Öyle ise, aslında herkesin bildiği bir gerçekten söz ediyoruz demektir. Örgütsüz işçi sınıfı, hiçbir şeydir. Hiçbir biçimde dikkate alınmaz. Toplumun büyük çoğunluğunu oluştursa da, esamesi okunmaz. İsmi, ancak ölüm haberlerinde, iş cinayetlerinde geçer. Ne zaman oy gerekecekse, o zaman, o da yalanlarla hatırlanır. Ne zaman savaşçı gerekirse, işte o zaman egemenler işçi çocuklarına gözlerini dikerler, zira “vatan” için ölecek, “şehitlik mertebesine” ulaşacak adaylar gerekir. Vatan için ölmek gerekti mi, zengin çocukları, egemenlerin çocukları, muktedirlerin evlatları akla gelmez. Onlar, durmadan, “şehit olmak yüksek mertebedir, allah herkese bunu nasip etsin” derler, ama bunun için bir aceleleri olduğu görülmemiştir. Cephelere mehmetçik sürülür, zengin çocukları değil. Ülkemizi ziyarete gelen Soros gibi zenginler “deha” olarak tanıtılırken, açık konuşurlar; “sizin en değerli ihraç malınız askeriniz” derler ve yanlarında üniformalı generaller, bu sözlere şaşırmış gibi bile yapmazlar.
Oysa işçi sınıfı örgütlü olunca, devrimci olunca, herşey değişir. Egemenlerin korkulu rüyasıdır bu. Örgütlü işçi sınıfı, onlar için, çan saatinin çalındığı, selânın okunma zamanının geldiği anlamına gelir.
Bu dünyada sürdükleri cennet hayatı kaybetme korkusudur işçi sınıfın devrimcileşmesi. Buna var güçleri ile karşı çıkarlar.
Onların cenneti, işçilerin yaşadığı cehennem üzerine kuruludur.
İşçiler çalışır, sömürülür ve onlar cennet bir yaşam sürerler. Bunun da yaradanın bir lütfu olduğunu söylerler. Onların yaradanı, asla eşit değildir, hep onları düşünür.
Türkiye işçi sınıfı örgütsüzdür, devrimci değildir ve bugünlerde hiçbir şeydir. Ne demek hiçbir şey olmak, bir kaç madde ile özetleyelim. Hepimizin yaşadığı yaşamın, bu cehenneme benzeyen hayatın kendisidir bu.
– Bu ülkede işçi aileleri, emekçi ailelerinin nüfus içindeki payı %65’tir. Bu, aile bazında böyledir. Eğer tek tek kişiler olarak sayarsak, işçi-emekçi aileleri daha kalabalık olduğundan, bu oran %75’e çıkmaktadır.
Ama buna rağmen, bu ülkede, işçiden yana, emekçiden yana hiçbir karar alınmaz. İşçiler ve emekçiler, tüm karar süreçlerinin dışındadırlar. Kendi gelecekleri ile ilgili hiçbir karar veremezler.
İşçi ve emekçilere örgütlenmek, işçi ve emekçilere siyaset, yasak gibidir. En basit bir sendikal örgütlenme çalışmasında işten atılırlar ya da bu tehditle karşılaşırlar. En sıradan bir hak arama eyleminde coplu polislerle, TOMA’larla, tazyikli sularla karşılanırlar.
– İşçi ve emekçi çocukları, gerici, bilimdışı ve kalitesiz bir eğitime mahkûmdurlar.
Bu ülkede, en çok vergiyi ödeyen işçilerdir. Onların maaşlarından vergiler peşin kesilmektedir. İşverenler gibi vergi kaçırma olanakları, devleti soyma olanakları yoktur. Yetmez, KDV gibi dolaylı vergiler de sürekli yükselmektedir. Bugün, ülkemizde dolaylı vergilerin GSMH’ye oranı, yaklaşık %13’tür. Sermayenin altın yılları olan AK Partili dönem öncesinde bu oran %8 idi. Bu vergilerden de en büyük yükü çeken işçi ve emekçilerdir.
Peki, bu vergiler ne oluyor?
Eğitimi ele alalım. Bugün, ülkede eğitim baştan aşağıya bilimden uzak, kalitesi düşük bir hâle getirilmiştir. Bu nedenle, aileler, eğer paraları varsa çocuklarını özel okullara göndermektedir. 2016 yılı sonu itibarı ile özel ilk ve ortaokullara gidenlerin sayısı 900 bindir. Diğerleri, yıllık 30-40 bin TL veremediklerinden, çocuklarını devlet okullarına göndermektedir. Ve devlet okullarının hepsi imam hatip okullarına çevrilmiştir, çevrilmektedir.
Ne kadar para, o kadar eğitim.
Ne kadar para, o kadar sağlık.
İşte işçi ve emekçilerin çocuklarının geleceği böylece ellerinden alınmaktadır. İşçi aileleri, kendi çocuklarının “başarısız” olduğuna inandırılmaktadırlar.
Aslında bu büyük çaplı bir aşağılanmadır da. Erdoğan’ın sık sık kullandığı “ayak takımı”, “çapulcular” sözleri, bu aşağılanmanın dile getirilişidir.
– İşçinin çalışma koşulları insanlık dışıdır. Ülkemiz gerçeği budur.
Her yıl, iş cinayetlerinde 2000’e yakın işçi ölmektedir. Aileler, çalışan bireylerini sabah işe gönderirken, “fıtrat”ında ne var diye akşama canlı dönüp dönmeyeceklerini beklemektedirler. Madencinin “fıtrat”ında ne olduğunu Erdoğan, Soma’da söyledi. Camilerden cuma hutbesi olarak, “işyerlerinde çok önlem almak, allahın işine karışmaktır” yollu hutbeler okundu. Nedense, Erdoğan, binlerce koruma ile cami ziyaretine giderken, “fıtrat” dinlemiyor ve “allahın işine karışmak”tan geri durmuyor.
