Önceki Bölüm: Kapitalizmden Komünizme Geçiş: Sosyalizm
Yaşanan sosyalizm deneyiminin, herhalde en başarısız noktası ve aynı anlama gelmek üzere onun sonunu hazırlayan temel nokta, sosyalizmin kendi insanını yaratamamasıdır.
Sosyalizmin kapitalizmden komünizme geçiş süreci olduğu üzerinde durmuştuk. Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, devrim;
a) Eski egemen sınıf olan burjuvazinin elindeki devlet çarkını parçalamalı, onun yerine kendi egemenliğinin aracı olarak proletarya diktatörlüğünü koymalıdır. Proletarya diktatörlüğü, eski egemen sınıfı bastırmak ve yeni toplumu kurmak için kaçınılmazdır. Bu nokta atlandı mı geriye Marksizm-Leninizm adına hiçbir şey kalmaz.
b) Devrim, ekonominin ve toplumun sosyalist tarzda örgütlenmesini gerçekleştirmelidir. Toplumun ekonomik örgütlenişinden söz etmek yeterli değildir. Toplumun ve ekonominin yeniden “örgütlenişi birbirinden ayrılmaz, ama birbirinin aynısı da olmayan bir bütündür. Yaşanan sosyalizm, ekonominin yeniden örgütlenişi ile “öylesine ilgilendi ki”, ekonomi dışında toplumsal yaşamın varolmadığı noktasına bile gelindi. Marksizm’in “maddi temel” kavramı, mekanik bir mantıkla, sadece ekonomik temele indirgendi, pratik sadece ekonomik pratiğe indirgendi, başarı ekonomik başarıya indirgendi. Bu hem tek tek bireyler için, hem de toplum için geçerlidir. Başarılı birisi daha çok ücret alan birisi anlamına geldi. Kapitalizm ile ekonomik yarış sosyalizmin tek başarı kriteri yapıldı. Bunun içeride insana yansıyışı da daha çok ekonomik gelir ve daha çok tüketmektir. Bugün aynı mantıkla sosyalizmin ekonomik başarısızlığı nedeniyle yenildiği söyleniyor. Aslında bu aynı ekonomist bakışın değişik tarih kesitlerinde aldığı görünümden başka bir şey değildir. Ekonominin ve toplumun yeniden kurulması, devrimin içeride sürekliliği kavramıyla yakından ilişkilidir.
c) Üçüncü olarak, devrim yeni insanın yaratılmasını sağlamadan komünizme yürüyüşü garanti altına alamaz. Yeni insanın yaratılması, anlaşılacağı üzere toplumun yeniden kurulması sürecinin, toplumsal devrimin en belirleyici noktasıdır.
Devrimi gerçekleştirecek güç olarak proletarya, öyle bir araç yaratmalıdır ki, devrimin ikinci aşamasının temel sorunlarına da yanıt bulabilsin. Bu araç partidir. Parti, komünizme yürüyüşün yönlendirici gücüdür. Parti, daha ilk kuruluş anından itibaren, kazanmak için kendi içinde yeni insanın embriyonunu oluşturmaya yönelmek zorundadır. Yüzlerce yıllık kapitalizmin yarattığı tahribatlardan sonra insanı yenileştirmek için bir devrim zorunludur. Ancak bu devrimin öncü gücü, devrimin kalıcılığının garantisi yeni insanı, kendi saşarında oluşturabilmek durumundadır. Eskiyi yıkmak yeniyi kurmak için oluşturulan güç:
A) Yeniyi kurmaya yetenekli bir sınıfın (burada işçi sınıfının) elinde işe yarar durumdadır,
B) Araç (burada parti) içinden çıktığı eskiyi aşmış olmalıdır. Ya da yeniyi bağrında embriyon halinde taşıyor olmalıdır. Öyleyse komünist insan sorunu daha bugünden bir devrimciler örgütünün merkezî noktasını oluşturmalıdır. İleri teori, ancak böylesi insanların elinde gelecek toplumun kuruluşunun yol gösterici ışığı olabilir.
