Emperyalizm, sömürgecilik ve Saray Rejimi

Mayıs 2023 seçim müsameresi ardından, Saray Rejimi, kendi içinde bazı değişimler gösteriyor. Bu değişimler, en çok biz Marksist-Leninist cephe, bu cephenin militanları, entelektüelleri açısından özel bir önem taşıyor.

Zira, “sol” cephede, devlet konusunda önyargılar yaygındır ve bunlar, “Kemalist” etkiyi bugünlere kadar taşıyan bir sürecin sonucudur. Özellikle, AK Parti eli ile “Türk-İslam sentezi”nin yeniden canlandırılması, solu “korkutup” savunmaya ittikçe, bu Kemalist etki yeniden diriliyor. Biliniyor, Türk-İslam sentezi, aslında ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesinin uzantısıdır ve 1970’lerden beri aktiftir. Gülen Hareketi, Erdoğan, Taliban, El Kaide vb. bu projenin parçaları, âna ve coğrafyaya göre şekil almış birimleridir.

AK Parti, herkesçe kabul ediliyor ki, bir ABD projesidir. Bunu söylerken, işin özelliğinin nereden geldiğinin de üzerinde durmak gerekir.

Türkiye bir sömürge ülkedir. Birçok solcu, hatta içlerinde daha ciddiye aldığımız insanlar, Türkiye’yi, sömürge bir ülke olarak değil de, bağımsız bir ülke olarak ele almayı seviyorlar. Ama nedense bu bağımsız Türkiye’de, ABD projeleri ile devlet şekillendiriliyor. Bunun nasıl olduğunu kendilerine sormuyorlar.

Türkiye bir sömürge ülkedir ve ekonomik olarak AB’nin, daha çok da Almanya’nın, Fransa’nın, siyasal olarak da ABD’nin denetimindedir. NATO mekanizması, bu “ortaklaşa” sömürge hâline müsaade etmekteydi, hâlâ öyle sürse de, bu bir sorundur.

Yani Türkiye, Batı’nın bir parçasıdır dendiğinde, bu sözlerde “medeniyet, uygarlık aramak”, aslında alışkanlıklarla, devlet tarafından enjekte edilmiş ideoloji ile düşünmek demektir. Batı’nın emperyalist güçleri, örneğin Afrikalıya da aynı şeyi şırınga etmektedir; Batı yanlısı olmak, Batı medeniyetinin (her ne demekse) bir parçası olmak. Oysa bu Batı medeniyeti, kan üzerine, sömürgecilik üzerine yükselmiştir. Eğer bir gün sorgu günü olacaksa ve herkes yaptıklarının hesabını verecekse, kuyruk sırası Batı’ya geldiğinde, başka hiç kimseye sıra gelemez, onların günahları, suçları bitmez. Katliamcılık, sömürgecilik onların geleneğidir.

Ve bizim ülkemizin “devletçi aydını”, isterse henüz devlete kendini satmamış ya da henüz kiralamamış olsun, bir aşağılık kompleksi içinde Batıcıdır. Ve bu aşağılık kompleksi, onunla yüzleşip hesaplaşmayan aydın için, NATO tedrisatındaki eğitimin temelidir. Bu aşağılık kompleksi, efendileri tarafından, 100 dolarlık ödeneklerle, Batı hayranlığına döndürülebilmektedir. Önce, ona “güç” gösterilmekte, sonra, köpeklik pahasına bu güce hizmet etmesi istenmekte ve bu iş bir hayranlık düzeyinde talep edilmektedir.

Sanırım, birçok Afrika ülkesinde, sömürge oldukları hâlde, Batı emperyalizmine hizmet, böylesi bir hayranlıkla, bu denli bir onursuzlukla yapılmamaktadır.

İşte bu gelenek nedeni ile, devlet konusundaki önyargılar, derine kök salmıştır ve şimdi, “sol” “aydınlar” eli ile, bizim genel olarak okuryazar takımı (OYT) içine koyduğumuz kesimler üzerinden işçi hareketine, devrimci harekete bulaştırılmak istenmektedir.

Bu nedenle, bir kere daha güncel durum üzerine tartışmayı, devlet ekseninde derinleştirmek zorunludur. Sanırım, bizim cephenin entelektüelleri, farklı siyasal yönelimleri olsun olmasın, bu konuda ortak bir iş yapmak zorundadır.

Başından söyleyelim, artık TC devleti, Saray Rejimi için, Ahmet Hakanların, Abdülkadir Selvilerin yıldızının parladığı dönemler bitmiştir. Şimdi onların yerine, Batıcı, NATO tedrisatından geçmiş, sol görünümlü, satılmış aydınların görev dönemi başlamaktadır. Burada sola, devrimci harekete, devrimci değerlere karşı ideolojik bir saldırının geleceğinin işaretleri vardır.

Tam da bu nedenle, her şeyin bir kere daha yerli yerine oturtulması gerekmektedir.

