“Sajjil! / Ana ʿArabī…” diye başladı şiirine Derviş. “Kartımın numarası elli bin./ Çocuklarım sekiz. / Dokuzuncusu… yazdan sonra gelecek./ Öfkelenecek misin?”
“Bağlayın beni kıskıvrak./ Yasak edin bana kitap okumayı./ Cıgara içmeyi yasak edin./ Tıkayın ağzımı kumla,” dedi başka şiirde. “Gene geleceğiz/ gölgeleri arasında özlemin,/ yadırgamanın mezarlarında/ bizim yerimiz de var,/ bu kesin,” diyerek verdi Salma son nefesini; yurdundan 12 saat uzakta.
Büyük felaketlerin arasında Filistin direndi. Savaşçısı, işçisi, doktoru, gazetecisi ve şairiyle… Filistin direniyor çocuğu, genci ve yaşlısıyla.
“Savaş türküleri şakır/ bir milyon kuş/ gönlümün dallarında,” dedi Mahmud Derviş. Milyonlarca kuş gönlümüzün dallarında. FHKC Politbüro üyesi Marwan Abd El-Al ile yaptığımız röportaj:
Gazze ve Biladü’ş-Şam başta olmak üzere bölgede direnişin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bölgede direniş, özellikle Gazze ve Şam başta olmak üzere, tarihî ve belirleyici bir dönüm noktasında duruyor. Bir yandan stratejik dengeleri değiştirme gücünü ve sarsılmaz kararlılığını kanıtladı; diğer yandan da eşi benzeri görülmemiş baskı ve tasfiye veya etkisizleştirme girişimleriyle karşı karşıya.
Gazze özelinde, uzun süren kuşatma ve siyonist savaş makinasının işlediği korkunç katliamlara rağmen, direnişin kırılmaz olduğu açıkça ortaya çıktı. İsrail’in yıllardır dillendirdiği “mutlak zafer” iddiaları çöktü. “Aksa Tufanı” operasyonu bu süreçte kritik bir dönüm noktası oldu. İsrail’in caydırıcılık sisteminin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. Aynı zamanda Netanyahu’nun, Arap rejimleriyle Filistin meselesini yok sayarak yürüttüğü normalleşme hayalini de yerle bir etti. Gazze, yıkıma rağmen, halkların en vahşi sömürge biçimlerine karşı direnişinin sembolü hâline geldi ve Filistin meselesini Arap ve dünya kamuoyunun ve bilincinin merkezine yeniden yerleştirdi.
Batı Şeria’da ise tablo çok daha karmaşık. İsrail, fiilî ilhak sürecini hızlandırıyor; Filistin coğrafyasını “bantustan”lara bölerek Güney Afrika’daki apartheid rejimini yeniden üretmeye çalışıyor. Ancak buna karşılık hem halkçı hem de silahlı direniş biçimleri giderek kök salıyor. Direniş, teslimiyeti reddetmekte kararlı günlük bir eylem hâline gelmiş durumda ve Filistin halkının tüm boğma girişimlerine rağmen hâlâ yaşadığını ve sahada varlık gösterdiğini gösteriyor.
Biladü’ş-Şam bölgesine gelirsek; bölgesel denklemdeki karmaşa ve uluslararası müdahalelere rağmen, direniş tarih boyunca caydırıcılık denkleminin temel unsuru oldu ve siyonist-Amerikan projenin karşısında stratejik bir projedir. Biladü’ş-Şam sadece bir coğrafya değil; direnişin stratejik hattının taşıyıcısı ve Arap ulusal kurtuluş düşüncesinin kalesidir. Bu yüzden sürekli hedefte. Çünkü Filistin merkezli direniş hattıyla olan organik bağları, onu emperyalist planlar karşısında özel direnişçi ve kurtuluşçu bir pozisyona yerleştiriyor.
