“O duvar,
o duvarın dibinde seferberlik var
1914’ten daha büyük,
daha mel’un
bir seferberlik…
Karanlıklar
güneş altında nasıl kaçarsa bir deliğe,
koşuyor burjuvalar
bu seferberliğe:
Britanya dretnotlarının Cemiyeti Akvamı,
beyaz eldivenleri barut kokan diplomat,
çürümüş insan eti müstahsili
general,
II’inci Enternasyonal;
zehirli çiçeklerini toplamak için,
“din”in
toprağını gübreliyen, kazan,
eserlerini banknotlara yazan
filozof,
permanganatın âşıkı şair,
ölüm şuaı satan kimyager,
hepsi seferber,
seferber
o duvarın bayrağı altında…
O duvar,
o duvar, o duvar.
O duvarın dibinde
bizimkiler kurşunlanıyorlar…”
Nâzım Hikmet, “İzmir’den Akdeniz’e dökülen ve yakında Bombay’dan Hint Denizi’ne dökülecek olan emperyalizmin şarkı saran duvarı hakkında yazılmıştır” şiirinden
Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikasını sürdürüyor.
“İçeride ve dışarıda savaş politikası” öyle hafife alınacak, sadece Erdoğan’a bağlanacak bir politika değildir. Erdoğan’a bağlı, sadece onun işi olan bir şey varsa, evet hafife alabilirsiniz. Sakıncası olmaz. Ama Saray Rejimine “tek adam rejimi” demek, aslında onu anlamamaktır ya da hafife almaktır. “Almanya, İngiltere, Fransa ve şahsım toplandık,” derken Erdoğan, sadece kibrinden kabarmış bir hafiflik sergiler. Bu durumda hiciv olarak “şahsım” rejimi derseniz, bilimsel olmaktan uzak ama bir durumu ifade edersiniz. Oysa Saray Rejimine, mesela “tek adam rejimi” derseniz, sadece devleti aklamış, tüm kötü uygulamaların “tek adam”dan kaynaklandığını iddia etmiş olursunuz. Ve bu, sizin amacınızı bilmeyiz ama, aslında devleti aklamak, tüm içeride ve dışarıda savaş politikalarını onaylamak anlamına gelir.
Peki, Saray Rejimine “sultanizm” (ya da patrimonyal sultanizm) derseniz, uygun mu düşer? Bizce, bir adım daha ciddiyet içerse de, uygun değildir. Ciddiyet içerir, çünkü devletteki değişimi ele almaya niyetli gibidir. Evet, Erdoğan ve ailesinin, bir yüzükten başlayan ve gemiciklerle, sıfırla oğlumlarla, çetelerle, altınlarla, yağma ve talanla, ganimetlerle büyüyen servetine bakarak, işte sultan diyebilirsiniz. Ama “sultanizm” durumu anlatmaya yetmez. “Tek adam rejimi”nin daha süslüsüdür. Bir kere öyle feodal sistemdeki gibi ailelere bağlı bir yaşam yoktur ve olamaz. Tersine, burjuva egemenliktir geçerli olan. Ve dahası, sistemi ayakta tutan, devlet çarkının temelini oluşturan gerçekleri görmemiş olursunuz. “Diktatörlük” demekten kaçmanın yolu ise sultanizm, bir anlam ifade edebilir. Bizim için ise, zaten öncesi de diktatörlüktür. Yani 2017’de Saray Rejimi başladı ise, öncesi demokrasi değildir. Her devlet bir diktatörlüktür, egemen sınıfın diktatörlüğüdür. Bu nedenle, günümüz burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti de bir diktatörlüktür. Vurgulanması gereken nokta, onun yeni biçimidir ve bu da, parlamentonun, seçimlerin, siyasal partilerin vb. ortadan kalktığı, doğrudan devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü örgütlenme, savaş ve iç savaş koşullarına bağlıdır. Oysa sultanizm, bir kişinin yasaları kendine göre ayarlaması hâli, hattâ nedensiz bir kötülük olarak ele alınmaktadır.
