Evet, öyle diyoruz: “Krizin faturasını ödemeyeceğiz.” Bunu böyle demek, aslında direniş seçeneğini seçmek, boyun eğmeyeceğimizi ilan etmek, mücadelenin her türlüsüne hazır olduğumuzu beyan etmek anlamını taşıyorsa, yerindedir, doğrudur. Ama mücadele etmeden, örgütlülüğü artırmadan, hele ki sendikaların devletle olan derin bağlarını görmeden, eyleme geçmeden, direniş yollarını genişletmeden bunları söylüyorsak, tam da boşuna konuşmuş oluyoruz. Aslında, krizin tüm maliyetini de kabul etmiş oluyoruz. İster niyetimiz bu olsun ister olmasın.
Kapitalist toplum, çıkarları uzlaşmaz iki sınıfın birlikte yaşadığı ve çatıştığı bir toplumdur. İster “okumuş-yazmış” takımı bu iki sınıfın birinin, işçi sınıfının artık var olmadığını söylesin, ister başka çelişkilerin bu emek-sermaye çelişkisinin önüne geçtiğini ilan etsin, ister işçi ve kapitalist sınıfların kavgasını “demode” ilan etsin, gerçek değişmez.
Gerçekler inatçı şeylerdir deyimi eskidir ve hâlâ geçerlidir.
İşçi sınıfı artık yoktur demek için, işçi sınıfının bir zaman var olduğunu; sınıftan söz ediyorsak, karşıtı olarak da burjuvazinin, kapitalist sınıfın var olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Lütfettiniz, ama bu sizin başınızı derde sokar. Eğer bu iki çıkarları uzlaşmaz sınıf var idi ise, işçi sınıfı yok oldu da, kapitalist sınıf ne oldu? Yoksa artık kapitalistler, kendi fabrikalarında kendi kanlarını mı emiyorlar, sermayelerini böyle mi büyütüyorlar?
Bu “aklını işçi sınıfının yok olması isteğine” takmış olanlardan ricamız, gitsinler, özellikle kriz dönemlerinde zenginleri ikna etsinler, desinler ki, işçi sınıfı maalesef yok, öyle ise krizin faturasını siz çekin. Belki o zaman, hizmetlerinde oldukları efendilerinden de bir okkalı yanıt alabilirler. Okumuş-yazmış ve kalemini burjuvalara satmış olanlar, sıra kendilerine gelinceye kadar, yalakalıklarına son vermezler, çünkü bunlar, insan soyunun en şerefsizleridir. Günü geldiğinde bizim söylediğimiz bu sözleri, kendi efendileri de onlara söyleyecektir.
Krize dönelim.
2008’de dünya kapitalist sisteminin merkezlerinden ABD’de patlayan, adına “finansal kriz” denilen ama finansal krizi kat be kat aşan kriz, kapitalist sistemin henüz çare üretemediği bir krizdir. Dünyada üretilen mal miktarı, ihtiyaç duyulanın 2,5 katı kadardır ve bu şartlarda, aşırı üretim krizi, finans sisteminde ortaya çıkan ile iç içe geçmiştir. Kâr için üretim, kapitalist üretim, artık ömrünü doldurmuştur.
Bu kriz, emperyalist güçlerin dünyayı paylaşma savaşı ile birleşmiştir (Bu paylaşımdaki başlıca emperyalist güçler; ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’dır. Diğerleri bunların müttefikleri şeklinde ortaya çıkacaktır. Ve Rusya ve Çin’i, bu emperyalist paylaşım savaşımının dışında görüyoruz. Rusya ve Çin, bu savaşın içindedir elbette ama paylaşım savaşının değil. Bunun anlamı; her ikisini de emperyalist görmüyoruz. Sosyalist olmadıkları kadar, emperyalist de değildirler. Bugün tablo böyle görünüyor). Yani, emperyalist güçler arasında su üstüne çıkan, SSCB sonrasında öne çıkan paylaşım savaşımı, kriz döneminde daha da hız kazandı.