Komünist insanın yaratılması sadece öznel bir istek olarak ele alınamaz. Komünist yeni insan bugün kapitalizmin sınırları içinde yaratılamaz. Bu her şeyden önce devrim sorunudur. Bu nedenle de devrim savaşımı dışında insanın yenilenmesi, komünist insan olması mümkün değildir. Sosyalizm tarihine bakıldığında, devrime yürüyüş boyunca yaratılan insan tipinin ileri götürülemediği ortadadır. Tersine devrimi yaşamış kuşak devrimin değerlerini yeni kuşaklara aktaramamıştır. Bu noktada Küba’da yeni kuşakların sosyalizmde direnmesine devrim kuşağının henüz yaşıyor olmasının sonucu olarak bakmamak gerekir. Tersine Ernesto Che, eğer, dünyanın başka yerlerine savaşmaya gitmeseydi, o ruhu aşılamak kolay olabilir miydi? Küba insanı enternasyonalist dayanışmayı ta en başından öğrenmeye başlamıştır. Che, devrim zafere ulaşır ulaşmaz dünyanın diğer halklarına “söylevlerle enternasyonalist dayanışma” yolunu seçmedi. Onun önderliğinde Küba insanı başka bir ülkenin işçi sınıfı için ölmeyi onur saymıştır. Öyleyse yeni kuşaklara komünist bilinci aşılamanın tek yolu devrimi içeride ve dışarıda sürekli kılmaktır. Elbette devrim ihtiyacından söz etmiyoruz. Muzaffer Kızıl Ordu’nun ardından kurulan sosyalizm deneyleri yeterince öğreticidir.
Devrimin içeride sürekli kılınması ne demektir? Bu, her şeyden önce komünizme yürüyüşü temel alan, başından beri, ilk günden başlayarak tüm adımları komünizm hedefini gözönünde tutarak atmayı gerektirir. Komünist insanın yaratılması ile toplumun yeniden inşası arasında sıkı bir ilişki vardır. Toplumun yeniden inşası; bir sınıf olarak burjuvazinin yok edilmesi hedefine yönelmek durumundadır. Bu amacın diğer yandan okunuşu sosyalist temellerde bir ekonominin örgütlenmesi ve komünizme yürüyüşün sağlanmasıdır. Burjuvazinin sınıf olarak yok edilmesi, üretim araçlarının toplum adına devlet tarafından mülk edinilmesini gerektirir. Proletarya iktidarı alır almaz, burjuva devlet çarkını parçalamak ve üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek durumundadır. Bu hamle yapılmadan, toplumsallaştırma nasılsa bir günde gerçekleşemez demek, en hafifinden kendini kandırmaktır. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının bir noktası, yapısı gereği dağınık ve küçük çaplı üretimin egemen olduğu alanlarda (berber dükkânı gibi) tekniğin geliştirilmesidir. Bu alanda toplumsallaştırma bir kararname işi değildir. İkinci ve oldukça önemli bir başka nokta da, özel mülkiyetine son verilebilen alanlarda teknolojinin yeniden organizasyonudur.
Sosyalizmde atılan her adımın meta üretim ufkunu aşmayı hedeşemesi gerekir. Meta üretiminin tarihsel ve toplumsal koşulları, özel mülkiyet ve işbölümüdür. Bu iki etken, elbette, insanların tüketmeleri gerekenden daha fazlasını üretebilmelerine olanak tanıyan bir gelişimin sonrasında gündeme gelmiştir. Bu nedenle tarihsel ve toplumsal koşullardan söz ediyoruz.
Sosyalizm, hemen devrimin arkasından özel mülkiyete büyük oranda son vererek meta üretiminin bir dayanağını ve meta üretimini, egemen bir üretim olarak tarihe gömmüştür. Ama bir yandan henüz toplumsallaştırılmaya elverişli olmayan alanlar vardır (berber dükkânı, ayakkabı tamiri, kahvehane vb. gibi), diğer yandan ise üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilen alanlarda hâlâ eski tarzı ile teknolojik örgütlülük vardır. Bu ikinci noktayı anlaşılır kılmak için, teknolojinin taraşı olduğunu hatırlamak gerekir. Amacı artı-değeri arttırmak olan bir üretimde, teknoloji; artı-emek zamanını arttıracak ve emek sürecini işçiyi robotlaştırarak makinenin bir uzantısı haline getirecek tarzda organize edilecektir. Amaç kârdır ve mevcut teknoloji, yani insanların birikmiş emekleri ve deneyimlerinin sonuçları, kâr için organize edilecek, kapitaliste daha fazla kâr sağlayabildiği oranda üretim sürecine girecek ve nihayet fabrika içinde yerleştirme yine maksimum kâr amacına göre organize edilecektir. Sosyalist bir ekonomide, bir fabrikadaki gelişimi ölçmek için, kârlılık dışında bir gösterge bulunamıyor ise meta üretimi aldığı tarihsel yaralara rağmen ruhen yaşıyor ve yaşatılıyor demektir. Bu noktada teknolojinin nasıl örgütlendiğinin neden önemli olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Sosyalist üretimin amacı sınışarı ortadan kaldırmak için komünizme yürüyüşün ekonomik ve teknik altyapısını oluşturmaktır. Burada toplum için üretim esastır. Bu nedenle de teknoloji, insanlar arasındaki eşitsizlikleri yok edecek tarzda kullanılmalı, örgütlenmelidir. Kafa ile kol emeği ayrımına son vermek, kent ile kır ayrımını ortadan kaldırmak, eski tarzı ile işbölümüne son vermek bu teknik örgütlenmenin hedefidir. Robot teknolojisinin bu anlamda kapitalizmde nasıl kullanıldığı ile sosyalizmde nasıl kullanılması gerektiği açıktır. Sosyalizmde robot tekniği, kafa ile kol emeği ayrımını ortadan kaldırmak için kullanılmalıdır. Öyleyse bir ürünü sadece daha kısa sürede üretmek değil, daha az canlı emekle üretmek gözetilmelidir.
Toplumun yeniden inşası aynı zamanda devletin yeniden örgütlenmesini gerektirir. Devlet en başından bir yarı-devlet, sönmeyi hedeşeyen bir devlet olarak örgütlenmelidir (Bu konuyu proletarya diktatörlüğü bölümünde ayrıntılı olarak tartışacağımız için, şimdilik bu genel ifade ile yetiniyoruz).
Toplumun yeniden inşası, komünizmin temellerinin oluşturulması demektir. Sınışarın ortadan kalkması ve bununla birlikte sınışarın varlığının sonucu olan bütün çelişkilerin ortadan kalkması gerekir (elbette yeni çelişkiler, ama sınışarın varlığına dayalı olmayan yeni çelişkiler ortaya çıkacaktır). Bu ise devletin ortadan kalkması demektir. Bu, dünya devriminin zaferine de bağlı bir hedeftir.
Yine bu ise, komünist insanın varlığını gerektirir. Komünizm, komünist insanla kurulacaktır. Öyleyse sosyalizm komünist insanı oluşturmak, yaratmak için de zorunludur.
