“Her savaş, bir iç savaştır”

Bilinen ve eski bir saptamadır bu; her savaş, bir iç savaştır. Bugün, geçerli olmaması için hiçbir neden yok. Ama sadece Suriye savaşından söz etmiyoruz. Biraz resmi büyütelim.

İngiliz parlamentosu, geçen ay feshedildi. 1200’lerin ikinci yarısından başlatılan “İngiliz demokrasi tarihi”, gerçekte eli kanlı bir tarihtir. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk, kan ve zalimlikle, yağma ve savaşlarla, ünlü “İngiliz kurnazlıkları” ile ayakta durmuştur. Ama yine de 1200’lerin ikinci yarısından başlayan Magna Carta soslu “demokrasi” tarihi, İngiliz parlamentosunun feshedilmesi ile peçelerini indirmeye başladı.

Artık “demokrasicilik” oyunu, kapitalist dünyanın “egemen” devletlerine fazla lüks, zaman alıcı, yavaşlatıcı geliyor. Artık, o demokrasicilik oyunundaki “zarafeti”, silâh sanayiinde, saldırı ve bombalamalarda, IŞİD tarzı çete örgütleri, çete devletleri yaratmakta kullanmak istiyorlar. İngiliz devletinin damarlarına, daha fazla kan ve şiddet, daha fazla kaybetme korkusu ve daha fazla saldırganlık pompalamak istiyorlar. Henüz yeterince açığa çıkmamış olsa da Saray’da dolaşan korku, “parlamentonun feshini” beraberinde getiriyor.

Boris Janson, politik iflasını yaşayan May’in yerine, “seçilmemiş başbakan” olarak seçiliyor. Bu yetmiyor. Janson, parlamentonun feshedilmesi için Kraliçe’yi “ikna” ediyor. İngiliz bürokrasisi, savaş hazırlıkları yapıyor.

Bu, savaş hazırlığıdır.

Demek oluyor ki, Brexit, yani İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB)’nden ayrılması, sanılandan daha da sancılı olacağa benziyor. İngiltere, ekonomik ve diğer sorumluluklarını yerine getirmemek için, “olağan hâl”den, “olağanüstü hâl”e doğru meylediyor, parlamentoyu feshediyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu durum dahi bir çözüm getirmekten, İngiliz burjuvazisini rahatlatmaktan uzak görünüyor.

İşte resmi büyütmek derken bunun gibi gelişmelerden söz ediyoruz.

1-

Kapitalist dünya sistemi, ömrünü doldurmuş bir sistemdir. Ömrünü doldurmuş organizmalar, bir yol bulup, zorla varlıklarını devam ettirdiklerinde, giderek daha ucube, daha biçimsiz, daha tuhaf yaratıklara dönüşüyorlar. Kapitalist dünya sistemi için de bunlar geçerlidir.

Kapitalist sistem, 1917 yılında, Ekim Devrimi ile miadını doldurmuş bir sistem olarak insanlığın tarihine geçmiştir. Ama Ekim Devrimi, dünyaya yayılamamış ve emperyalist güçlerce kuşatılmıştır. Bu kuşatma İkinci Dünya Savaşı’nda SSCB’nin yok edilmesi planlarına dönüşmüş ama külleri içinden doğan SSCB, kapitalist dünya sistemindeki gediği daha da büyütmüştür.

Tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca emperyalist güçler, anti-komünist mücadeleyi daha da geliştirmişlerdir. Başında ABD’nin oturduğu bir örgütlenme ile, dünyanın her yerinde komünizme karşı mücadeleyi, kapitalist sistemi ayakta tutmak için, kapitalizmin ömrünü uzatmak için kullanmışlardır.

Bugün, SSCB yok ve dünyanın hiçbir aklı başında insanı için kapitalizm yaşanır bir sistem değildir. Kapitalizmin, çoktan tarihin çöplüğündeki yerini alması gerekirken, şiddet ve zorla, insansızlaştırma politikaları ile ömrü uzatılmıştır. Aslında bu durum, kapitalizmi “zafer” kazanmış bir varlığa dönüştürmüyor, her şeyi yok eden, yutan bir canavara dönüştürüyor.

Bu nedenle de kapitalizme karşı mücadele, insan olma mücadelesi hâline dönüşmüştür.

