“Güç biziz, kim peşimden gelecek?”: Sporla aklanmanın kurumsallığı ve boykotun gücü

Bask bölgesinden başlayıp Madrid sokaklarında yoğunlaşan İsrail karşıtı sloganlar ve dalgalanan kocaman Filistin bayrakları arasında kilometrelerce pedallayan sporcular eşliğinde Filistin için kitlesel bir özgürlük çağrısı… Geçtiğimiz günlerde İspanya’nın en prestijli spor organizasyonlarından biri olan La Vuelta bisiklet turu, İsrail protestolarıyla gündeme geldi. Israel-Premier Tech bisiklet takımının parkurda yer alması, İsrail’in soykırımına tepki gösteren halkın hedefi olmuş ve takımın çekilmesi üzerine baskılar ve eylemler önceden başlamıştı. Yarış güzergâhı boyunca yol kesme eylemleri ve “They will not pass” (Geçit yok!), “Stolen land, stolen lives” (Çalınmış topraklar, çalınmış yaşamlar) sloganları ve Filistin bayrakları eşliğinde sokakları dolduran kitlelerin eylemi bazı etapların tamamlanamamasına yol açtı. Eylemcilerin bariyerleri yıkması ve Madrid’in merkezindeki güzergâhın önemli bölümlerini işgal etmesi nedeniyle bisikletçiler bitiş çizgisine 60 kilometre kala durduruldu. Şu ana kadar Avrupa’da yapılan Filistin eylemlerinin en büyüğü sayılabilecek bu eylemin en öne çıkan taraflarından biri de yalnızca Filistin’e özgürlük veya barış talebinin değil, işgalci İsrail’in bir soykırımcı olarak adının sıklıkla zikredilmesiydi.

Sosyalist Partiden gelen İspanyol Başbakanı Sanchez’in protestoları öven açıklamaları üzerine, başbakanın gösterileri teşvik etmekle suçlanması bir yana, belki de tarihe en unutulmaz müsabakalardan biri olarak geçecek bu yarış, muhalefet tarafından, eylemler kaynaklı yaşanan durdurmalar nedeniyle şimdiye kadar yapılmış en üzücü La Vuelta olarak lanse edildi. Ve sporun tarafsız ve siyasetten bağımsız olması gerektiği tartışmaları başlatıldı. Tarafsızlık tartışmaları bir yanda sürerken, öte yanda da İsrail’e karşı bir spor boykotu uygulanması gerekliliği de tekrar ve daha güçlü bir şekilde gündeme geldi.

Stadyumlar, parkurlar, sahalar sadece oyunun değil, politik çatışmaların ve halklar arası dayanışmanın da mekânına dönüşürken, sporun tarihsel olarak nasıl siyasal bir zeminde şekillendiğini, ulus devletlerin inşası ve savaşlarla nasıl iç içe kurumsallaştığını, bugün çokça tartışılan sportswashing (sporla aklanma) hadisesinin esasen modern spora içkin bir tarihi olduğunu ve bugün İsrail’e karşı yükselen boykot çağrıları üzerinden spor boykotunun ekonomik ve siyasal etkilerini tartışma gerekliliğinin bir sonucu bu yazı da.

Sporun apolitik bir alan olduğu ve siyasetler üstü olması gerektiği iddiası, egemen ideolojinin en derin yerleşmiş söylemlerinden biri. Tıpkı sanat ve edebiyat üzerinde de sıklıkla zikredildiği gibi… Sporun evrensel birleştiriciliği; insanları milliyetlerinden, inançlarından ya da sınıfsal kimliklerinden bağımsız olarak bir araya getirdiği anlatısı, gerçekte onu egemenlerin en etkili mecralarından biri hâline getiren tarihsel süreci görünmez kılmak çabasının bir sonucu. Oysa spor, modern anlamda kurumsallaştığı andan itibaren siyasetin, savaşın, ulus-devletlerin, ideolojilerin ve iktidar mücadelelerinin tam ortasında yer aldı. Kültürel bir “birlik”, halklar arası kardeşliği teşvik eden naif bir ideal gibi gösterilen bu süreç, doğrudan savaşlar, militarizm ve faşizmle iç içe gelişti. Modern anlamda sporun yaygınlaştığı 19. yüzyıl İngiltere’sinde futbol, rugby ve atletizm gibi branşlar ilk olarak askerî okullarda ve emekçi sınıfları disipline etme aracı olarak benimsendi.