Biliyorum, ülkemizde “aydın”ın okuma eğilimi düşmektedir. Bir birahanede oturup, her şeyi bilen kişi havasında konuşan maç seyircilerinin bir çeşit toplumsal hastalık gibi, herkese bulaştığı açıktır. Artık, ciddi tartışmalara kimsenin zamanı yok gibidir. Herkes, kendi doğrularını tekrarlamakla yetinmektedir.

Bu aslında örgütsüz aydın tutumudur. Oysa gerçek anlamda bir entelektüel, kendisi ister bir devrimci örgütün içinde olsun ister olmasın, ister deyim uygun düşerse eli silah tutsun ister tutmasın, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinmez. Yani, kendisi yapamayacaksa dahi, yapılması gerekeni net bir biçimde ortaya koymaktan vazgeçmez. Biz buna gerçeğe bağlı olmak diyoruz. Ağacın kökleri ile toprağa bağlılığı gibi, işçi sınıfı hareketine, bilime, toplumsal gerçekliğe bağlı olmak. İşte o zaman çınar olunuyor.

Bu nedenle, bizim cephenin entelektüeli, okumaktan, mücadele etmekten asla vazgeçmez. Okumak, belki bunun küçük bir parçasıdır.

Bir de, devrimci hareketimizin ideolojik alanda açtığı yol, sadece burjuva aydınlar tarafından özel olarak kapatılmakla, karanlık altına tutulmakla kalmaz, aynı zamanda, devletle bağ kurmuş aydınların da, buradan, devrimci hattan, devrimci politikadan uzak durmaları için özel bir uğraş verilir. Bu karanlıkta bırakma politikasının nedeni de budur.

Yine de, bizim, güncel olaylar ve süreçleri anlamak için, işçi hareketini doğru silahlandırmak için, olup bitene biraz daha geniş bir pencereden bakmamız elzemdir. Tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz.

Kuşku yok ki, bizim eksik bıraktığımız yerler olacaktır. Bu kaçınılmazdır. Bu nedenle, tüm devrimci entelektüelleri, bu konuda görev almaya çağırmak, daha aktif olarak müdahale etmeye çağırmak durumundayız.

1

TC devleti üzerine tartışmalardan başlamalıyız.

Bizim Anadolu kültüründe, (öyle ya, Anadolu kültürü hep olumlu şeylerden oluşmaz, olumsuzu daha da çoktur belki) bir şeyi doğru yere oturtmak, bu açıdan teori ile ciddi olarak uğraşmak çok da önemsenmez. Hani, “kervan yolda düzülür” sözüne uygun olarak davranmak adına, devlet bile ele alınırken, bu özen gösterilmez.

Biz adına Saray Rejimi dedik.

Saray Rejimi analizimiz, belki bizim bu konularda tartışma yürüten “aydınlarımızın” hiçbir zaman incelemek zahmetini göstermediği Tekelci Polis Devleti analizlerine dayanır. Yani, eğer size de Saray Rejimi, biraz olsun uygun bir adlandırma olarak görünüyorsa, zahmet etmelisiniz ve bizim, 1990’lardan beri okura ulaşma olanağı olan Tekelci Polis Devleti çalışmamıza göz atmalısınız.

Zira hem faşizm tartışmalarının çok önde olduğu bir sürecin ardından gelmiştir hem de SSCB’nin çözüldüğü yılların başında ortaya çıkmıştır.

Faşizm tartışmaları biliniyor. Bir yandan gidip gelen faşizm, bir yandan süreç içinde faşizm vb. gibi tartışmaların, sadece konuyu muğlaklaştırmak isteyenlerin değil, ciddi Marksist insanların bile gündeminde olduğunu biliyoruz. İşte bu açıdan devlet meselesini, biraz daha yakından ele almak gerekir.

Bir eğilim, aslında devletin niteliğinin burjuva egemenlik olduğunu bildiğimize göre, detayının bir önemi olmadığı şeklindedir ve yanlıştır. İşi hafife almaktır. Düşmanını tanıma çabasını es geçmektir. İkincisi, bu konudaki yanlış analizlerdir. Tüm yanlışlıklarına rağmen bu analizlerin tümünü ciddiye alıyoruz. Üstelik sadece bizim cepheden olanlarını değil, liberal solun analizlerini de ciddiye alıyoruz. Belki, burada birkaçını anmak yerinde olacaktır.

Mesela AKP-MHP faşizmi, aslında devletteki değişimi, “yeni durumu” anlatmak için kullanılmıştır. Oysa doğru değildir, dahası aydınlatıcı değil “köreltici”dir. Sanki, pratik bir isimlendirme gereğidir. Aslında pratik bir isimlendirmeye duyulan gereksinim önemlidir, ama bu adlandırma, bu “önem”i de es geçmek anlamına gelmektedir.

AKP-MHP faşizmi, Saray Rejimi dediğimiz sistemde, mesela muhalefet partilerinin, yani CHP ve İYİ Parti gibi partilerin rolünü es geçmektedir. Bu nedenle, seçim sürecinde CHP’nin kuyruğuna takılmak, bir taktik, hatta bazıları için bir strateji hâline gelebilmiştir.