Komünist insanın yaratılması toplumun yeniden örgütlenmesi ile doğrudan ilişkilidir. Komünist toplumu inşa edebilmek için, toplumun en ücra köşesine kadar örgütlenmesi şarttır. Komünizm, ortakçı bir toplumdur. Bu ortakçılık sadece herkesin gereksinmelerini karşılaması değildir. Buna dayalı olarak insanların toplumsal yaşama direkt katılımları da demektir. Bu ise örgütlülükle mümkündür. Sosyalizm, daha ilk andan başlayarak bu örgütlülüğün gelişimini; işçi sınıfı ve halkın bu örgütlülükler aracılığı ile devletin oluşumu ve siyasal kararların alınışına katılımlarının sağlanmasını gerektirir. Bu nedenle daha iktidara yürürken yığın örgütlülüğü son derece önemlidir. Sovyet Devleti’nin yozlaşmasında, iktidar organları olan sovyetlerin 1920’de dağıtılması ve bir daha tekrar kurulmamasının belirleyici rolü olmuştur. Tersini yapmak gerekir; toplumun en ücra köşelerine kadar örgütlenmesi ve toplumsal işleri organize etmesi gerekir. Sosyalist demokrasi denilince anlaşılması gereken böylesi bir örgütlülüğe dayalı demokrasidir. Yoksa bazılarının anladığı gibi çok partililiği işçi sınıfına demokrasi adı altında yutturmak değildir. Ne ilginçtir ki, tam da burjuvazinin “çok partili demokrasi diye bir şeyin hiç olmadığı”nı itiraf ettiği bir dönemde, sözde sosyalistlerimiz diktatörlük kavramına bayrak açıp çok partililiği “sosyalist demokrasi” olarak öne çıkartıyorlar.
Devrimci bir partide demokrasi ellerin kalkıp inmesinin değil, üyenin niteliğinin ürünüdür. Ülkemizde kongre geleneği olmayan bir sol hareketin mirasçıları olarak, ellerin kalkıp inmesine karşı olmayacağımız kesindir. Ama eksikliği burada görmek gerçeğin sadece bir yanını görmektir. Eller kalkıp indiğinde gerçekten kolektif ruh sağlanabiliyor mu? Sadece komşular alışverişte görsün mantığı ile yapılan kongrelere ne demeli? Öyleyse bir partide parti içi demokrasinin, tartışmanın, eleştirinin, yanlışı düzeltmenin garantisi üyenin niteliğidir. Sorunlarını dile getirmeyen, tembel, çalışmayan, düşünmeyen, kendi eksiklerine karşı amansızca savaşmayan, bireyciliği yaşam biçimi seçmiş, itiraz etmeyen, itirazlarında direnirken yapacağı işi savsaklayan, kendini örgütün ve devrimin önüne koyan kişilik ile her gün kongre yapılsa, her gün parmaklar kalkıp inse bile tek bir doğru karar verilemez. Acaba bugüne kadarki başarısızlıklarda bu kişiliğin payı nedir? Bu soruya samimi yanıt vermek gerekir. Öyleyse devrimci örgütlenmelerin, bundan böyle kişilik üzerine son derece net yüklenmeleri şarttır. Bunun ilk adımı örgüt içinde politik kişiliklerin var edilmesidir.
İşte bu, örgüt için ne kadar geçerli ise sosyalizmin örgütlenişi için de o kadar geçerlidir. Bunu anlamak için sosyalizmin en ücra köşesine kadar toplumu örgütleme işine girişmesi gerektiğini anlamak gerekir. Ancak böylesi bir örgütlü toplumda genele müdahalenin yolları oluşabilir. Ancak böylesi bir toplumda, insanlar kendi gelecekleri ile toplumun geleceği arasındaki ayrılmaz bağı görebilir ve bu yolla toplumsal sorunları kendi sorunları olarak duyumsayabilir. Ancak bu yolla kendi sorunlarını toplumsal sorunların önüne koymaz ve hep kendini düşünen, kendisi için yaşayan insan tipinin aşılması sağlanabilir. Böylesi bir örgütlülük, komünist bilincin verilebileceği canlı, duyarlı bir toplumsal ortam oluşturacaktır.
