Önceki Bölüm: Devlet Ve Burjuva Demokratik Devlet
Faşizmin ortaya çıkışı ile birlikte devlet tartışmaları yeniden gündeme geldi. Enternasyonal, enerjisini faşizmin tanımı ve faşizme karşı mücadele üzerinde yoğunlaştırdı. Bugün, bu tartışmaların 60 yılı aşkın bir süre sonrasında, pek çok noktayı daha iyi değerlendirebilme şansına sahibiz.
Faşizm, sadece devlete ilişkin olarak kafaları karıştırmakla kalmadı. Aynı zamanda devrim konusunda da II. Enternasyonal’in anlayışına kapıları araladı. Bu nedenle faşizm, faşist devlet denilen şey üzerinde durmalıyız. Bugün, biz açıkça faşizmin hiç var olmadığını, onun tekelci polis devletinin bir ilk biçimi olduğunu söyleyebiliyoruz. Ama şu koşulla ki, faşizm denilen şey de tekelci polis devleti denilen şey de bu çağın burjuva demokrasisidir. Çağımızın bu burjuva devletine tekelci polis devleti diyoruz. Tekelcilik, çağımızın burjuva toplumunun özüdür. Çağımızda tekellerden söz etmeden burjuvaziden, burjuva toplumdan, hele hele burjuva egemenlikten söz etmek mümkün değildir. Bugün burjuvaziyi temsil eden şey, tekelciliktir. Aynı biçimde bir karşı-devrim örgütlenmesi olan, bir egemenlik ve baskı aygıtı olan burjuva devletin örgütlenmesine de damgasını vuran şey polis örgütlenmesidir. Buna daha sonra, çalışmamızın V. bölümünde tekrar döneceğiz. İşte faşizm, bu burjuva egemenliğin, tekelci polis devletinin ilk halidir. İlk olması, Ekim Devrimi ve komünizme karşı ilk karşı-devrim girişimi olması, onda olağanüstü noktalar ortaya çıkmasına olanak tanır. Ama bu yöntemler, daha doğru deyimi ile burjuva demokrasisinin bu yeni örgütlenme yöntemleri giderek olağanlaşır.
Birincisi, kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi ve ikinci olarak, Ekim Devrimi ile dünya proletaryasının ilk zaferini kazanması temel nedenleri, faşizmi gündeme getirmiştir. Yani faşizm bu iki temel etkenin ürünüdür.
Kapitalizmin tekelci aşaması, kapitalizmin özünü dolaysız ve daha açık ortaya koyduğu dönemdir. Tekelcilik kapitalizmden bir sapma değil, onun özüne daha uygun bir olgunluk, aynı anlama gelmek üzere bir çürümüşlük aşamasıdır. Bu aşamada, Lenin’in emperyalizmi analiz ederken belirttiği gibi ‘siyasal gericiliğin’ egemenliği söz konusudur.
Kapitalizmin tekelci aşamaya yükselmesinin ardından I. Dünya Savaşı (Birinci Paylaşım Savaşı) patlak verdi. Sovyet proletaryası tam bu dönemin sonunda devrimi zafere ulaştırarak iktidarı aldı. Ekim Devrimi ile zafere ulaşan dünya proletaryası, devrimi yaymaya çalıştı. Bavyera, Macaristan vb. devrimler ardarda geldi ve yenilgiyle sonuçlandı. Yani proletarya Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamadı. Dünya devrimi 1921’de kuşatma altında Ekim Devrimi ile yetinmek durumundaydı, yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar. İşte faşizm bu dönemde gündeme geldi. Faşizm proletaryanın dünya devrimine yürüyememesinin, Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamamasının bedelidir.
Faşizm sınıf savaşımlarının gelişimi içinde, bu tarzda oluşmuştur. Komünistler pek çok ülkede faşizm olarak adlandırılan burjuva saldırıya karşı yiğitçe dövüştüler. Ancak buna rağmen faşizm analizinde ciddi yanlışlar vardır. Bu konuda, Dimitrov’u, dünya devrimci hareketinin yiğit devrimcisini izlemek, sanırız yeterlidir. Elbette Dimitrov’un ve Enternasyonal’in faşizm analizlerine pek çok eleştiri de getirilmiştir. Bu eleştirilerin en ciddisi Poulantzas tarafından ‘Faşizm ve Diktatörlük’te getirilmiştir. Ancak biz yine de Dimitrov’u izlemenin uygun olacağını düşünüyoruz. Böyle düşünüyoruz çünkü ilk kaynağa bakmak her zaman faydalı görünüyor. İkincisi ciddi eleştirilere rağmen biz daha farklı bir açıdan yaklaşmayı düşünüyoruz.
Belli bir anda ortaya çıkan gelişmeleri, aynı dönemde, olayların sıcaklığı içinde doğru değerlendirebilmek o kadar kolay değil. Ama yıllar sonra, olayları analiz edebilmek daha da olanaklı hale geliyor. Bu nedenle bugün çok daha sağlıklı bakma olanağına sahibiz. Tabii eğer bu olanağı kullanmaya gereksinimimiz varsa.
Bizler günümüz devletini tekelci polis devleti olarak niteliyoruz. Tekelci polis devletinin, çağımızın burjuva demokrasisi olduğunu söylüyoruz. Ama öyle ki, yanlış olarak bir devlet biçimi olarak görülen ve tüm baskı ve şiddetin ifadesi olan faşizmi hiçbir noktada aratmayacak bir devletten söz ediyoruz. Kaldı ki burjuva devlet her zaman budur. Paris’te dökülen kanı, 1848’de, 1871’de dökülen kanı akıtan da aynı devlettir. Burjuva egemenliğin kendisi budur. Bu nedenle, faşizm üzerinde durmak gerekiyor. Devlete ilişkin yanılgılar açısından bu nokta çok önemlidir.