Oysa Saray Rejimi, aslında, 2015’ten bu yana, seçim sistemi ve parlamentonun, burjuva siyasal partilerin vb. öneminin kalmadığı bir olağanüstü örgütlemedir. AKP-MHP faşizmi bu örgütlenmeyi, doğru anlamamak ya da doğru isimlendirmemek anlamına gelmektedir. Eğer doğru isimlendirmemek, bilerek seçilmiş bir yol değil ise, yani bizim düşünemediğimiz bir amacı hedeflemiyorsa, aslında ciddi bir sorundur ve CHP kuyruğuna takılma tutumunun zeminine de hizmet etmektedir.

Saray Rejimi, gerçekte, sadece iktidarı ifade eden bir adlandırma değildir. Saray Rejimi, bir yandan TC devletinin emperyalizm adına yaptığı savaş tetikçiliğini de, Kürt devrimine karşı yürüttüğü savaş politikalarını da, Gezi sürecinin ardından aldığı iç savaş tutumunu da ifade etmektedir. Bu açıdan, tekelci polis devletinin (bu bir kavramdır, burada tekelcilik ile, devletin değişimi ifade edilmektedir, yoksa hukukçularımızın “polis devleti” adlandırmaları ile ilişkili değildir) olağanüstü örgütlenmesidir. Bu örgütlenme, burjuva muhalif partilere özel bir rol biçmektedir. Seçim sürecinde ve sonrasında, CHP’nin ve diğerlerinin aldığı tutum, bu rolü daha çıplak hâle getirmiştir. Burjuva muhalefet, toplumsal tepkiyi ve muhalefeti bastırmak için Saray’ın iç savaş hukukunun yanında, oldukça etkin bir rol üstlenmiştir. Bugün dahi, mesela Akbelen’de, CHP liderinin 10 kişi ile ziyaret etmesi, bunun açık kanıtıdır. Seçimi kaybetmiş bir burjuva da olsa muhalif partinin, Akbelen direnişine, mesela 10 bin kişilik bir grupla gitmesi “beklenen” olmalı iken, Kılıçdaroğlu, rolü ve aldığı emrin gereği, oraya gidip, “arkanızdayız, isteklerinizi meclise taşıyacağız” demekle yetinmiştir. Bu, direnişle dalga geçmektir. Hangi meclisten söz ediyor? Diyelim ki, Saray’dakiler, “ne içiyorlar da böyleler” diyoruz ya, bu soruyu Kılıçdaroğlu CHP’sine de sormanız gerekmez mi? Direnişçiler kendilerine tepki koyunca, CHP’ye eklenmiş Cumhuriyet ve Halk TV kadroları, bazı gazeteciler, “bu protesto da aşırı” demeye başlamışlardır. CHP lideri, “evinizde durun” diyememiştir. Bu artık tükenmiş bir yoldur. Bunun yerine, “haddinizi aşmayın” demek için, arkanızdayız, meclise götüreceğiz demiştir. Oysa, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, kısacası direnişçilerin arkasında olmanızı değil, yanında, onlarla birlikte olmanızı istemeleri, neden aşırı olsun? Yetmez mi “arkanızdayız” sözleri?

İşte bu burjuva muhalefeti anlamanın yolu, aslında Saray Rejimi’ni anlamaktan geçmektedir. Yani, CHP dâhil, tüm partiler Saray Rejimi organizasyonudur.

Aynı biçimde, “tek adam rejimi” ya da sevgili hocamız Kalaycıoğlu’nun deyimi ile “patrimonyal sultanlık”, aynı biçimde devlet örgütlenmesi örtmeye dönük bir girişimdir. Şeyi, en dıştaki, görünüş biçiminden tanımlama girişimidir.

“Erdoğan’ın gitmesi baş çelişkidir, ilk iştir” düşüncesi, bu analizlere dayanmaktadır. Tam bu “tek adam rejimi”, “patrimonyal sultanlık” tariflerinin gereği olarak, Erdoğan giderse, demokrasi gelir düşüncesinin devamı olarak CHP kuyruğuna takılmak, bir strateji hâline gelmiştir.

Peki ya şimdi?

Biliyoruz ki, Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs akşamı, kazanmıştı. İyi ama, seçimi öyle bir ayarla, yüzde 49,50’de bırakmak, NATO’cu aklın ürünü değil mi? Şimdi, “aslında biz tüm devleti arkasına almış adayla yarıştık” demek, bir itiraf mıdır? Bilinmiyor muydu?

Şimdi, “Erdoğan gitsin, demokrasi gelecek” diyenlerin umudu, 5 yıl sonraki seçimlere ya da efendilerin, ABD’nin Erdoğan’ı göndermesine mi kalmıştır? Bu mudur çözüm öneriniz? Şimdi, önerinizi duyalım beyler.

Tüm mücadeleyi, seçim takvimine bağlamak, devrimci hareketin şiddetle reddetmesi gereken bir tutumdur. Dahası, yaşamın gerçekliği ile örtüşmemektedir. İşçi sınıfı, emekçiler, ağır bir durum içinde yaşamaktadır. Ülkede intihar olayları, silahlı ölümler, çocuk kaçırmaları, kadın cinayetleri, iş cinayetleri, gençlerin hapsedilmesi, eğitimin sürekli durdurulması vb. hangi koşulların ürünüdür? Bu koşullarda, şimdi de yerel seçimleri bekleyelim, sonrasında da genel seçimleri bekleriz ve 2028’de duruma bir daha bakalım mi diyeceksiniz?