Ve elbette, paylaşım savaşımına tutuşmuş efendiler, “pandemi”yi de bu savaşa eklediler. Demek ki, paylaşım savaşımı, kriz ve artı pandemi bir aradadır ve birbiriyle bağlıdırlar.
Pandemi, krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak için özellikle etkili bir alet olarak kullanılmaktadır. İstedikleri zaman “pandemi” bahanesiyle sıradan hak arama eylemlerini yasaklıyorlar. İstedikleri zaman “pandemi” korkusunu kullanıyorlar. Ama diğer yandan, pandemi için, yok denecek kadar anlamsız önlemler almakla yetiniyorlar. Önlemlere bakılınca olmayan pandemi, eylemlere sıra geldiğinde en önemli olay hâline geliyor.
Kendisi paylaşılacak pastanın içinde olduğu hâlde, emperyalist efendilerine kâhyalık yapan egemen yöneticilerinin “büyük devlet” hayali kurmakla meşgulmüş gibi yaptığı Türkiye, krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak için, Saray Rejimi’nin, baskı, karartma ve manipülasyon politikasına ilave olarak pandemi durumunu da kullanmakta tereddüt etmiyor. Dahası, savaş naraları ile, ABD emrinde bir tetikçi olarak tüm bölgeyi yakmaya soyunuyor. Böylece içeride “milliyetçilik” ile halkı afyonluyor, dışarıda ise ABD emirlerini uygulayarak ömrünü uzatmaya çalışıyor. Savaş, ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak için yeni bir yol oluyor.
Pandemiden bu yana, ülkede zenginlerin servetlerine servet katılıyor. Milyoner sayısı artıyor. Ama, yıl başında 500 dolar olan asgarî ücret, bugün 300 doların altına indi. İşçi ve emekçiler, satın alma gücünün %40’ını kaybettiler. Halk yüzde 40 fakirleşirken, birileri kârlarına kâr kattı. Bankalar, şirketler, milyonerler servetlerini büyüttü. Saray çevresine çöreklenmiş müteahhitler-zenginler trilyonlarca lira parayı hortumladılar.
TC devleti ya da Saray Rejimi, yeni yılın bütçesini açıkladı. 2021 yılının bütçesinde gelir kalemleri içinde en başta gelen vergilerdir.
Kabaca, 1 trilyon TL vergi geliri var. Bunun yaklaşık 450 milyar TL’si KDV’den, yaklaşık 220 milyar TL’si ÖTV’den oluşuyor. KDV ve ÖTV, günlük alışverişiniz sırasında ödediğiniz dolaylı vergilerdir. Siz elma için KDV ödersiniz, market, bu KDV’yi devlete öder. Acaba öder mi? 2019 yılında, şirketler ödemesi gereken KDV’nin (tahakkuk eden KDV) %64’ünü ödemişler. Bu faturasız satışları içermez. Faturasız satış olunca, KDV ortaya çıkmaz, tahakkuk etmez. Demek ki, %36’sını, işverenler, kapitalistler, ödememiştir. Bu parayı, kendi kararları ile sermayelerine eklemiştir. Nasılsa af çıkar. Ve Ekim 2020’nin sonundaki “torba yasa”dan, vergi affı çıkmıştır. İsterlerse şimdi ödeyebilirler, faiz yok.
Vergilere devam edelim, gördük ki, %60’ından fazlası dolaylı vergilerdir, bütçe gelirlerinin.
2021 bütçesindeki gelirlerden yaklaşık 220 milyar TL’si gelir vergisidir. Gelir vergisi, her işçinin (kendilerine işçi desin demesin her memurun, her mühendisin, maaşlı çalışan herkesin) maaşından kesilir. Bir de eğer şirketler “kâr” beyan ederlerse, onlar da bir gelir vergisi verirler. Bu verginin de, büyük bölümünü, çalışanlar verir.