Lübnan’da direniş, Amerikan baskıları ve yerel iş birlikçilerin saldırılarına rağmen bölgesel caydırıcılık denkleminin önemli bir parçası olarak öne çıkıyor. Suriye’de ise Filistinliler, geçiş dönemi, güç dengelerinin yeniden şekillenmesi, İsrail’in işgal altında silahsız güvenli tampon bölgeler oluşturma çabaları ve dayatmaya çalıştığı teslimiyetçi çözüm planları nedeniyle oldukça zorlu bir süreçten geçiyor. Bu tablo, sadece direnişi değil, Filistin davasını da iki katmanlı bir tehditle karşı karşıya bırakıyor: Ulusal kimliği, Nakba’nın hatırasını ve Filistinlilerin varlığını korumak ve bu politikanın yeni devletin yasaları çerçevesinde getireceği her türlü zorlukla mücadele etmek. Bizim için direniş, mültecilerin davasını, geri dönüş hakkını ve diasporadaki Filistin halkının siyasi sürekliliğini korumak anlamına gelir. Bölgesel direniş hattı, işgalcinin maddî ve teknolojik üstünlüğü ve çürümüş rejimlere sızmış olmasına rağmen hâlen daha ayakta. Halk iradesi ve meşruiyeti bugün belirgin şekilde direniş saffında ve bu durum, direnişi canlı ve etkili kılıyor. Bugün artık direniş sadece yerel bir tepki değil; bir ulusal kurtuluş projesi, Arap halklarının ortak davası ve küresel sömürgeci düzene karşı bir evrensel ve enternasyonalist bir mücadele odağıdır.
Bazıları, yaşanan soykırımın sorumluluğunu dengesiz bir Trump’a ya da sınır tanımayan Netanyahu’ya yüklüyor. Diğerleri ise İsrail’in planlı hareket ettiğini ve ABD’nin bu planlara tam destek verdiğini söylüyor. Sizce ABD ve Avrupa’nın bölgedeki çatışma ve şiddetteki rolü nedir?
ABD, sadece “taraflı bir arabulucu” değildir, doğrudan savaşın bir parçası, hattâ ortağıdır. İsrail’e sınırsız askerî ve malî destek sağlıyor; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde tam koruma sağlıyor ve uluslararası hukuk çiğnense bile saldırıların devam etmesine göz yumuyor.
Trump yönetimi yapabilir ama yapmak istemiyor, o, ABD bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tasarlamaya çalışıyor. Bu da İsrail’in sınırlarını genişletme ve hattâ ötesinde “Büyük İsrail” hayaliyle kesişiyor ve onu besliyor. 2020’de Trump yönetimi ilhak planını dondurdu ama karşılığında “İbrahim Anlaşmaları”nı dayattı. Ateşkes kararlarını da yalnızca stratejik çıkarlarını korumak için aldı; Filistin halkı lehine olsun diye değil. Bugün ise Gazze’deki soykırımı durdurmaya yönelik en ufak bir ciddi baskı emaresi bile yok. Aksine, bu savaşın devam etmesi için politik ve lojistik destek sunmaya devam ediyor. Belki Trump, bazı liderleri New York’ta bir araya getirerek, soykırımın durması için bir “bölgesel bedel” ödenmesini gündeme getirecek, ancak bu da adalet için değil, yalnızca çıkarları için olacak.
Amerikan desteği geçici ya da sembolik değil; ona bağlı olan bu sömürgeye öldürme yetkisi veren bir vekâlet. Trump, açıkça “onları öldürün” demese de, soykırımı meşru bir devlet politikası hâline getirdi. Filistin’in haklarını adaletle değil yardımlarla çözülebilecek bir “insanî yardım meselesi”ne indirgedi. Bu yaklaşım, Netanyahu’nun elini serbest bıraktı. Artık soykırım ve her yeni katliam, uluslararası sessizlik ya da doğrudan savunma ile karşılık buluyor.