Bu politika iflas etmiştir ve yakında bu iflas, her bir toplumsal olayda kendini dolaysız olarak ortaya koyacaktır.

Bu süreçte, solun sağa kayışı gerçekleştirilmiştir.

Burjuva egemenlerin kendi içlerindeki tartışmalar ve cepheleşmeye bağlı olarak, öne çıkartılan İslamî uygulamalar, solu, en geri hâli ile sisteme sahip çıkmaya kilitlemiştir. Laiklik elden gidiyor bakışı ile sol, bu konuda akıl almaz bir sağa savrulma sürecini yaşıyor.

Tam da bu noktada, “İslamofaşizm” analizi gündeme getiriliyor.

İslamofaşizm analizleri, İran’a referanslar yapıyor. ABD ve NATO hedefi hâlinde olan İran, bu yolla, kötü örnek olarak sunuluyor.

Oysa faşizmin “İslamî” hâli vb. olmaz. Bu bir devlet örgütlenmesidir. Örnek olsun, İran’daki sistem, kapitalist bir sistemdir. Bunu oradaki işçi sınıfına sorarsanız, zahmet eder bu konuda İran’da süren mücadeleye bakarsanız, son derece pratik bir yanıt alırsınız.

ABD’nin, NATO’nun savaş politikaları gereği, İran’a karşı bir cephe oluşturma isteği, tıpkı Yunanistan veya Ermenistan konusundaki milliyetçi algılarla oynamaya benzemektedir. Egemen, uluslararası sermaye, bunu istemektedir. İran’a karşı savaş politikalarının bir parçası olsun diye TC devleti, epeyce uğraşılmaktadır. Mustafa Balbay ve Cumhuriyet’in eski takımının bu konuda ne kadar hevesli oldukları, bilinen bir gerçektir. Şimdi, bu kesimlerin yeniden öne çıkartılması için, NATO devreye girmiştir. Ahmet Hakan yerini Balbay’a bırakabilir. Bu konuda Ahmet Hakan çok hevesli olmasa da, nihayetinde dolar meselesi bu, Balbay oldukça hevesli olacaktır.

TC devleti, ki Saray Rejimi -ki TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir-, tarihi boyunca milliyetçilik ve İslam’ı hep kullanagelmiştir. NATO ile birlikte İslamî ideoloji daha da ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu süreç, bugünlere kadar gelmiştir. Bugün, “Türk-İslam sentezi” resmî ideolojidir. Bu ideoloji, Saray Rejimi döneminde karikatürize edilmiş ve “yerli-milli” ile adlandırılmaya başlanmıştır. Bunun bir nedeni, İslamî ideolojinin ve milliyetçiliğin eskisi gibi işe yaramamasıdır. Bu süreçte Kürt devriminin sistemi çözen etkisi önemli bir etkendir. Şimdi, milliyetçilik daha fazla ağırlık kazanacak şekilde İslamî ideoloji biraz olsun düzenleyici olarak kullanılmak istenmektedir. İslamî söylem, aslında, liberal solun, solun, milliyetçiliğe kilitlenmesini sağlamak için bir tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır. Bu da elbette bir gerçekliğe sahiptir. Ama “İslamofaşizm”, devleti kurtarma programının bir parçası olarak ele alınabilir. Bu açıdan, oldukça çapsız ve sunîdir.

Ama bu tartışmaların tümü, devlet konusunda ciddi bir tartışmanın gerekliliğine işaret olarak ele alınabilir.

Bizim cepheye en yakın analizler, “süreç içinde faşizm” gibi analizlerdir. Bunlar da, aslında İkinci Dünya Savaşı da dâhil, Ekim Devrimi sonrasında, tekelci kapitalizm döneminde devlette meydana gelen değişimi anlamamaktaki zayıflıktan ileri gelmektedir. Süreç içinde faşizm diye bir şey olmaz. Devlet, sınıflar arasındaki savaşıma göre, hem yerel hem de uluslararası ölçekte süren bu sınıf savaşımına göre şekillenmektedir. Emperyalizm, aynı anlama gelmek üzere tekeller çağına özgü kapitalist devletin şekillenmesini, bu sınıf savaşımı ışığında ele almak gereklidir. Şeylerin, her zaman, tarihsel ve toplumsal ya da mekân ve zaman boyutu vardır. Bunlardan azede bir şey, doğru ele alınamaz.

2

TC devleti, Osmanlı’dan başlayarak sömürgeleşme süreci anlaşılmadan doğru anlaşılamaz. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük, bugün eski hâlleri ile olmasa bile, bu sömürgeleşme süreci içinde ortaya çıkmış süreçlerdir. Bu konuda, hareketimizin çalışmalarına bakılabilir. Tekrar tekrar aynı şeyleri yazmamak için, “Anadolu, Dün, Bugün, Yarın; Tarih ve Devrim” çalışmamıza bakılmasını önerebiliriz.

