“Göklerde kartal gibiydim.
Kanatlarımdan vuruldum;
Mor çiçekli dal gibiydim,
Bahar vaktinde kırıldım…”[1]
Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim dağlardır,” diyen “Onun Adı Cumartesi”dir ve “XX. yüzyılın, bu topraklardaki ilk Cumartesi kadınıdır kızı Filiz Ali”…[2]
25 Şubat 1907’de doğan Sabahattin Ali, edebî kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıtıp, kendisinden sonraki edebiyatı etkileyen bir figür hâline geldi.
Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıkıp, yapıtlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalarına gönderme yapan anlatılar ve toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi.
‘Kuyucaklı Yusuf’ (1937), ‘İçimizdeki Şeytan’ (1940) ve ‘Kürk Mantolu Madonna’ (1943) romanlarıyla hem XX. hem de XXI. yüzyılda etkisini sürdürdü.
41 yıllık kısacık yaşamından geriye ölümsüz yapıtlar, şiirler bırakan yazar, zor günler yaşayanlara da “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma” diye seslendi…
Babası asker olan Sabahattin Ali, “savaş” ve “acı” kavramlarıyla daha çocuk yaştayken tanıştı. Balkan Savaşı’ndan sonra babasının askerlikten ayrılmasıyla Edremit’e yerleşen aile, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla Çanakkale’ye gitmek zorunda kaldı.
Savaş sonrasında İzmir’e yerleştiler. Ancak savaş peşlerini bırakmadı ve onlar yerleştikten kısa bir süre sonra Yunan İzmir’i işgal etti. İşgal yıllarında eğitimine başlayan Sabahattin Ali, Balıkesir Öğretmen Okulu’na gitti.
İlk şiirlerini ve öykülerini burada kaleme alan yazar, yükseköğrenimine İstanbul’da devam etti ve 1928’de Almanya’ya giderek dil eğitimi aldı. Türkiye’ye döndüğünde Zekeriya ve Sabiha Sertel’in çıkardığı ‘Resimli Ay’ dergisine başvuran Sabahattin Ali, burada Nâzım Hikmet’le tanıştı ve yeni bir edebi kimlik kazandı.
O güne kadar romantizm akımının etkisinde olan Ali, Nâzım Hikmet’le realizmi tanıdı ve onun etkisiyle ‘Kuyucaklı Yusuf’u kaleme aldı. Resimli Ay döneminden sonra öğretmenliğe başlayan Ali, “komünist propagandadan” tutuklandı.
Bir grup öğrenci, öğretmenlerinin “Düzeni bozmak ve kötülemek” üzere propaganda yaptığını iddia ederek savcılığa ihbarda bulundu. 1931 sonlarına doğru, Aydın Erkek Lisesi’nde öğretmenlik yapmakta olan Sabahattin Ali bu ihbardan dolayı, bir vesileyle geldiği İstanbul’da, gözaltına alındı. Derdest edilip Aydın’a götürüldü. Tutuklandı…
Yargılama süreci ne kadar sürdü, bilmiyorum ama delil yetersizliğinden beraat ettiği doğru. Tutuklu bulunduğu süre devletin dar koridorlarında ve güneşsiz avlularında görmezden gelindi.
Artık mimlenmiş olduğu için rahat yüzü görmesi mümkün mü? Taş duvarlarla imtihanı başlamıştı bir kere, ranzaya sırtı değmişti madem birikmiş volta borcunu ödemesi gerekiyordu.
Bir kesim Sabahattin Ali’nin beraat etmesini içine sindiremedi hâliyle. Hakkında karşı dava açıldı, tekrar yargılandı ve bu defa 26 Aralık 1932’den 29 Ekim 1933 tarihine kadar Konya ve Sinop’ta cezaevinde kaldı. Ne olmuştu bir anımsayalım.