Amerikan tarihiyle, özellikle Kızılderililere yönelik soykırımla karşılaştırıldığında, İsrail’in klasik bir yerleşimci-sömürgeci rejim olduğu çok net. Fark şu: Filistinliler hâlâ direniyor. Bu da ahlâkî ve siyasi bir zaferi için kapı aralıyor. Bugün “siyonist yapının” geleceği askıda; ya kimlik ve tarih üzerine yeniden düşünmekle ya da tamamen dışlanmış, lanetlenmiş bir devlet modeline sürüklenmekle belirlenecek.
Avrupa’ya gelirsek: Toplumlar, bazı parlamentolar ve sivil inisiyatifler İsrail’e karşı ses yükseltiyor, ancak resmî hükûmetler hâlâ Amerikan çizgisinin esiri. Bazı ülkeler Filistin’i tanıdı ama bu tanımalar eğer somut yaptırımlarla desteklenmezse, sadece soykırımdan “vicdanî temizlik” için atılmış adımlar olarak kalır. Dolayısıyla yaşananlar, sadece Trump ya da Netanyahu’nun bireysel kararlarının sonucu değil; ABD’nin liderliğinde yürüyen ve bölgeyi Amerikan-siyonist projeye hizmet edecek sürekli bir çatışma hâline sürükleyen ve uzunca bir süredir yürütülen bir emperyalist proje ve Avrupa da bu oyunun parçası.
Filistin direnişi ve Filistin halkının acımasız siyonist makinaya karşı verdiği mücadele, Filistin mücadelesinden tüm ezilen halkların Filistin halkının yanında yer aldığı küresel bir mücadeleye dönüşmüştür. Bu mücadelede, siyonist varlığın kapsamlı bir şekilde tecrit edilmesini ve tam ambargo uygulanmasını talep eden halkların mücadeleleri bazı başarılar elde etti. Bunların en önemlisi, siyonist varlığın ticari faaliyetlerinin kısıtlanmasıdır. Sizce, önümüzdeki dönemde küresel dayanışma hareketinin hedefleri ne olmalıdır?
Küresel dayanışma hareketinin gelecekteki hedefleri, boykot kampanyaları, yatırımların geri çekilmesi, yaptırımlar kampanyaları ve çalışmaları ile işgalin ve destekçilerinin kuşatılması ve savaşın finansmanında ABD ve Avrupa’nın rolünün ortaya çıkarılması yoluyla siyonist varlığa kapsamlı bir izolasyon uygulanmasına odaklanmalıdır. Filistin mücadelesini ezilen halkların hareketleriyle birleştirerek uluslararası dayanışma cephesi genişletilmeli ve savaş suçlarını ifşa etmek ve İsrailli savaş suçlularını uluslararası alanda hesap sorumlu tutmak için yasal ve medyatik baskı yoluyla Filistin direnişine halk desteğini güçlendirerek genişletilmelidir. Böylelikle küresel destek, işgalin meşruiyetini kırıp Filistin kurtuluş mücadelesinin zaferine yol açabilecek maddî ve siyasi bir güç hâline gelebilir.
Buradaki hedef sadece yerel veya Filistinli değildir. Küresel Güney’in halkları ve Batı’nın büyük kesimleri artık “demokrasi”, “insan hakları” ve “İsrail’in kendini savunma hakkı”na ilişkin resmî söylemlere inanmamaktadır. Gazze’de olanlar, küresel sömürge sistemini ortaya çıkarmıştır: Soykırım, İsrail’in tek başına aldığı bir karar değil, Amerikan ve Avrupalı silahları, uluslararası siyasi koruma, medyanın gerekçelendirmeleri, kurbanların şeytanlaştırılması ve sömürgeci Batı’da temellenen ırkçı ideolojiyi içeren bütün bir sistemin sonucudur. Bu nokta itibariyle Gazze, doğru ve yanlışı test etmek için küresel bir ölçüt ve dünyanın ezilen halklarının sömürgecilik ve yok etme arasında bir taraf seçmekle direniş ve kurtuluş arasında bir taraf seçmek arasında pozisyonlarını belirlemeleri için bir ayna hâline gelmiştir.