Osmanlıcılık, Fransız Devrimi’nin etkisi de içinde, Osmanlı’nın bir “ulus devlet” olarak örgütlenerek, “kurtulmasını” hedefliyordu. Bu açıdan zayıftır. Zayıftır, çünkü Osmanlı’nın sömürgeleşme sürecini atlamaktaydı ve dahası Osmanlı diye bir halk da yoktu. Ama yine de Osmanlıcılık, Namık Kemal önderliğinde, bir çeşit demokratikleşme yolu da önermekteydi. Meşrutiyet çağrıları bu açıdan anlamlıdır.

Bugün Osmanlıcılık, ABD adına, emperyalist savaş politikalarının tetikçilik rolünün gereği, bölgede sürdürülen politikalara bir dayanak olarak öne çıkartılmaktadır. Yine de zayıftır.

İslamcılık, ise aslında Balkanların, bir başka deyişle, Osmanlı’nın Müslüman olmayan tebaasının büyük ölçüde kopmasının ardından, bir anlamda işlevini kaybetmiştir. Bu imparatorluğu bir arada tutma yolu olarak saray tarafından öne çıkarılmıştır. Halifelik, daha önceden kullanılmadığı biçimi ile kullanılmaya çalışılmıştır. Bu açıdan İslam’ın devleti tutmak için “ümmet” vurgusuna sarılmak anlamına gelmekteydi. Elbette, farklı tarzda şiddet ve katliam politikalarının da zemini demek idi.

Bugün, İslamcılık, yine ABD adına bölgede tetikçilik yapmak için kullanılmaktadır. TC devletinin El Kaide, IŞİD gibi unsurlarla kurduğu bağ, elbette NATO ve ABD politikalarının gereğidir ve İslamcılığın kullanılmasına da daha uygundur. Nasılsa “Yeşil Kuşak” projesi ile, birçok İslamî unsur, ABD tarafından kontrol edilebilir durumdadır. Hatta birçok yerde, TC devletinin kendi kontrolünde sandığı bu İslamî unsurlar, gerçekte ABD kontrolü altında TC’ye geçici olarak devredilmişlerdir.

Arap coğrafyasında ve Afrika’daki Osmanlı topraklarının kaybedilmesi, bu süreci değiştirmiştir. İmparatorluktan sömürge olmaya giden yolda bir yeni durum ortaya çıkınca, devlet, Türkçülüğe sarılmıştır. Ünlü Wilson Prensiplerinin de öngördüğü gibi, “Osmanlı’dan kalan topraklarda Türk unsurunun egemen kılınmasına” maddesine uygun tarzda, Türkçülük geliştirilmiştir.

“Bu devlete bir millet lazım” sözü, artık Fransız Devrimi’nin tüm olumlu yönlerinin de silinmesi anlamına geliyordu. Bu durumda, sömürge olmak gerçekleştiği gibi, devlet, egemen, yeni “ulus kimliği” için, her türlü katliam politikasını daha büyük çaplı olarak devreye sokmaya başlamıştır.

Bu süreçte ise Ekim Devrimi gerçekleşmiştir.

Şimdi, “sınıfsız, imtiyazsız bir toplum” ve “Türk milliyetçiliği”, anti-komünist politikaların devreye girmesinde iki yön olarak ortaya çıkabilirdi.

Kaba hatları ile bu süreç, sömürgeleşme ve devletin katliam politikaları arasında, Ekim Devrimi’ne karşı bir ileri karakol olarak TC devletinin organize edilmesi sürecidir. Fikret Başkaya hocanın, son dönemde, bu katliam politikaları ışığında, bu iki yön altında, devletin niteliğine dikkat çekmesi yerindedir.

Dahası, deprem süreci, devletin katliamcı niteliği unutulduğu için, doğal afet olarak nitelendirilmektedir. Devlet, sadece geç kalmakta, beceriksiz olmakla suçlanmaktadır. Oysa, savaş politikaları, katliamcılık anlaşılmadan, bu deprem konusundaki tutum da anlaşılamaz. Ülkede iç savaş sürdüğü gerçeği, olağanüstü hâl olduğu gerçeği anlaşılmazsa, deprem konusundaki tutum da anlaşılamaz. Vergileri, haraçları, deprem maliyetleri için koyuyorlar demek için de bunları göz ardı ediyor olmak gerekir. Ki öyle yapıyorlar. Burjuva muhalefet, deprem gerçeğini bir yana bırakıp, hızla, seçim politikalarına bu nedenle dönmüştür ve CHP kuyruğuna takılmış sol, bu politikaları anlamakta oldukça geç kalmıştır.

TC devleti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD kontrolü altında, SSCB’ye karşı yeniden organize edilmiştir. Batı’nın ortak üssü olarak, anti-komünist uygulamaların da merkezlerinden biri hâline getirilmiştir.