Almanya’daki öğreniminden sonra Türkiye’ye dönen Sabahattin Ali, Konya’da bir ortaokulda Almanca öğretmenliğine başladı. Hâliyle okuldan ve eşraftan arkadaş edindi. Bir akşam meclisinde şiir yazdığı herkesçe muhakkak Sabahattin Ali’den şiir okuması istendi, evet. Hah! Ortamda bir şair varsa, ondan şiir okuması istenir elbet, ne olacaktı ki?
“Cümlesi belî der enelhak dese/ Hâlâ taparlar mı koca terese” dizelerinin devam ettiği şiiri okuduğunda başına geleceklerden habersizdi kuşkusuz. Bir zaman yarenlik ettiği, sonra bir vesileyle aralarının bozulduğu bir arkadaşı, söz konusu şiirin okunması üzerinden altı ay geçtikten sonra adliyenin kapısına gidip, elinde bir şikâyet dilekçesiyle ihbarda bulundu. Bu şiirinde Sabahattin Ali’nin, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e, ima yoluyla hakaret ettiği yazıyordu ihbar dilekçesinde.
İma ile bir hürmetsizliği yazmak, bunu da meclislerde okuma cesareti göstermek olacak iş değil, tahkikat başladı elbet. Muhtelif meclislerde okunduğu iddia edilen bu şiir, sadece ve sadece bir mecliste okunmuş gibi kabul edilerek şaire, yukarıda değindiğimiz, bir yıl hapis cezası verilmişti. Önce Konya, oradan tak kelepçeyi haydi Sinop…
Çıktıktan sonra ‘Memleketten Haber’ başlıklı şiiri yüzünden tekrar hapse giren Ali, Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada gördükleriyle ‘Bir Şaka’, ‘Kanal’, ‘Bir Firar’, ‘Katil Osman’ ve ‘Çaydanlık’ gibi hikâyeleri yazan Ali, unutulmaz ‘Başın Öne Eğilmesin’ dizelerini de yine Sinop Cezaevi’nde kaleme aldı.
Hapis yıllarından sonra Aliye Hanım’la evlenip Ankara’ya yerleşen Ali, bundan sonraki süreçte ‘İçimizdeki Şeytan’ gibi eserler verdi. Aziz Nesin’le ‘Markopaşa’yı çıkardı.
1947’de ‘Marko Paşa’da çıkan bir yazısından dolayı yargılanıp aldığı ceza 1948’de kesinleşince Paşakapısı Cezaevine serdi yatağı bu defa. Çıktı, gene yazdı ama yaşayacak alan bırakmadı iktidar kendisine. Bulgaristan’a geçmek için yola koyuldu.[3]
Baskı ve tehditlerle boğuşan yazar, tekrar tutuklanabileceği düşüncesiyle yurtdışına kaçmak istedi. Ancak kaçmak için anlaştığı eski subay Ali Ertekin tarafından sopayla dövülerek öldürüldü. Cansız bedenini ise bir çoban buldu. Ali’nin bulunduğu yere ‘Sabahattin Ali Çatağı’ adı verildi.[4]
12 Ocak 1949 tarihli gazeteler öldürüldüğünü yazıyordu Sabahattin Ali’nin!
Abidin Nesimi, katil Ali Ertekin hakkında şunları yazmıştır, “Eroin kaçakçısı şebekesiyle, askeri silahları çaldığı için ordudan tart edilen, Bulgaristan’a kaçıp Almanlar hesabına çalışan, bir yabancı orduda erbaş olarak hizmet eden, sonra Türkiye’ye ne maksatla geldiği bilinmeyen…”[5]
Ali Ertekin “vatandaşlık duyguları kabardığı için” öldürdüğünü iddia edecekti Sabahattin Ali’yi. İdamla yargılandığı mahkeme 20 yıl ağır hapis cezası istemiyle devam edecek, katile 14 Ekim 1950 günü bildirilen kararla 4 (yazıyla da dört) yıl ağır hapis cezası verilecek, duruşma sonunda heyete elbette teşekkür edecekti Ali Ertekin.
Cinayeti de, caniyi de hepimiz gördük!