Güya insanlar, sosyalizmde kapitalizme karşı savaş söz konusu olmadığı için duyarsızlaşmaktadırlar. Bu söz ile kapitalist toplumda devrimci mücadeleye katılmayı bir çocukluk olarak gören anlayış, savaşın olanca şiddetiyle devam ettiğini unutuyor. Bu anlayışa göre insan, bilinçsiz bir yaratık, adeta bir yarı-hayvan olarak görülüyor. Bu iki anlayışın özleri aynıdır. Bunun ötesinde yeni bir toplumu kurma heyecanı neye tercih edilebilir? Heyecanı yok eden bilinç yokluğu, ufuk darlığıdır. Sadece kendisini düşünen, kendisi için yaşayan bir insanı ne heyecanlandırır? Elbette sadece, yeni bir tüketim nesnesi, yeni bir tatil görme yolu, sadece komşusunu geçmek, oğlunun bir sınavda arkadaşlarını geride bırakması, karşı cinsten daha çok kişinin kendisine ilgi duyması vb. Tüm bunlar rekabet yasasının ayrılmaz ürünleridir. Tüm bunlar insanın bilincini yitirmesi ve güdülerinin esiri olmasıdır. Düşünelim bir kere, böyle bir insan gerçekten insan olan birine aşık olunca, bir şok yaşayınca, yaşadığı ortamın insansızlığını fark edebilir hale geliyor, bilinçle ve ümitle birlikte, tüm topluma duyarlı hale gelebilmesinin yolları açılıyor.
Aynı şekilde, sosyalizmi çözen şey merkezî planlama değildir. Yanlış olan merkezî planlama değildir ki, doğrusu serbest piyasa olsun. Rekabet, açlık dünyasına özgüdür. Rekabet, insanı insan yapmaktan çıkartıp, onu ürettiklerinin esiri yapar. Sosyalizmde merkezî planlama 1970’lerin ortalarından sonra giderek genel olmaktan çıkartıldı. Merkezî planlamanın kapsamı daraltıldı. Kruşçev ile birlikte dayanıklı tüketim mallarına yönelindi. Oysa her mahallede bir çamaşırhane, bir yemekhane kurulması denenseydi, mevcut teknoloji ile çok ekonomik ve en az insan gücü kullanılarak dayanıklı tüketim malları ihtiyacı ortadan kaldırılabilirdi. Ama bu durumda, elbette kişi başına düşen çamaşır makinesi ve fırın açısından batıdan geri kalınmış olurdu. Bu gerilik midir? Batı ile ekonomik yarış Sovyet insanının tüketim toplumu insanı haline getirilmesine neden olmuştur. Bu yarış, insanın sosyalist yaratıcılığını da yok eder. Geriye heyecan kalabilir mi? Yaratıcılık olmadan heyecan olabilir mi?
Sosyalist insan kişisel refah araçları sağlandıktan sonra sosyalizmin yararını kavrayacak bir insan mıdır? En iyi niyetle Sovyet Sosyalizmi insanların bilincini oluşturmak için maddi zenginliği temel almıştır. Bunun anlamı, Sovyet Sosyalizmi’nin kendi insanının sosyalizmi desteklediğine güvenmediğidir. Sovyet Sosyalizmi’ni korkak yapan da budur. Kişilerin bilinçleri, maddi zenginlikler sunularak yükseltilemiyor. Tersine bilinçle maddi zenginlikler yaratılıyor.
Sovyet insanının ihtiyaçları toplum tarafından karşılandıkça, harcayamayacağı bir para oluşuyor. Oysa ihtiyaçların giderek daha fazla bir bölümü toplum tarafından, ücretsiz karşılandıkça, kişilerin parasal gelirlerinin azalması ve bu yolla paranın geçerlilik alanının daraltılması gerekir. Bu elde biriken ve ne için harcanacağı belli olmayan “fazla para” ile refah için tüketim maddesinin ölçü olarak alınması birleşince, Sovyet insanı içeride harcaması mümkün olmayan bu para ile dışarıda fiyatının çok üstünde ödeme yaparak tüketim nesnesi (mesela naylon çorap) almaya başladı. Sovyetler’de 1960 sonrası karaborsanın maddi temeli, temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu değil, bu fazla para ile tüketimi refah ölçüsü sayan “bilinç”tir.
Merkezî planlama, halkın aktif katılımı ile organize edilmelidir. Sınıfsız topluma hazırlık ve komünist bilincin verilmesi açısından burası son derece önemlidir. Merkezî planlamaya “uzmanların işi” olarak bakmanın, “devlet işlerinin sıradan bir vatandaşın yapacağı kadar basitleştirilmesi” ilkesi ile ters olduğu açıktır. Bu anlayış görevden almanın önüne maddi engeller koyar ve bürokrasiyi besler. Devletin en başından bir yarı-devlet, sönmeyi amaçlayan bir devlet olarak adım atması gerektiği bilincine ters düşer. Gerçekten de her birimin örgütlülük temelinde böylesi bir planlamaya katılması ve bu yolla planlamayı öğrenmesi, toplumun sorunlarını kavraması, karar mekanizmasına katılması olanaklıdır. Bu, elbette örgütlülük ile mümkündür.
Sosyalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek meta üretimini parçalar. Elbette onun yok edilmesi, bazı sektörlerde teknik gelişim ile olanaklıdır. Ama bu toplumsallaştırma ile artık meta üretimi parçalanır. Üretim araçları ve onlarla birlikte işgücü meta olmaktan çıkar. Peki, insanlar bu toplumsallaştırılmış sektörlerde, işletmelerde üretilen ürünler için para ödediklerine göre bu ürünler meta değil midir? Hayır değildir. Para burada, üretilen ürünlerin bireyler arasında dağıtım görevini görecek, ihtiyaç karşılıksız karşılanmaya başlayınca, emekçinin, insanın ihtiyaç duyacağı para miktarı da azalacaktır. Meta üretimi sadece, henüz toplumsallaştırılamamış alanlarda söz konusudur. Bu alanlarda da iş garantisi vb. yollarla işgücünün sömürülmesinin sınırlarına müdahale edilir. Bazı sektörlerde ise işçi çalıştırmayan, sadece kendi hesabına çalışan küçük kapitalist işletmeler kalabilir. Bu işletmeler ya karşıladıkları ihtiyaç başka yollarla giderilerek ya da teknik gelişim ile büyük çaplı üretime dönüştürülerek ortadan kaldırılacaktır. Demek ki, meta üretimi bu alanlarda sürebilir. Doğal olarak bu ürün veya hizmetler para ile karşılanır. Bu anlamda meta olmayan bu ürünlerin satın alınmasında, tıpkı meta alımında olduğu gibi eşdeğerlerin değişimi yasası işler. Öyleyse bu ürünler henüz ihtiyaç kadar üretilememektedir. İşte bu ürünlerin dağıtımında paranın kullanılması bu nedenle söz konusudur. Bir dönem sağlık hizmetleri paralı olabilir. Ne zaman ki toplumsal artık bu hizmetin tümden karşılanmasına yeter, önceliklere göre bu hizmet parasız sunulacaktır. Aynı şey eğitim için geçerli olacak, ulaşım için geçerli olacak, konut için geçerli olacak, çamaşır sorunu için, yemek sorunu için vb. geçerli olacaktır. Demek ki, bir; paranın varlığı meta üretiminin hâlâ varolduğunu gösterirken, satın alınan her ürünün meta olduğunu göstermez. İki; sosyalizmde para, toplu ihtiyaçlardan başlayarak geçersiz kılınmaya başlayacaktır. Toplumsal ihtiyaçlarda öncelik sorunu, komünizme gidişin yolunun açılmasıyla birlikte ele alınmalıdır. Acil ihtiyaçlara rağmen komünizme gidişi örgütleyecek adımlar unutulmamalıdır. İnsanlar, başkaları için, tüm dünya için, tüm insanlık için, gelecek için bugünlerini feda etmeyi ancak böylesi bir noktada bilinçle, gönüllüce seçebilirler. İhtiyaçlarının esiri olmuş, tüketime endekslenmiş bir insanın özgürlüğünden sözetmek gülünçtür. Bilinç bu çelişik durumda gereklidir. İnsanın çay içecek bardağı olmayabilir, ama çay içecek bardak özgürlüğe tercih edilirse, insan da olmaz, çay içmek de gerekli olmaktan çıkar.