Spora dair bazı yaklaşımlar da bunu sporu tanımlanmasında açıkça dile getirir. “Sporu, ‘yurtsever, hiyerarşik ve otoriter bir devlet eliyle ulusal birliği örgütleyen bir eğitim aracı’ olarak gören Ludwig Jahn (1810), ‘kitle sporunun para-militer değeri konusunda iktidardaki seçkinleri inandırmak’ ödevini üstlenen modern olimpiyat oyunlarının kurucusu Baron Pierre de Coubertin bu akımın tipik temsilcileridir. ‘Sporun gerçek işlevi genç insanları savaşa hazırlamaktır’ diyen Eisenhower’la ‘Waterloo Savaşı aslında Eton’un oyun sahalarında kazanıldı’ diyen Wellington Dükü’nü de bunlara ekleyebilirsiniz. Dönüp dolaşıp geldikleri yer aynıdır: devletler için hem doğal, hem gerekli olan yayılma politikaları için spor, en etkili ‘para-militer’ eğitim aracıdır.”[1]

Olimpiyatların 19. yy.da yeniden canlandırılması da benzer bir siyasallığın ürünü. 1896’da Uluslararası Olimpiyat Komitesinin (IOC) kurulması öncelikle küresel bir ticarî birlik oluşturma amacını barındırarak, Pierre de Coubertin’in Avrupa burjuvazisinin gücünü gösterecek, Avrupa merkezci “medeniyet” idealiyle şekillenmişti. İlk olimpiyatlara sadece Batılı ülkeler katılabildi. Sömürge halklar dışlandı ya da temsil hakkı verildiğinde bile sömürgeci devletin bayrağı altında yarışmaları istendi. Sporda kurumsallaşma, ulus-devletlerin inşasıyla doğrudan ilintiliydi. Spor, “ulus”un vitrini oldu. Bu bağlamda spor, disipline edici bir toplumsal aygıt, ulusal ve uluslararası ölçekte siyasal projelerin parçası, belirli sınıfsal ve toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üreten bir alan olarak yeniden örgütlendi.

IOC, FIFA, UEFA gibi spor kurumlarının açığa çıkışı da emperyalist ve ideolojik çıkarların ürünüydü. Misal, dünya savaşları boyunca uluslararası spor organizasyonları sekteye uğrasa da savaşlar sonrası birçok ülkenin bağımsızlığına kavuştuğu dönemde ulus inşası çalışmalarının en önemli adımlarından biri FIFA’ya üyelik olmuştur. Ekonomik kriz dönemlerinde FIFA dünya kupası organizasyonları tam bir ticaret odağı hâline gelmiştir. Keza sporun mekânları (stadyumlar, olimpiyat köyleri) çoğunlukla zorla yerinden etme, derin emek sömürüsü, kent rantı gibi süreçlerle kurulur.

Sporla aklanma ya da “modern sporun etiği”

Dolayısıyla, spor kurumsallaştığından beri egemen ideolojinin hizmetinde ve iktidarların meşruiyeti için kullanılan bir propaganda aracı hâline getirilmişti. Bunun en bariz örnekleri Hitler Almanyası, Franco İspanyası ve Salazar’ın Portekizi’dir. Franco’nun sporun örgütlenmesinden sorumlu generali Moscardo “Siyasal hedeflerimizi gerçekleştirmede spor ve futbol en önemli araçlarımızdan biridir,” demiştir. Keza Salazar’ın meşhur 3F örneği de sporun iktidarlar açısından işlevini anlatmak için defalarca kullanılmıştır.

Dolayısıyla son yıllarda dillere pelesenk olan sportswashing (sporla aklanma) kavramı da esasen modern sporun yapısal bir sorunudur. “Ulusal ve toplumsal imajın birey, grup ya da hükûmetler tarafından uluslararası alanda spor aracılığıyla düzeltilebilmesine yönelik tüm çabaları” ifade eden sporla aklanma kavramı; “uluslararası diplomasi yoluyla ülke itibarını olumluya çevirmek, yumuşak gücü harekete geçirmek, ülkenin ekonomik ve ticari çıkarlarına katkı sağlamak, başta insan hakları olmak üzere, sosyo-ekonomik ve politik alanlardaki olumsuzluklara ilişkin eleştirileri olumluya çevirebilmek ve ilgiyi, ulusal ve uluslararası başka alanlara kaydırmak amaçlarıyla sporun kullanılması”nı içeriyor. Özellikle Arap sermayesinin spordaki, daha çok da futboldaki varlığının genişlemesinden sonra iyice kullanılmaya başlayan bu kavram, aslında sporun uluslararası örgütlenmesinin baş sebeplerindendir. Bugün “Batılı ideallerle” örtüşmeyen, sporun “tarafsızlık, eşitlik, birleştiricilik” misyonlarına aykırı bulunarak sporun tarihinden ayrıştırılmaya çalışılan bu hadise, bizzat bu kurumların ortaya çıkışını yaratmıştır.