G. Dimitrov, Sendikalar Enternasyonali Dördüncü Kongresi’nde, 1928’de aşağıdakileri söylüyordu:
“Çok iyi bilinmelidir ki faşizm, yerel ya da geçici bir olay değildir. Faşizm, emperyalizmin ve sosyal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğün sınıf hakimiyeti sistemidir. Burjuvazi, emperyalist savaştan, Rus Devrimi’nden ve Sovyetler Birliği’nin 10 yıllık varlığından ve bu faktörlerin proletarya, köylülük, baskı altındaki uluslar ve sömürge halkları üzerinde yaptığı büyük devrimci etkiden sonra, eski parlamenter demokrasi biçimi ve yöntemleri ile halk kitlelerini sınıf egemenliği altında tutamayacak ve kapitalist istikrar ve rasyonalizasyon görevlerini yerine getiremeyecektir. Burjuvazinin tek çıkar yolu kitleleri faşizm ile zapt etmektir. Faşizm, burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır. Bütün burjuva devletleri, eninde sonunda ya bir hükümet darbesi ile ya da ‘barışçı’ bir yolla ya gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer: geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, sosyal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.
Faşizm, proletarya ve sınıf sendikacılığı için devamlı ve büyüyen bir tehdittir. Bu tehdidin bütünüyle yok edilmesi, ancak burjuvazinin egemenliğinin ortadan kaldırılmasıyla, burjuva diktatörlüğünün yerini emekçi köylüler ile işbirliği halindeki devrimci güçlerin alması ile gerçekleşir. Faşizm, kapitalizm çerçevesi içinde yerini eski burjuva-demokratik rejimine bırakacak, geçici bir yönetim olarak kabul ve büyük kapitalist ülkelerde gelişme tehlikesini inkâr etmek, proletaryanın uyanışını ve direnişini yıpratmakla sonuçlanacak, faşist diktatörlüğün geçici olarak sağlamlaşmasını destekleyerek yardım edecek boş aldatmacalardır.” (G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, 4. Basım, İstanbul 1975, s. 27-28)
Dimitrov’un bu tanımı, daha sonraki tanımları ile çelişiyor. Bunu ileride göreceğiz. Eğer faşizm “emperyalizm ve sosyal devrim döneminde” burjuvazinin sınıf hakimiyeti sistemi ise kendiliğinden anlaşılacaktır ki, o da burjuvazi için demokrasidir, tıpkı burjuva demokrasisi gibi ve nitelik anlamında da aynen onun kadar. Burjuva demokrasisi, gerçekte geniş halk yığınları ve proletarya için tıpkı faşizm gibi bir diktatörlüktür. Devletler biçimi, diktatörlükler ve demokrasiler olarak sınırlanamazlar. Bu, sınıf bakışının reddi demek olur. Her devlet hem demokrasidir, hem diktatörlüktür. Devlet kimin devleti ise, o sınıf için demokrasidir. Onun dışındakiler için ise diktatörlüktür. Zalim olan Hitler değildir. Hitler, zalimlik ve sömürü üzerine kurulu bir düzenin zalimlerindendir, hepsi o kadar. Hitler’i zalim ilan edip Kennedy’i veya Clinton’u aklamaya yönelmek, bizim cephemize hep kaybettirmiştir. Kohl, bir Hitler’dir, tıpkı Carter, tıpkı kapitalist dünyanın tüm burjuvaları gibi.
Dimitrov’un tanımına dönersek.
1928’de Dimitrov, birincisi, faşizmin yerel ve geçici olmadığını söylüyor. İkincisi, faşizm, emperyalizm ve sosyal devrim döneminde burjuvazinin sınıf hakimiyeti sistemidir. Üçüncüsü, Dimitrov’un altını çizdiği gibi faşizm burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır. Dördüncüsü, bütün burjuva egemenliği son bulmadan faşizm tehdidi son bulmaz. Beşinci olarak “faşizmi, kapitalizm çerçevesi içinde yerini eski burjuva-demokratik rejimine bırakacak, geçici bir yönetim olarak kabul… etmek, proletaryanın uyanışını ve direnişini yıpratmakla sonuçlanacaktır.”
Faşizmin yerel ve geçici olmaması ile bütün burjuva devletlerin eninde sonunda faşizme geçeceği aynı anlamdadır. Öyle olunca faşizmi yıkmanın yeterli olmayacağı, burjuva sisteme son vermedikçe faşizmin bir tehdit olarak her zaman var olacağı sonucu çıkıyor. Ancak açıkta kalan bir nokta var; burjuvazi ne zaman faşizme başvuracaktır?
Faşizm, burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşaması olarak ele alınıyor. Ancak ‘hayat bize gösterdi ki’ faşizmin gidişi ve yerine ‘tekrar burjuva demokrasisinin dönüşü’ olanaklıdır. Gerçekte geri gelen burjuva demokrasisi değildir ama bu durumu nasıl açıklayacağız? Buradan faşizmin de burjuva demokrasisinin kendisi olduğu çıkmaz mı? Hem sonra faşizmi iktidara taşıyan, o çok övülen burjuva devlet ise, faşizmin ayrı bir devlet olmadığı açıklık kazanmaz mı?
İşte bu nokta oldukça önemlidir. Demek ki, faşizm gidince ve toplumsal devrim ile sosyalizme yürüyüş başlamayınca, yani aynı düzen içinde kalındığı halde faşizm ‘gidince’, gelenin ne olduğu sorulmalıdır. Bugün bizler bu soruyu daha büyük bir rahatlıkla sorabiliriz.
Dimitrov’un tanımında geçen “faşizmin emperyalizm ve sosyal devrim döneminde burjuvazinin sınıf hakimiyeti sistemi” olması tanımı, üzerinde durmaya değerdir. Bizce de faşizm dünya devrimine karşı burjuva saldırıdır ve bu saldırı, krizin derinliği, tehdidin büyüklüğü oranında büyük olur.
Genelde Dimitrov’un yukarıdaki tanımı Enternasyonal’deki tanım ile çelişkilidir. Enternasyonal’deki (7. kongredeki) tanım daha geri bir tanımdır. Ama yine de bu tanımda bulaşıklık vardır. Bu tanımda burjuva demokrasisini olumlamak vardır.
“Faşizm burjuvazinin egemenliğinin son aşamasıdır” ne anlama geliyor? Yenilen Hitler, Mussolini giden Franko ile birlikte burjuva egemenlikler de mi yok oldu? Hayır. Bu tanım, burjuvazinin faşizme son anda başvurduğunu anlatmak için yapılıyor. Yani faşizm öylesine kötü bir şey ki, burjuvazi de buna başvurmak istemiyor. Şimdi karşımıza Koç çıksa ve “ey devrimciler, sizin bu mücadeleniz, bizi faşizme başvurmak zorunda bırakacak, halbuki bunu ne biz, ne siz istersiniz” dese, biz, peki bay Koç, biz bu durumda mücadelemizi “sınırlar” içinde yürüteceğiz mi diyeceğiz?