* * * * *
“Onu bu denli tehlikeli kılan neydi?” diyecek olursanız dediklerini anımsamanız yeter de artar!
Sabahattin Ali, ‘Markopaşa Dergisi’nin 25 Kasım 1946 tarihli 1. sayısında ‘İstiklal’ başlıklı yazıda şunları söyler: “Bağımsız bir memleketin toprakları üzerinde, ister general olsun ister teknisyen; ister üniforma giysin, ister sivil; ister yaya dolaşsın, ister jeep ile, yabancı bir devletin ordusuna mensup birlikler, devamlı görev ile bulunamazlar…
Bağımsız bir memleketin topraklarından bir karışı bile askeri maksatlarla kullanılmak için, yani üs olarak, barış zamanında yabancı bir devletin kara, deniz veya hava kuvvetlerinin veya teknik personelinin emrine verilemez…”
Yine ‘Markopaşa Dergisinde 10 Şubat 1947 tarihinde yayınlanan ‘Ne İstiyoruz?’ başlıklı yazısında da “ne için mücadele ettiklerini” başlıklar hâlinde sıralar:
“Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi”……
“Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun…
Biz istiyoruz ki, bu topraklar üzerinde insanlar, kafalarında taşıdıkları fikirlerden dolayı değil, bu yurdun, bu halkın yararına ya da zararına yaptıkları işlerden hesap versinler…
Biz istiyoruz ki, şu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Bir karış toprağımıza, bir tek vatandaşımıza göz dikilmesin…
Dünya işlerinde politikamız, şunun bunun kölece peşinden gitmek değil, bu milletin selametini en iyi sağlayacak yolları müstakil olarak seçmek şeklinde kendini göstersin. Bütün bunları düşünmek ve bunları istemek bir suçsa, hemen haber versinler, bu suçu işlemekten, yazmaktan, söylemekten vazgeçelim. Eğer suç değilse, bize kahpece vurmaktan vazgeçsinler…”
“Dahası” mı? Hızla aktarıyorum:
“Belki de yeni bir başlangıç yapmanın vaktidir. Yeni bir başlangıç için her şeyi yıkmanın vakti”…
“Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz”…
“İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı”…
“Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir”…
“İnsanların hemen hepsi hayatı karın doyurmak ve gelişigüzel biriyle yatmaktan ibaret farz ederler. Hâlbuki bu takdirde insanın diğer hayvanlardan ne farkı vardır”…
“Ne derlerse desinler, biz vicdanımızın ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri, etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız”…
“Okuyanlar çalmaz, hırsızlar da kitap okumaz”…
“İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir”…
“İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey hakikâtleri görmekten kaçmak ihtiyatı var”…
* * * * *
Evet, çok tehlikeliydi zalimler için Sabahattin Ali ve de onların tehdidi altındaydı!
İş bu nedenle de ‘Zincirli Hürriyet’ gazetesinde dönemin hükümetini eleştiren bir makalesi nedeniyle tehlikeyi fark edip memleketten kaçmak istemiş ve Fransa’dan pasaport talebinde bulunmuştu. Ama bu talep Fransa tarafından kabul edilmemişti.[6]
Dört yanı kuşatılmış Sabahattin Ali’nin siyasi sorgularının içtenliğini ve hayata ilişkin çıkarımlarının yalınlığını, döneminin toplumsal sorunlarını aktarmasının yanında, kendi sonunu sezmesinin ne kadar tüyler ürperticiydi”[7] kim bilir!
Örneğin, ‘İçimizdeki Şeytan’daki[8] Ömer ya da başka roman kahramanlarınca tekrar edilen “içimizdeki şeytan” kavramının bir tek Ömer’e değil, onun aralarında yer almadığı, fakat başta arkadaşı Nihat olmak üzere dönemin üniversite gençliğini etkisi altına alan ırkçı, faşist çevreleri tanımladığı açıktır.
Nitekim, bu çevrenin önemli isimlerinden Nihal Atsız, romanın yayınlanışının ardından, kitaba ve yazarına (ve genel olarak savaş ve faşizm karşıtı çevrelere) saldırı niteliğinde ‘İçimizdeki Şeytanlar’ başlıklı bir kitap yayınlamış, sonrasında da Sabahattin Ali ölümüne kadar sağcı çevrelerin başlıca saldırı hedeflerinden biri olmuştu.[9]
Ayrıca ‘Türkçülük Günü’ olarak “kutlanan” gün de, Sabahattin Ali’ye yönelik hedef gösteren açıklamalar, iftiralar ve hakaretlerle dolu bir tarihsel zeminde doğmuştu. Bu öyle bir süreçti ki, Sabahattin Ali’nin katline varan yolda, kara kilometre taşları döşeniyordu…
1944 baharı çok önemli bir davaya sahne oluyordu. Davanın konusu Nihal Atsız’ın, Sabahattin Ali hakkında kullandığı ifadelerdi. Sabahattin Ali, kendisine yönelik saldırı ve hedef göstermeleri akıl almaz boyutlara ulaşan Atsız’ı mahkemeye vermişti. Atsız ise rahattı. Zira “Türkçü” olduğunu açıklamış Başbakan Şükrü Saracoğlu ve o güne kadar tüm faaliyetlerine ya destek vermiş ya da en azından göz yummuş bir iktidar varken bu davanın “siyasi” olduğunu hatırlatıp kurtulacağını düşünüyordu.
Dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu 1942’de Mecliste yaptığı konuşmada, “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal (en az) o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” diyebilmişti.
Sabahattin Ali ise o yıllarda bir yandan yazmayı sürdürürken, bir yandan da ortaokullarda ve devlet konservatuvarında öğretmenlik yapmıştı. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olması, Sabahattin Ali gibi sol görüşlü aydınların devlet kadrolarında görev yapmasını sınırlı da olsa sağlıyordu. Ancak Türkçüler, solcuları, sosyalistleri apaçık hedef göstermeye başlamıştı.
Her şey 20 Şubat 1944 Pazar günü, Nihal Atsız’ın Başbakan Saracoğlu’ya yazdığı ve Orkun dergisinde yayımladığı açık mektupla başladı. Mecliste Türkçü olduğunu ifade eden, bunun “kan meselesi” olduğunu söyleyen Saracoğlu, bu açık mektubun muhatabıydı. Nihal Atsız kin dolu mektubunda bazı öğretmenleri, öğrencileri vs. hedef gösterdi, adeta jurnalledi. Atsız bununla da yetinmedi, 21 Mart 1944’te ikinci bir açık mektup yazdı:
“Bunlar (Sosyalistleri kastediyor-yn), vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekâleti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı-yn) gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır.”
Ve mektupta konu Sabahattin Ali’ye geliyordu: “Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”
Atsız; Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal gibi hocaları da hedef aldığı yazısında, “Mevcut kanunlar kâfi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız” diyordu. Tüm bunları yaparken gericiliğin olmazsa olmazı cinsiyetçi ifadeler de kullanıyor ve akla zarar örnekler veriyordu:
“Tövbekâr olmuş bir fahişe, artık namuslu sayıldığı hâlde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerin de devlet harimine alınmamaları gerekir.”
Nihal Atsız’ın küfür mektubu böyle sürüp gidiyordu. Sabahattin Ali ise harekete geçmeye karar verdi.
Sabahattin Ali, Nihal Atsız’a hakaret davası açtı. Sabahattin Ali’yi dava açmaya ikna edenlerden birinin bizzat Hasan Âli Yücel olduğu söylendi. Üstelik Sabahattin Ali’nin avukatlığını, CHP’nin gazetesi Ulus’un hukuk müşaviri yapacaktı.
Dava 26 Nisan 1944’te Ankara’da görülmeye başlandı. Duruşma için iki gün önce Ankara’ya gelen Atsız’ı kalabalık bir grup karşıladı. Aynı kalabalık, mahkeme salonunda da vardı.
Duruşma esnasında gerilim hiç düşmedi. Sabahattin Ali, “vatan haini” ifadesinin insana yapılabilecek en ağır hakaret olduğunu, bu hakaret nedeniyle halkın ona düşman olabileceğini söyledi. Salonda kışkırtıcı bir hava hâkimdi, milliyetçi öğrenciler Sabahattin Ali’nin sözünü slogan ve alkışlarla kesmeye çalışıyordu. Hatta Osman Saffet Serdengeçti adlı öğrenci Sabahattin Ali’ye saldırdı. Bu saldırgan ilerleyen yıllarda Adalet Partisinden milletvekili olacaktı… Karmaşa içinde duruşmaya iki kez ara verildi, sonra da mahkeme davayı 3 Mayıs’a erteledi. İşte sağcıların yıllardır andığı gün, 3 Mayıs 1944’te yaşananlardan sonra belirlenmişti.
3 Mayıs’taki ikinci duruşmaya polis sağcıları almayınca, sağcılar adliye önünde eylem yapmaya kalktılar. Sonra eylemlerini Ulus Meydanı’nda sürdürdüler.
Eylemciler “Kahrolsun komünistler”, “Kahrolsun Moskova uşakları”, “Çok yaşa Atatürk!”, “Çok yaşa milliyetçi Türkiye!” sloganları atarak yürüdü, vurup kırarak etrafa sataştı ve sonunda Sabahattin Ali kitaplarını yaktılar.
Göstericiler o gün Başbakan Şükrü Saracoğlu’yla görüşmek istedi, talepleri reddedildi; polis ise olayları bastırdı.
9 Mayıs’taki dava sonucunda mahkeme Atsız’a dört ay hapis, yüz lira para cezası verdi. Hapis cezası ertelendi. Ancak kısa süre sonra Irkçılık-Turancılık davasından cezaevine girecekti. Ne de olsa II. Dünya Savaşı’nda faşizmin yenileceği belli olmuştu:
Fakat ırkçıların ve antikomünistlerin bir bölümü tutuklu bulunsa dahi Sabahattin Ali için kurdukları tuzakta saatler işliyordu. Sabahattin Ali durumun farkındaydı ve kurtulmanın yollarını aramaya koyuldu. Ancak ırkçıların çektiği pim hapiste olsa bile, bomba dışarıdaydı ve hedef göstermelerin, karanlık planların tahribatı, Nihal Atsız’ın küfür mektuplarından 4 yıl sonra nihaî etkisini gösterecek, Sabahattin Ali, yurt dışına çıkarken katledilecekti…
Nihal Atsız, Fethi Tevetoğlu gibi ırkçıların saldırıları ve kini Sabahattin Ali öldürüldükten sonra dahi tükenmeyecekti. Tevetoğlu, 1967’de yazdığı, sosyalistlere saldırı ve iftiraların amentüsü sayılacak “Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler” adlı kitabında yazar için “fikri sapık”, “vatan haini”; ölümü için de “sonunda Bulgar sınırını geçerken temizlenecek olan” ifadesini kullanacak kadar ileri gidecekti![10]
* * * * *
“Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!”[11] diyen Sabahattin Ali, bu satırları kaleme almasından birkaç ay sonra devlet tarafından katledilmişti.
Cevdet Kudret’in anlatımıyla “Korkunç bir baskının egemen olduğu, evlerin basılıp arandığı, piyasada satılan kitapların dahi alınıp ‘çuval çuval zararlı evrak bulunmuştur’ diye gazetelerde haber yayınlatıldığı o tehlikeli dönem”de[12] Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in yayımladığı yazılar çölde vaha etkisi yaratır. Gazetenin altı binle başlayan baskı sayısı yayımlanan her yeni sayıda artarak altmış bine varan rakamlara ulaşır. Siyasi muhaliflerin tutuklandığı, biat etmeyenlerin işinden ekmeğinden olduğu bir ortamda ‘Markopaşa’ ve devamı niteliğindeki dergiler başlıca muhalefet odağı hâline gelir.
Sabahattin Ali sadece edebî yapıtlarıyla değil politik yazılarıyla da beğeni toplayan, çok okunan tehlikeli bir yazardır artık. ‘Markopaşa’nın dört ayrı sayısında yayınlanan yazılar nedeniyle hakkında dört ayrı dava açılır. Yazıların üçü aslında başka kişilere aittir. Sabahattin Ali soruşturmada bu kişilerin ismini vermez, yazıları üstlenir. Üç ay içerde yattıktan sonra serbest bırakılır. Sonra bir başka yazısı nedeniyle hakkında tekrar tutuklama kararı verilip tutuklanır ve ilk duruşmada yine serbest bırakılır. Ardından bir başka dava açılır. Davalar ve davalara bağlı belirsizlikler birbirini izler. Baskının şiddeti günden güne artmaktadır. Aslında bu, merkezinde Sabahattin Ali’nin yer aldığı siyasi bir sürek avıdır.
Son öykülerini ve toplumsal yergi içeren masallarını bir araya getirdiği ‘Sırça Köşk’ başlıklı yapıtı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Yurtdışına çıkmak ister; pasaport talebi geri çevrilir. Bunalmıştır! Ali Baba’nın 25 Kasım 1947 tarihli ilk sayısında yer alan, ‘Namuslu olmak ne zor şeymiş’ diye başlayan yazısında söz konusu ruh hâlinin da etkisiyle şöyle yazacaktır: “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Siyasi sürek avı, 1948’de, nisan ayının ilk günlerinde sona erer. Bize bu topraklar üzerinde görünmeyen, gösterilmeyen, ötelere itilen bambaşka hayatlar yaşandığını, bu hayatların var ve gerçek olduğunu temiz dupduru bir dille, gerçekçi, güçlü bir edebiyatla anlatan bu parlak zihin zalim eller tarafından vahşice katledilir.
Sabahattin Ali’nin gövde bütünlüğünü yitirmiş cesedi, öldürülüşünden birkaç ay sonra haziran ortalarında, Kırklareli’nin Sazara köyü yakınlarında Öksüz Çatağı denilen mevkide bir çoban tarafından tesadüfen bulunacaktır. Yapayalnızdır; geceleri yıldızların, gündüzleri güneşin altında yıkanan cesedin ayakları çıplaktır![13]
Onur Öztürk’ün, “Tüm faili meçhuller gibi failleri ‘belli’ şekilde katledildiği”nden söz ettiği Sabahattin Ali’nin katline ilişkin ekler Hakkı Zariç de:
“Cinayeti işleyen Ali Ertekin idamla yargılanıyor, sonrasında duruşma 20 yıllık bir cezayla devam ederken birdenbire 4 yıllık hapis cezasıyla bitiriliyor, çıkarken de adam teşekkür ediyor heyete. Açıklamasını hepimiz biliyoruz, vatani duygular vs…”[14]
Devamla: Menderes Hükümetlerinin Başbakan Yardımcısı ve Ticaret Bakanı Samet Ağaoğlu; ‘Demokrat Parti’nin Kuruluşu’ alt başlıklı ‘Siyasi Günlük’ ismi verilen anı-günlük’te yer alan 13 Ocak 1949 tarihli yazısında Sabahattin Ali’nin Bulgaristan’a kaçarken sınırda başı taşla ezilerek öldürüldüğünü yazdıktan sonra 14 Ocak 1949 tarihinde günlüğüne şu satırları ekler:
“Dün Menderes (Adnan), Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin on gün önce olduğunu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü, eğer geçmişte 33 kişinin öldürülmesi hadisesi olmasaydı, meydana çıkartmamak yolunu tutacaklarını, fakat buna imkân bulamadıklarını, bunun için de hadiseye gazetelerde yazılan şekli verdiklerini anlattı. Açılan yolun fena olduğunu söyledim. ‘Doğru, inşallah bununla ebediyen kapanır’ cevabını verdi…”
Hükümetin Sabahattin Ali’nin katledilmesine verdiği şekil; Ali Ertekin’in “galeyana gelerek ve milli hislerle” Sabahattin Ali’yi başını ezerek öldürdüğü biçimindedir. Ancak sonraki yıllarda, Ali Ertekin’in devlet adına çalıştığı ve Sabahattin Ali’nin yakalanarak sorgulandığını, işkencede öldürüldüğünü, Sabahattin Ali’nin katledilmesinde devletin rolünün gizlenmesi için “bu hikâyenin” oluşturulduğunu ortaya çıkarmıştı.
Ali Ertekin tutuklanmış, yargılanmış, 4 yıl hüküm giymiş, 1950 yılında çıkan Af Kanunu ile de serbest kalmış ve sonraki yıllarda İstanbul’da Göksu Deresinin yanında çevresi güllerle kaplı, pembe boyalı, iki katlı, şirin bir evde yaşamını sürdürmüştü![15]
Bir şey daha: “Babamı kaybettikten sonra” bölümünde[16] babasını en son 1948’in Şubat’nda gördüğünü, ondan haber alamasa da onun bir gün döneceğini hep umut ettiğini yazmıştı; “Annem anılarında ‘Kızımla birlikte sokakta kalmıştık. Ev harçlıklarından 1500 lira biriktirmiştim. O paranın beni de kızımı da kurtardığına bugün de inanıyorum. Ev kirasını vermesem, beni kapının önüne koyarlardı. Nereye gidecektik? Bizimle ilgilenen hiç kimsemiz yoktu, olanlar da bizi unutmuşlardı. Mektup bile yazmadılar,’ diyordu,”[17] notunu da düşen Filiz Ali!
* * * * *
Katledildikten sonra yapıtları Rusça’ya çevrilip, dünya çapında okunan yazar için Nâzım Hikmet, “Sabahattin Ali’yi, Puşkin’in ve Lenin’in dili sayesinde yalnız Ruslar değil, yetmiş yedi millet okuyor. Yetmiş yedi millet Sabahattin Ali’nin halkını, Türkiye halkını ve onun dilini seviyor. Çünkü Sabahattin, Türkiye halkının ve Türkçenin en namuslu, en yurtsever, en istidatlı evlatlarından biridir,”[18] derken onu meslektaşı, düşün arkadaşı Aziz Nesin, “Öykü yazmak için yaşayan bir adamdı” diye tanımlar. Çünkü o “Pes Etmeyen Kalem”dir…
Sabahattin Ali’yi edebiyat dünyasına tanıtan ‘Resimli Ay’ın sahibi Zekeriya Sertel, yazarını şöyle anlatır:
“İstanbul’a gelir gelmez ilk işi Resimli Ay’a gelip bizlerle tanışmak olmuştu. Kısa boylu, sarışın, sevimli bir gençti. Pırıl pırıl yanan mavi gözleri vardı. Az zamanda hepimizin sevgisini kazanmıştı. Çok zeki, çok canlı, kabına sığmayan cıva gibi bir adamdı. Onu tanıyıp da sevmemek olanaksızdı. Matbaaya daima elinde bir kitapla gelirdi. O zaman en çok sevdiği adam büyük Alman şairi Goethe ve Alman romancısı Thomas Mann’dı. Onların yapıtları elinden düşmezdi. Nâzım Hikmet, bu gençte yeni ve büyük bir cevher görmüş, onu bir yandan kazanmaya, öte yandan da sanat hayatında yetiştirmeye başlamıştı… Türkiye’nin yetiştirdiği büyük kabiliyetlerden biriydi. Hikâyecilikte en başta gelirdi. Biz, ona Türkiye’nin Maksim Gorki’si gözüyle bakardık…”[19]
Evet, “Türkiye’nin Maksim Gorki’si Sabahattin Ali”, hep gerçeğin peşinde koştu. Gerçeği dile getirdi. Gerçek yaşamdan seçtiği olay ve kişilere edebî gerçeklik kazandırdı.