Sporla aklanmanın en çarpıcı örneklerinden biri, Nazi Almanyası’nda düzenlenen 1936 Berlin Olimpiyatlarıdır. Hitler, bu organizasyonu Nazi ideolojisinin dünya kamuoyuna meşrulaştırılması adına kullandı. Olimpiyat köyü Nazi estetiğine göre inşa edildi, geçit törenleri faşist hiyerarşinin ritüellerine dönüştü. Mussolini iktidarı altında 1934 Dünya Kupasına ev sahipliği yapan İtalya’da da durum benzerdi; hakemler baskı altına alındı, tribünlerde faşist semboller egemendi ve turnuva rejimin gücünü pekiştirecek şekilde yönetildi. Berlusconi’nin, medya imparatorluğunu ve kaynağı belirsiz servetini, AC Milan’ı dünyanın en başarılı kulüplerinden biri yapmak uğruna harcarken, siyasi alanda da ciddi bir meşruiyet kazanması ve yeni imajıyla 1994’te İtalya Başbakanı koltuğuna taşınması da yine sporla aklanmanın bir başka örneğiydi. Soğuk Savaş döneminde ABD-Sovyetler arasındaki gerilimin tıpkı “uzay yarışı”nda olduğu gibi sportif alandaki rekabete de yansıması ve bu alanda alınacak başarılar üzerinden emek sömürüsüne dayalı bir sistemin ve emperyalist saldırganlığın meşrulaştırılmaya çalışılması da yine bunun bir başka örneği olarak düşünülmeli aslında. NFL, MLB ve NBA gibi liglerde maçlar öncesi askerî törenler, reklamlar ve bayrak gösterileri yapılması ve ABD Savunma Bakanlığının bu etkinlikler için kulüplere milyonlarca dolar ödüyor olması da sporla aklamanın güncel bir başka boyutu. Toplama kamplarında Nazi doktorlarıyla işbirliği içinde deneyler yapan Bayer firmasının adını Leverkusen futbol takımıyla özdeşleştirip sempati toplaması da. 2024 Paris Olimpiyatlarında Fransız mimarisi övgüsü ve Mülteci Olimpiyat Takımıyla birlikte adeta demokrasi ve insan hakları şovuna dönüşen geçit töreninin, kısa süre önce, olimpiyat köyüne dönüştürülecek olan L’Ile-Saint-Denis’de göçmen ve evsizlerin yerlerinden sürülmüş olması zulmünü gizliyor oluşu da. Veya bugün futbolu kurtaracak bir hayal proje olarak ortaya atılan Avrupa Süper Ligi fikrinin, futboldaki tekelleşmeyi meşrulaştırmaya çalışması da… Bu sporla aklanma kavramının bir yeni kavram gibi ortaya atılışı ve tekil tekil ülkelerin veya kurumların kendi imaj çalışması gibi gösterilmesi çabası bile, bunun emperyalist çıkarlar doğrultusunda uluslararası organizasyonlarla örgütlenmiş olduğunu gölgelenmesi çabasının bir sonucu aynı zamanda.

“Söyleyin; çünkü güç sizsiniz!”