Patronların verdiği bir vergi türü “kurumlar vergisi”dir. Kurumlar vergisini işçi ve emekçiler vermez. Ülkede kâğıt üstünde 1 milyon şirket var, ancak bunların 800 bin civarındaki faaldir. Bu şirketlerin 2021’de planlanan kurumlar vergisi ödemesi yaklaşık 112 milyar TL’dir.
Şimdi, şöyle bir düşünelim, 245 milyar TL açık vermesi planlanan 2021 bütçesine bakınca, acaba, krizin faturasını kim ödemektedir?
Siz duydunuz mu acaba, Cumhurbaşkanının 189 bin TL olan maaşını, bundan böyle almayacağım dediğini?
Hiç duydunuz mu, zenginlere dönük bir vergi artışı, işçilere dönük de bir vergi indirimi ortaya çıktığını?
Son çıkan, “torba yasa” krizin faturasını işçi sınıfına yıkmak için (hani aslında olup olmadığı tartışılan, yok hükmünde ele alınan işçi sınıfına) yeni adımlar atılmaktadır.
1- “Varlık barışı” çıktı. Yani, kayıtsız kuyutsuz malınızı sisteme sokun çağrısıdır bu. AK Partili dönemde defalarca yapılmıştır.
2- Aynı “torba yasa”dan, “vergi affı” çıktı. İşçiler, maaş bordrolarında vergilerini önceden verirler. Yani, işçi, eline maaşını alıp, şimdi gidip bunun bir bölümünü vergi olarak vereyim demez. O nedenle de vergi kaçıramaz. Vergi affı, demek, işçiler için değildir. Gelirini önce kazanan, sonra vergisini vermesi gerekenler içindir. KDV’sini vermemiş, gelir vergisini ödememiş, ÖTV’sini ödememiş, kurumlar vergisini ödememiş olanların faizleri siliniyor ve borçları taksitlendiriliyor.
3- Sadece şirketlerin ödediği bir vergi olan “kurumlar vergisi” oranı, %20’den yüzde 15’e indirildi. Yani, asgarî ücretliden %25 vergi kesen devlet, şirketlerden %15 alacak.
4- Peki, işçiler için bu yasada bir şey yok mu? Var elbette. Torba hâline gelmiş her yasadan işçi sınıfına dönük bir saldırı çıkar. Amaç, bu saldırıyı örtmektir. Torbadan, kıdem tazminatı saldırısı çıktı. Kıdem tazminatına karşı saldırı için çeşitli denemeler yapmış olan devlet, bu kez, yeni bir yol buldu. İşçileri böldü ve sendikaları etkisiz hâle getirdi. 25 yaşının altında çalışanlarla “süreli” iş-sözleşmesi yapma olanağını yasallaştırdı. Aynı uygulama, 50 yaşın üzerindekiler için de devreye sokuldu. Şu anda, 25-50 yaş arasındakilerin kıdem tazminatı hakkı kaldı. Diğerleri, süre bitiminde işlerine son verileceği için, kıdem tazminatı alamayacaklar.
5- Sigortasız adam çalıştıran işverenler affedildi. Böylece sigortasız çalışma ödüllendirildi. Şimdi bu yolla, kendi kendini ihbar edecek işverenler olacağından, işsiz sayısı bir hayli azalacak beklentileri var.
Bütçenin gider kalemleri de önemlidir. Gelirin nasıl harcanacağını gösterir. Saray ne kadarını alacak, diyanet işleri ne kadarını alacak, tarım için ne kadarı harcanacak, eğitim için ne kadarı gibi.
Saray müteahhitlerine, 31 milyar TL ödenecek.
Yol, köprü vb. gelir garantisi verilmiş işlerin şirketlerine de 35 milyar TL ödenecek (üç yılda 109 milyar TL).
İşverenlere, hani kurumlar vergisi verenlere, teşvik ödemesi olarak 231 milyar TL verilecek.
Uzatmaya gerek var mı?
Demek ki, Saray Rejimi, krizin tüm faturasını işçi sınıfına yıkmak için her türlü önlemi almaktadır.