2-

SSCB çözüldükten sonra, komünizme karşı savaş için örgütlenmiş “emperyalist cephe”, çatırdamaya başlamıştır. En başta beş emperyalist güç, dünyanın yeniden paylaşımı için, kendi konumlarını yeniden ayarlamaya başlamıştır. Bu beş emperyalist güç, ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’dir. Elbette başkaları da var, ama esas olan bu beş emperyalist güçtür.

Bunlardan Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, silâh üretmeleri ve orduları üzerinde çeşitli kontroller olan ülkelerdir. Toyota fabrikasının bir anda tank üretebilir hâle gelmesinin önkoşullarından biri, fabrikada otomobil stoğunun bulunmaması gereğidir. Bu “sıfır stoklu üretim” modeli, aslında İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına dayanmaktadır. Almanya’da üretilen ama Avusturya’da tanka çevrilen Leoparların hikâyesi de İkinci Dünya Savaşı sonuçlarına dayanır. Almanya ve Japonya, askerî sanayiye dayalı olmayan bir gelişme yolu bulmuş olmanın avantajına rağmen, askerî açıdan geri olmalarının dezavantajını yaşamaktadır. Bu iki ülke de, SSCB’nin çözülmesinden başlayarak, çeşitli olaylarda ABD’ye destek vererek, kendi ülkelerindeki ABD üslerinin kapatılmasının yollarını aradılar, arıyorlar. Her iki ülkede de birçok ABD üssü kapatılmıştır. Her iki ülke de, ABD tarafından izlenmek, dinlenmek ile uğraşmaktadır.

Almanya, yıkılan duvardan sonra, Demokratik Almanya ile birleşmekle kalmadı, Doğu Avrupa’da önemli bir ekonomik yayılma gerçekleştirdi. Japonya’nın böyle bir şansı henüz olmadı. Güney Kore’deki Japon yatırımları, Güney Kore’yi ABD-Japonya arasında bir ortak alan hâline getirmiştir. Japonya’nın Vietnam’a dönük yatırımları ise, Almanya’nın Doğu Avrupa’ya yayılması ile karşılaştırılamaz bile.

Fransa ve İngiltere ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya gibi “yenilmiş” ülkeler statüsünde yer almadılar. İngiltere daha çok olmak üzere Fransa’nın da siyasal manevralarına tanık olmuşuzdur. Soğuk Savaş döneminde bu iki ülke, ABD karşısında siyasal manevra yapmakta daha “özgür” oldular.

Bugün, Almanya ve Japonya, daha çok da Almanya, ekonomik olarak ABD’nin “ticaret savaşlarına” konu olmaktadır. Askerî gücünün yeterli olmamasına rağmen durum budur.

ABD, hâlâ askerî açıdan üstün iken, 1990’lı yıllarda, “dünya imparatorluğu” planlarını dillendirmeye başladı. Üçüncü Roma olma hevesindeydiler ve bunu yüksek sesle söylerken, eylem planlarını da ortaya koydular. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın öngünlerinde Kautsky’nin emperyalist savaşı desteklemesine benzer şekilde, sol cepheden, ABD’nin imparatorluk planlarına destekler geldi: “İmparatorluk barışı sağlar” masallarını epeyce dinledik. Bir yanda teneke trampetlerle çalınan “elveda proletarya” nakaratlı zafer şarkıları yükselirken, diğer yandan tütsülü papaz duaları gibi “imparatorluk barışın garantisidir” masalları anlatılıyordu.

Ama öyle olmadı. İmparatorluk masalları hızlı başladı. Afganistan ve Irak savaşının ardından hız kesti. Tek merkezli dünya hayali son buldu.

Bu süreç, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımını daha da yoğunlaştırdı. Tüm emperyalist güçler, var güçleri ile bir savaş hazırlık dönemi başlattılar. Öncelikle birbirlerinin yüzlerine cilalı dişlerini gösteren gülümsemeler sürerken, arkadan savaş hazırlıklarına başladılar. Ardından, bir sonraki aşamaya geçildi, her biri, kendine bağlı güçler üzerinden belli sahalarda savaşlar geliştirmeye, kendini ortaya koymaya başladı.

3-

Birinci Dünya Savaşı, tam bir paylaşım savaşımıdır. İkincisi öyle değildir. İkincisi birincisinden epeyce farklıdır.

Birinci Dünya Savaşı, en son noktasına kadar gitmedi. Belki de Ekim Devrimi ile yolu kesilip, savaş sonlandırılmak zorunda kalınmasa idi, Ortadoğu’da haritalar İngiliz cetvelleri ile çizilmeyecekti. Belki de Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı.