“Fransa ve Manchester United için oynadım. Uluslararası futbolun spordan çok daha fazlası olduğunu biliyorum. Kültüreldir, politiktir, yumuşak güçtür. Bir bakıma bir ülkenin kendisini küresel sahnede temsil etmesidir. İsrail’i bu ayrıcalıktan mahrum bırakmanın zamanı geldi. Rusya, Ukrayna’da savaş başlattıktan dört gün sonra FIFA ve UEFA Rusya’yı men etti. Şimdi ise Uluslararası Af Örgütünün soykırım olarak tanımladığı olayın 716. günündeyiz ve yine de İsrail’in müsabakalara katılmasına izin verilmeye devam ediliyor. Bu çifte standart neden? FIFA ve UEFA İsrail’i men etmeli. Her yerdeki kulüpler İsrail takımlarıyla yarışmayı reddetmeli, şu an her yerde oyuncular İsrail takımlarıyla yarışmayı reddetmelidir. Güney Afrika’daki apartheid rejimini hepimiz hatırlıyoruz, spor boykotu apartheid’ın sona ermesinde kritik bir rol oynamıştı. Yani güç biziz. Siz güçsünüz. Dünyanın dört bir yanındaki futbol taraftarları gücü var. Bu takımlar sizi temsil ediyor. Artık herkesin kenarda oturmayı bırakma zamanı geldi. Beni kim takip edecek? Siz? Siz beni takip edecek misiniz? İsrail’in FIFA ve UEFA tarafından men edilmesini talep ediyor musunuz? Söyleyin, çünkü güç sizsiniz.” – Eric Cantona

Tıpkı “sportswashing”i yalnızca Katar’ın Dünya Kupası ihale sürecinde yaptığı yolsuzluklar veya Avrupa futbolundaki Arap sermayesine sıkıştırmak ikiyüzlülüğünde olduğu gibi, bugün savaş suçlarıyla sportif alandan men edilme gerekliliği de aynı çifte standartlar ve riyakârlık içerisinde ele alınıyor. Dört gün içerisinde apar topar, oylama bile yapmadan Rusya’yı tüm organizasyonlardan men eden UEFA, soykırımın ikinci yılında hâlâ İsrail’in men edilmesini oylamak konusunda bile net bir karar verebilmiş değil, oylama ne zaman gündeme gelse erteleniyor. Rusya’ya tüm uluslararası spor örgütleri tarafından uygulanan ihraç, yıllardır İsrail’e uygulanmadığı gibi, Irak işgali döneminde de ABD’ye uygulanmamıştı. Bu organizasyonların, savaş suçları söz konusu olduğunda NATO müttefiki olup olmamayı bir kriter olarak önüne koyduğu aşikâr görünüyor. Bugün İsrail’in soykırımına sessiz kalmaları da egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden spor rejiminin sürekliliğini gösteriyor.

La Vuelta’daki protestolar, İspanya’nın İsrail de turnuvalarda yer aldığı sürece FIFA Dünya Kupasından çekileceğini açıklaması, spor kamuoyunda artan tepkiler vs. derken UEFA, daha önce kulüplerin başvuruları üzerine yaptığı gibi bir kez daha İsrail’in men edilmesini oylayacağını açıkladı. Ancak yine daha önce olduğu gibi, bu oylama hâlâ gerçekleştirilmiş bile değil.

Daha bir ay önce, soykırımda hayatını kaybeden Filistin futbolunun efsane isimlerinden “Filistinli Pele” lakaplı eski milli futbolcu Süleyman Al-Obaid için UEFA, İsrail’in adını bile geçiremediği bir taziye mesajı yayınlamış, Liverpool’un Mısırlı yıldızı Mohamed Salah ise UEFA’nın “Filistinli Pele Süleyman Al-Obaid’e veda. En karanlık zamanlarda bile sayısız çocuğa umut veren bir yetenek” tweetinin altına “Bize nasıl, nerede ve neden öldüğünü anlatabilir misiniz?” yazarak tepki göstermişti.

Yakın zamana kadar UEFA, İsrail’in adını bile zikredemezken, bugün “Batı’nın Filistin’i tanıması” gündemiyle bu sözde çıkışı yapmak zorunda kaldı. Tıpkı hâlâ İsrail’e silah satışını durdurmamışken bu süreci başlatmış gibi görünen bazı ülkelerin tutumları gibi, UEFA’nın bu çıkışı da aynı oranda samimiyetsiz. Halkın tepkilerine ve artan eylemlere karşı bir parmak bal çalma derdinde gibi görünen hamlelere benzer, UEFA da kendisini taraftar protestolarından ve kulüpler üzerinden yaşanabilecek olası gelir kayıplarından korumak istiyor gibi. TFF Başkanı da hemen bu trene binip “İsrail men edilmeli,” dedi. İsrail’in adını ağzına almaktan korkanların bugün bunu zikretmesinde veya toprağını ve halkını bırakmadıkları Filistin’i tanıma sürecine girmiş gibi yapmalarında, Avrupa başta olmak üzere soykırıma ses çıkaran, “güç bizde” diyerek sokaklara çıkan kitlelerin payı çok büyük.