Dimitrov, her şeyden önce faşizmin farklı biçimlerde iktidara gelebileceğini görüyor, sosyalizme karşı (sosyalizmin var olduğu bir dünyada) devrimin yayılmasına karşı geliştirildiğini görüyor, ama yine de onu sınıf egemenliğinin son aşaması olarak niteliyor.
1932’de ise “Birleşik Cephe ve Burjuva Gericiliği” isimli makalesinde;
“Faşizmin sadece ‘komünist teklikeye’ karşı yöneldiğini düşünenler kendilerini acı bir şekilde aldatıyorlar.” (G. Dimitrov, age, s. 11)
diye yazıyor.
“Faşizmin görevi sermaye saldırısını, kitlelerin kapitalist bir azınlık tarafından sömürülmesinin siyasî anlamda başarı kazanmasını ve bu azınlığın halk çoğunluğu üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmaktır.” (G. Dimitrov. age, s. II)
Gerçekte burjuva demokratik devletin görevi de bu değil midir?
İşte bu noktada 1928’de söylediklerinden özünde farklı bir şey söylüyor. ‘Komünist tehlike’ye karşı olmak ile ‘halka karşı olmak’ arasındaki ayrım nerededir? Hem sonra faşizmin “emperyalizm ve sosyal devrim döneminde burjuvazinin…” sınıf hakimiyet sistemi olması bununla çelişkili değil midir?
Faşizm aynı (ve hatta biraz şeytanî) bir devlet biçimi olarak tanımlanıyor. Öyle ki. o burjuva demokrasisini ortadan kaldırıyor. Burada biraz daha yavaş düşünelim ve ezberlediğimiz cümleleri tekrarlamayalım. Burjuva demokrasisi, gerçekte burjuva diktatörlüğüdür. Faşizm de bir burjuva diktatörlüğüdür. Faşizm, burjuvazi için mi ‘demokrasiyi’ ortadan kaldırıyor? Eğer yanıtımız hayır ise, öyle ise o da tıpkı burjuva demokrasisi gibi bir burjuva devlettir ve burjuvazi için bir demokrasidir. Yoksa faşizm, proletaryanın bazı ‘haklarını’ mı kaldırıyor?
Toplantı, yürüyüşleri yasaklıyor, devrimci örgütleri yasaklıyor, devrimcileri tutukluyor, işçi ve emekçilerin örgütlerine saldırıyor. Eğer böyle ise demek ki faşizm denilen şey, işçi-emekçilere, devrimcilere, kısacası devrime karşı bir saldırıdır. Devlet denilen şey de zaten bunu yapar. Demek ki, o burjuva demokrasisi denilen (ve faşizm sayesinde övülerek göklere çıkarılan) şey de bu görevi yapmalıdır. Zaten bunları yapıyor da. Faşizm denilen şey ‘iktidara’ gelmiyor. İktidar burjuvazinin iktidarıdır ve burjuva diktatörlüğü sınıf savaşımında devrim cephesini bastırmak için ‘olağanüstü’ önlemler alıyor. Yani iktidarın el değiştirmesi falan söz konusu değildir. İktidar sınıflar arasında el değiştirir. Başka türlüsü mümkün değil. Tekelci kapitalizmde, diyelim ki bugünkü Almanya’da, Fransa’da iktidar tekellerin (aynı zamanda tüm burjuvazinin) iktidarı değil mi? Eğer öyle ise, faşizm ‘iktidara’ geldi, tümüyle yanlış bir cümledir. Doğrusu şudur; devlet kendini, devrim saldırısına karşı yeniden örgütledi. İşte biz buna devletin yeniden örgütlenmesi ya da ‘mükemmelleşmesi’ diyoruz. Biliniyor, biz komünistler devletin tümden kalkmasından yanayız ve devletin mükemmelleşmesi, tırnak içinde olmasa da, bizim için olumsuzluğu ifade eder.
‘Faşizm’ burjuva devlet mekanizmasındaki her şeyi olağanüstü koşullara göre organize eder. Devrimi bastırmanın bundan başka yolu da yoktur. İşleyişinin önündeki engelleri temizler. Hantal bir bürokrasiye (yoksa genel olarak bürokrasiye değil) tahammülü yoktur. Ve bu nedenle de devletin gerçek yüzünü, sınıfsal özünü tüm çıplaklığı ile ortaya koyar.
Ancak hiçbir nesnellik otomatik olarak devrime yol açmaz. Tarih bunu yüzlerce örnekle göstermiştir. Bu nedenle faşizmin varlığı, devletin sınıf özünün çıplak hale gelmesi, kitleleri kendiliğinden proletarya safına geçirmez. Unutmamak gerekir ki, ömrünü doldurmuş bir sistemi yıkmak için, artık hiçbir nesnellikten ‘yardım’ beklememek gerekir. Tersine pek çok şey, onun çürümüş olduğu nesnellikte, özneye bağlıdır.
Öte yandan faşizm, burjuvazinin olağanüstü durumlarda, bir devrim tehdidi karşısında başvurduğu bir silahtır. (Daha doğrusu bir silah idi.) Bu silahı kullanmak zorunda kaldığı anda sistem kendi güçsüzlüğünü ortaya koyar. Ancak devrimi bastırıp iktidarı aldıktan sonra faşizm sistemi yeniden güçlendirir. Ancak yine de tek başına baskıya dayalı yönetmez. İdeolojik planda da yoğun bir saldırı başlatır. Kitleleri kazanmaya yönelir.
Faşizm tanımları, karşı-devrim saldırısının şiddeti boyutunda abartı içerirler. Adeta bir burjuva devletten değil de tüm insanlığı tehdit eden bir şeytandan söz ediliyor. Faşizm tüm insanlığın düşmanıdır, deniliyor, peki burjuva demokratik cumhuriyet aynı anlamda tüm insanlığın düşmanı değil midir? Görülüyor ki bu abartı, burjuva devleti aklamaya yarıyor. Sınıf savaşımında proletaryanın elini kolunu bağlıyor. Faşizm, Ekim Devrimi ile gündeme gelen, tekelci aşamanın burjuva devletinin uç biçimidir. (Devrim korkusu altında burjuvazi herkeste komünizmi görüyor.) Onun oturmuş hali, olağanlaşmış hali günümüz burjuva devletidir. Gerçekte faşizm üzerinde bu oranda abartılı durulması, devlete ilişkin kafa karışıklığının göstergesidir.