Daha fazlasını tartışmaya gerek yok. Bizim yaşadığımız bu coğrafyada, bu ikisini söyleyebiliriz. Ekim Devrimi, Birinci Paylaşım Savaşımı’nı durdurmuştur.

Avı paylaşmak için birbiri ile boğuşan, pastayı bölüşmek için birbiri ile savaşan güçler, bir anda, büyük bir parçanın, hepsine meydan okur tarzda ayağa kalktığını gördüler. Hem pasta küçüldü, hem de kendileri için bilinmedik bir tehdit yeryüzünü kaplamaya başladı. Çar, eninde sonunda paylaşımda anlaşacakları bir güçtü. Ama Bolşeviklerin önderliğindeki işçi Sovyetleri, bambaşka bir şey demekti.

İkinci Dünya Savaşı, emperyalist sistemin, ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa ve Japonya’nın, Sovyetler’i yok etme planıdır. Bu konuda başarılı olsalardı, işte o zaman kendi aralarında bir paylaşım savaşı devrede olacaktı. Eğer öyle olsa idi, muhtemeldir ki, SSCB yenildikten sonra, Almanya, ABD, İngiltere, İtalya, Japonya epeyce pay alacaktı, Fransa ise daha da az. Ve eğer öyle olsa idi, dünya, daha çok Almanya, ABD ve Japonya arasında paylaşılmış olacaktı.

Ama SSCB, külleri içinden doğdu ve Berlin’e doğru Nazileri sürmeye başlayınca, savaşın kaybedildiğini gören ABD, Almanya’ya savaş açmak durumunda kaldı. Açıktır ki, ABD, İngiliz belgeleri gösteriyor ki, onlar, Nazilerin yenilgiye uğratılması gibi şeylerle değil, Batı Avrupa’nın Kızılordu’dan korunması ile ilgili oldular.

Bugün, üçüncü dünya savaşının arifesindeyiz. Bu, mutlaka bu savaş gerçekleşecek anlamına gelmez. Ama bugün, biz, fiilî olarak bu savaşı yaşıyoruz. Tüm açıklığı ile olmasa da, bu, yeni paylaşım savaşımıdır. Burada “açıklık”, tüm cephelerin esas aktörlerince yürütülen bir savaş anlamında açıklıktır. Yoksa bunun bir paylaşım savaşı olduğu açıktır.

İşte bu savaş, Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme doğru tarihin yayını adeta çekmiş, germiştir. Birçok açıdan, Birinci Dünya Savaşı sonuçları gündem edilmektedir. Elbette farklılık vardır. Ama tıpkı o dönemdeki gibi, bir günde yeni anlaşmalar yapılmakta, ertesi gün o anlaşmaları ortadan kaldıran yeni anlaşmalar yapılmaktadır.

Savaş, belli bölgelerde odaklanmaktadır.

4-

Suriye savaşı, yeni aşamadır. Suriye savaşı ile birlikte, dünyanın iki büyük, geçmişi sosyalist olan gücü sahne almaya başlamıştır: Rusya ve Çin.

Bu durum, ABD’nin, Batı cephesini, NATO ve Soğuk Savaş dönemi müttefiklerini denetimde, ABD denetiminde tutma girişimlerinin de bir sonucudur.

Afganistan ve Irak savaşlarından istediğini bulamayan ABD, Batı ittifakı için yollar aramak zorunda kaldı. Zira dünya imparatorluğu hayalleri artık anlamını yitirmişti. Bu durumda hâlâ askerî üstünlük ABD’de iken, belli alanlarda gücünü takviye etmek ve savaş için diğerlerine şans bırakmayacak tutum almak istiyordu. Obama dönemi, bir “mola” dönemidir. Bu molada ABD, güçlerini yeniden yerleştirirken, elbette diğer emperyalist güçler de, kendi hazırlıklarına hız verdiler. ABD, Fransa ve İngiltere’yi daha yakınına almak için Libya operasyonlarını devreye soktu. Bir anlamı olmuş olmalıdır. Ama istenilen sonucu elde edemedi.

Sıra Suriye’ye geldi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gücü toplamak için harekete geçmenin ilk adımı Suriye oldu. Ve Suriye savaşı, Rusya ve Çin’i harekete geçirdi.