Öykü ve roman kişilerini toplumsal çevrelerin içinde betimledi. Gözlem gücü ve ayrıntıyı verme becerisi gerçekçiliğini oluşturan öğelerden oldu. Sağlam, yalın bir dille anlattı. Nesnel gerçeklikle sanatsal gerçeklik arasında kurduğu dengeyle, toplumsal çelişkilere tepkisini sanat yoluyla da gösterdi.[20]
Adnan Özyalçıner’in, “Sabahattin Ali modern edebiyatın en güçlü yazarlarından biri”[21] diye betimlediği o, sadece edebiyat ve sanatçı olarak değil, düşünceleriyle de tarihimizde iz bırakmıştı.
* * * * *
‘Sırça Köşk’ünü, “Sakın tepenize bir sırça köşk kurdurmayınız. Ama günün birinde böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter,”[22] uyarısıyla noktalayan o, 41 yıllık yaşamında edebiyata unutulmaz bir katkıda bulunmuştu.
Neredeyse tümü bestelenerek seslendirilen şiirleri, hikâyeciliğimize yaptığı katkıyla, günümüzde en çok okunan kitaplar arasında yer alan romanlarıyla Sabahattin Ali edebiyatımızın en bilinen, sevilen ölümsüz yazarlarındandı.
4 Haziran 2021, İstanbul.
[1] Sabahattin Ali.
[2] Emrah Kolukısa, “Onun Adı Cumartesi”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2018, s. 18.
[3] C. Hakkı Zariç, “Sabahattin Ali ve Yazma Cesareti”, Evrensel, 6 Ocak 2019, s. 10.
[4] Sarp Sağkal, “Sabahattin Ali Katledileli 72 Yıl Oldu”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2020, s. 12.
[5] Abidin Nesimi, Başdan, No: 25, 28 Ocak 1949.
[6] Rahime Sarıçelik, “Sabahattin Ali, Fransa’da!”, Cumhuriyet Kitap, No: 1624, 1 Nisan 2021, s. 6.
[7] Özge Mumcu Aybars, “Bir Gün Kadrim Bilinirse, İsmim Ağza Alınırsa ”, Cumhuriyet Pazar, 11 Nisan 2021, s. 6.
[8] Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Yapı Kredi Yay., 2020.
[9] Ataol Behramoğlu, “Edebiyatımızın Eşsiz Bir Yaratıcısıydı”, Cumhuriyet Kitap, No: 1605, 19 Kasım 2020, s. 10.
[10] Hakan Güngör, “Sabahattin Ali’ye Saldırıdan Türkçülük Günü’ne”, Evrensel, 3 Mayıs 2019, s. 12.
[11] Sabahattin Ali, Ali Baba, No: 1, 25 Kasım 1947.
[12] Filiz Ali Laslo-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, de Yayınevi, 1986, s. 398.
[13] Levent Turhan Gümüş, “Göklerde Kartal Gibiydi, Kanatlarından Vuruldu”, Birgün, 6 Nisan 2019, s. 13.
[14] Ege Karacan, “Bahçesinde Büyüdüğümüz Yazar Sabahattin Ali”, Evrensel, 14 Ocak 2019, s. 11.
[15] Tahir Şilkan, “Sabahattin Ali Yazdıklarıyla Yaşıyor”, Evrensel, 3 Nisan 2019, s. 10.
[16] Filiz Ali, Yok Bi’şey Acımadı ki, YKY, 2017, s. 49.
[17] Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem Yay., 1979.
[18] Sarp Sağkal, “Sabahattin Ali Katledileli 72 Yıl Oldu”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2020, s. 12.
[19] M. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Gözlem Yay., 1977.
[20] Hikmet Altınkaynak, “Türkiye’nin Maksim Gorki’si Sabahattin Ali”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2021, s. 13.
[21] Ege Karacan, “Bahçesinde Büyüdüğümüz Yazar Sabahattin Ali”, Evrensel, 14 Ocak 2019, s. 11.
[22] Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Remzi Kitabevi, 1947, s. 143.