Bir iç savaştan sonra, bir devrimi bastıran devlet, önce sistemin mezar kazıcısı işçi sınıfı ile onun siyasal önderlerini, komünistleri etkisiz kılmaya çalışır. Bu, çok büyük bir devlet terörü kampanyası ile yürütülür. Bu terörün başarısı, halkın geniş kesimlerinin buna seyirci kalması ile bağlantılıdır. İşte bunun için devlet önce can düşmanını yok edip ‘huzur ve güven ortamını’ sağlayana kadar ekonomi politikasını bir ittifak aracı olarak kullanır. Siyasal istikrarı sağlayıp, düzeni tehdit eden unsurları etkisizleştirdikten sonra, ekonomi politikasında da tekellerin hizmetine girer. Asıl görevine döner.
Faşizmin öylesine tanımları vardır ki onun küçük burjuvazinin diktatörlüğü olarak tanımlanması şaşırtıcı değildir. Bir burjuva demokrasisi (burjuva diktatörlüğü) devrimi bastırıyor ve döktüğü kana göre tarif ediliyor. Yeni bir devlet keşfediliyor ve bu devlete karşı ‘ulusal’ cepheler öneriliyor. Hal böyle olunca, saldırının şiddetine ve yarattığı geri çekici etkiye göre bol bol tanımlar bulunuyor. Sanki bir yaratık tarif ediliyor, herkes bir başka yönünü tarif ediyor, ama üzerine beyaz çarşaf geçirmiş bir korku abidesi, gerçekte çarşafın altında o bilinen burjuva demokrasisidir. Ama şimdi elini kaldırdıkça, tarifler şöyle yapılıyor; “bir eli var ki hiç bir şeye benzemez”. Oysa devlet hep burjuva devlettir. Ondaki değişim, sınıf savaşımına göre şekilleniyor.
Faşizmi küçük burjuvazinin diktatörlüğü olarak tanımlamak ekonomik planda egemen olan kesimin iktidar üzerindeki hakimiyetini atlama anlamına gelir. Her şeyden önce ekonominin tümüne sahip olan tekeller oldukça, küçük burjuvazinin, örneğin Franko döneminde İspanya’da 10 yıllarca egemen olması olanaklı mıdır?
Burada bu baylar bizim karşımıza devletin altyapıdan bağımsızlığı (daha doğrusu görece bağımsızlığı) tezini sunacaklardır. İşte yine bir kere daha ‘görece bağımsızlığın’ sınırları nedir, sorusu ortaya çıkmaktadır. Sanırız, bu konuya geri dönmeye gerek yoktur.
Otto Bauer faşizmin, “her iki sınıfın -proletarya ile burjuvazinin- üstünde yer alan” bir devlet gücü biçimi olduğunu. İngiliz sosyalisti Brailsford’un faşizmi, “devlet mekanizmasını ele geçirmiş olan küçük burjuvazinin başkaldırması” olarak tanımladığını hatırlayalım. (Aktaran G. Dimitrov, age, s. 46-47)
“Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Üçüncü Oturumu iş başındaki faşizmi finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık yıldırıcı diktatörlüğü olarak…” tanımladı. (G. Dimitrov, age, s. 46)
Şimdi bu üç ayrı tanım üzerinde duralım.
Hem Otto Bauer’in hem de Brailsford’un tanımlamaları neyi kaçırıyor? Otto Bauer, devletin bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde tahakküm aracı olduğunu atlıyor. Sınıflar üstü bir devletten söz ediyor. Sınıflardan bağımsız bir devlet örneği olarak faşizm, daha sonraki yıllarda görece bağımsızlığın örneği olarak bile sunulabildi. Oysa tekelci kapitalizmde, devlet ile tekeller arasındaki ilişki çok daha sıkıdır. Faşizm (yani onların görece bağımsızlığını sınıflar üstü bağımsızlığa götürdükleri devlet), tekeller adına her şeyi yapması nedeniyle mi bağımsızdır? Tekrar olması pahasına, görece bağımsızlık, egemen sınıfa rağmen değil, egemen sınıfın çıkarına vardır. Ve bu yeterince açıktır.
Brailsford ise faşizmi küçük burjuvazinin başkaldırması olarak nitelerken, sadece ve sadece onu bir kargaşa ve mantık dışılık olarak görüyor.
Brailsford faşizmin kitle tabanı içinde küçük burjuva, lümpen kesimlerin ağırlığını görüyor ve buna dayanarak onu küçük burjuvazinin diktatörlüğü olarak niteliyor. Oysa burjuva devlet mekanizmasına bir bakalım, bu mekanizmanın asıl gövdesi olan ordu-polis-bürokrasi kimlerden oluşuyor? Elbette en az burjuvalardan, en çok küçük burjuva, işçi-köylü çocuklarından. Ama buna rağmen bu devlete kimse işçi-köylü devleti demez.
Bu noktalarda Enternasyonal pek çok oturumunda eleştiriler getirmiştir. Biz, bugün de faşizmin tanımı olarak kabul edilen, ama bize 1928’deki yazısında Dimitrov’un verdiği tanımdan özünde farklı olan tanıma geçelim.
Şimdi elbette ki faşizm tekellere, finans kapitale dayanır. Ancak bunların “en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurları” ne demektir? Acaba finans kapitalin tümünden değil de, onlar içinden bazı unsurlardan mı söz ediliyor? Burjuvazi içindeki ayrışmadan söz etmek ayrı, onun bir kesimi ve tekelci dönemde (ülke ekonomisinde de egemen) hegemon olan kesimi, tekelci burjuvazinin içinde ayrıştırmadan söz etmek ayrı.
Gerçekte Enternasyonal’in faşizm tanımlaması ile, faşizme karşı kurulacak birleşik cepheye katılacak kesimlerin sayısal çokluğu özlemi karıştırılmıştır. Tanımlar, faşizme karşı birleşik cepheye, burjuvazinin belli kesimlerinin de (küçük burjuvazi değil, örneğin burjuvazinin vb.) çekilebilmesi için zorlanmıştır. Böyle olunca, faşizm tüm ulusun düşmanı ilan edilebildi ve tüm ulusun bu bir avuç azınlığa karşı birleşik cephesi öne çıkarıldı.