Din, büyük ölçüde, iş cinayetlerini örtmek için kullanılmaktadır.
İşçilerin, ülkemizde çalışma saatleri, ortalama haftalık 49 saati geçmektedir. 50 saat ve üzerinde çalışanların sayısı 7 milyona yakındır.
4 milyon işçi sigortasız çalışmaktadır. Bu sayı, Suriyeli işçileri içermemektedir. Ve gerçek sayısının 6 milyon olduğu sanılmaktadır. Sigortasız çalışmak demek, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmamak demektir.
– İşçi ücretleri düşüktür, işçilerin sosyal hakları tırpanlanmıştır, yok edilmiştir.
İşçi ücretleri son derece düşüktür. İşsizlik bu sürecin bir parçasıdır. İşçiler, sayısı 10 milyona varan işsizler ordusu nedeni ile, yok pahasına çalışmaya zorlanmaktadırlar. Örgütsüz oldukları için, sendikaları olmadığı için ya da var olan sendikaları, devletin ve mafyanın denetiminde olduğu için, işsizlik tehdidini çok daha fazla hissetmektedirler. Ülkenin milli geliri büyüdü diye söyleyenler, işçilerin gerçek ücretlerinin düşüşünü açıklamazlar. İşçiler, giderek daha ağır çalışma koşullarına ve daha düşük ücretlere mahkûm edilmektedirler.
Bu durum nedeni ile, işçilerin borçlanmaları artmıştır. AK Partili dönemde bu borçlanmanın 8-9 kat arttığı hesaplanmaktadır. Bir işçi ailesinin ayı çıkartabilmesi, büyük bir cambazlık gibidir.
– Ülkemizde 12 Eylül öncesi sendikalaşma oranı, %30’larda idi. Bugün, bu oran, %5 olarak hesaplanmaktadır. Bu sendikalı işçilerin içine, grev hakkı olmayan kamu emekçileri de dahildir.
Bu, son derece düşük bir örgütlülük demektir. Sendikal örgütlülük bu denli geri iken, var olan sendikaların önemli bir bölümü, büyük bir çoğunluğu, devletin ve mafyanın denetimi altındadır. Bunlara işçi sendikası demek bile mümkün değildir.
Sendikal örgütlenme tamamen bitirilmiş gibidir.
Buna bağlı olarak taşeronlaşma korkunç boyutlarda artmıştır. Taşeronlaşma, işçinin tüm haklarını kaybetmesi de demektir. Zaten, işçilerin sosyal hakları tek tek budanmış iken, taşeronlaşma ile, işçi tümden esir hâle getirilmektedir.
Taşeronlaşma, sadece özel sektörde değil, kamuda da yaygındır. Tüm özelleştirme süreçlerinin bir diğer yüzünde, taşeronlaşma da vardır.
Taşeronlaşma, işçinin olası örgütlenme çabalarını yok etme girişimidir.
Bugünlerde “özel istihdam büroları” uygulaması yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu taşeronlaşmanın, daha da kalıcı hâle getirilmesi, işçi kiralama sisteminin yaygınlaştırılması demektir.
– Grev işçilerin elinden bir silah olarak alınmıştır.
Bu süreç 12 Eylül ile başlamıştır. Bugün, AK Parti hükümetleri eli ile en uç boyuta taşınmıştır. Son 15 yılda, gerçekleşen grev sayısı 356’dır. Anlaşılması açısından, sadece 1990 yılında gerçekleşen grev sayısının bundan %30 civarında fazla olduğunu bilmek yeter. 1990 yılında, bir yılda daha fazla grev gerçekleşmiştir.
Bu, sendikalaşmanın geri düşmesinin, işçi sınıfının bilincinin geri düşmesinin en çarpıcı sonuçlarından biridir.
Grev, işçilerin kendi haklarını aramak için giriştikleri bir eylem iken, artık, sendikaların, patronun amaçlarına uygun grevler örgütlediğine de şahit olmaktayız. İşçiler, kendi çıkarlarını korumak için, düzgün bir sendika önderliğinde greve çıktıklarında ise, devlet, bu grevleri “milli güvenlik” gerekçesi ile yasaklamaktadır.
– İşyerinin içinde de, çalışma ortamında da koşullar giderek ağırlaşmaktadır. Kadın işçiler tacize uğramakta, işçiler dövülmekte, aşağılanmaktadır.
Tüm bunlar, işçi sınıfının devrimci olmadığı zaman, işçi sınıfının örgütlü olmadığı zaman yaşadığı durumu, “hiç” olma durumunu göstermektedir.
Ve bunu değiştirmek, her şeye rağmen, baskılara, saldırılara vb. rağmen, bizim elimizdedir. İşçilerin elindedir. İşçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşu, tüm toplumun da kurtuluşu demek olacaktır.
İşçi sınıfı, toplumu kurtarabilecek yegâne güçtür.
Bunun için eksik olan şey, sınıf bilincidir. Tek tek işçiler, kapitalist sistem karşısında güçsüzdür. Patronlar, burjuvalar ve onların devleti, işçilerin tek mücadelesi ile yıkılamaz. İşçi sınıfı, ancak bir sınıf olduğunun bilincine varırsa, toplumun çoğunluğunun kendisi olduğunun bilincine varırsa, hayatı üretenin kendisi olduğunun bilincine varırsa, tüm işçileri kendi sınıf kardeşi olarak görme bilincine ulaşırsa, işte o zaman “ayaklar baş” olacaktır, “çapulcular” özgürlük savaşçısı olacaktır.
İşçi sınıfı, örgütlenirse, her şey demek olacaktır.