“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez. O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir. Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi, insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı, saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme… ırksal üstünlük fantezileri ve toplumsal arılığa yönelik tasfiyeci politikalar sayılabilir.”[1]
Aslında sayıları dört değil. Daha birçokları var: kimi iktidarda, kimi ülkelerinin parlamentolarında en büyük muhalefet parti ya da cephesinin başında yer alıyor. Akademik yazın onları 21. yüzyılın “sağ popülist liderleri” olarak tanımlıyor. Ben “neofaşist” tanımının daha uygun olduğu kanısındayım. İki nedenle:
- “Popülizm” yaftasını yeğleyenlerin “sağ-sol popülizm” nitelemeleriyle, örneğin Chávez ile Trump’ı aynı kefeye koyma ve bu yolla da “liberal demokrasi”yi aklama gibi bir gündemden hareket ettiklerini düşünüyorum.
- Ve yine, “popülist” liderler tarafından yönetilen ya da bu tip hareketlerin etkili olduğu ülkelerde parlamentoların işlediği, seçimlerin yapıldığı, “gaz odaları”nın mevcut olmadığı vb. gerekçesini öne sürüp “popülizm” (ya da otoriteryanizm vb.) yaftasını yeğleyenlerin, faşizmin bir moment değil bir süreç olduğunu ve daha da önemlisi, ilk örnekleriyle yukarıdaki Giroux alıntısında da belirtildiği üzere özdeş olmasını beklemenin anlamsız olduğunu gözden kaçırdıklarını düşünüyorum. Az ileride açımlamaya çalışacağım üzere, kapitalizm var oldukça faşizm (ya da en azından ona mündemiç öğeler) de su yüzüne çıkmak üzere bekleyen bir ihtimal olarak her zaman vardır…
Bu yazının son bölümünde kapitalizmin günümüzdeki hâli, neoliberalizm ile (neo)faşizm arasındaki bağıntıları açımlamaya çalışacağım. Böylelikle 21. yüzyılın başlarına damgasını vuran bir “muamma”yı, yani İtalya (Meloni), Brezilya (Bolsonaro), Hindistan (Modi), Rusya (Putin), ABD (Trump), Macaristan (Orbán) ve Türkiye (Erdoğan) gibi çok farklı coğrafyalarda, birbirinin neredeyse karbon kopyası özellikler gösteren sağcı, otoriter, popülist, şoven, dinbaz, “maço” demagogların hemen eşzamanlı olarak yükselebildiği arkaplanı belirginleştirmeyi umuyorum.
Ama önce bu yazı bağlamında dört farklı iklimden seçtiğim ve muadilleri açısından “temsilî” olduğunu düşündüğüm “Mahşerin Dört Atlısı” şahsında “kim” ve “ne” olduklarına bakalım…
Latin Amerika’dan Jair Bolsonaro…
Brezilya, asker kökenli yöneticilere yabancı değildir. 1889’da monarşinin yıkılmasının ardından göreve gelen ilk devlet başkanı, Manoel Deodoro de Fonseca, bir mareşaldi. Onu izleyen Floriano Peixoto da bir general… Ülke 1964-1985 yılları arasında generaller tarafından yönetildi.
Ancak Jair Bolsonaro Brezilya tarihinde, asker kökenli olmakla birlikte, yüksek rütbeli olmayan tek devlet başkanı. Yüzbaşı iken, “aşırı ekonomik ve mali hırsı” nedeniyle ordudan atılmış…[2] Ardından politik sahnede bulmuş kendisini. Parlamentoda kalmayı başardığı 29 yıl boyunca, o parti senin, bu parti benim derken 9 parti değiştirmiş… Politik kimliğini belirleyen iki vurgusu var: paranoyak bir antikomünizm ve rütbesiz-düşük rütbeli askerlerin, polislerin ve diğer güvenlik görevlilerinin çıkarlarının savunuculuğu. Neoliberal ekonomi-politikaların daha da kırılganlaştırdığı Brezilya’nın demokrasi sahnesinde, demokrasiye güvenmediğini açıkça ilan eden, dikta rejimlerine övgüler yağdıran, 1964-85 yılları arasındaki askerî rejimi “yeterince ileri gitmemekle” eleştirip, “Ben olsaydım askerî rejimin yapmadığı işi yapıp 30.000 kişiyi öldürürdüm…”[3] diyebilen deklare bir faşist. Brezilya siyasal tarihinin belki de en “grotesk” lideri… Nam-ı diğer, “tropikal Trump”…
Brezilya İşçi Partili (PT) Devlet Başkanı Dilma Roussef’in mesnetsiz yolsuzluk iddialarından kalkınan bir “yargı darbesi” ile düşürülmesinin (2016) ardından, 2018 seçimlerinin ikinci turunda, oyların yüzde 55’ini alarak devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. Başını çektiği antikomünist çığırtkanlık (“ılımlı bir sosyal demokrasi”yi savunan ve iktidara geldiği 2002 yılından iktidardan düşürüldüğü 2016’ya dek ılımlılaştırılmış neoliberal politikaları uygulayan İşçi Partisi’nin komünizmle uzak-yakın hiçbir ilişkisi olmamasına karşın) işe yaramış, Brezilya halkı 2008 krizinden bu yana ülkenin yakasını bırakmayan resesyonun faturasını İşçi Partisi’ne kesmişti.
Başkanlık yemin törenine üstü açık bir Rolls Royce ile gelen ve törende “aileyi korumaya, eşcinsellikle ve komünizmle mücadele etmeye[4] yemin eden ve tabii ki ilk alkışçısı Donald Trump olan- Bolsonaro’nun iktidarının dört sacayağına dayandığı belirtilir:
Ordu: İktidara geçer geçmez Bolsonaro’nun yaptığı ilk iş, hükümetini askerlerle doldurmak oldu. “Şu ana kadar etrafına generalleri topladı. Onun Savunma Bakanı, askerî diktatörlükten bu yana bu göreve getirilen ilk asker olacak olan emekli General Augusto Heleno oldu. Başkan yardımcısı başka bir general olacak; Hamilton Mourao. Bunların yanı sıra parlamento seçimlerinde başarılı olan PSL adaylarından çoğu ordudan gelen kişiler. Bolsonaro’nun kalelerinden olan Sao Paulo’da parti 15 sandalye kazandı, bunlardan dokuzunda subaylar oturuyor.”[5] Ordu desteği yetmemiş olacak ki Bolsonaro özellikle oğlu senatör Flavio Bolsonaro aracılığıyla paramiliter desteği de arkasına alacaktı.
Aşırı sağcı/faşizan ideologlar ve propaganda: Bu bahiste Bolsonaro’nun “guru”su, kendinden menkul “filozof” Olavo de Carvalho’dan ve onun tilmizlerinden söz etmek gerek. Bolsonaro’nun dışişleri bakanının ilk resmî açıklamasında, “Başkan Jair Bolsonaro’dan sonra Brezilya’nın deneyimlediği devasa dönüşümün en etkili ismi”[6] diye tanımladığı Carvalho, Bolsonaro döneminde dışişlerinden eğitime, ekonomiden çevre sorunlarına, tüm sürece damgasını vuran paranoyak siyasanın mimarıdır: solcuların, uluslararası kurumların, muğlak “küresel güçler”in ülkenin bütün kurumlarına, toplumsal yaşamın her alanına sızarak yıkıcı faaliyetlerini sürdürdüğü, ülkenin ancak “güçlü bir lider” eliyle sürüklendiği felaketten kurtarılabileceği yolundaki komplo teorisi… Carvalho’nun (ve hempalarının) Bolsonaro’nun tüm atamalarında, aldığı tüm kritik kararlarda etkili olduğu aktarılmaktadır.[7]
Bu faşizan akıl hocaları, aynı zamanda usta sosyal medya kullanıcılarıdır da. Facebook, Twitter WhatsApp gibi uygulamalardan İşçi Partisi’ne yönelik nefret söylemiyle yüklü mesajları yayarken, örneğin Bolsonaro’nun seçimlerdeki rakibi, İşçi Partisi adayı Haddad’ın ensesti savunduğu, muhaliflerini öldürtmeyi planladığı vb. yollu düzmece haberleri yayıyorlardı. Uluslararası Basın Özgürlüğü ödülüne layık görülen Brezilyalı gazeteci Patricia Mello Bolsonaro’yu destekleyen “trol ve bot’lar ordusu”ndan ve bunlara dökülen milyonlarca dolardan söz edecek (ve tabii bu teşhirleri nedeniyle taciz ve tehditlere hedef olacak)tır.[8]
Evanjelik Hıristiyanlık: Evanjelik Hıristiyanlık, yakın zaman öncesine dek nüfusunun yüzde 90 kadarı Katolik olan Brezilya’da hızla yayılıyor. Anket ve araştırmalar, son derece reaksiyoner motiflerden hareket eden köktendinci Evanjelikler ile tutucu Katoliklerin büyük bölümünün Bolsonaro’yu desteklediğini ortaya koymaktaydı. Bolsonaro’nun kürtaj, LGBTQI+ hakları, feminizm, Afro-Brezilyalı ve yerli hakları, çevrenin korunması gibi başlıklarda sergilediği açık düşmanlık, bu kesimlerin onun arkasında hizalanmasına yol açtı. Sık sık dile getirmekten hiç çekinmediği nefret söylemi: “Kadınlar evde otursun…” “Sana tecavüz etmek aklımdan geçmez, buna değmezsin…” “Oğlumun gay olacağına mezarda olmasını tercih ederim…” “Bir quilombo’yu (Afrika kökenli kaçak kölelerin torunlarının kurup yönettikleri cemaatler – b.n.) ziyaret etmiştim. Afrika kökenlilerin en hafifi yedi arroba (yaklaşık 100 kg.) çekiyor. Hiçbir şey yapmıyorlar! Üremeye bile yaramazlar.”[9]
Serbest piyasa(cılık): Ancak Bolsonaro’nun en büyük destekçisi, hiç kuşku yok ki en gözükara uygulayıcısı olduğu neoliberal politikalardan nemalanan iç ve dış sermaye idi. Bolsonaro’nun maliye bakanı Paulo Guedes kamu harcamalarını alabildiğine kısıp emeklilik yasasını gerek emeklilik yaşı, gerekse maaş ve diğer haklar açısından kuşa çevirirken, büyük sermayeyi vergi indirimleri ve çeşitli teşviklerle ödüllendiriyor, kamu mülklerini haraç mezat özelleştirmeye açıyordu. Çevre bakanı Ricardo Salles ise Dilma Roussef döneminde kabul edilmiş çevre koruma önlemlerini ilga ediyor, Amazon ormanlarını sığır yetiştiricileri, soya çiftlikleri, kereste şirketlerinin yağmasına açıyordu. Böylelikle, Brezilya Amazonu’nda bir yıl içinde orman yangınları yüzde 85 artacak, yalnızca 2019’un haziran ayında her 1 dakikada, beş futbol sahası çapında alan yakılarak tarıma açılacaktı. “Bu, bir önceki yılın aynı ayına kıyasla yüzde 278 artış demekti.”[10] Bolsonaro iktidarında 20 bin kilometre karelik Amazon ormanı, katledildi![11]
Uluslararası sermaye, Bolsonaro’dan hoşnutluğunu “coşan” borsa ile gösterdi. Economist dergisi, Bolsonaro’nun birinci yıl icraatını, “Brezilya’nın küresel imgesi kötüledi, ekonomisi iyileşti” cümlesiyle değerlendirecekti.[12]
Tabii ekonomi, hayvancılık, kereste, soya vb. alanlarda faaliyet gösteren çokuluslu firmalar, mali sermaye, ülkenin kamu mallarını ucuza kapatan yerli-yabancı şirketler, kitlesel işten çıkarmalar, sosyal harcamaların kısıtlanması gibi nedenlerle ucuzlayan işgücü maliyetinden yararlanan şirketler için “iyileşmişti”. 2021 yılında tarihsel bir rekor kırarak yüzde 14.2’ye varan işsizlik oranının (15 milyon işsiz), yoksulluk sınırı altında yaşayan 30 milyon, açlık sınırı altındaki 19 milyon ve yüzde 8’i aşan enflasyon ile, emekçilerin ve halkın “ekonomisi” dibe vuracaktı. Bolsonaro’nun yüzüne gözüne bulaştırdığı ve Brezilya’ya Covid-19’un dünyanın en kötü yönetildiği ülkelerden biri unvanını kazandırdığı pandemi sürecinde çöküş, katmerlendi. “Ben rakamları ciddiye almıyorum”, “hepimiz bir gün öleceğiz” diyen Bolsonaro’nun kamu sağlığı için tek kuruş harcamaya niyeti yoktu; sonuç, pandemi sürecinde Covid-19’dan 700 bini aşkın Brezilyalının yaşamını yitirmesi oldu.