Ama aynı zamanda, yine de bu yolla burjuva demokrasisi olumlandı, aklandı. Kötü ve iyi burjuvazi ayrımı başladı. Kötü ve iyi burjuva devlet ayrımı başladı.
Aslında “en”ler de bu mantığın ürünüdür. En kötü, en çirkin, en halk düşmanı, en baskıcı vb. gibi tanımlar, bir lanetli şeyi anlatmak için, bir vebayı anlatmak için kullanılır. Ama bir devleti hiç ama hiç anlatmaz. Öyle ise, tanımın kendisi bir devlet anlatmamaya kanıttır. Kapitalizm tüm kötülüklerinin adı faşizmdir. Dökülen kanın, öldürülen kişilerin fazlalığının, işkencenin vb. adı faşizmdir. Ama, gerçekte burjuva düzen, burjuva diktatörlük (yani o çok sevilen deyimi ile burjuva demokrasisi) zaten budur. Bu sistem başka türlü ayakta duramaz.
Tekellerin “en”leri bir tanım olarak ele alınırsa, faşizm tek bir tekelin diktatörlüğü olur. O zaman da, tabii ki faşizme karşı birleşik cephe daha da genişler. Mesela Koç’un diktatörlüğüne karşı Sabancı’nın bizi desteklediğini bir düşünün! Şaka bir yana, gerçekte bu tanım bir devlet tanımı değil, “faşizm bir devlet değildir” tanımıdır. Biz de tam bunu söylüyoruz.
Faşizm bir vurgu olabilir. Bu vurgu, devleti, burjuva devleti teşhir etmede iyi bir işlev görecektir. Ama bu kez de başka sorunlar çıkıyor. Artık faşizm, parlamentoları kapatmıyor (Yanıt hazır, parlamenter faşizm). Faşizm bazen çok açık terör uyguluyor (açık faşizm), bazen de kontrgerilla denilen sözde devletten bağımsız gibi görünen güçlerle terör uyguluyor (kapalı faşizm).
İşte biz de tam bunu söylüyoruz. Artık bu vurgu yerine oturmalıdır. Gidip gelen, bir faşizm, bir burjuva demokrasisi arasında sallanan bir devlet yoktur. Tek bir devlet var; burjuva diktatörlüğü ya da burjuva demokrasisi ya da tekelci polis devleti, işte çağımız devleti budur ve esas sorun bu tekelci polis devletini, bu burjuva devletini tanımlamak, açıklamaktır.
Faşizme karşı birleşik cephe siyaseti, özünde bir savunma politikasıdır. SSCB’nin ve kazanımların (kapitalist ülkelerdeki sosyal, ekonomik, demokratik kazanımların) korunması amacını güden bir politikadır. Öyle ki bu savunmacı politika nedeniyle gözlerini iktidara dikmeyen komünistler İtalya’da, Yunanistan’da, Fransa’da iktidarı kaybettiler. Öyle ya pratikte faşizmin yıkılması, kapitalizmin yıkılıp sosyalizme geçilmesinden daha önce gelirdi. Sonuçta önce gelen önce geldi ama sonrası hiç gelmedi. Yiğitçe yürütülen devrimci savaş sonucunda iktidara burjuvazi oturdu ise, biz komünistler hatamızın nerede olduğuna bakmak durumundayız.
“Faşizmin Almanya’daki zaferi kaçınılmaz mıydı?” diye soruyor Dimitrov ve şöyle yanıtlıyor:
“Hayır! Alman emekçi sınıfı engelleyebilirdi bunu. Ancak bunu başarabilmek için anti-faşist, proleter bir birleşik cephe yaratmak, sosyal-demokrat önderleri komünistlere karşı yürüttükleri kampanyadan vazgeçmeye zorlamak ve partinin sürekli olarak önerdiği faşizme karşı ortak cephe görüşünü benimsemek zorundaydılar.
“Faşizm saldırırken ve burjuvazi, burjuva demokratik özgürlükleri ortadan kaldırırken, emekçi sınıf sosyal demokratların lafta kalan önerilerine kanmamalıydı. Aksine buna gerçek bir kitle savaşıyla cevap vermeliydi, ki bu da Alman burjuvazisinin faşist planlarını gerçekleştirmesini büyük ölçüde engellemiş olurdu.” (G. Dimitrov, age, s. 57)
Yukarıdaki satırlar sınıf savaşımı konusunda da bulanık bir bakışı yansıtmaktadır. Dimitrov kitleleri mi suçluyor? Gerçekte Enternasyonal sosyal-demokratları suçlamıştır. Ancak bu da yeterli değildir. Sosyal demokratların iki yüzlü tavırlarını açığa çıkarmak, kitlelere anlatmak ayrı, onları suçlamak ayrıdır.
Enternasyonal ‘sosyal demokratları’ suçluyor. Oysa tersine, sosyal demokratların düzenle entegre olduklarını görmek gerekiyordu. Enternasyonal, II. Enternasyonal’i yaşanmamış kabul ediyor ve halâ sosyal demokratları işçi cephesinde ele alıyor. Oysa bu, III. Enternasyonal’in kendini inkârının da başlangıcı oluyor.
Emekçi sınıf ayrıca, bütün sosyal yardım kurumlarını kurdurup yaymak ve buhranın etkisiyle ezilen köylüler için buhran tazminatları verilmesini sağlamakla yükümlüydü. Banka ve tröstlerden vergi almak yoluyla, yapılacak olan bu işle, köylülerin desteği de kazanılmış oluyordu. Sosyal demokratların bunları gerçekleştirmemeleri büyük bir hataydı. Ve faşizm bu durumda doğal olarak zafer kazanacaktı. (G. Dimitrov, age, s. 58)
Belki de komünistlerin, sosyal demokratların bunları yapmamasını beklemesi, umması hataydı.
Hem sonra bankalardan, tröstlerden vergi alarak bazı işler yapacak olan bu devleti kimin devleti olarak görüyoruz? Aslında bu satırlar, savunma mantığının reformist bir mantığa evrilişinin izlerini taşıyor. Dimitrov, Alman işçi sınıfına daha şiddetli, iktidar için daha büyük çaplı bir mücadele önereceğine, ‘sosyal yardım kurumları’ kurup yayılmasındaki eksiklikten söz ediyor.