ABD, gördü ki, askerî açıdan kendisine karşı koyabilecek güçler ortaya çıktı. Buna karşı, Ukrayna üzerinden harekete geçti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kanada’ya yerleştirilmiş Nazi artıklarını devreye sokarak, Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı hamleler yapmaya başladı. Gerçekten de etkili olmuş gibi idi. İlk olarak yakınlaşmakta olan Almanya-Rusya arasına kamayı sokmuş oldu. İkincisi, kardeş olarak anılan Ukrayna ve Rusya arasında kan dökülmeye başlamıştı. Ama anlaşıldı ki, Rusya bu hamlelere sert yanıtlar vermekten çekinmiyordu.

Bu kez Çin denizinde Çin’i sıkıştırarak, Japonya ve Güney Kore ile ittifak politikalarını güçlendirme arayışına girişti. ABD’nin Çin’e karşı savaş naraları yükselmeye başladı.

Aynı anda, Venezuela’ya karşı harekete geçti.

Bugün hâlâ, Suriye, Ortadoğu, İran bir çatışma noktasıdır. Bugün hâlâ Ukrayna bir çatışma noktasıdır. Bugün hâlâ Venezuela bir çatışma noktasıdır ve bugün hâlâ Çin denizi bir çatışma noktasıdır. ABD, bu dört noktada da, çatışmanın tansiyonunu yükseltip alçaltarak hamleler yapıyor.

Rusya ve Çin’in sahneye çıkması ile, ABD’nin askerî alandaki rakipsiz olma iddiası, algısı çürümeye başladı.

Ama aynı zamanda, İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa ve ABD güçleri arasındaki savaşları biraz daha geriye attı. Bu güçler hâlâ bu savaşta kendilerine bağlı çeteleri, kendilerine bağlı güçleri devreye sokmaktadırlar.

5-

Suriye savaşı ve diğer alanlardaki gelişmeler, sadece bu etkilerle kalmadı. Aynı zamanda ABD hegemonyasının bitmekte olduğunu göstermeye başladı. Venezuela’daki ABD müdahalesi, başarısız oldu ve ABD, burada da istediği sonucu tam olarak elde edemedi.

Aslında tüm bu savaşlarda, ABD’nin bir şeyler elde ettiği de söylenebilir. Mesela Suriye savaşında, Suriye’yi yerle bir etmek bir kazanç olarak ele alınabilir ya da Fırat’ın doğusunda ABD üsleri bir kazanç olarak ele alınabilir. Ama ABD, daha fazlasını istemekteydi. Bunu görebiliyoruz ve tereddütsüz söyleyebiliriz ki, ABD, Suriye’de kaybetmiştir.

ABD hegemonyasının çözülmesi, 21. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuracak olaylardan olacaktır.

6-

Okuyucu dikkat ediyorsa, biz, Rusya ve Çin söz konusu oldu mu, bunlara büyük güçler derken, emperyalist güçlerin içinde saymıyoruz. Bunu bilerek yapıyoruz.

Emperyalizm, kapitalist dünya sistemi içinde, sömürgeciliğe dayanır. Tekeller çağının ürünüdür ve feodal dönemin emperyalizminden farklıdır. Bu nedenle, kapitalist-emperyalizm terimini kullanma gereğini hissettiğimiz anlar olmuştur.

Rusya ve Çin, bugün hâlâ o kapitalist dönüşümü yapmış, tamamlanmış ülkeler değildir. Rusya biraz daha ilerde olsa da, Çin, dünya kapitalist sisteminin fabrikası hâline gelmiş olsa da, bu durumun farklılığını görmek gereklidir. Sosyalizm ile kapitalizm karışımının “iyi” ve savunulur bir şey olduğu sonucu çıkarmak isteyenler varsa, biz bu fikri savunmadığımızı da açıkça ortaya koyalım. Hayır, biz sosyalizmden, dünya çapında sosyalizmin zaferinden, daha ileri bir sosyalist sistem örgütlenmesinden yanayız. Dünya işçi sınıfının Ekim Devrimi de içinde, Küba Devrimi de, Çin Devrimi de ve diğerleri de içinde olmak üzere var olan sosyalizm deneyiminin 100 yılı geçtiğini biliyorsak, bunun deneyimlerinin üzerinde daha ileri bir sosyalizm kurulabileceğini, bugün bir bölgede başlayan sosyalist kalkışmanın daha hızla dünyaya yayılma olasılığının olduğunu ve komünizme geçiş sürecinin daha da kısalmakta olduğunu, nesnel olarak böyle olduğunu söylüyoruz. Bu görüşlerimiz de yeni değildir. Tüm bunların ışığında Çin ve Rusya’nın emperyalist olarak nitelendirilemeyeceği görüşündeyiz. Emperyalist dünya için, paylaşılacak dünya pastasının, dünya pazarının içinde bu ülkeler de vardır.