Sonrası… Pandeminin hemen ardından gelen seçimler, Bolsonaro’yu (şimdilik) sahnenin dışına itti. “Şimdilik” diyorum, çünkü 2022 Ekimi’nde gerçekleşen başkanlık seçimini Bolsonaro, Luiz Inácio Lula da Silva karşısında tahmin edilenin tersine, “kıl payı” bir farkla kaybetmişti: Lula’nın yüzde 50,9’una karşılık, yüzde 49,1… Bolsonaro yandaşlarının sokaklara dökülmesi, Kongre, Yüksek Mahkeme ve Başkanlık Sarayı’nı basmaları işe yaramadı, Bolsonaro görevi Lula’ya devretmeyi reddederek her ıskarta diktatörün son durağında, ABD’de aldı soluğu…
Bir Amerikan kâbusu: Donald Trump
Bolsonaro’nun şanssızlığı, ABD’deki “rol modeli” Donald Trump’ın, iki yıla yakın bir zaman önce, tıpkı kendisi gibi seçim kaybedip, bir de üstelik darbe girişiminde bulunduktan sonra etkisini -en azından bir süreliğine- yitirmiş olmasıydı…
Ama gelin öyküyü başından alalım…
Donald Trump’ın 2016’daki seçim zaferi, tüm kamuoyu araştırmacılarını, siyasal analistleri, TV yorumcularını, anaakım siyasetçileri şoka uğrattı. Çünkü makroekonomik veriler, hiç de fena gözükmüyordu; sıfıra yakın işsizlik, kesintisiz büyüme… 2016 seçimlerini iktidardaki parti, Demokratların alacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Kimsenin aklına Amerikan taşrasında umudunu yitirmiş milyonların hissiyatı gelmemişti anlaşılan. Oysa 2008-2012 resesyonu özellikle zeminin ayakları altından kaymakta olduğunu hisseden düşük eğitimli, beyaz orta-alt sınıfı derinlemesine etkilemiş, statükoya güven yitimi zirve yapmıştı. “Büyük Göller yöresi, Kuzeybatı ve Ortabatının paslı kuşak eyaletlerinde bir zamanların sınai zaferleri ve istihdam olanakları artık yerini yıkım ve umutsuzluğa bırakmıştı. ‘Küreselleşme’ artık kirli bir sözcüktü”[13] Trump’ın seçim zaferinden sonra uğradıkları “şok”tan sıyrılmaya çalışan üniversite ve enstitüler, gözlerini özellikle taşradaki beyaz orta ve alt sınıflara çevirdiklerinde “acı” gerçeklerle karşılaştılar: Amerikalıların yaklaşık yarısının geliri son 30 yılda ya sabit kalmış ya da düşmüş; 10 milyon kadar Amerikalı 2008 krizinin ardından evini yitirmişti; eşitsizlik 1910’dan bu yana en yüksek seviyedeydi. Amerikalıların yüzde 59’u beklenmedik 500 dolarlık bir gideri karşılayabilecek durumda değildi; yüzde 17’si haftada 60 saatten fazla çalışıyordu. “Bütününde işlerin yolunda olduğu bir ülkede -ama eğer bir parçası değilseniz, işlerin iyi gidiyor olması ne anlama gelir ki?- bu umutsuzluk topraklarında isyan rüzgârları esiyordu. Belirtileri başarılı olanlara duyulan nefret, farklı olandan korku, yitirecek bir şeyi olmama duygusu ve bir kurtarıcının zuhuru beklentisi idi.”[14]
Küreselleşmenin konumunu zaafa uğrattığı, kapanan fabrikaların işsiz ve vasıfsız bıraktığı, sosyal güvencelerinden bir bir yoksun kılınan taşra Amerika’sının beyaz işçileri, küçük işletme sahipleri, ürünleri küresel pazarda rekabet edemeyen çiftçiler, durumlarının sorumluluğunu kendilerini görmezden gelen, aşağılayan elitlere ve “hırsız, tecavüzcü, işlerini ellerinden alan” göçmenlere yükleyen, lafa gelince küresel şirketlere kafa tutan, “Amerika’yı yeniden büyük yapma”ktan dem vuran bu TV yıldızı, ağzı bozuk mültimilyarderin arkasına dizildi. Trump göçmen akışını durduracak, ticaret anlaşmalarından çekilecek, korumacı önlemler, vergi indirimleri ve çeşitli teşviklerle “yerli” sermayenin yatırımlarını ülkeye yöneltmesini sağlayacak, böylelikle de istihdam hacmini genişletecek, kısacası “yerli ve milli politikalar” uygulayacaktı…
Donald Trump 2016 seçimlerini yüzde 1’lik bir çoğunluk ile aldı. Başkanlık koltuğuna oturur oturmaz, zücaciyeci dükkânında debelenen fil misali, “müesses nizam”ı, kurumları kırıp dökmeye koyuldu. Ülkeyi kendi şirketlerini yönettiği gibi yönetmeye kalkışıyordu: güçler ayrılığı ilkesine boş vererek, bürokratları baypas ederek, etrafına eş-dostlardan, akrabalardan oluşan bir “çevre” toplayarak[15] (“göreve başlar başlamaz ilk işi kızı Ivanka ile damadı Jared Kushner’i başdanışmanlığa atamak oldu. (…) Beyaz Saray’da personel olarak atadığı diğer kişiler de kendi arkadaş ve akrabalarını göreve getirdi. Örneğin basın sekreteri Kayleigh McEnany’nin baş asistanı kocası Sean Gilmartin’in kuzeni Chad Gilmartin idi. Trump ayrıca 2018 başlarında, aylar boyu Kushner’in yabancı hükümet görevlileriyle içli dışlı ilişkiler içinde olduğu yolundaki kuşkularını dile getiren genelkurmay başkanı John Kelly’e, damadına çok gizli düzeyde güvenlik belgesi verilmesi konusunda talimat verecekti.”[16]), yargı mekanizması üzerine baskı uygulayarak…
“Yalan” Trump’ın yönetim araçlarından biriydi: Washington Post, görev süresi sona erdiğinde Trump’ın başkanlık dönemi boyunca 30.573 kez yalan söylediğini hesaplayacaktı. Günde ortalama 21 yalan![17] Destekçileri pek aldırmıyordu.
Diplomasi Trump’ın üzerinde tepindiği bir başka alandı. Ülke liderleriyle ABD Dışişlerini es geçerek doğrudan ve kişisel ilişkiler kuruyor, görüşmelerinde kendi mutemetleri dışında resmî çevirmen kullanmıyor, tutanak tutturmuyor ve dış politikayı kendi çıkarları doğrultusunda eğip büküyordu: Örneğin ABD’nin Rusya karşısında desteklediği Ukrayna’ya Kongre’den onaylanmış askerî yardımı, Ukrayna hükümetinin, Biden’ın bir Ukrayna şirketinde yöneticilik yapan oğluna karşı soruşturma açması koşuluna bağlayabiliyordu…
ABD hükümetlerinin insan hakları konusundaki çifte standartlılığı malum. ABD ile uyumlu davranan iktidarların kendi halklarına karşı uyguladığı vahşet genellikle görmezden gelinirken, ABD çıkarlarına ters düşen hükümetler “zalim, diktatör, otokrat vb.” ilan edilerek yaptırımlara hedef olur. Ancak Trump’ın “insan hakları” sicili, ABD yönetimini dahi çileden çıkartacak ölçüde bozuktu: Meksika ile ülkesi sınırına ördürdüğü duvardan geçmeye çalışan kaçak göçmen ailelerden koparıp ülkenin iç kesimlerine evlatlık verdiği çocukların çoğu hâlâ anne-babalarıyla buluşturulamadı. Yurt içinde ülkedeki faşist yükselişe karşı protestolarını yükselten gruplara yönelik polis ve sivil faşist saldırılarına, siyahilere yönelik cinayetlere karşı kılını kıpırdatmıyor, dahası, saldırganlara alkış tutuyordu.
Trump’ın “kadın düşmanlığı” biliniyor. Kadınlara ilişkin cinsiyetçi yorumlarıyla dağlar devirirken (Hillary Clinton için: “Eğer Hillary Clinton kocasını tatmin edemiyorsa, Amerika’yı tatmin edebileceğini nasıl düşünüyor?” Kim Kardashian için: “Vücudu güzel mi? Hayır. Kıçı büyük mü? Kesinlikle.” Me too hareketi için: “Sonuna kadar inkâr edip bu kadınları püskürtmelisiniz. Eğer herhangi bir suçlamayı kabul ederseniz, ölürsünüz… Güçlü olmalısınız. Saldırgan olmalısınız. Var gücünüzle yüklenmelisiniz. Sizin için her söylediklerini inkâr etmelisiniz. Asla kabullenmeyin.” Kızı Ivanka Trump hakkında: “Güzel bir vücudu var. Kızım olmasaydı onunla flört ederdim.” vb. vb.[18]) pratiğiyle de yaşamı kadınlar için daha da sürdürülmez kılıyordu: Kürtaj karşıtı seferberlik, patronların kadınlara eşit ücret verdiklerine ilişkin kontrol mekanizmalarının ilgası, yükseköğrenimde cinsel taciz iddialarının soruşturulmasına ilişkin yönetmeliklerin kadın öğrenciler aleyhine değiştirilmesi, sağlık hizmetlerinde ayırımcılığa yönelik önlemlerin gevşetilmesi vb.[19]
“Muhafazakâr”, “köktendinci” Trump, kadın düşmanı olduğu kadar, LGBTI düşmanıydı da. İktidara gelir gelmez ilk icraatlarından biri, Obama döneminde yürürlüğe girmiş olan, ortaöğretimde trans bireylere destek programını iptal etmek oldu. Ardından trans bireylerin askerlikten yasaklanması geldi. Bu adımı, Sivil Haklar Yasası’nın cinsiyet temelli ayırımcılığı yasaklayan maddesinin “cinsiyet” kavramını biyolojik temelde yorumlayan karar ve uygulamaların teşvik edilmesi izledi: kişinin kadın ya da erkek olduğu için bir işe alınmaması, bir ayırımcılık sayılacak, ancak trans olduğu gerekçesiyle reddedilmesi, biyolojik cinsiyete gönderme yapmadığı için, “ayırımcılık” sayılmayacaktı.[20]
Ve bir “çevre katili”: “Yerli sanayi”nin teşviki, hiç kuşku yok ki çevrenin korunmasına yönelik tüm yasa ve yönetmeliklerin ayaklar altına alınmasını gerektiriyordu. Trump da tam öyle yaptı. “İklim değişikliğine inanmadığı” vurgusuyla, Paris İklim Anlaşması’ndan çekildi; petrol ve doğalgaz çıkarımını sınırlayan/denetleyen önlemleri gevşetti; Obama döneminde yürürlüğe sokulan ve sera gazı salınımını azaltmayı hedefleyen “Temiz Enerji Planı”nı değiştirdi; arktik yaban yaşam alanını doğalgaz arama çabalarına açtı; kirlilik denetim kurallarını gevşetti; Tehlike Altındaki Türler Yasası’ndaki tanımları değiştirdi; cıva ve hava toksik standartlarını değişikliğe uğrattı[21]…
Trump bu uygulamalarıyla, Amerikan toplumunun en ırkçı, köktendinci, reaksiyoner, erkek-egemen, faşizan unsurlarını merkeze taşıdı. Çay Partisi, Alt-Right, Neonaziler, Ku Klux Klan, Evanjelikler, “Aryen” örgütler… Cumhuriyetçi Parti’yi etkileri altına almış, iktidar organlarında doğrudan söz sahibi hâline gelmişlerdi.