“Faşizm, ekonomik ulusçuluk (otarşi) siyaseti izler ve savaşa hazırlanmak için ulusal gelirin büyük bir kısmını eline geçirerek, ülkenin bütün ekonomik hayatını baltalar ve kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik mücadeleyi hızlandırır.” (G. Dimitrov, age, s. 63-64)
Ulusal gelirin büyük bir kısmını eline geçirmek, sadece faşizme mi özgüdür? Devlet, ‘ulusal gelir’in bir bölümünü vergilerle toplar. Bu yolla (ayrıca devlet tahvili çıkarmak, para basmak vb.) oluşan bütçe aracılığı ile ekonomik görevlerinin bir bölümünü yerine getirir. Eline geçirmek, sanki burjuvaziden bunu almak anlamına yol açıyor ki bu yanlıştır.
Bu durumda ulusu, ulusal ekonomiyi kurtarmak mı gerekiyor? İşte, işçi sınıfının sınıf çıkarlarının terki böyle başlıyor. Faşizm bir devlet biçimi olarak görülmüyor, tersine bir öcü olarak görülüyor ve tanımlarımızdaki ‘en’ler de bir öcüyü korkunç gösterme işine yarıyor. Bir burjuva devletin olağan işleri, faşizmde abartılarak, burjuva devlet, siz bunu burjuva diktatörlüğü diye okuyun, aklanmış oluyor. Öyle ki, sanki faşizm gidince gelecek olan şey iyi olacak ve elbette biz devrimi ondan sonra düşüneceğiz. Proletaryanın çıkarlarının burjuvaziye teslimi böyle başlıyor.
“Emekçi sınıfın her kesimini içeren eylem birliğinin kurulması, bağlı oldukları parti yahut örgüt göz önüne alınmaksızın kapitalizmin devrilmesi ve proletarya devriminin zaferi için birleşmeden bile önde gelir.” (G. Dimitrov, age, s. 69)
Böylece faşizmin olduğu ülkelerde önce faşizmin yıkılması, sonra devrim gündeme gelecektir, biçiminde aşamalı devrim anlayışına ulaşılmış olur. Oysa emekçi sınıfın eylem birliği sağlanabilmiş ise bunu faşizme, kapitalizme karşı ve sosyalizm için neden gerçekleştirmeyelim? Bu, faşizme karşı savaşan kesimlerin fazla olduğu tespitine dayanır ki, kanımızca faşizme karşı savaş ile kapitalizme karşı savaşın sınıfsal tabanı aynıdır. Sadece pek çok kesim (bir bütün sınıf olarak değil de sınıf içindeki çeşitli insanlar) faşizme karşı savaşıma geçebilir ki bu komünistlerin önderliğinde gerçekleşir. Zaten bu aynı şey sosyalist devrime giderken de gerçekleşir.
Demek ki, faşizme karşı savaşım yani burjuva egemenliğinin bir biçimine karşı savaşım ile, burjuva egemenliğinin tüm biçimlerine karşı savaşım arasında bir ayrım konuluyor. Bu ise masumane bulunmamalıdır. Burjuva egemenliği somuttur. O somut andaki biçime karşı savaşım ile genelde tüm biçimlerine karşı savaşım, yani öze karşı savaşım birbirinden kopartılamaz. O anki biçime karşı savaşımı bu oranda abartmak, burjuva egemenliği başka biçimler altında tanımak anlamına gelir, pratikte de böyle olmuştur.
Birleşik Cephe Hükümeti için şöyle yazıyor:
“Bu hükümeti kurmak için gerekli tarafsız şartlar nelerdir? En geniş anlamıyla bu sorunun cevabı şudur: Yönetici sınıflar anti-faşist kitle hareketiyle uğraşacak güçleri kalmayıncaya, yani politik buhran söz konusu olduğunda böyle bir hükümet kurulabilir. Meseleye bu kadar geniş bir açıdan bakmadan, birleşik cephe hükümetini kurmak, imkânsızdır. Ancak önemli bir siyasal görev olduğundan konuya eğilirken özel ön şartları da göz önüne almak zorunludur.” (G. Dimitrov, age, s. 105)
Görüldüğü gibi burada, ‘yönetici sınıflar anti-faşist kitle hareketiyle uğraşacak güçleri kalmayınca’ Birleşik Cephe Hükümet’inin kurulabileceği söyleniyor. Peki bu durumda komünistlerin, proletaryanın hegemonyasındaki bu hareketin sosyalizme yürümemesinin nedeni ne olabilir?
‘Özel şartlar’ ise şöyledir: Birincisi;
“Burjuvazinin mekanizması yeterli derecede dağılmış ve felce uğramış (vurgular bize ait değil) olmalıdır.”
İkincisi;
“Büyük emekçi kitleleri -özellikle kitle sendikaları- faşizme ve gericiliğe karşı şiddetli bir başkaldırma durumunda olmalıdır.” (G. Dimitrov, age, s. 105)
Bu ‘özel şartlar’ proletaryanın daha ileri gidişini niye erteliyor? Belli ki faşizm iktidarda iken demokratik devrim gerekiyor ve faşizm gidip burjuva özgürlükler gelince de sosyalist devrim gerekiyor. Bu Menşevik aşamalı devrim teorisine ne kadar çok benziyor. İkinci Enternasyonal, üçüncüsünün içinde egemen bir anlayış olarak yaşıyor. Faşizm, burjuva egemenliğinin bir biçimidir, bir burjuva devlet biçimidir. Burjuva egemenliğinin yıkılabildiği (“burjuvazinin devlet mekanizması yeterli derecede dağılmış ve felce uğramış olmalıdır”) durumda, proletarya, kendi elleriyle bir başka tür burjuva egemenliği kurulsun diye iktidarı teslim mi edecektir? Önerilen budur. Bu öneri, elbette faşizmin, tekelci sermayenin ‘en’lerle tanımlanması ile yakından bağlantılıdır. ‘En’ler dışındaki tüm burjuva kesimlerin faşizme karşı savaşabileceği düşünülüyor. Böylece bir ulusal savaş, bir ulusallık vurgusu öne çıkıyor. Bunun örneği olarak bugün İngiltere verilebilir. İngiltere’de bir yandan komünistler, diğer yandan Churchill önderliğinde “burjuvazi faşizme karşı savaşmaktaydı”. Ancak Churchill’in faşizme karşı ne ölçüde savaştığı açık değil midir? Almanya, İngiltere’ye saldırınca, İngiltere’de iktidardaki burjuva devletin niteliğinden bağımsız olarak İngiliz burjuvazisi, bu saldırıya yanıt vermek zorundadır. Bu bir pazar kavgasıdır, faşizme karşı kavga değildir. Nasıl ki iki emperyalist devlet savaştığı zaman bu devletlerden biri anti-emperyalist bir savaş vermiyorsa, aynı biçimde İngiliz devleti Hitler faşizmine karşı savaşırken anti-faşist bir savaş vermiyordu. Bunu anlamamak için ahmak olmak gerekir.