Bu bir sessizlik değil, işbirliği

İsrail Futbol Federasyonu, 1974’e kadar FIFA’nın Asya Futbol Konfederasyonu (AFC) grubunun bir üyesiydi. 1974’te Kuveyt’in başlattığı ve AFC tarafından 17’ye karşı 13 oyla ve 6 çekimser oyla kabul edilen bir kararla İsrail, AFC grubundan ihraç edildi. Yasağı aşmak için İsrail, 1992’de Avrupa Futbol Federasyonları Birliğine (UEFA) ortak üye olarak kabul edildi ve 1994’te UEFA’nın tam üyesi olarak kabul edildi. BDS hareketinin destekçileri, İsrail’in FIFA’dan ihraç edilmesi veya askıya alınması için çağrılarda bulundu.

İsrail’e karşı spor boykotları aslında uzun yıllardır devam eden bir pratik: bazı ülkeler, federasyonlar ve sporcular, İsrail’le spor ilişkilerini sınırlamak ya da tamamen kesmek yönünde adımlar atıyorlar. Bu boykotlar arasında Cezayirli yüzücülerin Dünya Şampiyonasından çekilmesi, İsrail’in ev sahipliği yaptığı veya katıldığı turnuvaların iptali için yapılan çağrılar, 1974’te Kuala Lumpur’daki Asya Oyunlarında Arap ülkelerinin toplu boykotu gibi, Güney Afrika Rugby Federasyonunun apartheid boykotunu da hatırlatarak İsrail takımlarıyla karşılaşmayı reddetmesi vb. eylemler yer alıyor. Bunlardan en öne çıkanı Arap Ligi ülkelerinin, 1950’ler, 70’ler boyunca İsrail Futbol Federasyonunu tanımamakla kalmayıp, karşılaşmalara katılmamayı ya da maçları boykot etmeyi seçmesiydi. Bu örnek aynı zamanda spor federasyonlarının ikiyüzlü tutumunu da gösteriyor. FIBA, UEFA, FIFA, IOC vb. kuruluşlar, resmî olarak “sporu siyasete alet etmemek” ilkesini altında İsrail’i hedef alan boykot eylemlerini genellikle cezalandırıyor. Örneğin İran’ın bazı sporcuları, rakipleri İsrail adına yarışan rakipleriyle maçlara çıkmayı reddettiği için federasyonları tarafından men edilmiş ya da disiplin süreçleri başlatılmış. Şaşırtıcı olmayan bir detay da ABD’nin ünlü istismarcılarının hemen yardımına koşan Epstein’in dostu ve avukatı Alan Dershowitz’in bu işlerin içinden de çıkması ve Arap ülkelerinde İsrail bayrağı ve marşının yasaklanmasına karşı Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesine başvuruda bulunan avukatlardan biri olması. Bu da aklayıcıların işbirliğini ve iç içeliğini gösteren bir detay olarak dursun.

Spor boykotunun gücü

Tüm bu ikiyüzlülük apaçık ortadayken, tıpkı filozof Eric Cantona’nın dediği gibi “Güç bizde!” Bu açıdan güçlü spor boykotlarını ve sonuçlarını tekrar hatırlamak önemli. Güney Afrika’nın 1964 Tokyo Olimpiyatlarından men edilmesi ve bu yasağın 1992 Barcelona Olimpiyatlarına kadar sürmesi, Güney Afrika kriket ve rugby takımlarının uluslararası müsabakalardan dışlanması hem rejime ekonomik açıdan zarar vermiş, hem de uluslararası meşruluğunu yitirmesinde ciddi bir etkide bulunmuştu. Apartheid boykotu sonrası, Güney Afrika Rugby Birliğinin gelirleri 1980’lerin sonunda %40 oranında düştü. Spor boykotu, uluslararası eylemleri de artırarak apartheid rejimine karşı sesleri yükseltti, siyasal ve ekonomik baskıyı derinleştirdi ve rejimin çözülme sürecini hızlandırdı. Nelson Mandela “Rugby, beyaz Güney Afrikalılar için bir din gibiydi. Onlara dokunduğunuzda, sisteme dokunmuş oluyordunuz,” demişti.