7-

Suriye savaşı, dünyanın paylaşımı için yürüyen emperyalist savaşı, daha açık hâle getirmiştir. Dün, yani Suriye savaşından önce, biz Kaldıraç sayfalarında “dünya savaşından” söz ettiğimizde, bize garip bir şeyden söz ediyormuşuz gibi bakanlar, bugün, bu gerçeği daha net görmeye başlamışlardır.

Biliniyor, her savaş, bir iç savaştır.

Suriye savaşında daha aktif olan güçler şunlardır: ABD, İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve diğer Arap ülkeleri. Bu ilk 6 ülke, IŞİD denilen organizasyonu kuran, bu konuda bir görev dağılımı yapmış olan ülkelerdir. Suudi Arabistan ve Katar, bu işin finansörü olmuşlardır. Zaman zaman diğer körfez ülkeleri de buna katılmıştır. Türkiye ve İsrail, çetelerin eğitimi ve pratikte yönlendirilmesi işini üstlenmişlerdir. Türkiye, aynı zamanda bu çetelerin geçiş noktası olmuştur. İsrail ve Türkiye bu çetelere lojistik destek vermiş, hastahanelerini devreye sokmuş, silâh sevk etmiştir. Türkiye, bu savaşta açık bir tetikçi olarak devrede olmuştur. Suriye savaşının başladığı 2011 yılında, Türkiye yetkilileri, birkaç saat içinde Şam’da öğlen namazı kılmaktan söz etmişlerdir. İsrail ve Türkiye, hâlen, Suriye’de toprak işgal eder durumdadır, işgalcidir.

İşte bu savaş, bugün, savaşın içinde ne ölçüde yer aldığına bağlı olarak, savaşın içinde yer alan ülkelerde de bir iç savaş olarak yansımaktadır.

Kiminde daha büyük bir iç savaş, kiminde daha küçük bir iç savaş olarak.

Türkiye’de bu savaşın yansımalarını her açıdan görmek mümkündür.

Suriye sahasında ne kadar çete varsa, bir o kadar da üstüne koyarak, tümünü Türkiye’nin içinde, devletin koruyucu desteği ile birlikte görmek mümkündür. TC devleti, bu çeteleri, kendi iç politikalarında, kitlelerin eylemlerine karşı açık olarak kullanmıştır ve kullanmaktadır. Bu, en üst düzey tarafından itiraf edilmiştir. Bugünlerde Davutoğlu, “teröre karşı savaş için yapılanları” açıklamakla tehdit ettiğinde, aslında bunları söylemektedir.

Suriye savaşı, sadece mülteci krizi olarak bize yansımakla kalmamaktadır. Ondan çok daha önce, doğrudan çete organizasyonları şeklinde de yansımasını bulmaktadır.

Bugün Saray Rejimi, kendi ömrünü uzatmak, Suriye savaşının sonucunda savaş suçlusu sandalyesine oturmamak için, sürekli olarak Suriye içlerine saldırı politikalarını devreye sokmaya çalışmaktadır. Açık olarak Saray Rejimi, ABD’den izin isteyerek, Fırat’ın doğusuna bir yeni işgal harekâtı başlatmak istemektedir. Irak topraklarında ve Suriye topraklarında, ABD ile anlaşmalı olarak varlığını sürdürmektedir. Ve hâlâ Şam’da öğlen namazını kılma felsefesi geçerliliğini korumaktadır.

Bu saldırgan tetikçi tutum, içeride, katliam politikaları olarak kendini dışa vurmaktadır. Dahası, iç politikada nefes almak için dahi Saray Rejimi, saldırgan politikalara yönelmekten geri durmamaktadır.

ABD’de de bir iç savaş vardır. Bu elbette sadece Suriye savaşının yansıması olarak kalmıyor. ABD’nin dünyada yürüttüğü birçok alandaki savaşın yansımasıdır bu. Uzun süredir, ABD denilince, hangi ABD diye sorulması bundandır ve yabana atılır değildir. Elbette ABD’nin gücü, bu savaşın günlük yaşama daha yoğun yansımasını biraz olsun engellemektedir. Ama daha fazla yansıdığını göreceğimiz günler gelecektir.