Laiklik savunucusu olarak ortaya çıkan patronların, böyle bir bütçeyi görünce, laiklik vb. meseleleri unutup, Saray Rejimi’nin arkasına dizilecekleri açık değil mi?
Saray Rejimi, açık olarak, işçi sınıfını düşman belirlemiştir. Burjuvazi, açıkça tüm faturayı halka yıkma kararlılığındadır.
Artan vergiler, artan faturalar, aslında bunun hazırlığıdır.
İşçi sınıfı, örgütsüz olduğu için, işçi sınıfı yeterince kararlı bir direniş gösteremediği için, işçi sınıfı sınıf bilinci ile hareket etmediği için, buldukları boşlukta burjuvalar, Saray Rejimi eli ile krizin tüm faturasını işçi sınıfına yıkmaya karar vermişlerdir.
Bakan, acaba neye bakar?
Bunu bu bütçe rakamları, hedefleri yeterince açık olarak ifade etmektedir. Bakan ya da Saray Rejimi, bir yandan ayakta durmak için efendisi ABD’nin tetikçiliğini yaparken, diğer yandan içeride tekellerin çıkarlarını korumak için her yolu denemektedir.
Bakan, “dolara bakmıyorum” diyor.
Merkez Bankası, Ekim ayının sonunda bir açıklama yaptı ve o da döviz kuruna bakmama kararı aldı.
30 Eylül itibari ile TC devletinin merkezî yönetiminin döviz cinsinden borcunun toplamı 1 trilyon 44 milyar civarındadır. Doların bir haftada 8,32 TL’ye yükselmesi ile borç miktarı 47 milyar TL artmıştır.
Emeklilerin maaşlarını verdik diye övünen bir iktidarın, 47 milyar TL borç artışına neden olan döviz kurunu önemsememesi, gerçekten de ilgiye değer bir çaresizliktir. Doktorların, sağlık çalışanlarının ödemelerini yapmayan bir devlet, sağlık alanında, pandemi koşullarında, bu artıştan daha az para harcamıştır. Yani, 47 milyar TL’ye önemsiz demek için, gerçekten, kendilerinin de afyonlanması gerekir.
Biraz ABD’den örnekler verelim mi?
ABD’de en zengin 50 kişinin serveti, 162 milyonunkine eşit.
ABD’de en zengin %1’in mal varlığı 34,2 trilyon dolar, en yoksul %50’ninki ise ancak 2,08 trilyon dolar.
2020’nin ilk 7 ayında, ABD’de, 50 kişinin serveti 339 milyar dolar arttı.
Demek ki, kapitalizm, artık sürdürülebilir bir sistem olmanın sınırına gelmiştir. Bu nedenle, daha fazla şiddete, daha fazla baskıya başvurmak zorundadırlar. Hedefleri, işçi sınıfını nefessiz bırakmaktır.
Türkiye’de 3 milyon 489 bin kişi borçları nedeniyle icralık durumdadır. Bu 3,5 milyon kişi, aileleri ile birlikte ele alınırsa yaklaşık 14 milyonluk bir nüfus demektir. Ve dahası da gelecektir. Bu rakam, önümüzdeki üç ayda, yani Ocak 2021 sonunda, kendini katlayacaktır.
Bireysel kredi ve kredi kartı borçları toplamı yaklaşık 813 milyar TL’dir. Vergi borçlarını affeden devletin, bu borçlara karşı ilgisizliği takdire şayan değil mi?
Bakan, acaba nereye bakıyor? Anladık, dövizin yükselmesine bakmıyor. Tamam, ama acaba nereye bakıyor? Bunca süre boyunca, döviz yükselmesin diye garip önlemler alan Saray Rejimi’nin Damat Bakanı, artık dövize bakmıyor. Neye bakıyor?
Damat Bey’in ilgi alanları, son dönemde ortaya çıkan raporlara göre şöyle:
- Taliban’a para aktarılması.
- Kara para aklama
- Online kumar
- Porno sitelerine para aktarılması.
