan dolarların artık gelmeyeceği açıktır. Kriz daha da ağırlaşınca, bunu gizlemek için, giderek hiçbir anlamı kalmayan medya gücünün işe yarama ihtimali de kalmayacaktır.
İşte bu nedenle, Saray Rejimi, tüm sermayeye, kendi iktidarlarına muhtaç olunduğunu kabul ettirmek istemektedir.
Öte yandan ise, Saray, daha fazla baskı ve daha fazla devlet terörünü devreye sokmakta tereddüt etmeyecektir.
Şimdi meseleye, işçi sınıfı, emekçiler açısından bakmak için, önce bu tabloyu tam gerçekliği ile anlamak gerekir.
İşçi sınıfının sendikalar eli ile yapacağı şeyler sınırlıdır. Çünkü, sendikalar, sendika mafyasının denetimindedir. Sendika mafyası, kaçacak yer arayacak duruma gelene kadar, işçilerin sendika mafyasını üzerinden söküp atması gerçekleşene kadar, sendikal alandan ciddi bir karşı çıkış, direniş gelişmeyecektir. Gelişen her eylem, işçilerin alttan bastırmaları sonucu gelişmektedir.
Bu noktada işçiler, devrimci hareketle birleşmek zorundadırlar. İşçi sınıfı, karşısında bulunan Saray Rejimi’ne karşı, ciddi bir örgütlülük ile, ciddi bir mücadeleye hazırlanmak zorundadır.
Bu açıdan, siyasal örgütlenme önemlidir. Devrimci hareket, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlemek zorundadır ve işin belirleyici yönü, mücadelenin belirleyici yönü burasıdır.
Sendikalar elbette geri alınacaktır. Ama bunun kapsamlı bir siyasal mücadele olduğu akılda tutulmalıdır. Bu, çok yönlü ve çetin bir mücadeledir.
Elbette, bu mücadele sürerken, işçiler, fabrikalarda kendi örgütlenmelerini geliştirmek zorundadırlar. Bu örgütlenmeler, sendikaların bilgisi dışında gelişmelidir.
Birleşik emek cephesi, bu mücadele içinde örgütlenmelidir.
İşçi sınıfı, tek tek geliştirdiği direnişlerini, (a) hem birleştirmeyi hedeflemeli, (b) hem de toplumun tüm kesimlerini kapsayacak tarzda düşünmelidir. Bu açıdan geliştirilecek her türlü örgütlenme çok ama çok önemlidir.
Bugün, işçi sınıfının direnişi, genel direnişe, genel grevi de içerecek tarzda bir genel direnişe dönüşme olanaklarına, potansiyeline sahiptir.
Bir yandan, Kürt devrimci direnişi, diğer yandan ise Gezi Direnişi ile ortaya konmuş olan tepki, genel direnişin önemli olanakları olacaktır.
Mücadeleyi sadece, Erdoğan iktidarının sonlanmasına kilitlemek yeterli değildir. Zaten, onun sonu görülmüştür. Dahası Saray Rejimi’nin de sonu görülmektedir. Mücadele, esas olarak, işçi sınıfının iktidarı alma mücadelesidir ve bunun üzerine net olarak durmak gerekir.
Bunun elbette zorlukları vardır.
Ancak, ülkemizin geleceği, işçi sınıfının tüm toplumun öncü gücü olarak sahneye çıkmasına bağlıdır.
İster bir işçi olun ister emekli, ister işsiz olun ister bir öğrenci, ister hizmet sektöründe çalışın isterse küçük esnaf olun, ister bir kadın olun ister bir akademisyen, ister sağlık çalışanı olun ister bir mühendis, ister tiyatro çalışanı olun ister bir ressam geleceğiniz devrime, sadece Saray Rejimi’nin devrilmesine değil kapitalist devletin yıkılmasına bağlıdır.
Salgın süreci bize gösterdi ki, kapitalizm, tüm dünyada bitmiş, tükenmiş bir sistemdir Ve insanlığa, her adımında ölüm dışında bir şey sunmamaktadır. Kapitalizmde yaşamak, ister moral değerler açısından olsun, isterse fizikî olarak olsun, her gün ölmektir.
Şimdi, pandeminin arkasından kriz daha da ağırlaşacaktır. Ve bu krizin faturasını ödemek istemiyorsak, devrimci mücadeleye katılmak bir zorunluluktur. İnsan olarak kalmanın, doğayı ve toplumu kurtarmanın yolu, sosyalizmdir.