Yabancı gelmiyor, değil mi? Devam edelim.
Bu kesimlerin Trump yönetiminde edindikleri kazanımları terk etmeye hiç de niyetleri olmadığını, “reis”lerinin Demokrat Parti adayı Joe Biden’a seçimi kaybetmesinin hemen ardından, 6 Ocak 2021 günü başkent Washington’da Kongre binasına yaptıkları baskınla gösterdiler. Capitol Hill’de darağaçları kuruldu, yüzleri gözleri boyalı, Nazi dövmeleri taşıyan, elleri sopalı güruh, Kongre binasına dalarak Demokrat Partili senatör avına girişti… İddialarına göre Demokratlar seçimleri “çalmıştı”; üç gün süren ayaklanma, beş kişinin hayatına mal olacaktı. İzleyen soruşturmalar, Trump’ın isyancıları teşvik ettiğini ortaya koydu. Ancak Cumhuriyetçi Parti’nin engellenmesi sonucu, bu suçlamadan yargılanamayacak…
Trump 2020’deki seçimleri Biden’ın 81 milyon oyuna karşı, 74 milyon oyla kaybederken, dört yıl öncesine göre oylarını 11 milyon arttırmıştı.. Şimdi sindiği köşede, 2024 seçimlerini bekliyor… Ama bu kadar da değil: hâkim kıldığı gerici iklim, birçok eyalette faşizan yasaların kabul edilmesini sağlıyor. Anayasa Mahkemesi’nin kürtajı anayasal teminat konusu olmaktan çıkartması sonucu, eyaletlerin kürtajı yasaklamaya başlaması, bu yönelişin göstergelerinden sadece biri. Ama pek bilinmeyen başka göstergeler de var: Örneğin 45 eyalette protesto gösterilerini kriminalize eden 230 yasa kabul edildi. 29 eyalet okullarda ırkçılık ve cinsiyetçilik konularının işlenmesini yasaklayan yasa tasarıları sunulurken, 13 eyalette bu yasaklar yürürlüğe girdi.[22]
AB’cilikten “liberal-olmayan demokrasi”ye: Victor Orbán
16 Haziran 1989’da Budapeşte’deki Kahramanlar Meydanı’nda 1956 Ayaklanması günlerinin Başbakanı Imre Nagy onuruna düzenlenen “ikinci cenaze töreni”nde uzun saçlı, kot pantolonlu bir genç adam meydanda toplanmış 250 bin kişiye seslendiğinde, adını bilen yoktu, ama genç adamın Sovyet birliklerinin Macaristan’dan çekilmesi ve serbest seçimler çağrısı kalabalıkları derinden etkilemiş ve 1990’da çok partili sistemin ilk Meclis’inin yolunu açmıştı.
Bu, Victor Orbán’ın siyaset sahnesinde ilk boy gösterişiydi. Bugüne dek oradan hiç inmedi – çizdiği politik zikzaklara rağmen…
Mayıs 1963’te Budapeşte’ye bir saat uzaklıktaki bir köyde Protestan bir çiftçi ailenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Dindar, hatta dinle uzaktan yakından ilgili değildi, ama bu, sonraki yıllarda Hıristiyan değerlerin savunucusu pozlarına bürünmesine engel olmayacaktı.
Budapeşte’deki hukuk öğreniminden sonra George Soros’un Açık Toplum Vakfı’nın bursuyla İngiltere’ye gitti. “Açık Toplum”un iyi bir öğrencisi olduğunu, yurda dönüşünde liberal bir parti olan Özgür Demokratlar İttifakı’na katılarak gösterdi. Ama hırsları, gençlik kollarında oyalanmasına elvermiyordu. Kısa süre sonra kendisi gibi genç liberal antikomünistlerle birlikte Macar Sivil Birliği Fidesz’i kuracaktı: “özgürlükçü”, sivil, serbest piyasacı, (neo)liberal… Sovyet sisteminin göçtüğü 90’ların büyülü birleşimi…
Ama bu pazarda çok satıcı vardı: eski komünist yöneticilerin bile bir kısmı liberalliğe, serbest piyasacılığa soyunmuştu! Orbán’ın bu alanda ikincil, üçüncül rollerden ötesini kapamayacağı belliydi… Eski muhafazakâr başbakan, Macaristan Demokratik Forumu’nun kurucusu József Antall’ın Aralık 1993’teki ölümü, Macaristan sağında büyük bir boşluk bırakacaktı. Orbán’ın kısa sürede getirilerini kavrayarak doldurmaya soyunacağı bir boşluk… AB muhibbi, “liberal” Fidesz, “milliyetçi ve muhafazakâr” bir partiye dönüştürülecekti.
Bunun için önce, ülkeyi “totaliter diktatörlük”ten piyasa ekonomisi ile yönetilen, NATO üyesi “özgür bir toplum”a dönüştüren liberal muhalifler kuşağı (Vaclav Havel, Adam Michnik vb.) ile köprüleri atmak gerekiyordu. Orbán bunu, 1989 dönemecini geçmişle gerçek bir kopuş değil, “liberal muhaliflerle sosyalistlerin (eski KP üyeleri) uzlaşması” ilan ederek gerçekleştirdi. Ardından Hıristiyan sağı ve Haider’in faşist partisiyle koalisyon kurarak Batı Avrupa’yı ayağa kaldıran Avusturya Halk Partisi lideri Schüssel’e destek vererek kendi partisinin kimliğini pekiştirdi.
Tabii ABD’ye ve onun savaş örgütüne karşı olmayan bir “milliyetçilik”ti bu: Orbán’ın 1998-2002 arasında başbakanlık yaptığı sağ koalisyon, Macaristan’ın NATO’ya girişine önayak oldu. 2002-2010 arasında ana muhalefet lideriydi; 2010’da iktidara gelen partisi, 2010, 2014, 2018 ve 2022 seçimlerini de kazandığından 13 yıldır kesintisiz olarak oturuyor başbakanlık koltuğunda.
Aslına bakılırsa, ülkenin neoliberalleştirilme sürecini, 1990’lı yıllarda iktidarda olan “sosyalist”-liberal koalisyonu neredeyse tamamlamıştı. Sosyalist Macaristan’da kamunun elinde olan tüm işletmeler, özelleştirildi. Orbán’a düşen, özel sektör vergilerini ve sosyal sigortalat payını düşürüp sağlık sistemini “reforme” etmekti: tabii “reform” maliyeti emekçilerin, çalışanların sırtına yıkmak anlamına geliyordu…
Başbakan olduğu sürece Orbán’ın yaptığı, özgürlükler alanını adım adım daraltmak olacaktı. Parlamentonun çalışma süresini sınırlandırdı, kritik pozisyonları sıkı yandaşlarla doldurdu, basın üzerine baskıları arttırdı.
Eli, yeniden başbakan olacağı, partisine de Anayasa değişikliğini gerçekleştirebileceği bir çoğunluk sağlayan 2010 seçimlerinden sonra iyice genişleyecekti. Orbán’ın “geleneksel değerlere, milliyetçiliğe, Hıristiyanlığa” bol bol gönderme yapan ve parlamentoyu sayıca ve işlevce sınırlayan yeni Anayasası 2011 yılında referanduma sunularak kabul edildi.
Kaçak göçmenler “sorunu” Orbán’ın faşizan yönelişini daha hızlandırdı. 2015 mülteci krizinin ardından Orbán yönetimi iki ana sınır kapısına, Nazi temerküz kamplarından biraz daha hâllice iki mülteci kampı kurdurmuş, sığınmak için başvuranları aç ve susuz bırakarak caydırmaya çalışıyordu.[23]
Kamplar her ne kadar insan hakları örgütlerinin protestolarına hedef olmuşsa da, “göçmen politikaları” AB’nin takdirine mazhar olacaktı!
Kaçak göçmen akınına pandeminin etkisi de eklendiğinde, Orbán’ın tepkisi, Hitler’in ilk yıllarını aratmayacak nitelikteydi: parlamentodan hükümete zaman sınırı olmayan bir olağanüstü hâl ilan etme yetkisi veren yasayı geçirdi. OHAL süresince başbakan ülkeyi kararnamelerle yönetecek, seçimleri askıya alabilecek, “yalan” haber yayanlara hapis cezası getirilecekti. OHAL iki buçuk ay sonra kaldırılsa da, aynı gün, hükümete “sağlık gerekçesiyle”, parlamentonun onayı olmaksızın OHAL ilan etme yetkisi veren bir yasa kabul edildi.[24]
Otokratik yöneliş, kendisine kişisel çıkarlara dayanan bir sadakatle bağlı bir eş-dost kapitalizmiyle el ele gidiyordu: “Orbán’ın reise sadakatin asli olduğu bir klan sistemini andıran ekonomik yurtseverliğine ise daha az dikkat çekiliyor. Uzun süre Orbán’a yakın duran bir oligark, Lajos Simicsca’nın bunu anlaması kendisine pahalıya mal olmuştu. Orbán’la siyasal anlaşmazlığını açık ettiği an bütün kontratlarını kaybetmişti.
Öte yandan, Orbán çocukluk arkadaşlarından başlamak üzere dostlarına karşı cömert olmasını bilir. Felcsut köyü belediye başkanı Lorinc Meszaros, birlikte büyüdükleri Viktor gibi bir futbol fanatiği. İkibin nüfuslu köyünde bu nüfusun üç katını alabilecek bir stadyum inşa ettirdi, karmaşık bir sulama sistemiyle sulanan çimleri FIFA standardındaydı. Stadyumda Orbán’a tahsis edilmiş bir VIP tribünü de bulunuyor. Stadyuma Avrupa fonlarıyla inşa edilmiş özel bir demiryolu (Macarlar bunun “hiçbir yerden gelip hiçbir yere gittiğini” söylüyor) ile gidiliyor. Başlangıçta bir mekanisyen olan Meszaros’un şikâyet edecek bir şeyi yok. 282 milyon euro olarak hesaplanan serveti bir yılda beşe katlandı (…) Sosyal-liberal ağların yerleştirdiği uluslararası yağmacılar karşısında ekonomik yurtseverliği savunurken, iktidarla bağlantılı bir düzine oligarkın kamusal ihaleleri (kentsel aydınlatma, reklam panoları, yol inşaat malzemeleri vb.) alan şirketleri kontrol ettiği bir sistemin inşa edilişine tanık oluyoruz.”[25]
Orbán, rejimini 2014’ten bu yana, “liberal-olmayan demokrasi/ illiberal democracy” olarak tanımlıyor. 2010 seçimlerinden önce niyetini “Bir kez kazanmamız yeterli, ama bu kitabına uygun olmalı”[26] sözleriyle açık ettiği düşünüldüğünde, Orbán’ın “demokrasi”sinin kendisini başbakanlık koltuğunda tutmaya uyarlanmış bir “demokrasi” olduğu görülecektir (Aklınıza ünlü “demokrasi bir tramvaydır” deyişi gelmiyor mu?).
Ve tahmin edin, Orbán’ın “rol modelleri” kimdir? Doğru bildiniz. Rus lideri Putin ve Türkiye’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a takdirini her fırsatta dile getiriyor. Orbán’a dair yazılmış hemen her yazı, onun Erdoğan’la siyasal akrabalığına değinmeden geçemiyor: “Orbánizm, Avrupa’nın saçaklarında kök salan diğer izm’lere benziyor -Rusya’da (Putinizm) ve Türkiye’de (Erdoğanizm). Kuşku yok ki onun varyantı sulandırılmış: kaba bir otoritaryenlik değil ve genel hatlarıyla AB normlarına uyumlu. Yine de hükümeti STÖ’leri, bağımsız medyayı ve hukuk sistemini, Erdoğan ve Putin’in takdir edeceği tarzda sakatladı. Onlar gibi, içeride ve dışarıdaki muhalifleriyle karşı karşıya geliş tarzı içerideki popüler konumuna güç kazandırdı. Orbán halkının onun sunduğu istikrar ve güçlü liderliği, Berlin duvarının yıkılmasından beri ‘politik doğruluk’ ve ‘anaakım politika’ ve köhnemiş liberalizme tercih ettiğini söylüyor.”