İnanmanız güç ise, lütfen FinCEN belgelerine bakın. Kısa bir özet Kaldıraç 231. sayıda, sayfa 6’da bulunabilir.
İşte Bakan, buralara bakıyor. Komisyoncu kayınbabanın çok mimikli damadı, işte bunlara bakarak Hazine Bakanı oluyor.
Durumu daha da açık hâle getirmek için, bir de milli gelir hesaplarına bakalım. Öyle ya, “ulusal çıkar”, “milli çıkar” deyince akan sular durmaktadır. Sağlık Bakanı, hasta sayısını gizlediğini itiraf ettiğinde bunu “ulusal çıkarlar” için yaptığını açıkladı. Ama doğrusu, bu “ulusal çıkar”ın ne olduğunu anlatmadı.
Milli gelir hesapları, bir ülkede bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetler üzerinden hesaplanıyor. Sonra bu rakam, nüfusa bölünerek, kişi başına düşen milli gelir bulunuyor.
2018 yılı milli geliri, 784 milyar dolar. 2019 ise 740 milyar dolar.
2019 nüfusu 82 milyon olarak hesaplanırsa kişi başına düşen milli gelir 9000 dolar anlamına geliyor.
Yani, 4 kişilik bir ailenin yıllık geliri 4 x 9.000 = 36.000 dolar, yani, 2019’da doları 5 TL olarak hesaplarsak, 36.000 x 5= 180.000 TL, yani aylık 15.000 TL anlamına gelir. Soru: Acaba kaç ailenin aylık geliri 15.000 TL’dir 2019 yılında?
TC devletinin rakamlarla hile yapma kurumlarının başında TÜİK geliyor. Eskiden İstatistik Enstitüsü idi. Şimdi Türkiye İstatistik Kurumu oldu. TÜİK olarak kısaltılıyor. TÜİK’in enflasyon hesapları, dünya literatüründe, istatistikî yalan konusunda bir çığır açmaya devam ediyor. Dolar %30 artıyor, ama enflasyon %11 oluyor. Piyasada faiz %15-18 arasında, ama Merkez Bankası faizi %10,25 olarak ilan ediyor, bankalara ise arkadan %14 faiz veriyor.
Damat Bey, çocukluğunda, Gülen okullarında epeyce bilgisayar oyunu oynamış. Bilgisayar oyunları ile, Hazine Bakanlığını yönetmeyi “liyakat” olarak açıklayan bir sistemde, elbette sakıncalı da değildir. Ancak bu kadarı olabilir.
Aynı TÜİK, milli gelir hesaplama yöntemlerine müdahale etti. Yaklaşık 100 milyar dolarlık bir ayak oyunudur bu.
Bu hesapla, 2020 milli geliri, 661 milyar dolar olarak beklenmektedir. Ülke nüfusu ise, bir görüşe göre 83 milyon, bir başkasına göre ise 85 milyonu geçmiş durumda. 661 milyar doları 83 milyona bölersek kişi başına gelir 7900 civarında çıkacaktır.
Yukarıdaki aile gelir hesabını yaparsak, 4 x 7900= 31.600 x 8,30= 262.280 TL /12 = 21.857 TL aylık hane geliri demek olur. Ülkede, kaç hane, aylık 21.857 TL gelir elde etmektedir? Demek ki, 10 bin hanenin geliri, 12 milyon hanenin gelirine eşittir, diyebiliriz.
Şimdi, maden işçilerinin “bu ülke sadece patronlara mı ait” sorusunun tam da yerine oturduğunu söylemek mümkündür.
Diyelim ki, bir sendikacı, “krizin faturasını işçi sınıfı olarak ödemeyeceğiz” dediği zaman, gerçekten samimi olsun, bunun yolu nedir?
Açıktır ki, zaten bu faturayı, krizin yeni bir hamle yaptığı 2018 Ağustosu’ndan bu yana, işçi sınıfı, emekçiler ödemektedir. Bu durum, 2020’de daha da artmıştır. 2021’de işçi sınıfının üzerindeki yük daha da artacaktır.