Saray Rejimine bir de “AKP-MHP faşizmi” denmektedir. Bu söylem, en çok Kürt hareketi tarafından kullanılmaktadır ve artık sonuna gelinmiştir. Çünkü, yeni süreç, bilfiil bu noktayı aşmıştır. Bu nedenle, bir devlete, dayandığı tahmin edilen partiler nedeniyle bir isim takmak da, aslında anlamlı değildir. Bunu anlamış olduk. Kabul edileceğini umuyoruz. Örnek olsun, mesela Kılıçdaroğlu, bu “AKP-MHP faşizmi”nde acaba, daha az role mi sahiptir? Demek devlet böyle incelenemez.
Kuşku yok ki, her türlü adlandırmayı, olumsuz anlamda hak ederler. Biz, komünistler, elbette devleti yıkmak için, düşmanı ve onun egemenlik aygıtı olarak devleti doğru tanımlamayı isteriz. Bu nedenle elimize geçen her olanakta, devleti biraz daha çıplak ortaya koymak için harekete geçmeyi görev biliriz. Devleti kutsal olarak görmeyiz, devleti, burjuva sınıfın egemenlik aracı olarak görürüz.
İşte bu Saray Rejimi, bugünlerde durmadan, “iç cepheyi güçlendirmek” siyasetinden söz ediyor. Bunun için, sadece işçi sınıfına, sadece devrimci harekete saldırmıyorlar. Burjuva cephenin içinde kendilerine muhalif olan, parlamenter sistem ve benzerini savunanlara da saldırıyorlar. Bu saldırıları ele almak istiyoruz. Ama bize biraz tablonun bütününe bakma çabası gerekiyor. Takip etmeye niyetli okuyucu için bunu birlikte yapalım.
Bunun, saldırıların, iki nedeni var.
İlki, dışarıdaki savaş politikasıdır. Bu savaş politikası, bazılarının iddia ettiği gibi, tek başına TC devletinin, aynı anlama gelmek üzere, bu devletin olağanüstü örgütlenmesi olan Saray Rejiminin isteğinin ürünü değildir. Türkiye bir sömürgedir. Modern bir sömürge demeye bile gerek yoktur. Çünkü artık, eski tip sömürgeciliğin biçimleri de ortadadır. Trump mesela, bunu çok dolaysız olarak ortaya koyuyor. Avrupa’nın “ince” politikalarına gerek duymuyor. Türkiye bir sömürgedir. Bir sömürge olarak, Batı emperyalizminin, ABD ve NATO’nun denetimi altındadır.
Bu bugün, ABD adına tetikçi olmak demektir.
ABD hegemonyası, giderek çözülmektedir. ABD, kendi hegemonyasının çözülmesini durdurmak için, dünyanın hâkim gücü olma tutumunu bir adım geri çekmek zorunda kaldı. Ama şimdi, eski kapitalist-emperyalist dünyayı, kendi liderliği altında yeniden toplamak istiyor. Suriye savaşı, Ukrayna, bunun içindir ve ABD, tüm NATO’yu, tüm Batı cephesini, daha çok da tüm Avrupa’yı kendi denetimi altına almayı başardı. Yani, bir anlamda, “iç cephesini güçlendirmek” için epeyce iş yaptı. Almanya ve Fransa, tüm Avrupa iradesini neredeyse kaybetmiştir.
ABD, buna “iç cephe” demiş olsa yerinde olurdu.
ABD, hegemonyasının çözülmesini önlemek için Ukrayna’da savaşı kundakladı. Tüm Avrupa’yı kendi kanatları altında kontrolüne yeniden aldı. Ama Ukrayna savaşında NATO ve ABD yenildi ve Trump, bu yenilgiyi gizlemek, hafifletmek, bu arada savaşı daha da büyütmek üzere güçlerini yeniden yerleştirmek için iktidara geldi.
İşte TC devleti, bu ABD tarafından, NATO tarafından, Batı tarafından kundaklanan dünya savaşının tetikçisidir. Bu nedenle savaş politikası, efendilerinin emridir ama aynı zamanda TC devletinin de heveslendiği bir alandır. Demek ki Saray Rejimi, hem dışarıda savaş politikası gütmek istiyor, hem de kendinden de bu isteniyor. Bu nedenle, Ortadoğu’daki savaşın ayrılmaz parçasıdır Saray Rejimi.
Savaş, bir karanlık seferberlik de demektir. Karanlık ve seferberlik, her emperyalist savaşın içinde vardır. Her seferberlik karanlık olmak zorunda değildir. haklı bir savaş için seferberlik bambaşka anlam ifade eder. Ama her emperyalist savaşın seferberliği, karanlıkla birlikte var olur. Bu karanlık, tüm Batı’da devlet örgütlenmesinde görülmektedir. İsrail’in katliamları, bu durum, bu Batı emperyalist güçlerinin savaş planları olmadan anlaşılamaz. Ve TC devleti, İsrail gibi, bu politikalara bağlıdır.
Dışarıda savaş, içeride de savaş olarak ortaya çıkmaktadır.
İkinci nedeni de (saldırgan politikaların) budur.
Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü örgütlenme, olağan devlet mekanizmalarının yetersizliğinin ifadesidir. Bu olağanüstü örgütlenme, üç etken tarafından şekillendirilmiştir. Birincisi, emperyalistler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı savaşıdır. İkincisi, Kürt devrimini durdurma girişimidir ve üçüncüsü, Gezi sonrasında başlayan, geri düşse de hiç dinmeyen direniş hareketidir. Buna, işçi hareketi demek, aslında eğer diğer hareketleri (kadın, gençlik, çevre vb.) görmemek demek olmayacaksa, yeterli olur. Çünkü, gelecekte bu savaşta, bu direniş hattında, bu kitlesel direnişte belirleyici olacak olan işçi sınıfının direnişi olacaktır.
İşte bu nedenle, TC devleti, Saray Rejimi, şimdi “iç cepheyi güçlendirmek” için hareket etmektedir. Bu çağrı, Saray’a, ABD ve NATO tarafından verilmiş bir emirdir. Bu nedenle, İmamoğlu’nu tutuklama planı, ABD tarafından onay verilen bir plan hâline gelmektedir.
İçeride ve dışarıda savaş politikası, “iç cepheyi güçlendirme” ismi ile lanse edilmektedir. Ve biz, uzun süredir, bu politikanın, aslında işçi sınıfı ve direniş hattını teslim alma girişimi olduğunu söylüyoruz.
İyi de, akla şu soru geliyor; bu durumda, işçi sınıfı ve devrimci harekete saldırı ile sınırlı bir tablo yeterli olmaz mıydı? Olurdu, ama direniş işçi sınıfı, kadınlar, gençler, çevre savunucuları, LGBTİ+ vb. toplumsal kesimlerden gelmektedir. Ama onları durdurmak için, sadece onlara saldırmak yeterli değildir. Çünkü, zaten yıllardır onlara saldırılmaktadır ve TC devletinin Kürtlere ve devrimci harekete saldırılarının çok farklı türleri ortaya konmuştur. Bu politikalar, artık ters tepmektedir.
Öte yandan, içerideki devlet şiddeti, susturmaya dönüktür. İşçi sınıfı ve direniş cephesinin örgütlülüğü zayıftır. Orada saldırılacak yer kitlelerdir ve onların içinden öne çıkanlardır. Buraya zaten sürekli saldırılmaktadır.
Ancak, Saray Rejimi, tekellerin, sermayenin büyük başlarının, emperyalist güçlerin, uluslararası tekellerin iktidarıdır. Ve elbette onun ekonomik politikaları, daha geniş kesimleri de sarsmaktadır.
Bu nedenle, Saray Rejimi, Kılıçdaroğlu’nu, CHP eli ile kitleleri evinde tutmak işi ile görevlendirmiştir. İyi ama, bu artık başarılamaz hâle gelmektedir. Saray’ın saldırıları, burjuva cephe içinde de rahatsızlık üretmektedir. Bu durumda, elbette, bu kesimlere de saldırmaktan korkmayacağını göstermek istiyorlar.
Biraz daha yavaş yürüyelim.
Saray Rejimi, son seçimlerde yine seçimleri çaldı. Kılıçdaroğlu, İnce’de olduğu gibi, aldığı seçimleri, emir üzerine devretti. %54 küsur ile aldığı seçimleri, Erdoğan’a zafer olarak sundu. CHP, bununla yetinmedi. Devleti korumak, devletin kurucu partisi olmak adına, devlete zeval gelmesin politikası ile, seçimi çalmış olanları (bu ta 2015 yılından beri böyledir, 2015 seçimlerini kaybetmiş olan AK Parti, CHP eli ile seçimleri tekrar tekrar çalmıştır), “meşru” ilan etti. Çünkü efendiler, NATO ve ABD bunu istiyordu. Bu andan başlayarak, son Erdoğanlı Saray Rejimi döneminde, iki yeni adım attılar: (a) Hemen ekonomiyi uluslararası tekellere, alacaklılara, uluslararası konsorsiyuma devrettiler. (b) Ve hemen gizli bir savaş kabinesi kurdular.
Bu yeni dönem saldırılarını bu iki yeni örgütlenme ile bağlantılı düşünmek gerekir.
Saray CHP’ye, yumuşama, normalleşme sinyali verdi. Yerel seçimlerde kazanan taraf CHP oldu ve CHP belediyelerine, “sadaka politikasını” devrederek, ekonomik krizin bir isyana dönüşmesini önlemek için önlemler aldılar. CHP, bu nedenle daha sol vurmak zorundaydı. Özel, Saray ile yapılan anlaşmada, sözlerini tutacağını sandı ve buna inandı.
19 Mart’ta İmamoğlu’nun diplomasını aldıklarında bu süreç yeni bir noktaya evrildi. İmamoğlu, Cumhurbaşkanı adayı olmayı ilan edeceğini ifade etti. CHP, bir parti olarak, İmamoğlu’nu aday ilan etti. Ve elbette, seçimlere daha var, ama bu durum, Saray için bir tehdit anlamına geldi. Yoksa seçimler yakın diye bu telâşları yok. Saray Rejimini doğru anlamak gerekir. Yoksa, sadece Erdoğan iktidarı olarak ele alırsanız, bu durumları da anlamak zor olur.
Son gelişmelere bu gözle bakmak gerekir.
Hangisini ele almalıyız, çok olay var? Birkaçını seçmek yeterli olur kanısındayız.
Birincisi yeni Kürt açılımıdır. PKK kendini feshetti ve silah bırakma açıklaması yaptı. Ama buna rağmen, Saray Rejimi, henüz hiçbir adım atmadı.
İsrail’in İran’a saldırısı ve 12 gün savaşı, bu sürecin bir parçası hâline geldi. Şimdi, TC devleti, atacağı adımları atmak konusunda daha da ağırdan alacaktır.
Saray, bu nedenle, hızla yeni hamlelere yöneldi.
Ümit Özdağ içeriden çıkartıldı. İçeri girmesi, “yasal” değildi. Ama dışarı çıkması, Saray ile yeni dönem için yeni bir anlaşma yaptığının işareti olmalıdır. İç cepheyi güçlendirmek için Özdağ’ın yeni görevleri olacak gibidir. İstenenleri yapmazsa, yeniden içeri alınacaktır.
Fatih Altaylı, gözaltına alınmış, hapse konulmuştur. Tarihe başvurarak, “bu millet padişahları bile alaşağı etmiştir” türünden sözler söylemiştir. Aslında farklı cümlelerde söyledikleri birbirine eklenmiş ve tutuklanması için zemin hazırlanmıştır. Altaylı, son dönemde, YouTube üzerinden, “muhalif” bir tutum almıştır. Geniş bir izlenme oranına ulaşmıştır. Demek, muhalif olmak ilgi çekmektedir. Not edilmelidir. Saray’a biat para kazandırır ama çok izlenmek için, gerçeğe yakın olmak şart. Az da olsa işe yaramıştır. Öyle anlaşılıyor ki, devlet içinde yakın olduğu kesimler, arkasında durmamıştır. Demek ki Altaylı, gazetecilik yapmaya kalkmıştır (ki yapmalıdır) ve elbette saldırıya uğramıştır. TC devletine bir kere biat ettin mi, senden bunu sürekli yapmanı bekler. Belki Altaylı’yı affedebilir, görmemezlikten gelebilirlerdi. Ama bu durumda, diğer tüm gazetecilere, hele hele sürekli olarak sadece gazetecilik yapanlara büyük bir cesaret bulaşmış olurdu. Ve devletin farklı cepheleri arasındaki itişme, onu hapse götürmüştür.
Saray sıkışmış durumdadır.
Saray, karanlık bir seferberlik için, en küçük bir aykırı sese dahi tahammül edemez durumdadır. Tüm baskılara rağmen, işler istediği gibi gitmemektedir. Ve devletin çeteleri arasında çatışma olduğunu görmek mümkündür. Bu durumda savaşa, dışarıdaki savaş politikalarına bağlıdır.
Halk TV’nin üzerindeki baskıları da böyle ele almak gerekir. İsrail’in İran’a saldırısı karşısında, açık ve net olarak İsrail’den yana tutum almamak, bir suç olmalıdır. Öyle bakılıyor. Ve giderek daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmaya başlayan Halk TV’nin hızla hizaya getirilmesi gereklidir. Bu saldırı, zaten, basında iş yapmaya, gazetecilik yapmaya çalışanlara da iyi bir hiza verme girişimidir.
Saray Rejiminin, karanlık bir seferberlik içinde olduğunu, içeride ve dışarıda savaş politikasının bu demek olduğunu anlamak gerekir. İç cepheyi güçlendirmenin, gerçekte işçi sınıfına ve direniş hareketlerine karşı bir ortak tutum almak demek olduğunu biliyoruz. Bunu, bilince çıkartmak gerekir. Bu savaşı kazanmak için, TC devleti, daha büyük bir karanlığa ihtiyaç duyuyor. “Karanlıklar güneş altında nasıl kaçarsa bir deliğe, koşuyor burjuvalar bu seferberliğe.” Demek ki 1914’te de böyleydi, Nâzım’ın şiirini yazdığı İkinci Dünya Savaşı döneminde de böyleydi ve şimdi de böyledir. Şimdiki daha da büyük bir karanlık seferberliktir.
Bir de, “mutlak butlan” meselesi var.
Olağanüstü rejim, Saray Rejimi, olağanüstü dönemlere özgü kavramları da öne çıkartıyor.
Saray Rejimi, parlamentoyu bir süse çevirmiştir. Artık parlamento, bir merkez değildir. Ne yasama, ne yürütme, ne de yargı ile ilgili bir işi vardır. Görüntüdür, sahnedir ve sahne olarak da hiçbir göz alıcılığı yoktur.
Saray Rejimi, iç savaş hukuku uygulamaktadır. Bu açıdan yasalar, onlar açısından önemli değildir. âna, olaya uygun yasa yazılmaktadır. Bu, işçi sınıfına açık olarak, “kendi yasanı kendin yaz” demek ile eş anlamlıdır. Yeter ki, işçi sınıfı, kendini bir siyasal varlık olarak sahneye koysun.
Saray Rejimi, tüm burjuva siyasi partileri, birer “kulüp” (kibarcası), birer çete hâline getirmiştir. AK Parti diye bir parti yoktur. MHP diye bir parti yoktur. Bunlar artık siyasal partiler değildir. Burjuva partilerin hepsi böyledir ve şimdi CHP’yi yok hâline getirmektedir.
İşte “mutlak butlan” bununla ilgilidir.
Özgür Özel, CHP’nin başına geçti ve 1 Mayıs’ta kitleleri, işçileri satarak, Saray’a koştu. “Devlet terbiyesi” almaya hevesli idi. Kendisine sözler ve görevler verildi. Görevlerini yapmaya başladı. ABD’de, rüşvete jest bile dedi. Ama Saray pek rahat değil ve acelesi vardı. 19 Mart’ta, İmamoğlu önce diplomasını kaybetti, sonra yeni bir “konut”a sahip oldu, hücresine yerleştirildi. Özel, şaşkındı. Kendine verilen sözler tutulmuyordu, “normalleşme” ve sarılma söz konusu iken, tersini gördü. Şaşkınlık içinde beklerken, Saraçhane’ye akın eden kitleleri gördü. Şaşkındı ve polise sordu, bunlar nereden geliyor, dedi. Ve gençlerin Saraçhane’ye akışına sevindi. Kitlesel sel, CHP’yi önüne kattı ve Özel, bu yeni duruma ayak uydurmak için, “sel”in götürdüğü yere doğru yol almaya başladı. Bu seli önleyemezdi. O da bu selin durabildiği kadar yanında durmaya başladı ve önüne geçmek istedi. Kitlelerin eylemini “evinize dönün” nidaları ile karşılayacağı kesin olan Kılıçdaroğlu’ndan farklı tutum aldı, öğrendi. İmamoğlu’na sahip çıkmak adına, kitlelerin eylemine de belli sınırlar koyarak içinde yer almayı seçti. Eylemleri daha da ileri götürmeliydi, engel olmayı seçmemeliydi, daha da ileri gitmek için olanakları değerlendirmeliydi. Ama nihayetinde, bu yolu seçmedi, seçemezdi. İmamoğlu’na 15 milyon oy almak, ardından, 27 milyon imza toplamak onun için yeterli idi. Nihayetinde Batı, efendiler, Erdoğan döneminin bittiğine inanacaklar, diye umdular. Umdular, çünkü İmamoğlu da, Özel de bunu hedefledi. Ama Avrupa ya da Batı, istenilen desteği vermemiştir. İmamoğlu ve Özel, Avrupa’nın çoktan ABD kontrolüne “sığınarak” iradesini kaybettiğini görememiştir. Özel, doğru olarak, bir burjuva muhalefetin yapması gereken minimum şeyi yaparak mitingler düzenledi.
Ama biliyoruz, sarayda oyunlar, hileler bitmez.
“Mutlak butlan” bu yeni oyunlardan biridir. Mutlak butlan üzerinden, CHP kongresini yok saymak, Kılıçdaroğlu’nu başkan olarak atamak istiyorlar. Mutlak butlan, hem yeni yönetimi, Özel ve arkadaşlarını yok saymak, hem de onların aldıkları İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmesi kararını ve diğer kararların tümünü yok saymak demektir.
Ama yine de siz, bunu seçimle ilgili ve sadece bununla ilgili olarak ele almayın. Almayın, çünk, o zaman Saray Rejimini anlamış olmazsınız. Evet bir yönü cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgilidir. Ama daha da önemlisi, kazanacak başka birisinin varlığı, devletin “iç cepheyi tahkim etme” politikasının iflası demek olacaktır. Çünkü içeride ve dışarıda savaş, tüm burjuva devlet çarkının, muhalefeti de dâhil burjuva iktidarın tek ses çıkartmasını gerektirmektedir. Oysa başka bir adayın, kazanacak bir adayın varlığı, bu süreci yönetmeyi zorlaştıracaktır. Tam bir sessizlik gereklidir.
Ama seçime daha var. Ve Saray gerekirse seçimi de yapmaz. Saray Rejimi seçimle gelmedi, seçimle gitmez. Saray Rejimi, savaş için iç hazırlıklar yapmaktadır. Yoksa Erdoğan’sız bir Saray Rejimi de olur. Ama Batı, NATO ve ABD savaş naraları atarak Ortadoğu’yu kana bularken, tetikçi rolünü görmesi için Erdoğanlı Saray Rejimine ihtiyaç duymaktadırlar. Bu nedenle, kazanma ihtimali olan İmamoğlu gibi bir adayın varlığı, savaş politikalarına ters bulunmaktadır. TC devleti, Saray Rejimi, bir tetikçi olarak atik, içerisini hâlletmiş hâlde olmalıdır. Yapmak istedikleri budur. Bu sadece bir seçim hesabı değildir.
Biliniyor, partilerin kongrelerinin onay veya itiraz makamı YSK’dır. YSK, Saray ne derse yapar. Ama işte hâl budur, Saray’ın uzmanları, Özel seçildiğinde, bu durumu akıl edememiş ve Özel’in seçildiği kurultayı kabul etmişler, onaylamışlardır.
O hâlde Saray, bir başka yok bulmalıdır. Bulur. Yasalar onlar için engel değildir. Bir mahkemeye giderler, YSK kararları kesin olsa da oradan bir karar çıkartırlar. İş olur biter. İşte bunu yapıyorlar.
Demek, çok çaresizdirler.
Demek, çaresizlikleri kadar, fütursuzlukları da var.
Her adımlarında, tüm devlet makinasını, tüm pisliklerini örten şal kalkıyor, çırılçıplak tüm yüzleri, gövdeleri ortaya çıkıyor.
Kılıçdaroğlu, konuya ilişkin ilgiye değer açıklamalar yapmıştır.
Diyor ki Bay Kemal, ben Erdoğan’ın yedeğiyim ve Saray Rejimine doğrudan bağlıyım.
Diyor ki Bay Kemal, bana verilen görevi, Alevilerin ve harekete geçen kitlelerin öfkesini evlerinde tutmalarını sağlayacağım, görevim bitmedi.
Diyor ki Bay Kemal, eğer, mutlak butlan kararı çıkarsa, ben görevi alırım.
Soruyorlar, ama CHP merkezini size teslim etmezlerse ne olur? Yanıtı hazır: Ben gider bir binaya yerleşirim, o bina CHP merkezi olur, ben neredeysem merkez orasıdır. CHP de olsa bir tarihi vardır ve bu kadar kendini bu tarihten “özgür” ve ayrı hissetmektedir.
Diyorlar ki, ama parti buna ne der? Yanıt veriyor: Parti kadroları birkaç gün itiraz ederler sonra dediğimi yaparlar. Nasıl milletvekili olacaklar, nasıl belediye başkanı olacaklar, nasıl maaşlarını alacaklar? Demek ki, biat edecekler. Özetle, “eşek gibi” kabul edecekler demek istiyor ama “eşek” sözünü kullanmıyor.
Bu sözleri daha önce de söyledi. Ekmeleddin aday olduğunda, tıpış tıpış gidip oy vereceksiniz, diyordu. Kendisi hep tıpış tıpış gitmiştir.
Bu, “devlet terbiyesi”dir.
Bay Kemal böyle diyor.
Bay Kemal, heveslidir. İçinde görev aşkı var ve oyuncağı elinden alınmış bir kişi olarak, oyuncağını geri almak isteyecek bir çocuk kadar akılsız, ama bir çocuk gibi temiz değildir. Baştan aşağıya Saraylıdır. Saray’ın merdivenlerini dili ile yalamak istiyor.
Sizce Bay Kemal, hiçbir zaman Saray’a muhalif olmuş mudur?
Şimdi, mutlak butlan davası, iki amacı gütmektedir. Birincisi, CHP’yi bir parti olmaktan çıkartmak, ikincisi, “muhalefeti şekillendirmek” istiyorlar. Erdoğan, bunu zaten söylüyor. “Muhalefeti de şekillendireceğiz” bu demektir.
Şimdi, muhtemelen 30 Haziran’da, dava sonuçlanmayacak, dava ertelenecek. Böylece, CHP içinden bazı milletvekillerinin AK Partiye ya da Saray’a doğru yolculuğunun yolu döşenecek. Dava sürecek ve sahneye büyük bir hevesle dalmış olan Kılıçdaroğlu, parti içinde tartışmaları artıracak.
Yok eğer dava sonuçlanır ve “mutlak butlan” kararı verilirse, bu durumda, CHP ne yapacak? Partiyi teslim etmeyiz açıklamaları işe yarar mı? Kılıçdaroğlu’na göre yaramaz. Ya butlan olacak ya da kayyum. Sanki kendisi kayyum değilmiş gibi. Ve acaba CHP ne yapacak? Sizce CHP, artık illegal bir parti olarak mı çalışacak? Acaba kaç CHP milletvekili, ne kadar paraya ve ne olanaklarla, Kılıçdaroğlu listesinden Saray’a eklemlenecek?
Bunlar belki şimdilik uzak ihtimaller. Ama dikkate alınmalıdır.
Kılıçdaroğlu, Özel’i eleştiriyor. Bizim az bulduğumuz eylemlerini fazla buluyor. Ve diyor ki, mealen, İmamoğlu’na sahip çıkmaya gerek yok, gidersin hapiste ziyaret edersin, bir miting yaparsın ve sonra da yargı kararını beklersin. Dediği budur. Tam Saray ağzıdır. Ve Saray ağzı, her zaman fütursuzdur.
Daha ne desin!
Açık olarak Bay Kemal, ben Saray mensubuyum ve bunun gereğini yapacağım, diyor. Diyor ki, bana rol verin, CHP’nin yoldan çıkmasını önleyeyim. Diyor ki, herkesi eve tıkmak için, bende güç var. Diyor ki, ben Alevileri hizaya getirebilirim. Diyor ki, ben Bay Kemal’im ve gereğini yaparım. Bu parti de bana biat eder. Ne diyelim, CHP’yi yönetmiş biridir.
Saray’ın acelesi var, telâşı var.
Saray, zeytinlikleri de ham etmek istiyor.
Saray, CHP’yi de çabucak hizaya çekmek istiyor.
İşçilere, emekçilere, kadınlara ve gençlere, yani direnen herkese karşı uygulanan şiddet, eskisi gibi işe yaramıyor. Bu nedenle, tez elden, Saray, tüm burjuva muhalefeti savaş mangası hâline getirmek istiyor. Savaşın gereği olarak, tek ses çıkartmak istiyor.
Aceleleri var. Telâşlıdırlar. Ve öyle anlaşılıyor, karanlık ve şiddet dışında bir yolları kalmamıştır. Devletin bir grubu, savaş düzeni almak için ABD’den gelen emirlere tam uyumlu olarak yol almak istiyor. Ama başka gruplar veya gruplar da, bu savaşın içinden çıkılamayacağını düşünüyor olmalıdırlar. Bu, çatlak ses demektir ve “içeride ve dışarıda savaş politikası”na uyumsuz bir durumdur. Bu nedenle, Bay Kemal devrededir.
Özel ve arkadaşları, Altaylı ve benzerleri, bildiklerini halka, kitlelere açıklamak zorundadırlar. Gerçeğin sadece bir parçasını söylemek, onları kurtarmayacağı gibi, yalan söylemenin de bir yoludur.
Gerçekte tüm bu saldırılar, işçi sınıfına, emekçilere, gençlere, kadınlara ve direnen herkese karşı saldırının bir parçasıdır. Bu nedenle, “iç cephe” açıklamaları, doğrudan toplumsal muhalefeti susturmaya dönüktür.
İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, kısacası direnen herkes, Saray Rejimine karşı mücadeleyi, yükseltmek zorundadır. Direniş bir haktır. Saray Rejimine karşı örgütlü direniş, Birleşik Emek Cephesinde birleşmeyi gerektirmektedir. Bu direnişin adresi CHP ya da başka bir burjuva parti değildir. Burada net olmak gerekir. Direnişin merkezi, devrimcileşen işçi sınıfı ve onun öncülüğünde Birleşik Emek Cephesidir. Burada iki sınıf vardır. Burjuva sınıf, kendi aralarındaki çatışmalara rağmen, bir ve bütündür. Buradan kalıcı bir sonuç çıkmaz, çıkamaz. İkinci cephe, ikinci sınıf, işçi sınıfıdır, işçi sınıfının cephesidir. Bu cephede yer alan tüm güçler, şimdi direnişi yaymak, daha da örgütlü hâle getirmek görevi ile karşı karşıyadır. Krizin bedelini ödeyen işçi sınıfı ve emekçilerdir. Bu nedenle, onları kurtaracak başka bir güç yoktur. Birleşik Emek Cephesi, direniş hattını örgütlü hâle getirmenin, direnişi büyütmenin tek yoludur. Genel Grev ve Genel Direniş sloganı, ancak bu yolla, örgütlü bir güçle yerine getirilebilir.
Sınıf savaşımının tarihi bilimle aydınlatılmaktadır. Bilim bize, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin nasıl zafere ulaşacağını göstermektedir. Dünyada dün işleyen bu yasalar, sınıf mücadelesinin yasaları, bizim ülkemizde de işlemektedir. Bunda şüphe yoktur.
Nâzım’ın “Cevap” şiiri ile bitirelim:
“O duvar,
o duvarınız,
vız gelir bize vız!..
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır.
O yalnız
tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
Maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezelî kanunlarına.
Sükûn yok, hareket var
bugün yarına çıkar,
yarın bugünü yıkar,
ve bu durmadan akar
akar
akar.
Biz bugünün kahramanı,
yarının
münadisiyiz.
Bu durmadan akan,
yıkıp yapan
akışın
çizgilenmiş sesiyiz..
Komünist demek,
adımlarını tarihin akışına uyduran
temelleri çöken emperyalizme vuran,
yarını kuran,
kahraman demektir.
O duvar
o duvarınız,
vız gelir bize vız!”