Ve bizzat Orbán, 2014’te Romanya’da yaşayan bir grup etnik Macar’a seslenişinde: “Liberal demokrasi küresel olarak rekabetçi kalamaz… Bugün düşünce sisteminde en popüler konu, Batılı olmayan, liberal demokrasi olmayan hatta belki de demokrasi olmayan sistemlerin yine de uluslarını başarıya ulaştırdığını anlayabilmektir.” Örnekleri ise, Singapur, Rusya, Türkiye, Hindistan ve Çin’di.[27] Ama hakkını yememek gerek, Orbán’ı “rol modeli” olarak alanlar da yok değildi. Örneğin, Trump’ın yakın arkadaşı, ABD’nin Budapeşte elçisi David Cornstein Trump’ın Orbán’a “Biz ikiz gibiyiz,” dediğini aktarıyor. Ve devam ediyor: “Başkanı 25-30 yıldır tanıyan biri olarak size diyorum ki, Viktor Orbán’ın koşullarına sahip olmayı çok isterdi, ama değil.”[28]
… Ve RTE
Bu örnekler (ve burada ele almadığım daha niceleri) bize bu “evrende” yalnız olmadığımızı anlatıyor; 2002’den beri bu coğrafyada yaşamak zorunda kaldığımız durumun aslında küresel bir “süreç”in bir parçası olduğunu gösteriyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” diye tanımladığı…
Recep Tayyip Erdoğan (RTE) yukarıda bir kısmını örneklediğimiz faşizan liderler arasında 1999’dan bu yana dönüşümlü olarak başbakanlık ve devlet başkanlığı koltuklarında oturan Rusya’nın Vladimir Putin’inden sonra en kıdemlisi.
Yaşam öyküsü artık ilkokul çocuklarına ezberletildi, ama yukarıdakilerle sergilediği paralellikleri vurgulamak için bir daha üzerinden geçelim…
Bolsonaro ve Orbán gibi, o da mütevazı ve taşralı kökenlerden geliyor. Babası Rize’nin Güneysu bucağından. Eşini ve iki oğlunu Güneysu’da bırakarak İstanbul’a göçüp Kasımpaşa’ya yerleşerek Şehir Hatları’nda kaptan olarak işe başlamış. Burada RTE’nin de annesi olan Tenzile Hanım ile evlenmiş. Tayyip Erdoğan Kasımpaşa doğumlu (1953). Kozmopolit Pera’nın hemen bitişiğinde, muhafazakâr, mütevazı bir semt. Muhafazakâr, dindar bir aile… RTE o yıllarda pek revaçta olmayan İmam Hatip okuluna gönderilmiş. Kasmpaşa’da başlayan futbol yaşamı da (o da Orbán gibi bir futbol düşkünü) birkaç yıl sonra, belki siyasallaşması, belki de baba baskısı nedeniyle sone ermiş. Gençlik yılları, işçi sınıfı hareketinin, devrimci yükselişin damgasını vurduğu, onlara karşı reaksiyonun ise din ve milliyetçilik temaları üzerinden örüldüğü 70’li yıllara denk düşüyor.
Erdoğan anti-seküler, Batı karşıtı, Osmanlı ecdadıyla gurur duyan, Kemalist “elitler”e düşman ethos’unu aile çevresinden edinmiş de olsa, ilk siyasal formasyonu, “resmî” biyografisinde[29] gençlik yıllarında “öğrenci kollarında aktif görev aldığı” belirtilen, 1965’ten sonra önce Türkçülüğün, ardından da İslâmcılığın baskın olduğu antikomünist bir öğrenci örgütüne dönüşen Milli Türk Talebe Birliği’nde[30] biçimlenmiş olmalı.
1976’dan itibaren ise önce MSP Beyoğlu ilçe, ardından da İstanbul il gençlik kolları başkanlığına seçildi. Siyasal İslâm’ın anaakım sağdan kopup bağımsız bir oluşum olarak biçimlendiği yıllar… 1979 yılında gerçekleşen İran İslâm (karşı-) Devrimi’nin derinlemesine etkileyip radikalleştirdiği bir hareket…
Ama öyle gözüküyor ki RTE 12 Eylül darbesini “kazasız belasız” atlatmış, az sayıda da olsa cezaevi/ işkence tezgâhlarından geçen İslâmcılar arasında yer almamış. Hatta özel sektörde danışmanlık, yöneticilik vb. görevlerde bulunarak dünyalığını da doğrultmuş.
Siyasal partilerin yeniden açıldığı 1983’te Refah Partisi saflarında siyasete geri döndü. 1984’te Beyoğlu ilçe başkanı oldu, ertesi yıl ise, partisinin MKYK üyeliğine ve İstanbul il başkanlığına seçildi. 1986’da milletvekili ara seçimlerinde ve 1989’daki yerel seçimlerinde (Beyoğlu belediye başkanlığına) aday olduysa da, seçilemedi.
Adının İslâmcı çevreler dışında da duyulmasını sağlayan, 27 Mart 1994’teki yerel seçimlerde Refah Partisi’nin adayı olarak İstanbul büyükşehir belediye başkanlığına seçilmesi oldu. Başkanlık dönemi, aynı zamanda “yandaş şirketler”e bol keseden dağıtılan ihalelerle,[31] yolsuzluk soruşturmalarıyla yüklüdür. Ve adeta 2002’den bu yana yaşayageldiğimiz RTE döneminin bir “provası” niteliğindedir.
6 Aralık 1997’de Siirt’te bir toplantıda okuduğu şu mahut “minareler süngü kubbeler miğfer” manzumesi nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırıldı, hakkında siyasal yasak getirildi. Dört aylık cezasını Temmuz 1999’da tamamlayarak tahliye oldu.
Bu sürede Refah Partisi 1998’de kapatılmış, yerine kurulan Fazilet Partisi de uzun ömürlü olamamıştı; o da 2001 yılında kapatıldı.
RTE tüm bu olaylardan ders çıkarmasını bildi. Selamet-Refah-Fazilet hattının temsil ettiği “Milli Görüş”çü çizgiden kopan arkadaşlarıyla birlikte 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu.
Bu “yenilikçi” hat “gömlek değiştirmişti”; “muhafazakâr demokrat”, “AB’ci”, “ılımlı”, “seküler” vb. söylemlerle girdiği 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyların yüzde 34.3’ünü alarak iktidar oldu. Ama lider, yasaklıydı. Ona da çare bulundu, Deniz Baykal’ın CHP’sinin verdiği destekle[32] gerçekleştirilen Anayasa değişikliği sonucu RTE üzerindeki yasak kalktı; Siirt milletvekilliklerinden birinin boşalması üzerine yapılan ara seçimle parlamentoya girdi. AKP başkanı ve başbakanlık görevini yürüten Abdullah Gül emaneti kendisine iade edince de RTE devri resmen başlamış oldu…
İlk yıllar liberallerle AKP arasında “balayı”na sahne oldu: AB ile uyum yasaları hızla geçirilecek, Türkiye AB’ye üye olacak, Kürt sorunu çözüme kavuşturulacaktı. Tabii bunların olabilmesi için ülkedeki “vesayet rejimi”ne son verilmesi gerekiyordu: yani ordunun siyasetteki etkinliği tasfiye edilmeliydi. “Geriye bakıldığında,” diyecekti yıllar sonra bir Türkiye’de görev yapan bir Fransız görevli, “AKP Avrupa Birliği ile ilişkisini kendini Kemalist ‘derin devlet’ten koruyabilmek ve onun devlet işlerindeki etkisini azaltabilmek için araçsallaştırmış gözüküyor.”[33]
Bir “devlet krizi”nin ardından AKP hükümetlerinin uyguladığı IMF patentli “istikrar programı” ve haraç mezat yapılan özelleştirmelerin (2002-2010 yılları arasında yabancı sermaye girişi -büyük bölümü özelleştirmeler kaynaklı- 75 milyar dolar[34]) getirisi, AKP’nin 2007 seçimlerinde oyunu arttırarak iktidarını pekiştirmesi oldu (oyların yüzde 46.6’sı). RTE için her şey çok iyi gidiyordu.
Hüsranla sonuçlanacak olan “AB açılımı”nı “Kürt açılımı” izledi:
“2009’da ise Erdoğan ve hükümet çözüm sürecini başlattı. PKK ile çatışmayı bitirmeye yardım edecek bir plan duyuruldu. Bu süre içinde Kürtçe kullanımına izin verildi, Kürtçe şehir ve kasaba isimlerinin yeniden isimlendirilmesine karar verildi. Ayrıca çıkarılan yasayla birlikte silah bırakan PKK’lilerin eve dönüşleri ile sosyal yaşama katılım ve uyumlarının temini için gerekli tedbirlerin alınması kararlaştırdı. Hatta Erdoğan Dersim Katliamı için özür diledi. Son olarak Dolmabahçe’de HDP ve Hükümet yetkilileri bir araya gelip bir mutabakat metni oluştursa da Erdoğan bu görüşmeyi tanımadığını belirtti ve çözüm süreci 2015’te sonlandırıldı.”[35]
Bir yandan seçmen tabanını güçlendirmesi, bir yandan AB ve ABD’nin yüreklendirici tutumu, bir yandan içeride liberallerle Kürt hareketinin desteği, bir yandan da devlet içindeki konumunu bir hayli güçlendirmiş olan Fethullah Gülen hareketiyle giriştiği yakın işbirliği, RTE hükümetlerine karşı hoşnutsuzluklarını her vesileyle belli eden “vesayet rejimi”nin (Kemalizm) üçlü sacayağına (TSK, yargı, üniversiteler) karşı “operasyon” başlatmak için uygun zemini oluşturuyordu. Ordunun 2007’de görev süresi biten Ahmet Necdet Sezer yerine AKP’li Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine karşı açık tavır alması ile “start” verildi. Aynı yıl yapılan Anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi kararlaştırıldı. 2007’de polisin Ümraniye’de bir gecekonduda gömülü olarak bulduğu el bombalarıyla başlayan soruşturma, devlet içinde örgütlenmiş, asker, polis, gazeteci ve akademisyenlerin üye olduğu, AKP hükümetine karşı darbe planları yapan ve bu amaçla çeşitli terör faaliyetleri gerçekleştiren “silahlı bir gizli örgüt”, “Ergenekon” kurmacasını harekete geçirdi. Yüzlerce asker, polis, gazeteci, bürokrat tutuklanarak, Gülen cemaati mensubu yargıçlarca düzmece kanıtlara dayanan iddianamelerle ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.
“Ergenekon” davası kararları 2016’da Yargıtay tarafından bozulsa da, dava sürecinin kendisi, RTE için birkaç bakımdan yararlı oldu. Öncelikle ordunun siyaset sahnesinden çekilmesine vesile oldu. Ardından, komuta kademelerindeki atamalarla adım adım AKP çizgisine yaklaştırıldı. İkinci olarak, liberallerin ve (ordunun elinden çok çekmiş olan) Kürtlerin desteğini tam istim arkasına alarak siyasal İslâmcı ajandasını topluma yavaş yavaş zerk etmesinin zeminini hazırladı. Ve nihayet, kendisini “tek adam rejimi”ne taşıyacak olan sonraki toplu davalara bir model teşkil etti (“FETÖ” davaları, “Barış süreci”nin duvara toslaması ardından sökün eden KCK davaları, Gezi davaları, ÇHD davaları…)
TSK’nın “evcilleştirilmesi”ni, diğer iki “sacayağı”na nizam verilmesi izledi. Yargı kurumunun yapılan yasal düzenlemelerle hemen tümüyle hükümete bağlanması gerçekleşti. Üniversiteleri ise, 12 Eylül rejimi yadigârı YÖK sayesinde biat ettirmek çok daha kolay olacaktı.
Muarızların birer birer tasfiye edilmesi, toplumun AKP’nin İslâmcı gündemini hoş karşılaması/dinsel söylemin giderek yaygınlaşması, anaakım medyanın satın almalar, cezalar, vergiler aracılığıyla “havuz medya”ya dönüştürülmesi, ihaleler ve kayırmalar sonucu güçlü bir “yandaş sermaye”nin yaratılması ve bürokrasi içerisinde yoğun kadrolaşma, “liberal vitrin”in sonunu getirecekti.
“Karizma” ilk kez ciddi bir biçimde, ülke sathında milyonların sokağa döküldüğü 2013 Gezi Direnişi’nde çizildi. Genç kent yoksullarını, emekçileri, kadınları, Alevileri, sekülerleri, öğrencileri, çevrecileri, sanatçıları… bir araya getiren bu heterojen ve kendiliğinden sosyal patlama, RTE ve çevresi açısından hiç beklenmedik bir olaydı. Büyük kentlerde sokaklar, meydanlar birkaç günlüğüne de olsa isyancıların eline geçmişti. Ancak kısa sürede toparlanıp büyük bir şiddetle güvenlik güçlerini göstericiler üzerine sürdü. Protestocuların büyük bölümünün hazır olmadığı bu şiddet karşısında direniş kırıldı.
“Seni öldürmeyen darbe, güçlendirir,” derler; bu RTE’nin siyasal yaşamında birkaç kez doğrulandı.
Gezi olaylarının dumanı tüterken, 17-25 Aralık 2013’te Emniyet içerisindeki Gülencilerin RTE dâhil hükümet üyeleri ve AKP’li bürokratlarla ilgili başlattığı “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu”nda çok sayıda “yandaş” iş insanı, banka müdürü, çeşitli düzeylerde kamu görevlileri, bakanlar, bakan çocukları hakkında “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma, kaçakçılık” gibi suçlamalarla soruşturma açıldı. RTE’nin oğluyla yaptığı, evdeki dolarları “sıfırlaması” konulu telefon görüşmelerinin kayıtları sosyal medyaya sızdırıldı.
Dedim ya, Ergenekon harekâtında, Gezi Direnişi’nin bastırılmasında “bilenmişti”, 17-25 Aralık operasyonuna karşı tepkisi çok hızlı ve kesin oldu: bir yandan havuz medya aracılığıyla Gülen cemaatine karşı şiddetli bir kampanya yürütürken bir yandan da “paralel devlet” olarak nitelenen cemaat hakkında operasyon başlatıldı. Hâkimler Savcılar Kurulu’nu doğrudan hükümete bağlayacak yasa değişikliği yapıldı. Ertesi yıl yapılan yerel seçimlerde AKP oyların yüzde 44’ünü elde ederek zaferini ilan ederken, Ağustos 2014’te gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçiminde RTE oyların yüzde 51.79’unu alarak cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu…
Ardındaki popüler destek güçlüydü ama, “Kürt açılımı”nın 2015’te “Hendek Operasyonları” ile birlikte fiyaskoyla sona ermesi, AKP’yi siyaset sahnesinde yalnız bırakmıştı. Bunun sonuçlarını 2015 Haziran ayında yapılan genel seçimlerde hissedecekti. Bu seçimlerde oy oran yüzde 40.9’a düşen AKP ilk kez tek başına hükümet kuracak çoğunluğu yitirmişti. Hükümet kurulamadı; seçimlerin 1 Kasım 2015’te yenilenmesi kararı alındı.
Haziran-Kasım 2015 ülkede “dehşet ayları” oldu: Diyarbakır’da HDP seçim mitinginde patlayan bomba (5 Haziran), Suruç’ta ESP’li gençlere yönelik bombalı saldırı (20 Temmuz), “çözüm süreci”nin tümüyle sonlandırılması ve Kürt bölgesinde TİHV raporuna göre 310’u sivil olmak üzere yüzlerce PKK’li ve güvenlik görevlisinin yaşamını yitirdiği çatışmaların yeniden başlaması (Temmuz-Ağustos 2015), Ankara Garı katliamı (10 Ekim)… 1 Kasım’da gerçekleştirilen seçimlerde oy dengesini köklü biçimde değiştirecek ve AKP bu seçimi de yüzde 49.5 ile kazanacaktı…
RTE 2015’ten itibaren “derin devlet”le barışarak yüzünü Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarla tasfiye etmeye çalıştığı “milliyetçi/faşizan” güçlere döndü. MHP ile “balayı” başlamıştı…
Bu yeni “ittifak”, “Tanrı’nın bir lütfu” olarak tanımladığı, 2016 yılında, Fethullah Gülen cemaatinin önayak olduğu, akamete uğrayan “şaibeli” 15 Temmuz “darbe teşebbüsü” ile iyice pekişecekti.
“Darbe teşebbüsü”nün ardından MHP’nin desteğini arkasına alan RTE “tek adam rejimi”ne gidiş sürecinde tam istim yol almaya koyuldu: İlan ettiği Olağanüstü Hâl ile kendisine tanıdığı “Kanun Hükmünde Kararname” çıkartma yetkisiyle aralarında sendikacıların, sol muhaliflerin de bulunduğu binlerce kamu çalışanı “terör örgütüyle iltisaklı” olduğu gerekçesiyle işten atıldı, gözaltına alındı, işkenceye uğratıldı. Kurumlara, şirketlere, yayın organlarına el konuldu, bunlar AKP’ye yakın iş insanlarına peşkeş çekildi. 2017 referandumuyla yasamayı işlevsizleştiren, yürütme ve yargıyla birlikte ülkenin tüm kurumlarını cumhurbaşkanına bağlayan “cumhurbaşkanlığı rejimi”ne geçiş yapıldı. Tek adam rejimi ülkeyi kasıp kavurmaya başlamıştı: kitlesel tutuklamalar, kitle örgütleri, Kürt siyasetçiler, sol partiler üzerinde ağır baskılar, Fethullah Gülen örgütüyle ilişkili oldukları gerekçesiyle ve uydurma kanıtlarla sürdürülen gözaltılar…
Günümüzde RTE rejimi, çoğunu yukarıdaki örneklerle paylaştığı birkaç özellikle karakterize olmaktadır:
- Hamasi milliyetçilik ve dinciliği harmanlayan koyu bir toplumsal muhafazakârlık: Ne RTE, ne de diğerleri, bir toplumun en “düşük” paydaları olarak, akıldan çok duyguları harekete geçirmeye yönelik milliyetçi-dinci muhafazakârlık olmaksızın kendilerini iktidara taşıyan çoğunluk desteğini sağlayamazlar. Yine bu “derin” duygulara seslenmeksizin, yol açtıkları ekonomik-siyasal-toplumsal yıkımı perdeleyemezler. RTE için bu, (Sünni) İslâm ağırlıklı, Osmanlıcılıktan beslenen bir milliyetçiliktir; kendisi pek de dindar sayılamayacak olan Orbán, 2011’de kabul edilen yeni Anayasa’da Macarların “Hıristiyan bir ulus” olarak tanımlanmasını sağlamıştır. Trump ve onun “tropikal” versiyonu Bolsonaro ise fundamentalist Evanjeliklerin desteğini sağlamak için hiçbir fırsatı kaçırmamışlardır.
- Milletinin “parlak” geçmişine özlem ve eski güzel günleri geri getirme arzusu, lebensraum iddiaları, fütuhatçılık: Gerek RTE gerekse diğer örnekler, neoliberal ekonomik politikaların ülkelerinde toplumsal çalkantılara yol açan krizlerin yarattığı istikrarsızlık ve belirsizlik koşullarında iktidara gelebilmiştir. Kriz, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların olduğu kadar, küçük ve orta boy sermaye gruplarının durumunu etkiler, konumlarını yitirmelerine yol açar. İşlerin yolunda, kazançların “tıkırında” olduğu, herkesin yerini bildiği, karının kocaya, küçüğün büyüğe, işçinin patrona saygı gösterdiği, mahallenin yabancılarla dolmadığı o “eski” günlere dönme arzusu bu sınıfları (neo)faşist güçlerin ardında sıralar. Trump’ın MAGA’sı (“Make America Great Again/ Amerika’yı Yeniden Büyük Yap”), Orbán’ın “Büyük Macaristan” söylemleri, RTE’nin “Osmalı’yı ihya etme” hayalleri… bu kaygılara seslenen, küreselleşme süreçlerinin, neoliberal politikaların yerinden ettiği sınıfları ardına dizme gayretleridir.
- Ateşli ve yağmacı bir piyasaseverlik: Her ne kadar neoliberal politikaların zedelediği toplumsal kesimlerin hoşnutsuzlukları üzerinden yükselse(ler) de RTE (ve diğer örnekler) “serbest piyasa ekonomisi”nin ateşli savunucularıdır. Ancak “rayından çıkmış”, kleptokratik bir serbest piyasacılıktır bu: eşe-dosta dağıtılan ihaleler, bunların karşılığında alınan yüklü komisyon/rüşvetler, mafyavari ilişkiler, çöreklenilen şirketler, borsa manipülasyonları vb. vb. aracılığıyla yeni (ve yandaş) bir sermaye kesiminin önünü açmak… Yanı sıra, çevre koruma önlemlerini, imar yönetmeliklerini, tarihi koruyucu yasaları, sağlık önlemlerini vb. hiçe sayan yağmacı bir sermaye birikimini öngörür. Macaristan’ın “yükselen kapitalist sınıfı”nın Orbán’ın yakın çevresi ve ona biat eden girişimcilerden oluşması, Bolsonaro’nun Amazon ormanlarının “dünya mirası” olduğu yolundaki BM kararını yok sayarak yağmaya açması, Trump’ın sağlık sistemi üzerinde tepinmesi, RTE’nin… hangi birini saymalı ki? Birkaç yılda mütevazı taşra KOBİ’lerinden Forbes’un “dünyanın en zenginleri” listesine yükseliveren Beşli Çete’yi anmak yetecektir…
- Kendi iradesini yasaların ve tüm kurumların üzerinde gören, güçler ayrılığı ilkesini hiçe sayan, ihlâl ya da ilga eden bir “tek adam”cılık: Bu da bizim “Reisçi” sistemden tanıdığımız, ama diğer örneklerde ortaya çıkan vurgulu bir özellik. Orbán’ın “Bir kez kazanmamız yeterli, ama bu kitabına uygun olmalı” sözü bu bakımdan çok anlamlı. Ortak strateji, bir kez seçimle işbaşına gelip, ardından bir daha gitmeyecek tüm önlemleri almak, “demokratik işleyiş”i (21. yüzyıl kapitalizminde “demokrasi”nin kendi karikatürüne dönüşmüş olması, ayrı bir konu) güvence altına alan bütün kurumları, mekanizmaları zaafa uğratmak, yürütme erkini yasama ve yargı aleyhine alabildiğine şişirmek ve olabildiğince tek elde toplamak, medyayı havuç ve sopa politikasıyla denetim altına almak… Seçimi kaybederse masayı devirecek mizansenleri devreye sokmak… Günümüzde “otoriter” ya da “totaliter” olarak anılan liderler, “gönüllerinde yatan arslan”ın “gelip de bir daha gitmemek” olduğunu pek çok kez gösterdiler.
- Her türlü muhalefeti şiddet yoluyla bastırmak: “Tek adam”cılık, zorunlu olarak kendisine yönelen her türlü muhalefeti bastırma, muhalefet şiddetlendikçe daha zecri tedbirlere başvurma, her türlü muhalefeti “kriminalize ederek” gayrımeşrulaştırma refleksini geliştirir. Sözü uzatmadan, burada örneklediğim neofaşist liderlerin iktidar dönemlerinde ABD düşünce özgürlüğü kuruluşu Freedom House’un listesindeki durumlarına bakalım. ABD’de hükümet fonlarıyla desteklenen hükümet-dışı bir kuruluş olan Freedom House’un 167 ülkeyi 60 kriter üzerinden değerlendirdiği 2016 raporunda Trump ABD’si 19. sıraya gerilemiş, “kusurlu demokrasiler” sınıfına dâhil olmuştu. Ertesi yıl, 2017’de ABD listede 21. sıraya, 2019 ve 2020’de de 25. sıraya geriledi.[36]
Freedom House Bolsonaro dönemi Brezilya’sını (2021) “kısmen özgür” kategorisinde değerlendirmekteydi.[37] Bolsonaro’nun başkanlıktan çekilmesiyle birlikte ülke 2023 yılında yeniden “özgür” kategorisine yükselecekti.
Orbán’ın başbakanlığı da, Freedom House’a göre Macaristan’a yaramadı. Ülke, artık “demokrasi” değil, geçiş ya da “hibrid rejim” olarak niteleniyor.[38]
Ve… “Freedom House’a göre Türkiye’nin gerilemesi dünyadaki her ülkeden daha hızlı oldu. Erdoğan’ın yönetimi altında Türkiye kusurlu ama umut vaad eden demokrasiden doğrudan otoriterliğe şoke edici bir hızla düştü. Seçimler Türkiye’de hâlâ önemli, ama barışçıl bir iktidar devriyle sonuçlanabilecekleri eskisi kadar kesin değil.”[39]
- Anti-elitizm, anti-entelektüalizm: Faşizmi (eskisiyle, yenisiyle) diğer baskıcı rejimlerden ayırt eden yön, bir kitle tabanına dayanması, yığınları harekete geçirebilme yetisidir. Bu yüzden de her daim “popülist” olması gerekir. Burada örneklemeye çalıştığım liderlerin ortak özelliklerinden biri de bu. “Popülizm”lerini biçimlendiren tutumlardan biri, tanımı muğlak bırakılmış olan seçkinlere ve aydınlara yönelik öfkeyi, nefreti körükleme çabasıdır. “Seçkinler” yoksul halkın sırtından geçinen ama onu aşağılayan, ona yabancı, ayrıcalıklı, üst sınıf mensuplarıdır. Rafine mekânlarda takılır, kozmopolit bir yaşam sürerler, halkın kültürüne yabancıdırlar. Tepeden inmeci yöntemlerle halklarını değiştirmeye çalışırlar, bunun için de “dış mihraklarla” işbirliğine girişmekten kaçınmazlar, hatta onların emri altındadırlar. “Dış mihrak” meşrebe göre Bilderberg, Soros, Vatikan vb. olabilir. Her durumda, yalnızca kendilerinin bildiği ulusun saf “öz”üne yabancı ve yabancılaştırıcı bir güçtür ve bu safiyeti bozmak için uğraşır. Aydınlar ile elitler aynı kalem altında sınıflandırıldığında ise bir taşla birkaç kuş vurulmakta, aydınlardan gelen her eleştiri, “dış mihrakların bozguncu faaliyetleri” olarak damgalanıp savuşturulabilir.
Yakın çevresi tarafından “disleksik” (okuma engelli) olduğu söylenecek kertede kitap okumayan Trump, örneğin, milyarder olmasına karşın, halk kitlelerine seslenmesini bilmektedir. “Onlar gibi konuşur, önyargılarını okşamasını bilir. Hâlen örgütlediği ve büyük coşku uyandıran dev mitinglerde onlara seçkinlerden korkmakta, kendilerini onlar tarafından terk edilmiş ve ihanete uğramış hissetmekte, elitlere güvenmemekte haklı olduklarını söylemektedir. Onları dinleyen, sayan ve anlayan yalnızca kendisidir. ABD şaşırtıcı bir durumdadır, tüm dünya onları sömürmekte, milyonlarca potansiyel göçmen, tecavüzcü ve cani ülkelerine akın edip işlerini ellerinden almaktadır. Ekonomi rayından çıkmıştır, ülke hiçbir çıkarı olmayan savaşların batağına saplanmış, hem yüksek maliyetli hem de işe yaramaz ittifakların tuzağına düşmüştür. Yeni Başkan’ın ilk konuşması böyleydi.”[40]
Diğerleri Trump’tan farklı değil. Viktor Orbán’ın anti-elitizm versiyonu, “uluslararası Soros şebekesi”, “Brüksel’e karşı mücadele”, “göç yanlısı politikalar” dayatan ve “toplumsal cinsiyet propagandası”nı teşvik eden “yabancıların finanse ettiği STÖ’ler”, “muhalefetin sol-liberal Avrupalı şebekelerin kuklası olduğu”[41] üzerinde odaklanırken, RTE’ninki çok daha geniş bir spektrumu kapsar: Milli Görüşçü geçmişinden tevarüs ettiği ve/fakat artık yalnızca en bağnaz taraftarları nezdinde zikrettiği “Mason-siyonist-Bilderbergciler”, “üst akıl”, “ulusaşırı lobiler”, Sorosçular, STÖ’ler, Kemalistler, CHP’liler, Boğaz’a karşı viski içenler, Dışişleri’ndeki “monşerler”, feministler, vesayet rejimi yandaşları vb. vb. RTE’ye göre aydınlar ise bu “şer çetesi”nin kuklası, “mankurt”lardır.
- Yalanlarla yüklü, demagojik bir söylem; şiddet yüklü bir dil: Neofaşist liderlerin bir ortak yönleri de dilleri. Anti-elitizm, anti-entelektüalizmlerinin, popülistliklerinin dışavurum araçlarından belki de en önemlisi. ABD medyasının, Trump’ın yönetim süresi boyunca 30 bini aşkın yalanını saydığını yukarıda belirtmiştim; “bizim” medya ne yazık ki böyle bir çetele tutmadı. Ama RTE’nin elli yıllık tesisleri, üniversiteleri kendisinin açtığı, sahte temeller attığı, üniversite giriş sınavında yeterli puan tutturamayan çocuklarını “başörtü nedeniyle/ İmam-Hatiplilere uygulanan katsayı nedeniyle ABD’de okuttukları” iddiası, bir türlü orijinali ortaya çıkartılamayan üniversite diploması ve “klasik” örnek, yakın tarihimize “Kabataş yalanı” olarak geçen hadiseyle birlikte, Trump’la bu konuda da yarışabileceğini ortaya koyuyor. Bolsonaro da yarışta iddialı: BM Genel Kurulu huzurunda, “Brezilya Covid aşılamasında şampiyonlar ligindedir”[42] diyecek kertede… Hatırlatayım, Bolsonaro’nun Covid’e karşı önlemleri hafife alması, hatta engellemesi, 600 bine yakın Brezilyalının hayatına mal olmuştu…
- Kadınları aşağılama: Bir ortak nokta daha. Trump, Bolsonaro, Orbán ve Erdoğan dörtlüsünün (ve diğerlerinin) en tipik ortak özelliklerinden biri de “antifeminist” olmalarıdır. Dinden çokça beslenen muhafazakârlıkları, maço popülizmle birleştiğinde, en iyi ihtimalle “en kutsal görevi analık olan, evinde, kocasıyla ve çocuklarıyla ilgilenmekle yükümlü, zorunlu olarak çalışması durumunda ise vasıfsız-güvencesiz-düşük ücretli işlere razı gelmesi gereken, her zaman erkeğe göre ikincil bir varlık” (RTE) ya da “şehvet nesnesi” (Trump, Bolsonaro) bir kadın tahayyülünü biçimlendiriyor. Birkaç sözle perçinleyeyim:
“Beş çocuğum var; beşincisi bir zayıf anıma geldi ve kız oldu.” (Bolsonaro).
“Sana tecavüz etmezdim. Bunu hak etmiyorsun.” (Bolsonaro).
“Çocukları severim. Ama onlara bakmak için kılımı kıpırdatmam. Ben parayı sağlarım, çocuklara o bakar. Onları Central Park’a gezmeye götürmeye yokum.” (Trump).
“(Kadınlar için): Onlara bok gibi davranmalısınız.” (Trump).
“(Esquire dergisi muhabirine:) Güzel bir kıçın olduğu sürece ne yazdıkları hiç önemli değil. Ama genç ve güzel olmalı.” (Trump).[43]
“Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum.” (RTE).
“Kadına şiddet abartılıyor.”[44] (RTE).
“Bu eşkiyalar bu teröristler adeta camilerin içini pisletti. Bunlar böyle bunlar sürtük.”[45] (RTE).
Ve bir icraat: RTE başkanlığındaki hükümet, kadına yönelik şiddete karşı bugüne dek hazırlanmış en kapsamlı uluslararası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi…
- Homofobi: Bu yazı çerçevesinde ele aldığımız dört örneğin yanı sıra, tüm faşist, neofaşist, proto-faşist, para-faşist… etiketlerin ortak paydası, bir diğer alamet-i farikasıdır homofobi. Tümü eşcinselliğin bir hastalık, bir “anomali” olduğunda birleşir. Önerdikleri “tedaviler” ise farklı farklıdır. Nazi Almanyası’nda eşcinseller cezaevlerinde, temerküz kamplarında ya da ötenazi merkezlerinde yok ediliyordu. Faşist İtalya’da “ırksal özellikleri bozdukları” için cezaevlerinde tecrit edilmekteydiler.
Günümüzde bu denli ileri gidemiyorlar. Ama “maço” söylemleri bir yana, yasalardaki LGBTI+ bireyler lehine yorumlanabilecek her türlü önleme karşı güçleri elverdiğince savaşıyorlar. Örneğin Trump Haziran 2020’de “LGBT bireylere sağlık alanında ayırım yapılmaması için sağlanan korumaların ortadan kaldırılmasını ve sadece ‘kadın’ ya da ‘erkek’ cinsiyetlerin dikkate alınmasını öngören bir karar”ı imzaladı.[46]
Brezilya’da eşcinselleri “dayakla yola getirmek”ten dem vuran Bolsonaro’lu yıllarda LGBTI+’ların durumu o denli kötüledi ki, Brezilyalı antropolog Luiz Mott’a göre 2020 yılında ülkede 26 dakikada bir, bir LGBTQ+ birey ya kendi canına kıymış ya da katledilmişti.[47]
Macaristan’da Victor Orbán, “Çocukları Koruma Yasası” başlıklı torba yasaya, LGBTI+ haklarını kısıtlayan bir dizi önlemi yerleştirmişti, gelen tepkiler üzerine LGBTI+ haklarını referanduma götürdü. Hatırlanacağı üzere RTE de Kemal Kılıçdaroğlu’nun “başörtüsüne yasal güvence” önerisini LGBTI+ hakları konusunda bir Anayasa değişikliği referandumu çağrısına dönüştürmüştü.[48]
- “Öteki” düşmanlığı: Kadınlar, farklı cinsel yönelimlere sahip bireyler, komünistler gibi “ortak” düşmanların yanı sıra, her bir neofaşist liderin, ortalama yandaşının öfke ve düşkırıklıklarının hedefi hâline getireceği iç ve dış “öteki(ler)”i vardır. Trump için Müslümanlar ve Latin Amerikalı göçmenler, Bolsonaro için Brezilya yerlileri, Orbán için (çoğunlukla Müslüman) göçmenler ve Norveçliler, Erdoğan için (yönetimde kaldığı süreç içinde değişmek kaydıyla) Yahudiler, Ermeniler, Aleviler, Kürtler, laikler… Düşmanlık genellikle sözel düzlemde, ama kimi durumlarda da fiiliyatta vücut bulmaktadır: Göçmen karşıtı politikalar, sınırlarda örülen duvarlar, dil yasakları, azınlık okulları üzerine baskılar, cemaatlerinin iç işlerine müdahaleler, ibadethanelerine saldırılar, yaşam tarzlarına yönelik müdahaleler…
Neofaşizmin döl yatağı: Neoliberalizm
Biliniyor, neoliberalizm, 20. yüzyıl sonlarında darboğaza giren kapitalist sistemin, kendini kurtarma hamlesiydi.[49] Bir yandan sosyalist bloğun dağılmasının kapitalist sisteme sağladığı moral üstünlük, bir yandan bu yolla pazar imkânlarının alabildiğine genişlemesi, bir yandan da teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklar (özellikle dijitalleşme) ile birlikte, kapitalist dünyada emekçiler üzerine görülmemiş bir saldırı başladı. İşçi hakları sıfırlanır ve örgütleri dağıtılırken, istihdam güvencesinin yok edilmesi, emeğin deregülarizasyonu, sosyal hakların alabildiğine budanması emekçi kitleleri alabildiğine yoksullaştırdı. Sermaye transferleri önündeki hukuksal ve fiziksel engellerin kaldırılması yani sermayeye tanınan sınırsız serbest dolaşım hakkıyla emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu bölgelere bir sermaye hücumu yaşandı (küreselleşme). Yalnızca hareket serbestisi değil, kamusal bütçelerin özel sektöre, daha doğrusu bir avuç çokuluslu şirkete yönelmesi, bu kesimlere uygulanan vergi indirimleri, teşvikler, yerel üretimlerin çokuluslu tedarik zincirlerinin taleplerine kurban edilmesi, eğitim ve sağlık dâhil kamu değerlerinin üç kuruşa özel sektöre peşkeş çekilmesini sağlayan özelleştirme furyası… tüm dünyada gelir dağılımını ve varlık dengesini en zenginler lehine dramatik bir biçimde değiştirdi.