Savaş, eğer kazanılıyorsa, emperyalist güçler için, krizleri hafifletici bir olgu olabilmektedir. Ama eğer savaş kaybediliyorsa, durum aynı olmaz. Elbette her durumda silâh sanayii için büyük olanaklar demektir savaş. Ama savaş kayıpları arttığında, durum aynı olmaz. Kayıplar ile kazançlar muhasebesi, o kadar kolaylıkla yapılamaz.

İşte bu nedenle, ABD, Suriye savaşını bitirmek istemiyor ya da bitirmek istemeyenlerin dediği oluyor. Bugün ABD, İran’a karşı savaş naraları atmaktadır. Bu elbette Suriye’de kalma isteği ile de örtüşmektedir. ABD, savaşı büyütmek istemektedir. Ki, zaten bu eğilim vardır.

Suudi Arabistan’da da bir iç savaş vardır.

İngiltere’de, Brexit’i de içine koyarsak, savaşın içte yansımalarını görmeye başlıyoruz. Parlamentonun feshedilmesi, Janson’ın seçilmemiş bir başbakan olarak atanmasından daha ilgiye değerdir. Trump, Macron, Janson gibi liderlerin varlığı, savaş aklının nasıl hükümetlere yol açtığının kanıtıdır.

Müthiş “Batı değerleri” ve “Batı demokrasisi”, tüm çekiciliğini kaybetmektedir. Cilası dökülmüş kraliyet mobilyalarını andırmaktadır. Artık, “Batı değerleri” ve “Batı demokrasisi” eskici pazarlarında antika niyetine ucuza satışa çıkarılmıştır.

8-

Dünya burjuvazisinde bir panik havası başlamaktadır. Bugün bunu bazı ülkelerde görüyoruz. Dahasını göreceğimizin kanıtıdır bu. Yolun başındayız.

Dünya kapitalist sistemi içinde “demokrasi” görünümlü burjuva diktatörlükler, bizim deyişimizle tekelci polis devleti, kendi üzerindeki şalı kaldırmakta, devlet makinasının dişlilerini ortaya çıkarmaktan çekinmemektedir. Hemen her ileri kapitalist ülkede, “terörle mücadele yasaları” adı altında devlet terörü, günlük hayatı sarmış durumdadır. Demokrasi nutukları, artık, BM toplantılarında Erdoğan’a havale edilmiştir. Bu komik midir, yoksa traji-komik midir? İngiliz parlamentosunun feshedilmesi, bu açıdan ele alınırsa, bu süreçle birleştirilirse daha doğru anlaşılabilir.

Ve elbette, bu gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıfına dönük saldırılar daha da şiddetlenmektedir ve daha da şiddetlenecektir.

Buna karşılık, bu ileri kapitalist ülkelerde kitle eylemleri, işçi eylemleri her alanda, yaşamın tüm alanlarında gelişmeye başlayacaktır.

Kapitalizm ömrünü doldurmuştur.

Mesele, bu şekilsiz canavarı insanlık tarihinden çıkarıp mezarına göndermeye yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfının ayağa kalkmasındadır.

Mesele, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin gelişmesindedir.

Gelişmelere bakılırsa, dünya devrimci hareketinin önünde, oldukça zorlu, oldukça hareketli, oldukça yaratıcılığa açık bir mücadele dönemi vardır.

Bu kez, nesnel şartlar daha uygun, daha elverişlidir. Devrimin zaferinin önünde çetin bir sınıf savaşımları olduğu ne kadar kesin ise, zaferin yayılma hızının daha fazla olacağı da o kadar kesindir. Ekonomik gelişmişlik düzeyi, komünizme geçiş sürecini kısaltmıştır.

Üretim araçları, kendi gelişimlerinin önünde bir engel olarak dikilen tüm kapitalist mülkiyet ilişkilerini parçalamayı ve bunu hızla yapmayı olanaklı kılacak durumdadır. Kapitalizm, insanın her türlü gelişimi, insanlaşması, tüm insanlık özlemlerinin önünde büyük bir engeldir. Özgürlük ve sosyalizm savaşımı, sadece zaferi olanaklı bir savaş değildir. Aynı zamanda, insanlığı kurtarabilecek biricik yoldur. Savaşları önleyecek, yıkımları durduracak, yağmayı ve insanlığın yok oluşunu önleyecek, kadının aşağılanmasını ve her türlü aşağılanmayı ve sömürüyü yok edecek, özgürlük ve kardeşliği sağlayacak tek yoldur.

Ya sosyalizm ya ölüm!