Elbette bu örnek Dimitrov’dan çok sonra veriliyor. Ancak Enternasyonal’in faşizm tanımı tahribatın boyutunu gösteriyor. Dünya devrimci hareketi ve onun önderleri Enternasyonal tam bir savunma stratejisi ile savaştı. Bu yiğitçe savaş, saldırıyı, iktidarın ele geçirilmesi ve kapitalizmin tarihin çöplüğüne gönderilmesi hedefini içermediği için SSCB’nin faşizme karşı zaferi Avrupa devrimleriyle tamamlanmamıştır.
Öte yandan faşizme karşı sosyalist devrim hedefi ile savaşmamak, faşizmin yerel ve geçici olmadığı tespiti ile çelişmektedir. Tüm burjuva hükümetler eğer faşizme başvuracaksa, tüm ülkelerdeki komünistlerin de burjuva demokrasisini hedefleyen bir ara devrim hedefleri mi olmalıdır? İşte sakatlık buradadır. Faşizm tehdidini yok etmek, burjuvaziyi yok etmekle olanaklı ise, ara devrim nereden çıkıyor?
Burada dikkat edilsin, “burjuvazinin faşizme başvurmasından” söz ediliyor. Kim bu burjuvazi? Bu burjuvazi, “faşizme başvurmadan önce” de iktidarın sahibidir. Öyle ise, bu iki şey arasında büyük bir iç içe geçme yok mu? İşte biz bunun için “devletin evriminden” söz ediyoruz, bu sürekliliğe dikkati çekmeye çalışıyoruz.
Faşizmin “yerellik ve geçicilikten” kurtuluşu, tekelci polis devleti ile onun olağanlaşması ile gerçekleşti. Olağandışı olan, gerçekleştiği andan başlayarak olağanlaşır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, özellikle de 1960’larda, SSCB dünyanın her ülkesinde, sosyalist devrimden önce bir demokratik devrim öngörüyor. Gelişmiş, emperyalist ülkelerde Fransız Komünist Partisi’nin, Fransız Solunun Ortak Hükümet Programı’nda belirttiği gibi anti-tekel devrim (ileri demokratik düzen) öngörülüyor. Siyasal bağımsızlığını kazandıktan sonra emperyalizme bağlanan azgelişmiş ülkelerde demokratik halk devrimi, sömürge ülkelerde ulusal demokratik devrim öngörülüyor. Bizce bu en son strateji dışında her iki tip ülkedeki demokratik devrim anlayışı, burjuvazi içinde ittifak aramaya yönelik, proletaryanın gücüne güvenmemeye dayanan reformist stratejilerdir.
Yani bu anlayış her ülkede mutlaka bir demokratik devrim gerektiğini öngören anlayıştır. Bu anlayış aşamalı devrim anlayışıdır. Gerçekte sağlıklı bir sınıf analizine değil, işçi sınıfı ve emekçi halka güvenmemeye dayanmaktadır.
Lenin’in, Rusya örneğinde devrimin omurgası olarak tanımladığı işçi-köylü bağlaşıklığı, 1960’lar dünyasında halâ geçerli tutulmaktaydı. Oysa pek çok kapitalist ülkede köylülük, artık bütünsel bir sınıf olmama özelliğini uzun süredir ortaya koymuştur.
Yani, mutlaka bir demokratik devrim bulmak için Lenin imdada çağrılmıştır. Somutun analizi, düşmanın analizi unutulmuştur. Savunmada kalmak “tercih edilmiş” ve bunun gerekçesi olabilecek her veri teori haline getirilmiştir.
Böylesi ülkelerde işçi sınıfının ittifakı, yoksul köylülük, kent emekçileridir.
Elbette faşizm tartışmaları bu kadarla bitmez. Ülkemizde, örneğin, faşizmi geri kalmış ülkelere özgü bir bela olarak değerlendiriyorlar. Ancak bu körler unutuyorlar ki, faşizmin ilk örnekleri, tersine gelişmiş ülkelerde ortaya çıktı. Öte yandan bazı sözde Marksist bilim adamları faşizmin sadece gelişmiş ülkelere özgü bir devlet biçimi olduğunu söylemektedirler. Gerçekte bu bakışların temeli ekonomist niteliklidir. Bu bakışlar devlet ile sınıf savaşları arasındaki bağı görmezlikten gelirler.
Faşizm, tekelci kapitalizmin ürünüdür. Poulantzas’ın söylediği gibi “emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir”. Ancak daha da ileri, yine Dimitrov’un 1928’de söylediği gibi faşizm, emperyalizm ve sosyal devrimler döneminin ürünüdür. Bizler bugün bunu daha açık bir dille ifade edebilecek durumdayız. Faşizm, proletaryanın Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamamasının bedelidir.
“Weimar Cumhuriyetinde ‘en ilerici toplumsal güçler’ kapitalizmi ortadan kaldırmak ‘görevini’ üstlenmişlerdi, ancak onların başarısızlığı sonucu faşizm iktidarı ele geçirdi.” (Horkheimer, Frankfurt Okulu Kökeni ve Önemi, BFS Yayınları, İstanbul, 1989, s. 38-40)
Faşizm dünya devrimine tekelci sermayenin, burjuvazinin yanıtıdır, bir karşı devrim saldırısıdır. Proletaryanın devrimi başarıya ulaştıramamasının bedelidir.
Horkheimer, bir doğrunun yanına bir yanlış koyuyor. Yanlışı “faşizm iktidarı ele geçirdi”dedir. Bu doğru değildir. Faşizm kimdir, kimden ve kimin adına iktidarı ele geçirmiştir? İktidarda burjuvazi vardı, burjuva diktatörlüğü mü devrildi? Hayır. Öyle ise, proletarya iktidarı ele alamadı. Ama iktidarı alamamanın bir bedeli vardır ve bu, kan ve baskı ile ödenmiştir. İktidara yaklaşmak, burjuva düzeni sarsmaktır. Yenilgi geldi mi, egemen sınıf iktidarını yeniden kuracaktır, hem de acilen, hem de korkunun doğurduğu vahşilikle.
Faşizmin tekelci aşamada ortaya çıkması, bazı sözde Marksistlerin onun tüm burjuvazinin mi yoksa tekellerin mi diktatörlüğü olduğu sorusunu önümüze koymalarının nedeni haline gelmektedir. Kanımızca sorunun bu tarz konuluşu yanlıştır; devleti anlamamaktır. Serbest rekabetçi kapitalizmde (ya da daha doğru deyimi ile tekel öncesi kapitalizmde) devlet tüm burjuva sınıfların hizmetindeydi de sonra bu bozuldu mu? Bu sorulardan önce devletin bir iktidar bloğu içinde egemen sınıfları bir araya getirdiğini belirtmek gerekir. Bu iktidar bloğu içinde, ekonomik yapı ile yakından ilişkili olarak burjuvazinin bir kesimi hegemon duruma yükselir. Tekelci aşamasında, kapitalizmin iktidar bloğu içinde hegemonya tekelci burjuvaziye geçer. Bu faşizmde de böyledir. Ancak diğer burjuva devletler gibi faşizm de sistemi korumak görevini yerine getirir ve bu anlamda tüm burjuvazinin hizmetindedir. Tekelci burjuvazi, burjuvazinin bir kesimidir ve diğer burjuva kesimler üzerinden tekelci ek kâr elde eder, onların kârının bir bölümüne el koyar. Ama o da, diğerleri de öncelikle burjuva sınıfın üyeleridirler ve işçi sınıfı ile savaşım söz konusu olduğu sürece aynı sınıfın üyeleri olmaktan gelen ortak tavırlarını koyarlar.
Tekelci aşamada tüm devletler, sistemin bir devrimle tehdit edilmediği durumda, nispeten barış dönemlerinde öncelikle tekeller yararına çalışırlar. Tüm ekonomik ve siyasi uygulamaları böyledir.
Faşizm burjuva toplumuna karşı değildir. Faşizm burjuva demokrasisinin varlığına son vermek için, ona karşı gelişmez. Tersine devrim hareketini engellemek için, işçi sınıfına karşı, komünistlere karşı, bir karşı-devrim olarak gelişti. Bir devrimi bastırabilmek için burjuvazi, gerekli tüm araçlarla saldırdı. Bunun için kitleleri ya tarafsızlaştırdı ya da kendi yedeğine aldı. Başını kaldıran herkese saldırdı. Bir devrim tehdidi karşısında burjuvazinin can telaşıyla saldırısının ilk biçimidir. Günümüz devleti ise bu mekanizmaları şimdiden içerir. O geleceğe karşı, gelecekteki bir devrime karşı örgütlenmiştir. Toplumun sadece baskı ile uzun süre yönetilemeyeceği kesindir. Uzun süre kılıcın üstünde oturulmaz. Ani bir hareket kılıcın bela olmasına da neden olur. Onun için kılıcı kadife ile kaplamak faydalıdır. Yeri gelmişken belirtelim, günümüz burjuva devleti, gerçekte faşizmin dişlerini şalla örtmüştür. Ama o, burjuvazi için bir demokrasidir.
Faşizm artık tarihtir. Bundan sonra faşizm aramaya gerek yoktur. Sistem, olağanüstü durumlar için gerekli mekanizmaları olağanlaştırarak içermiştir.
Tekelci kapitalizm, tekelci ek kârlar yoluyla sömürüyü hem derinliğine hem de toplumun geniş kesimlerine yayar. Bunun sonucu olarak artık küçük burjuvazinin, hayalleri bir yana geleceği bellidir. Bu nedenle, tekelci aşamada yoksul köylülük ve kent emekçileri devrimin müttefikidir. Faşizme karşı da işçi sınıfı ile birlikte savaşacak bu kesimlerden başka müttefik yoktur (Elbette bireylerden söz etmiyoruz. İttifak sınıflar bağlamında efe alınır).
Günümüzde pek çok ülkede iktidara gelen-giden faşizmlerden söz edilmesi de yanlıştır. Pek çok devrimci, burjuva devletin burjuva demokrasisi (parlamenter demokrasi) ile faşizm arasında gidip geldiğini düşündü. Yani bir dönem faşizm iktidara geliyor (ki genellikle günümüzde bu geliş bir askeri darbe ile gerçekleşiyor), ardından ise tekrar ‘parlamenter demokrasiye’ dönülüyor.
Elbette bu görüşe karşılık olarak ‘parlamenter faşizm’, ‘sürekli faşizm’, ‘gizli faşizm’, ‘açık faşizm’ gibi tanımlamalara yönelinmiştir. Gerçekten de bu son adlandırmaları pratiğin teoriyi zorlaması olarak kabul etmek gerekir. ‘Faşizm gitmek için gelmez’ ise, tüm devlet mekanizmasını yeniden düzenler ise, sık sık gelip gitmesi saçma sayılmalıdır. İşte bu noktada yeni tanımlara ihtiyaç olduğu ortaya çıkmaktadır.
1960-1970’li yıllarda dünyanın pek çok azgelişmiş ülkesinde sık sık askeri darbeler gündeme gelmiştir. Bu askeri darbeler bir süre sonra ‘tekrar’ parlamentoya yönetimi ‘bırakmışlardır’. Böyle olunca da faşizmden ayrı, bir olağandışı devlet biçimi olarak, ‘askeri-diktatörlük’ tanımı yapılmıştır.
Görülüyor ki günümüz devleti konusunda ya da günümüz burjuva devletinin niteliği konusunda çalışmak, tartışmak zorunluluktur. Biz bu tartışmayı yeni bölüme bırakacağız.