7 Ekim, Hamas’ın saldırısının, İsrail’in demir kubbe dediği savunma sisteminin delindiği günün yıldönümüdür. Bu, bir yandan, İsrail’in “biz yenilmeyiz” (efendisi ABD tarafından mahalleye yerleştirilmiş haydudun havasına benziyor) kibrinin de delindiği bir safhadır. Ama gerçekte, savaşın bununla başladığını söylemek, yani 7 Ekim ile başladığını söylemek, deyim uygun düşerse, tarihsizleştirme olur. Öncesi var.
Derler ki, her şeyin bir tarihi vardır ve tarihsiz (zamansız da diyebilirsiniz), mekânsız varlık ya da olay olmaz. 7 Ekim 2023 tarihinde savaşın başladığını değil de, öncekini de hesaba katarak, her gün Filistin halkına karşı katliam ve saldırıları sürdüren İsrail gerçeğini hesaba katarak, 7 Ekim’de savaşın bir yeni evresinin başladığını söylemek mümkündür.
Bunu unutmadan, son dönemdeki savaş hâlinin bir değerlendirmesini yapmak mümkündür. Yoksa hatalı olur.
Üç soru sorulabilir.
Birincisi, savaşın bugünkü durumuna ilişkin, bir durum değerlendirmesi yapılabilir. Buna göre, savaşın farklı cephelerinin kazanım ve kayıpları üzerinde düşünülebilir. Yani, 7 Ekim’den bu yana bir yıl geçmiş iken, kim nereye doğru gidiyor tartışmasına giriş yapılabilir.
İkincisi, savaşın, bugünkü durumda tüm Ortadoğu’yu içine alacak şekilde genişlemesi eğiliminin üzerinde durulmasına ilişkindir. Savaş, bugün, Lübnan’a ulaşmıştır ve Erdoğan’ın söylediğine göre (söyledikleri makbul olduğundan değil de söyletene bak sözünün ağırlığı nedeni ile), Türkiye’ye İsrail’in saldırması bile konuşulmaktadır. Erdoğan, aslında söyledikleri makbul olan bir kişi de değildir. Ama bu konu, manipülasyon amacı ile de olsa gündem hâline getiriliyorsa, bu savaşın yayılma eğilimleri konusunda var olan ciddi duruma işaret etmektedir.
Ve üçüncüsü, acaba, savaşın yayılması, sadece Ortadoğu ile sınırlı mı kalır? Dünyanın bugün birçok bölgesi barut fıçısına dönmüş iken, savaşın bulunduğu her alandan yayılma olasılığı da yükselmektedir.
Belki savaşın bu yeni döneminin üzerinden 1 yıl geçmiş iken, bu üç noktada tartışma, bir değerlendirme olanağı mümkündür.
Birinci noktadan başlayalım.
7 Ekim 2023’te, Hamas gerçekleştirdiği saldırı ile, aslında daha önceden sürmekte olan “savaşın” gidişatını değiştirmiştir.
Birincisi, BM tarafından karara bağlanmış olmasına rağmen, “iki devletli çözüm ve 67 sınırları” rafa kalkmıştı. Yani, artık kimse İsrail’in adım adım katettiği yolu tartışmıyordu. İsrail belli aralıklarla hamleler yapıyordu. Mesela Kudüs’ü başkent ilan etmişti. Her ay sayılabilir miktarda Filistinli katlediliyordu. İbrahim anlaşmaları ile “prestijini” (katillerin de bir prestiji vardır) perçinliyordu. Bu durum, 7 Ekim sonrasında değişmiştir. Filistin halkının direnişi yeniden dünya gündemi hâline gelmiştir. Adım adım ölmek, yerini başka bir sürece bırakmıştır. Her gün İsrail’e çalışmak için geçen Filistinli, artık gördüğü tüm aşağılamayı, orada bırakabilir hâldedir.
İkincisi, Hamas tarafından başlatılan direnişe, İsrail tarafından verilen soykırım yanıtı, Gazze’yi yerle bir etmiştir. Binalar yıkılmıştır ama direnişin ruhu canlanmıştır. Bugün, Filistin’de 14 örgüt (sayı konusunda yanılıyor olabiliriz ama 14 örgüt diye sayılabiliyor) direniş cephesinde aktif olarak var olmaktadır. Demek, binaların çoğunun yıkılması, bombalar, her zaman direnişi kıramıyormuş.
Üçüncüsü, gün be gün öldürülen Filistinlilere rağmen, Batı dünyası, İsrail’i aklamak için her yola başvuruyordu ve bu durum, İsrail’in yönetiminin canice katliamlarını örtüyordu. İsrail’in “haklılığı”, Batı dünyasında sadece devletlerce desteklenen bir fikir değildi, aynı zamanda halkta da, geniş kitlelerde de İsrail’in bu cani ve katil hâli, soykırımcı hâli görülmüyordu. Bu bitmiştir. Batı devletleri, NATO mekanizmasının da gereği İsrail’in destekçisidir ve arkasındadır. Adeta, Filistin halkına karşı, hatta tüm Ortadoğu’da, tüm NATO mekanizması savaştadır. Almanya, hiç utanmadan, soykırım politikalarını, “İsrail’in kendini savunma hakkı” olarak adlandırmaktadır. Diğer devletler de hakeza. İskoçya, İrlanda, biraz İspanya ses verir gibidir ve İsrail’i savunmamaktadırlar. Devletlerin çoğunluğu, İsrail yanlısıdır ve katliamlarının arkasındadır.
Ama bu politika artık geniş kitlelerde bir karşılığa sahip değildir. İsrail, hem kendi halkı tarafından hem de dünya halkaları tarafından, soykırımcı bir devlet olarak tanınmaktadır. Bir anlamda maske düşmüştür. İsrailli yetkililer, hiç tereddüt etmeden, çocukların öldürülmesini savunmuşlardır. Orada sivil yok, orada çocuk yok, orada insan yok diye fetvalar vermişlerdir. Ve bu tondaki konuşmalar, birçok Batı ülkesinde, sözüm ona yazar çizerler tarafından, toplumda tanınmış kişiler tarafından da dile getirilmiştir. Çocuklar büyüyünce terörist olacak diye fetvalar verip, öldürülmeleri haktır, diye bağırmaktadırlar ve hâlâ kendilerine insan demekten geri durmamaktadırlar.
Demek ki, İsrail destekçiliği, aslında Batı demokrasinin de pullarını dökmüştür, dökmektedir. Batı’nın “insan hakları” nutukları, sadece kendi ırkları, hatta daha da ilerisi, sadece Batı burjuva sınıfı için geçerlidir. Ve bu doğrudur da.
Dördüncüsü, yerle bir olan Gazze’ye rağmen, Hamas dâhil, Filistin direnişi sürmektedir.
Beşincisi, İsrail’in gök kafesi ya da demir kubbesi, hava savunma sistemi, birçok kere delinmiştir ve delinebileceği artık açıktır. Üstelik direniş cephesi, İsrail’in yaptığı gibi sivillere saldırmayı da tercih etmemektedir. Bu da önemli bir ayrım noktasıdır. Direniş cephesinin askerî hedeflere saldırmayı seçtiği açıktır. Bunu ne denli başarabildikleri ayrı bir konudur ama İsrail’in toplu katliamlarına bakılınca, aradaki farkı görmek mümkündür.
Ve altıncısı, Yemen, Lübnan, Irak da içinde, birçok ülkede, Filistin direnişine destek gelişmektedir. Bu destek, artık bir “direniş cephesi” hâlinde kendini ifade etmektedir. Bu direniş cephesinin gücü, ABD, İngiltere başta olmak üzere NATO destekli İsrail’in karşısında “zayıf” gibi durmaktadır. Askerî uzmanlar, Batı yanlısı uzmanlar, sürekli bunu söylemektedir. Mesaj şudur: Mademki zayıfsın, kazanma şansın yok gibi, öyle ise boyun eğmelisin. Efendiler, egemenliklerini her zaman böyle sürdürürler. Ama buna rağmen, savaşın sonucu otomatik olarak belli denilebilecek noktadan çok uzaktayız.
Savaşın İsrail cephesine bakıldığında başka noktalar da buna eklenmelidir.
Yedincisi diyebiliriz. İsrail, hava operasyonlarında oldukça şiddetli saldırılar ortaya koymaktadır. Bugün, İsrail, Gazze, Batı Şeria’da Filistin halkına karşı soykırımı sürdürürken, Lübnan üzerinde şiddetli saldırılar devreye koymaktadır. Yemen’e ise, ABD ve İngiltere saldırmaktadır.
İsrail’in bu saldırıları, tüm halkı yok etmeye yöneliktir.
Şöyle düşünelim. Eğer Rusya, Ukrayna’ya karşı aynı mantıkla savaşıyor olsa idi, bugün Ukrayna’da sivil kayıplar ve ortaya çıkacak yıkım konusunda bir tahminde bulunmak dahi korkunç olacaktır. Elbette tüm Batı, bu durumu kınayacaktı. Oysa İsrail’in yaptıklarını kınayan birkaç Batı ülkesi vardır, İrlanda ve İskoçya. İspanya’nın kınamalarına da şahit oluruz, o da son derece ikiyüzlüce bir tutum almaktadır. Ancak, Lübnan saldırıları başlayınca, sömürgeci Fransa, rahatsızlıklarını dile getirmeye başlamaktadır. O da, o kadar sessizce ki, kendileri dahi duymamaktadır. Tüm Batı, İsrail’e karşı protestolara sahne olmakta iken, Batı devletleri Filistin bayraklarını yasaklamakta, 10 yaşındaki çocukları kovalayıp gözaltına almaktadır.
Sekizincisi, İsrail, karşı cephenin liderlerine özel saldırılar devreye sokmaktadır. Suriye’de, İran’da, Lübnan’da birçok lider öldürülmüştür. Bu suikast politikası, elbette savaşta psikolojik üstünlüğü elde etmek için devreye sokulmuştur. Bu konuda bir yol aldıkları da kaydedilebilir. Ama, savaş içinde çağrı cihazları ve telsizleri patlatmaları, aslında devlet terörünün yeni zirvesi olarak kaydedilmelidir. Tekeller çağında bu “teknolojik” saldırılar, acaba yarın Apple tarafından da yapılacak mı? Tekel, hâkimiyet demektir. Pazar hâkimiyeti, hâkimiyet ilişkileri, beraberinde her düzeyde şiddeti de getirir. Modern mafya, tekelci kapitalizmin ürünüdür. Ve bu durum, İsrail saldırılarında görülmektedir.
İsrail, büyük çapta bir savaşı sürdürmek için ABD desteği başta olmak üzere, tüm Batı’nın desteğine ihtiyaç duymaktadır. Bu da dokuzuncu noktadır. Gök kafesi delinmiş bir İsrail, savaşı yaymaktadır.
Savaşı yayma isteği, artık bir gizli istek değildir. Açıktır ve savaşın hedefine İran konulmuştur. Bu artık açıktır. İran’ın savaşı sınırlı tutma isteği, İran’ın zayıflığı olarak sunulmaktadır. Bu yolla, mesela Türkiye’nin, İsrail yanında savaşa girmesi için yollar aranmaktadır.
Bu da bizi, ikinci bölüme getiriyor: Savaş, bölgesel bir savaşa doğru evrilmektedir. Bunun birçok belirtisi vardır. Erdoğan’ın, önce biz İsrail’e gireriz, dedikten sonra, ki son derece komiktir, “İsrail bize saldıracak” demesi, savaşın bölgesel bir gerçeklik hâline geldiğinin açık kanıtıdır.
ABD ve İsrail cephesi, içine NATO’yu mutlaka koyunuz, savaşı yaymak istemektedir. Bugün, bir uçta Yemen’e, bir yönde Irak’a, bir yönde Suriye’ye, bir yanda da Lübnan’a saldırılar, son derece açıktır.
Bu durum, aslında bir ihtimal değildir, gerçekliktir.
Lübnan’a saldırı, ekim ayında, ekimin başında yoğunlaşmıştır. İran’ın ikinci kere İsrail’i vurması ve İsrail’in beklenmeyen zayiatı, Lübnan saldırılarını durdurmaya yetmemiştir. İsrail’in, durma niyeti yok gibidir.
Şu soru ortadadır: İsrail, çöküşünü durdurmak için, daha şiddetli saldırmaya daha da fazla mı yönelecektir? Çünkü savaşın, Batı tarafından desteklenmesine rağmen, olası sonuçlarından biri, İsrail’in daha fazla kaybetmesidir. Bu olasılık ortadadır.
Öte yandan, İsrail, büyük bir güçle hava saldırıları devreye sokmaktadır. Bu hava saldırıları psikolojik olarak İsrail’in gücüne işaret etse de, gerçekte, kazanması için yeterli değildir.
Bu noktada şu soru da sorulabilir: İsrail’in gerçekten hedefi nedir? Savaşın her zaman bir amacı vardır. Bu amaç, sadece savaşmaktan ibaret değildir. İsrail, yerle bir ettiği, binlerce, on binlerce insanı katlettiği hâlde, Gazze’de Hamas’ı bitirememiştir, Filistin direnişini de kıramamıştır. Şimdi, Lübnan’da sürdürdüğü bombardımanlarla, Hizbullah’ı yok edebilecek midir? Elbette bu sorunun yanıtı olumsuzdur.
Savaşın tanrısı olan ABD ve NATO, aslında Hizbullah’ı etkisiz kılmayı başardıktan sonra, İsrail eli ile İran’a karşı savaşı devreye sokmak istemektedir. Biden, İsrail savaşı tırmandırdığında, “hem Ukrayna’da ve de hem de Ortadoğu’da savaş sürdürecek güçteyiz” mealinde açıklamalar yapmıştır.
Demek ki, savaşın başında yer alan ABD, savaşı büyütmek konusundaki isteğini açık olarak ifade etmiş demektir. Bu noktada Ortadoğu’da yayılan savaşın hedeflerinin, Lübnan, Suriye ve İran olacağını belirtmek, falcılık olmasa gerek. ABD, Suriye’de aldığı yenilgiyi, bu yolla aşma eğilimindedir. Buna Ukrayna yenilgisini de eklemek mümkündür. Böylece ABD savaşı büyütmek için İsrail’i daha fazla sahaya sürecektir. Bu da, bir yandan İsrail’in büyük ölçüde riskli bir duruma düştüğünün kanıtıdır, diğer yandan da savaşın yayılma eğiliminin artık pek de kolay önlenemeyeceğinin kanıtıdır. İsrail’in güçlü göründüğü hâller, aslında daha derinde bir güçsüzlüğü de ortaya koymaktadır. Yoksa, çağrı cihazlarını patlatma gibi uygulamalar, güç gösterisi olarak muhasebeleştirilemez. Ölenlerin çoğunluğu çocuktur ve atılan bomba miktarı Hiroşima’nın 10 katına yaklaşmaktadır. Buna rağmen, İsrail’in ne kazandığı henüz belli değildir. Kara savaşı ise, İsrail için bir çıkmaz gibidir.
ABD, İran’a karşı savaşı kotarma peşindedir. Bunun için savaşı bir yandan Kafkaslara kadar tırmandırmak istemektedir. Bunun için attığı adımlar, Ermenistan örneğinde ortadadır. ABD, bölgedeki her çelişkiyi kullanarak, halklara yıkım yaşatmaktan geri durmayacaktır.
Ancak bu savaşta kullanmakta olduğu İsrail, artık savaşı kendi içinde de yaşamaya başlamıştır. İsrail halkının, savaş ilerledikçe, önceleri Netanyahu iktidarına karşı harekete geçme eğilimleri, zaman zaman geri düşmektedir. Tüm toplum savaşa göre örgütlenmek, hizaya sokulmak istenmektedir. Elbette İsrail içindeki direniş durmuş değildir.
İran’a karşı savaşın bir cephesi de Türkiye’dir. NATO üyesi olması, zaten İsrail’e verdiği destekler, bu görüşü beslemektedir. Türkiye, Malatya’daki Kürecik üssü ile, aslında İsrail’e büyük destek sağlamaktadır. Dahası, oldukça açık bir biçimde İsrail’e petrol dâhil, zırhlı malzemeler, demir vb. dâhil, her türlü tedariki gerçekleştirmektedir.
Türkiye’nin ikiyüzlü politikası, aslında durumu gizlemekten çok uzaktır. Zira İsrail’e sağlanan tedarik, verilen destek, hem çok yönlüdür hem de devasa boyutlardadır. Bu boyuttaki bir destek gizlenemez. Erdoğan’ın yüksek perdeden açıklamaları, bu gerçeği gizlemek için devreye sokulsa da, bunu başarma noktasından çok uzaktır.
Türkiye, elbette bu savaşı bahane ederek, Kürt halkına karşı, Kürt direnişine karşı katliam politikalarına hız vermektedir. Bu doğrultuda Suriye ve Irak sahasında yerleşmeye hız vermektedir. Bu açık olarak, savaşın bir parçası olmak demektir. Türkiye bu kargaşa içinde Kürt direnişine karşı her türlü saldırı için hazırlıklar yapmaktadır. Efendi ise ondan, İran’ın kuşatılmasını istemektedir. Ama bu o kadar da kolay değildir.
Elbette savaşın önemli karar noktası, İran’a saldırıyı organize etmektir. ABD, İngiltere, NATO, bu savaşı geliştirmek için her türlü yolu denemektedir, deneyecektir de.
Buradan üçüncü noktaya gelmek mümkündür. Bu nokta savaşın dünya çapında bir savaş olma gerçeğidir. Savaş, çoktan bölgesel hâl almıştır. Savaşa, Mısır’ın, Türkiye’nin ve İran’ın doğrudan girmesi dışında bir basamak kalmamıştır. Onlar da dolaylı olarak savaşın içindedir.
ABD, Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı yürüttüğü savaşı, Çin’e karşı yeni hamlelerle genişletme hevesindedir. Bu noktada, Japonya, Güney Kore ve Filipinler’i bir yola soktuğu açıktır.
Savaşın bu noktasında Batı’nın, NATO’nun “Batı değerleri”, “Batı demokrasisi”, “İnsan hakları” gibi yalanları gücünü kaybetmeye başlamıştır. Bu bir realitedir. Her ne kadar hâlâ Batı cephesi bu söylemleri devrede tutsa da, bu durum vardır. Ve doğrusu Batı, saldırılarını sürdürürken, bu maskeleri çoktan atmıştır. Tüm Batı metropollerinde, kitleler bu yalanlara artık kanmamaktadır. Evet, henüz bu noktada etkili bir direniş ortaya koyabilmiş değildirler. Ama buna rağmen, maskelerin düştüğü de açıktır. Bu emperyalist dünyanın ideolojik argümanlarının çöküşü de demektir.
ABD-NATO cephesi, dünya çapında bir savaşı, hiçbir kural tanımadan sürdürme eğilimindedir. Bu nedenle, savaşa sadece Ortadoğu’da yayılması çerçevesi ile sınırlı bakmak hatalı olacaktır. Tüm emperyalist Batı merkezlerinde, yeniden ve yeniden savaş planları yapılmakta, savaş hazırlıkları hızlandırılmaktadır. Bu ekonomik alanda ortaya çıkan savaş endüstrisi tek başına ele alınırsa bile, savaş hazırlıklarının boyutları hakkında bir sonuç vermektedir.
ABD ve NATO, ister Ortadoğu’da, ister Ukrayna’da, isterse Çin Denizi civarında bu savaşı yeni hamlelerle büyütüyor olsun, isterse aynı anda birden fazla noktada bunu yapıyor olsun savaşı büyütmekten geri durmayacaktır.
Bu noktada, “yahu kimse aklını kaybetmiş değil, bir dünya savaşına, nükleer bir savaşa yer olmayacak” diye düşünmek, aslında çocukça saflık değil ise, sonu gelmez bir iyimserlik besleme isteği değil ise, aslında emperyalist sistemin içinde bulunduğu krizi anlamamak, daha da ilerisi emperyalizm denilen şeyi anlamamaktır.
ABD dünya çapında hegemonyasını kaybetme süreci ile karşı karşıyadır. Ve hiçbir egemen, egemenliği kolaylıkla devretmez. Bu hegemonya, Çin’in ekonomik gelişimi, Rusya’nın sahaya inmesi, Batı’nın teknolojik üstünlüğünü kaybetmesi ve nihayetinde doların uluslararası gücünü kaybetmesi eğilimi ile sarsılmaktadır. Evet, bunların tümü tamamlanmış süreçler değildir henüz. Ama bu eğilim açıktır.
Şimdi, başa dönebiliriz: İsrail, tek başına değildir ve tek başına imiş gibi, bu savaş konusunda ne istemektedir sorusu yeterli değildir. Bu, Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, dahası dünyanın yeniden paylaşılması savaşıdır. Yoksa sadece faşist bir güruhun çılgınca istekleri ile sınırlı bir hâl değildir.
Bu savaştan rahatsız olan herkes, her insanım diyen kişi, savaşı önlemek istiyorsa, gerçekçi olmak zorundadır. Bu savaş, İsrail’in bir biçimde tatmin olması, ABD’nin bir biçimde durumun ciddiyetini anlaması ile durmaz. Barış, ancak mücadele ile sağlanabilir. Tüm emperyalist sistem çökmeden gerçek bir barış sağlanamaz. Bunu gerçekleştirmenin yolu, savaşı durdurmanın yolu, halkların, dünya proletaryasının ayağa kalkmasıdır. Bir sosyalist devrim dalgası dışında bir yol yoktur. Evet, birçok kişi, bizim devrim ve sosyalizm çağrımızı, imkânsız bir şey olarak görecektir. Değil mi ki sosyalizm SSCB’de çözülmüş, sosyalizm deneyimlerinin birçok eksikliği ortaya çıkmıştır. Ama şöyle düşünelim, eğer insanoğlu, bir kere denemekle, bir kere denediğinde ortaya çıkan başarısızlık ile yetinmiş olsa idi, buhar makinasını da gerçekleştiremezdi ya da mesela hiçbir aşıyı bulmazdı ya da mesela aya çıkamazdı ya da mesela ampulü bulamazdı ya da mesela şaheser olarak kabul edilen sanat eserleri yaratılamazdı. Bu nedenle, sosyalizm deneyimlerinde ortaya çıkan eksiklikler; sosyalist devrim, savaşsız sömürüsüz bir dünya, insanın insan tarafından sömürülmediği bir dünya mücadelesini bir yana itmemize neden olamaz.
Bugün tüm yeryüzü, kapitalist-emperyalist sistemi yıkma olanaklarının gelişmiş biçimde ortaya çıktığı bir durumu yaşamaktadır. Eksiklik, sosyalizm ve devrim için savaşacak güçlerde, onların örgütlenmesindedir. Ve biliyoruz ki bu eksiklikler son derece hızlı biçimde tamamlanabilirler. Bazan tarih, son derece hızlı akar. Bir yıla on yıllar sığar.
Bugün soru şudur: Gazze’de, Lübnan’da ortaya çıkan soykırıma, yaşananlara sessiz kalmak, seyirci kalmak ne demektir? Bu, seyredenin insan olmaktan çıktığı bir süreçtir. Bu, seyirci kalınarak insan olarak kalmanın mümkün olmadığı bir süreçtir. Gelin, bir dakika bile kaybetmeden, devrim ve sosyalizm saflarına, sisteme karşı mücadeleye, elinizde ne varsa onlarla, hemen, bugün katılın. Bunun bir yolunu bulmak, insan olarak kalma iradesinin ifadesidir.
Bugün, işçi sınıfının mücadelesine destek vermek, insan olarak kalmanın tek yoludur. Ve devrim ve sosyalizm, sizin de mücadelenizle, daha da yakınlaşacaktır.