Açlık, hâlâ köylerden taşınan yiyeceklerle bir nebze önlenmektedir. İşçi ve emekçilerin önemli bir desteği, köylerden gelen yiyeceklerdir.
İşsizlik, sürekli artmaktadır. İşsiz sayıları 20 milyonu geçmiştir. Üstüne üstlük, önemli bir sayıda işçi, ücretsiz izin ile, ayda 1200 TL gibi bir gelire mahkûm hâle getirilmiştir.
TC devleti açık olarak, net bir biçimde, işçi düşmanı, halk düşmanı bir tutum ile yoluna devam etmektedir.
Bu koşullarda, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demek, açık olarak tutum almakla mümkündür.
Bunun tek bir gerçek yolu vardır:
Direnişleri geliştirmek, yaymak.
Bu yetmez, direnişleri gerçekleştirirken, daha örgütlü, daha militan bir mücadeleyi geliştirmek gereklidir.
Örgütlenmek, her adımda, sağlam temellere dayanan bir örgütlenme geliştirmek, tek gerçekçi yoldur.
Her direnişi boğmak için, polisin, yargının vb. saldırıları artmaktadır. Onlar direnişlerin daha büyük bir direnişe, topyekûn bir direnişe dönüşmesini önlemek istiyorlar. Bizim, işçi ve emekçilerin de tek çıkış yolu budur: Direnişleri sabırla geliştirmek, bilinçle örgütlemek ve daha büyük çaplı bir genel direnişe dönüştürmek.
Hayatı üreten işçilerdir.
İşçi sınıfı, kendi gücünün bilincine varmalıdır. Bunun yolu, direnişten ve örgütlenmekten geçmektedir.
İşçi sınıfı, halk, kendi gücünün farkına varmak zorundadır.
Bunu başardığımızda, işçi sınıfı kendi gücünün bilincine vardığında, direnişlerin anlamı da değişecektir.
Devrimcilerin görevi budur.
Yoksa ekonomik krizin varlığı, kendiliğinden işçi ve emekçilerin mücadelesini geliştirmez. İşçi sınıfı, ancak bir sınıf olduğunun bilincine vardığında, bu mücadele büyük bir güç hâline gelir. İşçi sınıfı, tüm toplumsal mücadelenin, kapitalizmi tarihten silme ve savaşsız-sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinin öncüsüdür. Bu rolünü, ancak kendini bir sınıf olarak gördüğünde, kendi bilincine vardığında, bu temelde örgütlendiğinde oynayabilir.
Önümüzde zorlu bir sınıf mücadelesi dönemi vardır. Ülkenin her yanında farklı biçimlerde gelişen direnişleri, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin parçası olarak birleştirmek zorundayız. Biliyoruz ki, her doğa direnişi, yağmaya ve ranta karşı her direniş, her küçük eylem, her işyeri direnişi, her kadın eylemi, her gençlik eylemi bu büyük direnişin bir parçasıdır.
Saray Rejimi’nin “gücü”, gerçekte, işçi sınıfı ve halkın örgütsüzlüğünden gelmektedir, ona dayanmaktadır. Buna son vermek, uzun soluklu bir mücadelenin ürünü olacaktır. Bu aynı zamanda, emperyalizme karşı savaşın da tek gerçek yoludur. Her işçi gerçeği böyle görmelidir. Gerçeğe gözünü yummak, yokmuş gibi davranmak, sorunlarımızı çözmeyecektir. Direnmek, örgütlenmek, gerçeği kavramanın üzerine yükselir. Açıktır ki, kolay zafer yoktur. Saray Rejimi ile hesaplaşmak, bu topraklardaki sömürü ve ayrımcılığın her türü ile tarihsel bir hesaplaşmadır da. Bunun kolay yolu yoktur. İşçiler kendi mücadelelerine, kendi örgütlerine, devrime ve devrimci mücadeleye inandıklarında imkânsız gibi görünen şeyler, kolaylaşacaktır, yapılabilir olacaktır.