Benzer bir ilişkinin futbolla yaşandığı Latin Amerika’da benzer örnekler çok. Şili’de adeta diktatörlük rejiminin cesetleri üzerinde oynanacak bir dünya kupası eleme maçına çıkmayı reddeden Sovyetler’in başlattığı boykot, 1974 Dünya Kupasında Almanya’da gerçekleşen kitlesel “Şili’ye evet, cuntaya hayır” protestolarına önayak olmuştu. Bu eylemler, Şili’deki vahşeti gözler önüne sermişti.

1967 yılında Vietnam Savaşı’na katılmayı reddeden Muhammed Ali’nin “Onları ne için vuracakmışım? Onlar bana zenci demediler, beni linç etmediler, köpeklerini üzerime salmadılar, ulusal kimliğimi benden çalmadılar. Öleceksem burada ölürüm. Sizinle çarpışarak ölürüm. Benim düşmanım sizsiniz,” diyerek yükselttiği savaş karşıtı duruş, vicdanî reddin yaygınlaşmasının önünü açtığı gibi, hem sivil haklar hareketinde bir etki yaratmış hem de spor camiasında benzer tepkilerin ve eylemlerin önünü açmıştı.

1968 Mexico Olimpiyatlarında madalya alan ABD’li atletler Tommie Smith ve John Carlos, kürsüye çıktıklarında siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırıp “Siyah Güç selâmı” vererek ırkçılığa, siyahların ABD’de uğradığı adaletsizliğe ve Vietnam Savaşı’na karşı sessiz bir protesto gerçekleştirdiler. ABD Olimpiyat Komitesi tarafından oyunlardan men edilen atletlerin bu eylemi tarihsel bir direniş sembolüne dönüştü ve 2016’da NFL oyuncusu Colin Kaepernick’in ABD’de polis şiddetine ve sistematik ırkçılığa dikkat çekmek için milli marş sırasında ayağa kalkmak yerine diz çöktüğü protestoya da ilham oldu. Ve bu protesto da Black Lives Matter hareketini gündeme taşıyan ve ivme kazandıran eylemlerdendi.

Boykotun uluslararası spor örgütleri tarafından örgütlendiğinde yaratabileceği sonuçlar açısından Rusya örneği de çok şey anlatıyor. Rusya Futbol Federasyonunun, Şampiyonlar Liginden dışlanması sonrası yalnızca ilk yıl 45 milyon €’ya yakın gelir kaybı yaşandı. Büyük şirketler Rus kulüplerle ve milli takımla sponsorluklarını sonlandırdı. Rus Premier Liginin uluslararası yayın hakları ve oyuncu transfer değeri %30’dan fazla düştü. Avrupa kulüplerinin Rusya’da maç yapmaması turizmi doğrudan etkiledi. Tüm bu ekonomik sonuçlarının yanı sıra savaşta NATO varlığının görünmezleştirilmesi konusunda Rusya’nın spor ve eğlence sektöründeki organizasyonlardan dışlanmasının çok ciddi bir payı vardı.

Dolayısıyla soykırımcı İsrail’e karşı etkin bir spor boykotu örgütlenmesi konusunda baskı yapmanın olası sonuçları azımsanamaz. İsrail kulüplerinin Avrupa Kupalarına katılımı engellenirse, maç günü, yayın ve sponsorluk gelirlerinden yıllık en az 30–50 milyon $ arasında kayıp yaşanabilir. Tel Aviv gibi şehirlerin uluslararası spor merkezlerine dönüştürülme çabasına dair yatırımları riske atar. Stadyum organizasyonlarının iptali, turizmi doğrudan etkiler. Global markalar, tüketici tepkisi nedeniyle İsrail merkezli organizasyonlarla sponsorluklarını kesmek zorunda kalır. Tüm bunlar topyekûn bir İsrail boykot mücadelesinin de parçası aynı zamanda. Bunu spor kamuoyu üzerinde de baskı oluşturarak yapmanın bir yolu yalnızca spor boykotu. Elbette, La Vuelta örneğinde olduğu gibi, sonunda Carrefour sponsorluğu önünde ödül töreni gerçekleştiği sürece Israel-Premier Tech takımını engellemek tek başına yetmiyor. Eylemler çok güçlü olsa da bu anlamda eksik kalıyor. Sokaklar ne kadar emperyalist savaş karşıtı, soykırım karşıtı eylemlerle dolarsa, her alanda bu baskı daha fazla hissedilecek, boykotların örgütlenmesi yaygınlaşacak, eylemler artacak ve sonuçları alınmak zorunda kalacaktır.