SSCB çözüldükten sonra, Batı güçleri arasında, NATO’nun varlığına rağmen, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı öne çıkmaya başlamıştır. Türkiye, ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin mi, yoksa siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin mi elinde kalacak sorusu, fiilî bir soru olarak ortaya çıkmıştır. Tüm bu çetelerin, tüm bu tarikatların vb. ortaya çıkan yapısı, bu yeni duruma göre şekillenmiştir. Bu nedenle, artık, her önemli kurumun içinde, ABD’nin, Almanya’nın, İngiltere’nin, bunlara bağlı tarzda İsrail’in, Fransa’nın vb. güçleri vardır. Bu nedenle, Gülen Hareketi de birden fazla gücün etkisindedir, AK Parti de, CHP de vb. tarikatların her biri de, bunlara bağlı mafya grupları da.

Suriye savaşı ve ardından Ukrayna’daki durum, bu süreci daha da çetrefil hâle getirmiştir.

Bir önceki yerel seçimlerde AB, ABD politikalarına karşı tutum alırken, son seçimlerde, AB, Ukrayna savaşı nedeni ile denetimini ve kontrolünü kabul ettiği ABD emirlerine uyum göstermeye başlamıştır. Bu nedenle, son seçimde, tüm Batı, NATO şemsiyesi altında, seçimi organize etmiştir ve bu seçim sonuçları ABD’nin isteklerinin ürünüdür.

3

Saray Rejimi, seçim sonrasında da varlığını korumaktadır. Zira, olağanüstü örgütlenmeye ihtiyaç hâlâ vardır. Bu nedenle, meseleyi Erdoğan meselesi olarak ele almamak gerektiğini defalarca söyledik. Aslında esas olan Saray Rejimi’nin devamı idi. Bunu sağlamış bulunuyorlar.

Ama yeni dönemin farklı özellikleri vardır.

Saray kabinesi, tıpkı eskisi gibi, parlamentodan bağımsızdır. Parlamento, işlevsizdir. Parlamento, büyük ölçüde, burjuva muhalif güçleri hizaya sokma, sisteme bir örtü üretme yeridir. Parlamento aracılığı ile, bir çeşit “demokratik” sistem varmış algısı yaratılmak istenmektedir.

Birçok “aydın”, parlamentonun varlığına bakarak, aslında ülkede, işlemese de, kötü de olsa bir demokrasinin varlığını söyleyebilmektedir.

Yine bu nedenle, sol, seçimlere bakarak, aslında halkın Saray Rejimi’ni seçtiğini ilan etmektedir. Hele hele birçok kişi, seçimlere hile katıldığını kabul ettiği hâlde, bunu ispatlamak için yeterince kanıt olmadığını söyleyerek, halkın, özellikle de deprem bölgesindeki insanların, iktidara oy verdiğini iddia etmektedir.

Söylem şöyledir, madem iktidara oy verdiler, sonuçlarına katlansınlar.

Oysa herkes seçimlerde hile olduğunu söylemektedir. Bu durumda, halkın iktidara oy verdiğini nasıl iddia edebiliyorlar? Bunun kanıtı nerededir? Resmî söyleme inanırsanız, ülkede işsizlik yüzde 9,6 oranındadır, enflasyon yüzde 50 civarındadır vb. Bu konularda yalan söylediklerini nasıl kanıtlayacaksınız?

Bu da soru mu, değil mi? Evet düzgün bir soru değildir, zira herkes, en sıradan insanlar dahi, enflasyonun ne olduğunu, ne kadar olduğunu biraz olsun bilirler. Ama devletin resmî yalanları, her zaman bir güce sahiptir.

Seçim öncesi dönemde olduğu gibi, burjuva siyasal partiler bitmiştir. Demek ki, Saray Rejimi’nin kabinesi parlamentodan bağımsızdır, siyasal partiler tek partidir, parlamento önemsizdir, seçim sistemi işlevsizdir. Bunlar olduğu gibi devam etmektedir.

Ama bazı farklılıklar olduğunu da görmemiz gerekir.

a

Bu yeni kabine, bir savaş kabinesidir. Yeni Dışişleri Bakanı, eski MİT Başkanı, yeni MİT Başkanı, yeni Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı, yeni Hazine Bakanı, bunun kanıtıdır.

Erdoğan, bu konuda eski işlevine ve rolüne sahip değildir.

Erdoğan’ın ABD karşıtı olduğu yanılsaması, artık anlamını yitirmiş olmalıdır. Erdoğan, NATO’nun tüm isteklerine evet demiştir. Erdoğan’ı ABD’nin istemediği ama Putin tarafından desteklendiği yalanı ortaya çıkmıştır. Erdoğan’ın sözleri nedeni ile, tutumu nedeni ile değil, yeni kabinenin aldığı rol nedeni ile bu böyledir.

Bu vesile ile görüyoruz ki, bir anda NATO kanalları, Erdoğan’ın ABD karşıtı olduğunu yaydı mı, bu görüş, hızla herkes tarafından kabul edilmektedir. Seçimde hile olduğunun kanıtlarını umursamayanlar, Erdoğan’ın ABD karşıtlığı için kanıt aramadan, bu görüşü olduğu gibi kabul etmektedir. Liberal sol, bu konuda sanıldığından büyük rol oynamaktadır.

Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerine bakarak, rejimin niteliği anlaşılamaz, ki bu ilişkilerin ne denli dostane olduğu da tartışma konusudur. Rusya-Çin cephesi ile Batı arasında Ukrayna başta olmak üzere süren savaş, birçok ülkede ikircikli tutumlara neden olmaktadır. Ülkelerin aldıkları bu tutumlar, radikal bir dönüşüm olmadan, anlamlı olarak nitelenemez. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı’nın, mesela İngiltere’ye çok daha yakın olduğu söylenebilirdi, ama sonuçta Osmanlı, Almanya safında savaşa girmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, her gün, farklı anlaşmalar yapılıyordu ve ertesi hafta bu anlaşmaları yok sayan, yeni anlaşmalar ortaya çıkıyordu.

Türkiye bir NATO üyesidir ve bu konuda tutumu da açıktır. Örnek olsun, Danimarka’dan farklı olarak, hem sömürgedir hem de Rusya’ya oldukça yakındır. Bunun gerektirdiği ilişkiler, ABD’ye rağmen sürmüyor.

Savaş bulutları ağırlaştıkça, cepheler netleştikçe, herkes kendi yerini almaya başlayacaktır.

Bugün, Saray Rejimi, savaş sonrası, NATO tarafından yönetilen bir savaş kabinesi kurmuştur. Bu yenidir. Saray Rejimi’nde yenidir.

Saray Rejimi’nde yeni olan, buna da bağlı olarak, TC ekonomisinin tam olarak Batı’nın isteklerine göre şekillenmesidir. Buna bir çeşit “Düyûn-ı Umumiye” uygulaması denilebilir. IMF programlarını aşan bir uygulamadır.

b

Türkiye ekonomisi, Şimşek ve MB başkanı “bayan” eli ile kontrol altına alınmıştır. Bu konuda gizli bir anlaşma olduğunu varsaymak mümkündür.

Bu anlaşmanın iki yönünü tespit etmek, bugüne kadarki iki aylık uygulamaları ile mümkündür.

Birinci olarak, dış borçlar, uluslararası sermaye tarafından kontrol altına alınmıştır. Türkiye ekonomik olarak iflas etmiştir. Savaş kabinesine uygun olarak, bir yeni süreç yaratılmıştır. Şimşek, bu yeni uygulamanın memurudur ve zaman zaman muhalif partilerin ağzından konuşması bundandır.

Bu kara-şimşek, bir tapınak şövalyesi kılığında, ekonomik borçların ödenmesini garanti altına alan bir anlaşmanın memurudur. Bu anlaşmayı bulup ortaya çıkarmak, mümkün oluyorsa cesur gazetecilerin işi olabilir.

Bu anlaşma, borçların, doğrudan, uluslararası bir konsorsiyum tarafından, para ülkeye girmeden, doğrudan ödenmesini, Türkiye’nin buna uygun yeniden borçlandırılmasını öngörmek durumundadır. Buna göre, mesela ağustos ayında, 20 milyar dolar borç varsa, bu borç, mesela %11 faizle alınmış ise, bu borcun ödenmesi karşılığında, yeni 20 milyar doların, 1 yıl sonra, yüzde 25 faizle ödenmek üzere Türkiye’nin borcuna yazılması gibi bir uygulama vardır. Böylece dolar çıkışı olmadan, dolar kontrolsüz zıplamadan, daha büyük bir borçlanma gerçekleşmektedir. Savaş politikalarının bedeli olarak bu anlaşma yapılmıştır.

Bu durumda, işin ikinci yönü ortaya çıkmaktadır. 1 yıl sonra, bu yeni borçlar nasıl ödenecek? Bunun için, ilave vergiler konulmaya başlanmıştır. Yeni vergi ve borçlar, aslında, savaş kabinesinin ilave savaş için bütçesidir ve bu gelirlere Saray’ın dokunması engellenecektir. Bu açıdan Merkez Bankası’nın da kontrolü gereklidir. Bu nedenle, yeni MB başkanı, uluslararası sermaye tarafından önerilmiştir.

Buna uygun olarak, bu uluslararası sermayeye, yeni kârlı alanlar açılacaktır. Bunlar maden sahaları olabilir, başka kaynaklar da. Akbelen olayına bu gözle bakmak gerekir. Anlaşılan Limak, İngiliz ortaklığı ile bu süreçte görev almıştır. Bunun birçok alanda olduğundan şüphe etmemek gerekir.

Demek ki, vergiler ve haraçlar, aslında deprem bölgesine katkı olsun diye artmıyor ya da bazı liberal solcu iktisatçıların akıllarına ilk gelen maaşları ödemek için artmıyor. Tersine, ayrı bir savaş bütçesi oluşturuluyor. TC devletinin pasaportu ile, çeşitli ülkelere dağıtılan savaşçıların finansmanını, elbette Türkiye bütçesi karşılayacaktır.

c

Tüm bu tablo, Erdoğan’ın daha sınırlı, sembolik bir rol alması da demektir. Erdoğan, daha çok, gerekli bazı konuşmaları yapmak için devrede olacaktır. Bir çeşit, emeklidir. Hareket sahası kısıtlanmıştır. Bunun bir anlamı da, cukkasını doldurma konusunda bir frenle karşılaşacak olmasıdır. Bu fren, yeni alanlardan geleceklerle açılabilir. Bu nedenle, Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile İstanbul’un rantına göz dikmesi doğaldır. Böylece, Erdoğan tehdidi, hâlâ bir düzenleyici olarak kullanılabilecektir. Ama ülke daha hızla savaş politikalarına uygun bir organizasyona yönelmektedir. Elbette Erdoğan ve şürekâsı için, yeni rant alanları bulmak, hâlâ mümkündür. Kaynaklar zengin. Ama öncelik artık, savaşın finansmanındadır. Bu sadece askerî alanda sanayinin şekillenmesi de demek değildir. Fakat onun yanı sıra, devletin, Saray Rejimi’nin, daha aktif olarak emperyalist Batı’nın çıkarları adına tetikçilik yapması da demektir. Bunun finansmanı için, Batı, çeşitli formüller üretecektir. Buna uygun olarak, mesela dolar kuru, belli dönemlerde, bir miktar sıçratılacaktır. Eylül ve ekimde 32 TL, yıl sonunda 35 TL vb. gibi. Bunun zamanlamasını, aslında daha çok bu uluslararası konsorsiyum bilmektedir.

Erdoğan’ın azalan rolü, burjuva muhalefetin de buna uygun olarak yeniden dizayn edilmesini gerekli kılmaktadır. İYİ Parti, bu konuda net bir tutum almakta zorlanmayacaktır. Ancak CHP içinde tartışmalar, biraz daha sürecektir. CHP, buna uygun yapılandırılmak istenirken, ortaya çıkacak yeni eğilimleri kontrol etmek gerekli gibidir. Zira, CHP tabanındaki sol eğilim, bir fazlalık olarak sürece etki etsin istenmemektedir.

4

Tüm bu süreç, direniş hattının ne denli önemli olduğunu göstermektedir.

İşçi sınıfı, onun adına öncülük rolünü sürdürmek isteyen devrimci hareket, solun sağa kaymasına karşılık, kitlelerdeki direniş hattını geliştirmek görevi ile karşı karşıyadır.

Bunun için, bir yandan, devlet ve egemenden gelecek olan yeni tarz milliyetçiliğe karşı uyanık olmak zorunludur. Bu savaş politikaları, bir yandan baskı ve şiddeti, bugüne kadar olduğu gibi devrede tutmalarını zorunlu kılarken, diğer yandan, hazır sol CHP kuyruğuna takılmış iken, solu yeni tarz bir milliyetçilik ile buluşturmak gibi bir işi, egemenin önüne koymaktadır. Bu savaş politikalarına karşı, her türden milliyetçiliği reddeden bir devrimci enternasyonalist çizgi, büyük bir kararlılıkla savunulmalıdır.

Bu konuda gelecek saldırılar, artık Selvilerden, Alçılardan, Hakanlardan gelmekle kalmayacaktır. Yeni, sol geçmişe sahip aktörler sahaya sürülecektir. Bu sol aktörler, özünde devletçi yaklaşımlarla, işçi sınıfının kurtuluş davasına, ulusalcılık kimliğinin çeşitli versiyonları ile saldıracaklardır. Akılcılık adı altında, yeni yollar arayacaklardır.

Örnek olsun, Halk TV artık işlevini doldurmuştur. Şimdi oradan sol tandanslı bir milliyetçilik devreye sokulacak, Merdan Yanardağ’ın TELE1’i de bu konuda rol almaya itilecektir. Doğrusu, bu konuda tutumları da buna uygundur.

Bu demektir ki, yeni ideolojik saldırı, farklı tarzda bir milliyetçilik olarak ortaya çıkacaktır. Buna karşı, ideolojik alanda net bir tutum almak, hem devrimci hareketin bir bütün olarak görevidir hem de bu konuda devrimci entelektüellerin devrede olması özel bir öneme sahip olacaktır.

İkincisi, devrimci hareket, direniş hattını sürdürmek, geliştirmek konusunda bir eğilimi olan kitlelerle daha sıkı bağlanmalı, gerçek anlamda öncülük görevine soyunmalıdır.

Tüm devrimci hareket, üçüncü olarak, birleşik emek cephesi perspektifi ile hareket etmek, bunun yolunu bulmak zorundadır.

Solun sağa savurulması sürecine karşı durmanın yolu budur.

Kendini, sağda konumlandırarak, aslında bir nevi işçi hareketinin ve direniş çizgisinin önünde bir engel hâline getirmekte olan solun, kendi iç ayrışması da buna göre olacaktır.

Önümüzde, her açıdan zorlu bir mücadele vardır. Artık maskeler düşmekte, herkes açıkça cephesini bulmaktadır. Bu koşullarda, işçi sınıfının örgütlenmesi, direniş hattının gelişmesi, mücadelenin sonucunu tayin edecektir.

Sadece egemenin cephesinde olup bitene bakarak hareket etmek, aslında kendini daraltmak, gelişmekte olan kitle hareketini hafife almak demektir. Bu nedenle, gözümüzü, gelişen direnişe, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğüne dikmemiz gereklidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz