Hayır, hayır, sendikacı arkadaşlar, heyecana gerek yok. Genel grev çağrısı yapmıyoruz. Ama yine de aklınızda olsun.
Durum şudur:
1- Ülkede derin bir ekonomik kriz var. Kriz, sadece döviz kurlarının, faizin ve enflasyonun yükselmesi şeklinde ortaya çıkmıyor. Aynı zamanda, ciddi bir yağma sürecinden, savaş ekonomisi sürecinden, rant sürecinden geçen ülke ekonomisi tümden üretimden uzaklaşıyor ve büyük ölçüde fakirleşiyor. Saray Rejimi, sürekli olarak istatistik göstergelerle oynuyor ve krizi küçük göstermeye çalışıyor olsa da, her işçi, her emekçi, krizi sıcak bir biçimde yaşıyor. Kriz, henüz daha en dibini görmemiştir ve daha bugünden, milyonlarca işsiz ortaya çıkmıştır. Kriz, Ağustos 2018’de, yani bir yıl önce, kendini döviz kurlarında yükseliş olarak ortaya koyup dikkatleri üzerine çekmiş iken, Saray Rejimi, bunun geçici ve dış manipülasyon olduğunu söylemişti. Ama şimdi biz biliyoruz ki, kriz, sadece yüksek döviz kuru, sadece yüksek faiz, sadece yüksek enflasyon (ki bu gizlenmektedir, enflasyon, bizim çalışmalarımıza göre %45 civarındadır) demek değil, kriz aynı zamanda, ücretlerde düşük, yaşam standartlarında kayıplar, sosyal hakların tırpanlanması ve büyük çaplı işsizlik demektir.
Krizin birinci yılında, işsiz kalan işçi sayısı 2,5 milyona ulaşmıştır. Sendikalar, bu rakamları dahi düzgünce verememektedir.
İşsizlik, kişisel olarak borçla yaşamaya alıştırılmış işçiler için, büyük bir yıkımın kapılarının açılmakta olması demektir.
Yoksulluk, hızla yükselmekte, işçi ailelerinde biriken öfke sisteme karşı savaşıma dönüşmeyince aile içi şiddete dönüşmekte, sosyal haklar tırpanlanmaktadır.
2- Sendika mafyası, sendikaların birkaçı dışında, büyük ölçüde sendikal alanı denetlemektedir. Kamu-Sen’in, bizzat kendisinin talep ettiği zam oranları, komik olmanın ötesindedir. 8+7 birinci yıl, diye başlayan bir talep, olsa olsa, 5+5 ile sonuçlanır ve sendika bunu başarı olarak sunar. Oysa, işçiler bizzat kendi yaşamlarından biliyorlar ki, kiralara, suya, elektriğe, doğalgaza, şehir içi ulaşım ücretlerine, okul ders kitaplarına, ekmeğe, simite, çaya, çorbaya gelen zamn 5+5 ile ölçülebilir değildir. Ve daha önümüzde ağırlaşacak bir kriz süreci vardır.
İşte sendika mafyası, işçileri satmak için, işçi örgütlerini, sendikaları ele geçirmiştir. Bunun dışında kalan sendikalar ise, bu ortamda, yeterince atak davranmamaktadır.
3- Sendikaların “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demesi elbette önemlidir. Ama bir örgütlülük ve eylem planı yoksa, işe yaramaz, sonuç vermez bir slogandır bu.
Krizin faturasını her zaman işçiler ve emekçiler, halk öder. İşsiz kalarak, ücretlerini düşürerek, ilave vergiler vermek zorunda kalarak, hayat standartlarından biraz daha kaybederek vb. yollarla, krizin faturasını hep işçiler ve çalışanlar öder, kadınlar ve gençler öder, halk öder. Koç’lar, Sabancı’lar, Mehmet Cengiz’ler, Kolin İnşaat’lar, Vestel’ler vb. ödemez. Onlar zenginliklerine daha büyük zenginlik katarlar. Biri batar, diğer onun mülklerine el koyar.
İşçiler, halk, bu krizin faturasını ödememelidir. Bunu ödemek istemiyoruz. Evet, bu doğru. Ama bunun yolu, direniştir, örgütlenmedir.
Yani, açık olarak, onlar, Saray Rejimi, kapitalistler, patronlar, hepsi hepsi, krizin faturasını işçi ve emekçilere, halka ödetmek istiyorlar. Öyle ya, Saray efradı, yağmacılar, rantçılar kalkıp da “bu sefer biz kaçırdığımız paralarımızı halka verelim” diyecek değiller. Umarız bunu bekleyen işçi ve emekçi yoktur.
Öyle ya, savaş ekonomisini yürütenler, “yeter artık, şimdi biz silâhlanmaya ayırdığımız paraları, eğitime ayıralım, sağlığa ayıralım, sağlık ve eğitim bedava olsun” diyecek değiller. Evet, kendini işçi saymayan banka çalışanları vardır ama, umuyoruz ki, bunu da beklemiyorlardır.
Onlar krizin faturasını işçi ve emekçilere, kendini banka çalışanı diye işçi saymayan, kendini pazarlama elemanı diye işçi saymayan, kendini doktor diye işçi sınıfının içinde görmeyen de dahil, tüm işçi ve emekçilere yıkmak istiyorlar. Hep böyle yapmışlardır, şimdi de öyle yapacaklar.
Biz, işçiler öfkeliyiz, durumu görmeye başladık, uyanmaya başladık, ama hâlâ yeterince güçlü örgütlülüğümüz yok ve hâlâ, “kendini kurtaran kaptan” hesabı, kişisel kurtuluş yolu bulma arayışımız devam ediyor. Durum budur.
Bu durumda, onlar, avantajlı demektir.
Öyle ise, “krizin faturasını ödemeyeceğiz”in, bir karşılığı olmalıdır.
Bu, krizin faturasını ödemek istememek, bu konuda bir iş yapmak, bir irade geliştirmek demektir. Eğer bunu yapabilirsek, son derece hızla işçiler ayağa kalkabilir, son derece hızla işçiler örgütlenebilir ve gelişen direniş her alana yayılabilir. İşte bunun olanağı var.
Bu olanaktır.
Hiçbir şey yapmadan, sadece bekleyerek, bu olanak gerçek hâline gelmez.
Direniş ve örgütlenme hattı işte burada önem kazanıyor.
Tam da bugün yeniden zamanıdır. Sendikalar, toplu sözleşme görüşmelerinde “grev silahını” kullanmayı göze almalıdırlar. Memur sendikalarının grev hakkı yok. Evet biliyoruz. Ama grev yapmadan, greve çıkmadan grev hakkı zaten olmaz.
Bazı sendikaların grev hakkı var. Evet ama o sendikalar patron ile birlikte sendikacılık yapıyorlar, Saray’ın emirleri ile sendikacılık yapıyorlar, işçilerin gerçek örgütlenmelerini önlemeye çalışıyorlar, hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarı için direniş aracı olarak grevi ele almıyorlar ve kullanmıyorlar. Bu sendikaların grev hakkı olsa ne olur, olmasa ne olur.
İşçiler, görüşme masasına oturduklarında, sosyal haklarını korumak, ücretlerini enflasyon karşısında korumak, iş ortamlarının iyileşmesini sağlamak vb. için, eğer grev yapmaya hazırlanmıyorlarsa, eğer grev de dahil çeşitli direniş biçimleri için hayal kurmuyorlarsa, hazırlık yapmıyorlarsa, o görüşme masasından hep kayıpla çıkarlar.
Grevsiz sendika olmaz.
Sendikasız işçi olmaz.
İşçiyi satan sendika, sendika olmaktan çıkar.
Tam da bugün, sınıf ve kitle sendikacılığı bayrağını yükseltmek demek, grev silâhını ele almak demektir. Greve alışmak, grev ile duygusal olarak barışmak gerekir.
“Ya şeytan doldurursa” diye korkmadan grev silâhını işçiler ellerine almalıdır.
Direniş ve örgütlenme hattı, bunu gerektiriyor.