Büyük Beyaz Umutlar ve Tanrının Eli

Birileri sporun tarafsızlığından dem vurmaya çalışadursun, bu örneklerin hepsi sporun asla “sadece spor” olmadığını gösteriyor. Sınıfların, ırk ayrımının, cinsiyet ayrımının olduğu bir dünyada, sınıfsız, tarafsız, eşit bir spor arenasından bahsetmek, kimliklerinden soyunmuş sporcular ve müsabakalar hayal etmek fazlasıyla akıldışı.

Maradona’nın 1986 Dünya Kupasında Arjantin-İngiltere çeyrek final maçında attığı, Falkland Savaşı’nın sembolik intikamı olan “Tanrının Eli” golü; 1972 Yaz Olimpiyatlarında Alexander Belov’un son saniye basketiyle Sovyetler’i ABD karşısında şampiyon yapması; 1974 Dünya Kupasında Doğu Almanya’nın Batı Almanya’yı 1-0 yenmesi; Boris Becker ve Michael Stich arasında yaşanan 1991 Wimbledon finali; 2008 Olimpiyat Oyunlarında Sırp yüzücü Cavic’in, geçmişin intikamını alırcasına, yenilmez olan ABD’li yüzücü Phelps’i 100 metre kelebek finalinde yenmesi; Nazi Almanyası’nda ırkçı ideolojiyi güçlendirmeye çalışan 1936 Berlin Olimpiyatlarında Alman atleti yenerek altın madalyalar alan siyah atlet Jesse Owens’ın zaferi; İrlanda-İngiltere arasında oynanan futbol maçları; Hindistan kriket takımının 1983 Dünya Kupası finalinde İngiltere’yi yenerek şampiyon olması; Fransa’nın kazandığı tarihî dünya kupasını Cezayirli Zidane’a borçlu olması; Madrid’in yoksul, alt sınıfını temsil eden Rayo Vallecano ile kralın takımı Real Madrid arasında oynanan karşılaşmalar; Williams kardeşlerin hem sınıfsal hem ırksal olarak ilkleri başarırcasına teniste kurduğu dominasyon; ilk siyah ağır sıklet boks şampiyonu Jack Johnson’ın kendisini yenmesi için gönderilen emekli şampiyon “The Great White Hope” (Büyük Beyaz Umut) Jim Jeffries’i nakavt etmesi ve daha niceleri… Stadyumlar ve oyun sahaları, ulusal kimliklerin, tarihsel travmaların, politik taleplerin ve ideolojik çatışmaların sahnelendiği modern arenalara çoktan dönüşmüştür.

Milyar dolarlık sponsorluk anlaşmalarından stadyumlarda yükselen ırkçılık karşıtı çığlıklara; kadın sporcuların görünmez emeğinden işçi sınıfından gelen gençlerin profesyonel arenalara tutunma mücadelesine kadar her şey, sporun “tarafsız” ve eşit bir alan olmadığını gösteriyor. Bu nedenle sınıf çelişkileri, ırk ve cinsiyet eşitsizlikleri, savaş ve sömürü düzeni ortadan kalkmadan; sporda eşitlikten ve tarafsızlıktan bahsetmek ancak bir yanılsama olabilir. Dolayısıyla, sporun mekânları ve kurumları da tıpkı fabrikalar, meydanlar ya da kampüsler gibi politik bir mücadele alanıdır. Bugün Filistin’de süren soykırım karşısında sesimizi yükseltmek aynı zamanda sporun kimlerin çıkarına işlediğini sorgulayan politik bir tavırdır. Ve tıpkı Metin Kurt’un dediği gibi, eninde sonunda “resmî tarih gibi sporun da gerçek tarihini yazacak olanlar işçi ve emekçilerden başkası olmayacaktır. Savaşsız, sömürüsüz bir dünyada sporun kukla kahramanları tarihin çöplüğüne defnedilecek, yenilerine de zaten gerek kalmayacaktır.”[2]

[1] Kurthan Fişek, 100 Soruda Türkiye Spor Tarihi, Gerçek Yayınevi.

[2] Metin Kurt, Modern Sporun Dünü ve Bugünü, Sorun Yayınları.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz