1. Resmi ideolojinin yüz yıldır yaymaya çalıştığının aksine 1923 yılında devlet kurulmadı. Adı değiştirildi. Bu devleti Türklerin ve Kürtlerin birlikte kurduğu söylemi de tam bir yalandı. Devletin kurulmaya ihtiyacı yoktu. Biraz sarsılmış olsa da yerli yerinde duruyordu. O süreçte bırakın Kürtlerin bir dahli olmasını Türklerin dahi bir dahli olmadı.
2. Türkiye Büyük Millet Meclisi [TBMM] ne büyüktü ve ne de “milletin meclisiydi”. Baştan itibaren mülk sahibi egemen sınıfların ve devletin meclisiydi ve hep öyle kaldı. Oradaki “millet” dedikleri de kendileriydi. TBMM’nin halkla reel bir ilişkisi yoktu. İleri sürüdüğü gibi CHP, devleti kuran parti değildi. Devleti devralan devlet partisiydi. Nasıl TBMM’nin “milletle” bir ilgisi yok idiyse, CHP’nin de halkla reel bir ilişkisi yoktu. Tamı tamına bir devlet partisiydi ve hep öyle kaldı. Zaten 1923-1946 aralığında parti, hükümet ve devlet bir ve aynı şeydi. Şimdilerde de bu üçü yeniden birleşmiş bulunuyor. Bugün artık iktidar partisi, hükümet ve devlet arasındaki “sınırlı ayrım” ortadan kalkmış bulunuyor. Böyle bir durumda burjuva anlamda bir siyasi partiden söz etmek artık mümkün değil. Bu “Az gittik, uz gittik ama sonunda başa döndük.” demeye gelir.
3. Geride kalan 97 yılda halk kitleleri, şeylerin seyri üzerinde yeteri kadar etkili olamadı. Tüm düzenlemeler devlet (memleketin sahipleri) tarafından dayatıldı. Bu durum siyasal kültürün azgelişmişliğinin sonucuydu. İmparatorluk döneminin tebaası, kulu, modern bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Bütün bu zaman zarfında kolayca itilip-kakıldı, aşağılandı… Demokratik-sol, muhalefet bu yüzden akıl almaz bedeller ödemek zorunda kaldı. Geniş halk kitlelerinde “aydınlanma” bir karşılık bulabilmiş değildi. Elbette bu hep böyle olacak diye bir kural yok. Şeylerin seyri önünde sonunda değişecektir. Zira, özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur.
4. Siyasi partiler halkın değil, devletin ve daha genel bir çerçevede mülk sahibi egemen sınıfların (oligarşinin) partileridir ki, zaten bu ikisi bir ve aynı şeydir. Mülk sahibi sınıflar devlet, devlet de mülk sahibi sınıflar demektir. Bütün bu zaman zarfında ezilen ve sömürülen halk sınıflarının kendi iradelerini temsil eden siyasi partiler kurup sürece müdahale etmelerine izin verilmedi. Her şeye rağmen kurulanlara da yaşama şansı tanınmadı. Sanılanın aksine siyasi partilerle halk arasında, seçenle seçilen arasında bir temsil ilişkisi söz konusu değildir. Siyasi partiler halktan oy alıyorlar ama aslında mülk sahibi oligarşiyi ve devleti temsil ediyorlar! Bizde siyasi partiler devletin diğer kurumları gibidirler, devletin uzantısıdırlar. Dolayısıyla kullanılan oyun bir karşılığı yoktur.
5. 1946 yılında “çok partili sisteme” geçiş, iktidarın (devletin) bir manipülasyonuydu. Sadece birden çok devlet partisinin kurulmasına izin verilmişti. İşçilerin, küçük çiftçilerin, daha genel olarak ezilen ve sömürülen sınıfların örgütlenmesi yasaktı. Kurulanların tamamı kapatıldı ve cezalandırıldı. 1962 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin ve 1990’lı yıllardan beri kurulan Kürt partilerinin başına nasıl çorap örüldüğü biliniyor.
6. Türkiye’de siyasi partilerin iki işlevi var: a. rejimi meşrulaştırıp-dayatmak, bu amaçla kitleleri aldatmak- oyalamak, sisteme “demokratiklik” süsü vermek ve b. bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak ve yağmalamak, eşi-dostu zengin etmek. Halkı aldatıp oyunu alıyorlar, sonra da “milli irade” tecelli etti diyorlar! Şeylerin seyri üzerinde halk kitlelerinin gerçekten bir dahli olsaydı bugün burası böyle mi olurdu? Siyasi partiler, aslında benim “asıl devlet partisi” dediğim güç ve iktidar odağının (memleketin sahiplerinin) taşeronudurlar. Sınırı aştıkları düşünüldüğünde bir darbeyle veya “mevzuat gereği” kapatılırlar, “sözleşmeleri” feshedilir. Zira devlet partisi de olsalar oy almak için halka bir şeyler vadetmek zorundadırlar. Bu onları kendilerine tanınan sınırı geçmeye, güdümlü olmaktan çıkmaya zorluyor. Yaşanan gerilimin nedeni budur.
7. Türkiye’de “demokrasi” denilen şey, tam bir sirk oyunudur. Siyasi partiler de zaten bir devlet kurumudur ve öyle işler. İç işleyişlerinde demokrasinin kırıntısı bile yoktur. Tek adam şirketidirler. Her şey bir tek adamın iradesine bağlıdır. Ve o tek adam bir kere partinin tepesine çöreklendi mi, öyle kolay kolay orayı terk etmez. Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahların tahtta kalma süresi ortalama (aritmetik ortalama) 17,3 yıldı. Bizde sadece siyasi partilerin değil, derneklerin, sendikaların, odaların vb. 30-40 yıl başkanlığını yapanların sayısı az değildir… 30 yıl belediye başkanlığı, 40 yıl muhtarlık yapanlar var… Velhasıl anti-demokratizm tüm örgütlerin “Normal işleyiş halidir”!
8. “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganının da bir karşılığı yok. Türkiye’de din hiçbir zaman devletten ayrılmadı. Devlet oldum olası dine karışmaya devam etti. Eğer siz dine karışırsanız, din de size karışırdı ve karıştı. Bütün bu zaman zarfında bu rejim, dozunu kendi ayarladığı bir dinci gericiliğe ihtiyaç duydu. Şimdilerde bir “doz aşımı” durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Rejim hızlı bir tempoyla Suudi Arabistanlaştırılıyor. Hilafeti ihya etme planları var. Zira mülk sahibi sınıfların sadece yalan-tahrifat ve yok saymaya dayalı uyduruk resmi ideolojiye dayanarak yönetebilmeleri, iktidarlarını koruyabilmeleri mümkün değildi. Toplumsal uyanışı engellemek, demokratikleşme taleplerini etkisizleştirmek, sol muhalefeti bir alternatif olmaktan çıkarmak için dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Aslında o sloganı şu şekilde formüle etmek gerekiyor: “Türkiye laik değil ama mutlaka laik olacak”!
9. HDP’li milletvekillerini Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü tesis etmek! Savaş ve çatışma ortamı egemen sınıflar için bulunmaz bir nimettir. Savaş ve çatışma dönemleri sömürü, yağma, talan, çalıp-çırpma için son derecede uygun bir zemin oluşturur. Kimseye hesap vermeye ihtiyaç kalmaz. Her türlü hukuksuzluk, ahlaksızlık mümkün hale gelir. Öyle bir “parlamento” ki, bir çoğunluk güruhu milyonlarca insanın oyunu alarak seçilmiş başka milletvekillerini oradan atmaya cüret edebiliyor. Bunun dünyanın başka bir ülkesinde bir benzeri var mıdır? Kendilerine savunma hakkı bile tanınmadan milletvekillerinin meclisten atılması ne demektir? Bu, Türk demokrasisinin bir marifetidir. Tabii böylece TBMM’nin ne mene bir gericilik yuvası olduğu, nasıl bir devlet kurumu olduğu, aslında kimin “meclisi” olduğu da netleşmiş olmalıdır! HDP’li vekilleri oradan atmak, milyonlarca insanın iradesini yok saymak değil midir? İşlerine gelince “milli irade” diyorlar ve utanmadan milyonlarca insanın iradesini yok sayıyorlar.
10. O halde neden bu kadar kolay yönetebiliyor, bu kadar küstahlaşabiliyorlar?
“Hırsızın kabahati” arş-ı alayı geçti de ondan. İnsanlar kolay aldanıyor, aldatılıyor, kandırılıyor… Aksi halde bunca zamandır hırsızlara oy vermezler, onları iktidara taşımazlar, yağma ve talana yol vermezlerdi. Tabii kapitalizmin kültürü çürüttüğünü, insanların tam birer tüketim nesnesine dönüştürüldüğünü de dikkate almak gerekiyor. Artık her türlü değerin, değer ölçüsünün, nirengi noktasının yok olduğu bir zamandayız. Geride kalan yaklaşık yüz yılda ezilen-sömürülen kitleler, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi bahsinde başarısız oldular. Daha da ötede bu kavramlar geniş halk kitlelerinde yeterli karşılığı bulamadı, kök salamadı. Bu ülkeyi yönetenler öyle olması için ellerinden geleni yere koymadılar. Elbette bu hep böyle gidecek diye bir kural yok. İçine sürüklendiğimiz bu durum, solun, ilericilerin, demokratların, faşizme karşı olanların, dinci gericiliği sorun edenlerin, gerçek laiklerin, gerçek cumhuriyetçilerin, anti-kapitalistlerin… rüştünü ispat etmesi için bir fırsat sunuyor. Başka türlü söylersek aslında şeylerin seyrini değiştirmek için önümüze bir fırsat çıkmış bulunuyor. O halde bütün mesele bu fırsatı kullanıp-kullanmamakla ilgili demektir.