Bu politikaların bugünkü sonucu, çok net ve acıtıcı: yeryüzünde sekiz ailenin elindeki toplam servet, dünya nüfusunun yarısının varlığına eşit.[50] Bir başka deyişle, birkaç yüz kişinin elinde, dünya nüfusunun yoksul yarısının (2018 itibariyle 3 milyar 800 milyon kişi) toplam varlığına eşit miktarda bir servet var! Noam Chomsky neoliberal kapitalizmin “40 yıllık sınıflar savaşı”nda, ABD’de en zengin yüzde 1’lik dilimin cebine 50 trilyon doların aktarıldığını söylüyor![51]
Tabii neoliberalizm dünya nüfusunun büyük çoğunluğuna eşitsizlik, yoksullaşma, işsizleşme, açlık vaat ederek gelmedi iş başına. İdeologlarının elindeki şeker kaplama çok cazipti: bireyler bürokratikleşmiş, köhnemiş, yolsuzluklara belenmiş devletlerin baskısından kurtulup özgürleşecekti! Devinim özgürlüğü, zenginleşme özgürlüğü, kimliğini (etnik, dinsel, cinsel…) özgürce yaşama olanağı… Neoliberal ideologların dilinde “özgürleşme”nin sadece, ama sadece “sermayenin özgürleşmesi” anlamına geldiği bilinmiyordu. Kendilerini 68’in devamcıları, hatta “devrimciler” olarak sunan neoliberalizm guruları, “özgürlük mü istiyorsunuz?” diye soruyorlardı kitlelere. “Zaten öğrenci hareketinin de amacı bu değil miydi? Tamam, size özgürlük vereceğiz, ama öbür talebi, sosyal adaleti unutun.”
“Piyasanın özgürlüğünün en önemli özelliği,” der David Harvey, “eşitlikçi gibi görünmesidir, ama eşitsizlere eşitmiş gibi davranılmasından daha eşitsiz bir şey yoktur.”[52]
“Yalan”, bir dönem moda olan, “devlet” geleneklerini, teamülleri filan hiçe sayan, “babacan”, “laubali” denecek kertede protokol tanımaz, özel hayatlarını sergilemekten bir çeşit haz duyan, sahne yıldızlarıyla içli dışlı bir lider tipolojisi eliyle yaygınlaştırıldı: şortu ve şıpıdık terlikleriyle askerî birlik denetleyen Turgut Özal, İtalya’nın skandallarıyla maruf medya patronu Silvio Berlusconi, Meksika’nın “Marcos’a bir telefonla Zapatista sorununu çözerim” diyen Vicente Fox’u, … neoliberal dünya sahnesinin, “sınırları zorlayan kültleri”ydi. “Küçülen” bir devlet ve genişleyen bir özgürlük alanı vaat ediyorlardı yurttaşlara. Küçülttükleri, devletin sosyal fonksiyonları, genişlettikleri ise sermayenin erişim alanı oldu oysa, yalnızca…
Bugün neoliberal kapitalizm farklı bir lider tipi üretiyor. Örneklerini yukarıda gördüğümüz. Hiçbiri öncelleri gibi “geniş meşrepli” değil. Diyeceğim, Trump-Bolsonaro-Erdoğan-Orbán vb. rastlantı değil. Sıkışmış bir neoliberal kapitalizmin sahneye sürdüğü “demir yumruklu”lar… Aynı yolsuzluklardan, yalanlardan beslenseler de, artık hiç de “liberal” değiller. Tersine, bu yeni faşist/faşizan kuşağın parolası, “illiberalizm”! “Örneğin Macaristan’da, Türkiye’de, Polonya’da ve daha birçok yükselen faşist devlette ‘illiberal (liberal-olmayan – bn.) demokrasi’ terimi ‘sözüm ona modası geçmiş bir liberal demokrasi’ biçiminin kodu olarak kullanılıyor. Gerçeklikte, terim hedefi bizatihi demokrasinin temellerine saldırmak olan popülist bir otoriterlik biçimini haklı göstermek üzere kullanılıyor.”[53]
Çünkü yoksullaşma, yoksunlaşma, çevrenin, yaşam kaynaklarının talanı, “kimlik, özgürlük, devletin küçültülmesi” retoriklerinin ardına gizlenemeyecek kertede barizleşmiş, sınıflar arası uçurum, hiç olmadığı kadar açılmıştı. Sistemin yağmacı niteliği iyiden iyiye gözler önüne serilirken, sürdürülebilmesi giderek zorbalığı gereksinir hâle geldi. Dünya kentlerinin sokakları, Latin Amerika cangılları, Güneydoğu Asya megapolleri, Ortadoğu varoşlarında “Yetti Artık!/ Edî Bese!/ Ya Basta!” haykırışları yankılanmaya başlamıştı.
“İyi yönetişim” çağı sona ermişti… “Bu durum yönetici elitleri kamuoyunun büyüyen öfke ve düşkırıklığını elitlerden kırılgan kesimlere yöneltmek için kaba ırkçılık, İslâmofobi, homofobi, bağnazlık ve kadın düşmanlığı taktiklerine başvuran sağcı demagoglarla işbirliğine zorladı. Bu demagoglar bir yandan küresel elitlerin yağmalanmasını hızlandırırken bir yandan da çalışan erkek ve kadınları korumayı vaat ediyorlar.”[54]
Neoliberal kapitalizm ile faşizmin uyumlu işbirliğinin önünü açan etkenlerden biri sınıflar arasındaki gelir uçurumunun görülmemiş ölçüde açılması ise eğer, bir diğeri de neoliberal ekonomik politikaların “burjuva demokrasisi”nin son kırıntılarını da silip süpürmesidir. Özelleştirme furyası yalnızca maddî değerler alanı olarak kamusalı yok etmekle kalmaz, insanların zihnindeki kamusallık ve ona içkin değerler sisteminin bütününü de tahrip eder. Bu anlamda Margaret Thatcher’in “Pek çok çocuk ve insanın ‘Bir sorunum var ve bunu çözüme kavuşturmak hükümetin görevi’ ya da ‘Bir sorunum var, onunla baş edebilmek için bir burs bulacağım’ veya evsizim ve hükümet bana bir ev vermeli’ demeye alıştırıldığı bir dönemden geçtiğimizi biliyorum. Böylelikle sorunlarını toplumun üzerine yüklüyorlar. Ama toplum kim? Böyle bir şey yok. Tekil erkek ve kadınlar ve aileler var ve hiçbir hükümet insanlar olmaksızın bir şey yapamaz ve insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır”[55] sözleri, bir dönüm noktasına işaret etmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren, hak ve hak mücadelesi bilinci, dayanışma/paylaşım, empati duyguları, başkaları için kaygılanma, kamusal/toplumsal tasavvurları, eşitlik özlemi, barışseverlik, insancıllık… velhasıl “insanım” diyebilmek için muhtaç olduğumuz ve tarih boyunca filozofların, bilim ve sanat insanlarının, yazarların, ozanların yücelttiği tüm değerler bireycilik, bencillik, metalaşma ve narsistik tüketimciliğe tahvil oldu. Kamuculuktan birey-merkezciliğe bu geçiş, başka şeylerin yanında “demokrasi” tahayyüllerini de kadükleştirecekti. Çağımızın narsistik, solipsist, hedonist bireyi için “kamusal” olan herhangi bir anlam ve değer ifade etmediği ölçüde, faşizan yönelişlere karşı etkin bir duruş olanağı da daralmakta, geçersizleştirmektedir.
Ya da Giroux’nun ABD değerlendirmesinde söylediği gibi, “Demokrasi için kritik fikir, değer ve kurumlar 50 yıldır imal edilen vahşi neoliberalizm altında solup giderken, ırksal üstünlük, toplumsal arıtma, apokaliptik popülizm, hiper-militarizm ve ultra-milliyetçilik yoğunlaşarak, ABD tarihinin bastırılmış gediklerinden devlet ve şirket iktidarının merkezine taşındı. Refah devletine cepheden saldıran onlarca yıllık kitlesel eşitsizlik, ücretli kölelik, imalat sektörünün çöküşü, mali elite tanınan vergi ayrıcalıkları ve vahşi kemer sıkma politikaları faşist söylemleri güçlendirdi. Popülist öfkeyi de nüfusun kırılgan kesimlerine ve kaçak göçmenlere, Müslümanlara, baskı altındaki ırksal gruplara, kadınlara, LBGTQ kişilere, memurlara, eleştirel aydınlara ve işçilere yöneltti. Neoliberalizm yalnızca birbirini güçlendiren ekonomik ve politik eşitsizlik dinamiklerini tırmandırarak demokrasinin temel unsurlarının temellerini oymakla kalmadı (…) aynı zamanda faşist fikir ve ilkeleri daha çekici kılan koşulları da yarattı. Bu hızlandırılmış koşullarda neoliberalizm ve faşizm kapitalizmin en kötü aşırılıklarını otoriter ‘güçlü adam’ idealleriyle -savaş tapımı, akıl ve hakikate yönelik nefret, ultra milliyetçilik ve ırksal saflığın yüceltilmesi, özgürlük ve tartışmanın bastırılması, yalanı, gösteriyi, ötekini günah keçisi ilan etmeyi teşvik eden bir kültür, bozulan bir söylem, vahşi şiddet ve nihayetinde devlet şiddetinin heterojen biçimlerde patlak vermesi- bağdaştıran rahat ve uyumlu bir devinim içinde buluşur ve ilerler. (…) Mevcut tarihsel momentte neoliberalizm bir çeşit hiper-kapitalizmden öte bir şeyi temsil etmektedir: eğer politikanın değilse, demokrasinin ölümünü işaretler.”[56]
Toplumlarda, dipteki çökeltileri suyüzüne çıkartarak değer kazandıran bu koşullar, insanları en kaba “müşterekler”de (yabancı/öteki düşmanlığı, milliyetçilik, dincilik, homofobi, machismo, şiddet düşkünlüğü, aydın düşmanlığı, tek adam kültü, “gemisini kurtaran kaptan”cılık vb.) buluştururken politik alanı da bir yandan daraltır, bir yandan da sağa kaydırır. “Sol” iki bakımdan sağcılaşır. İlki, taban kazanabilmek için milliyetçi, dinsel söylemlere prim verir hâle gelir. İkincisi, artık başka bir yol düşünemez olduğu “seçimler”le işbaşına gelebilmek için kapitalist olanın dışında bir yolu tahayyül etmeyi dahi terk eder. Ekonomiler üretimden kopup finansallaştıkça, borsalar belirleyici bir rol üstlenmiştir; başa geçenin birinci görevi, sermayeyi ürkütmemek, sermaye kaçışını tetiklememektir. Bu ise “sol” iktidarların manevra alanını fena hâlde daraltmaktadır: Çipras’tan Podemos’a, Latin Amerika’nın “pembe sol dalgası”na, son 20-25 yılın “sol” deneyimlerinin bizlere gösterdiği budur.
Evet, siyasal alan neoliberal çağda fazlasıyla daralmıştır; neoliberalizm ile neofaşizmin uyumlu beraberliğinin rasyoneli tam da budur… Çünkü, bir kez daha vurgulamalı, kapitalizmin “liberal”liği asla ve asla sermayenin (ne kadar sınırsız olursa o kadar iyi) özgürlüğünden başka hiçbir şey değildir; ve borsalar ürkmedikçe, her şey yolunda demektir! Savaş çıktığında coşan borsaları ürküten ise milliyetçilik, göçmen düşmanlığı, dinciliğin yükselmesi, LGBTQ+ ya da kadın düşmanlığı vb. değil, emekçilerin mücadelelerinin yükselmesi olasılığıdır…
* * *
Bu bağlamda, “Trump gitti, Biden geldi”, “Bolsonaro gitti, Lula geldi” diye faşizmin geriletildiğini düşünmek ya da “Erdoğan gidip Kılıçdaroğlu gelirse bahar gelir” diye umutlanmak, karşılıksız bir iyimserlikten öte bir anlam ifade etmiyor, ne yazık ki. Neofaşizm, günümüz kapitalizminin her zaman hazır tuttuğu, sistemin her kaçınılmaz krizinde başvurmaktan çekinmeyeceği bir silahtır. “Faşizmi doğuran kapitalizme ses çıkarmadan, faşizm hakkındaki doğruları nasıl söyleyebilirsiniz?” diye sorar Bertolt Brecht, ve haklıdır.
20. yüzyıl faşizmi gibi, 21. yüzyıl faşizmi de kapitalizmle yan yana, iç içedir; sermayenin daha iyisini bulamayacağı “bodyguard”ıdır. Kapitalizmden kurtulmadan, Trump, Bolsonaro, Orbángillerden kurtulmak, mümkün değildir.
15 Mayıs 2023, İstanbul.
[1] Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, https://socialistproject.ca/2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/
[2] Andre Pagliarini, “Beyond the pale, above the fray”, Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, s. 402.
[3] Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu
[4] “Bolsonaro Yemin Etti: Sosyalizmden Kurtulacağız”, 2 Ocak 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/11185/Bolsonaro-yemin-etti-Sosyalizmden-kurtulacagiz
[5] Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu
[6] Pagliarini, s. 406.
[7] A.y. s. 407.
[8] A.y. s. 408.
[9] Hayri Kozanoğlu, “Maçoların Baharı Şimdi de Brezilya’da”, Birgün, 9 Ekim 2018, s. 5. Ayrıca bkz. Sam Meredith, “Who is the ‘Trump of the Tropics?’: Brazil’s divisive new president, Jair Bolsonaro – in his own words,” CNBC, 29 Ekşm 2018, https://www.cnbc.com/2018/10/29/brazil-election-jair-bolsonaros-most-controversial-quotes.html
[10] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Tıkanıklık”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2019, s. 11.
[11] Nick Estes, “Yerlilerin Orman İçin Mücadelesi”, Birgün, 20 Eylül 2021, s. 5.
[12] “Jair Bolsonaro’s contentious first year in Office”, The Economist, 4 Ocak 2020, https://www.economist.com/the-americas/2020/01/04/jair-bolsonaros-contentious-first-year-in-office?utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gclid=CjwKCAjwov6hBhBsEiwAvrvN6JfTSLJEGEzGk2el5lkzcaK9dzJNdQD3qYAq_WtSwGmAlS4gOAnKdBoC0NAQAvD_BwE&gclsrc=aw.ds
[13] Klaus Larres, “Donald J. Trump, The authoritarian style in American politics”, Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, ss. 210-11.
[14] Alexis Clérel, “Portrait of Donald Trump, President of the United States.” https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-donald-trump-president-united-states
[15] “Çevresinde yalnızca sadık uygulayıcıları tutuyor. Amerikan yönetimi artık başıboş. Öfke nöbetlerini öngöremediği ve yönelişlerini onaylamadığı Başkanı’yla bağlantıları kopmuş durumda, işini yapmaya çabalayan kafası kopmuş bir tavuğu andırıyor.” (Clérel, a.y.).
[16] Klaus Larres, ay. ss. 215-216.
[17] Larres, ay. s. 215.
[18] Jeva Lange, “61 Things Donald Trump said about women”, The Week, 16 Ekim 2018, https://theweek.com/articles/655770/61-things-donald-trump-said-about-women
[19] American Progress Organization, “Women Have Paid the Price for Trump’s Regulatory Agenda”, https://www.americanprogress.org/article/women-paid-price-trumps-regulatory-agenda/
[20] Selena Simmons Duffin, “‘Whiplash’ of LGBTQ protections and rights, from Obama to Trump”, NPR, 2 Mart 2020. https://www.npr.org/sections/health-shots/2020/03/02/804873211/whiplash-of-lgbtq-protections-and-rights-from-obama-to-trump
[21] “Environmental Policiy of Donald Trump Administration”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Environmental_policy_of_the_Donald_Trump_administration
[22] Jason Stanley, “America is now in fascism’s legal phase”, The Guardian, 22 Aralık 2021. https://www.theguardian.com/world/2021/dec/22/america-fascism-legal-phase
[23] Keno Verseck, “Hungary’s slow descent into xenophobia, racism and human rights abuses,” Infomigrants, https://www.infomigrants.net/en/post/20220/hungary-s-slow-descent-into-xenophobia-racism-and-human-rights-abuses.
[24] “Viktor Orbán”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Viktor_Orb%C3%A1n
[25] Jacques Rupnik, “Portrait of Victor Orban, Prime Minister of Hungary”, 6 Kasım 2018, https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-viktor-orban-prime-minister-hungary
[26] “How Hungary’s leaer Victor Orban gets away with it”, The Economist, 2 Nisan 2020, https://www.economist.com/europe/2020/04/02/how-hungarys-leader-viktor-orban-gets-away-with-it?utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gclid=Cj0KCQjwi46iBhDyARIsAE3nVrYZeFd3_bf0HZ-eKTmyANpD0lRwJMzcwT01qPNHLbcvQ3u2HH5vFL8aAkBnEALw_wcB&gclsrc=aw.ds
[27] Luke Waller, “Viktor Orbán: Hungary. The conservative subversive.” https://www.politico.eu/list/politico-28/viktor-orban/
[28] Jay Nordlinger, “Trump, Putin, Erdogan, Orbán”, National Review, 22.10.2019. https://www.nationalreview.com/corner/trump-putin-erdogan-orban/
[29] Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, “Biyografi”, https://www.tccb.gov.tr/receptayyiperdogan/biyografi/
[30] MTTB’nin 1965-71 dönemi ve reaksiyoner söylemi için bkz. Emine Öztürk, “Milli Türk Talebe Birliğinde Değişen Milliyetçilik Anlayışı ve Antikomünizm (1965-1971)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2016/3, Sayı: 25, ss. 103-126.
[31] “23 Mayıs 1994: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan, işçilerden oluşan giyim komisyonunun haberi olmadan 1.200 SUSER işçisinin ‘giyim yardımı” için yandaş Huzur Mağazaları ile anlaştı ve her işçiye 4 milyon 300 bin TL’lik alışverişini bu mağazadan yapma zorunluluğu getirdi.”
“2 Eylül 1994: Albayrak’ın kazandığı İSKİ’nin taşıma ihalesinde usulsüzlükler olduğu ileri sürülüyor: 5 Temmuz’daki ihaleye 5 gün kala Zaman gazetesine ilan verildi, ihale şartnamesinde R. Tayyip Erdoğan’ın danışmanı ve RP İl YK üyesi Necmi Kadıoğlu el yazısıyla düzeltmeler yaptı.”
“16 Eylül 1994: ‘Türkiye’deki ilk ve tek şeffaf ihale’ söylemiyle açılan, teklif zarflarını davetliler önünde İst. Büyükşehir Belediye Başkanı ve İSKİ YK Başkanı R. T. Erdoğan’ın açtığı İSKİ Ömerli-Çamlıca İsale Hattı ihalesini-keşif bedelinden %43 indirim yapan- (MSP eski milletvekili Korkut Özal’ın ortağı Hasan Kalyoncu’ya ait – bn) Kalyon İnşaat kazandı.”
“28 Eylül 1994: İst. Büyükşehir Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan’ın ‘ticari sır’ gerekçesiyle açıklamadığı İETT duraklarının reklam panoları ile otobüs ve tramvaylardaki reklam yerlerini 9 gün önce kurulan bir şirkete ihaleye çıkmaksızın büyük ayrıcalıklarla tahsis ettiği ortaya çıktı.”
“18 Aralık 1994: SHP’li eski İst. Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen: ‘Aldığımız duyuma göre Tayyip Erdoğan kaçak yapılardan para alıyor. Boğaz’daki rayicin 4-5 milyar TL arası olduğu söyleniyor. Trilyonluk bir kaçak yapıda 5 milyar verip kurtuluyorsanız, bu imar affı gibidir.’”
“2 Haziran 1995: İstanbul/Mecidiyeköy eski İETT Garajı’nın bulunduğu 60 dönümlük alanda ‘Kültür ve Ticaret Merkezi’ inşası için RP’li İstanbul Büyükşehir Belediye ile Cevahirler Grubu anlaştı (Ve Cevahir AVM yapıldı).”
- vb. Veriler Sol Hafıza sitesinden alınmıştır (https://twitter.com/GunlukArsiv/status/ 1093139445438693377).
[32] Bkz. “2002’de Erdoğan’ın yolu nasıl açıldı”, Vatan, 30.06.2011, https://www.gazetevatan.com/siyaset/2002-de-erdogan-in-yolu-nasil-acildi-386242
[33] François Livet (müstear isim), “Portrait of Recep Tayyip Erdoğan, President of the Republic of Turkey”, https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-recep-tayyip-erdogan-president-republic-turkey
[34] Alaattin Aktaş, “Yabancı özelleştirme için de gelmiyor”, Dünya 21 Şubat 2011, https://www.dunya.com/kose-yazisi/yabanci-ozellestirme-icin-de-gelmiyor-dogrudan-yatirimlar-6-milyari-asam/9130
[35] “Recep Tayyip Erdoğan kimdir? Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı döneminde yaşanan politik olaylar ve iddialar…” Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/398104/recep-tayyip-erdogan-kimdir-tayyip-erdoganin-hayati-ve-onemli-politik-olaylar
[36] Klaus Larres, a.y. s. 207.
[37] https://freedomhouse.org/country/brazil/freedom-net/2021
[38] “Viktor Orbán”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Viktor_Orb%C3%A1n
[39] Howard Eissenstat, “Recep Tayyip Erdoğan: “From ‘illiberal democracy’ to electoral authoritarianism”, Klaus Larres (der.) – Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, s. 367.
[40] Alexis Clérel, ay.
[41] Rita Hornok, “Márki-Zay vs Orbán: Will the 2022 Elections be a Tale of Two Anti-Elitisms?”, Populism in Central and Eastern Europe, https://populism-europe.com/poprebel/blog-posts/marki-zay-vs-orban-will-the-2022-elections-be-a-tale-of-two-anti-elitisms/
[42] Tom Phillips, “Bolsonaro vowed to Show a new Brazil but ‘lie-filled’ UN speech cuts little ice”, The Guardian, 21 Eylül 2021, https://www.theguardian.com/world/2021/sep/21/jair-bolsonaro-brazil-un-speech.
[43] Catriona Harvey Jenner, “25 things Donald Trump has actually said about women”, Cosmopolitan, 2 Kasım 2020, https://www.cosmopolitan.com/uk/reports/a42442/donald-trump-women-sexist-quotes/.
[44] “Tayyip Erdoğan’ın kadınlara bakışı”, Sözcü, 9 Ağustos 2014, https://www.sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/tayyip-erdoganin-kadinlara-bakisi-573802/
[45] “Erdoğan’dan Gezi direnişine: Bu eşkıyalar, bu teröristler böyle sürtük”, Dokuz8Haber, 1 Haziran 2022, https://www.dokuz8haber.net/erdogandan-gezi-direnisine-bu-eskiyalar-bu-teroristler-boyle-surtuk
[46] ABD Başkanı Trump’tan tepki çeken LGBT kararı”, Habertürk, 13.06.2020, https://www.haberturk.com/abd-baskani-trump-tan-tepki-ceken-lgbt-karari-2711041.
[47] “Jair Bolsonaro’s administration is hurting the lives of LGBTQ+ sex workers in Brazil”, The Conversation, 20 Ocak 2022, https://theconversation.com/jair-bolsonaros-administration-is-hurting-the-lives-of-lgbtq-sex-workers-in-brazil-173706
[48] Birkan Bulut, “Erdoğan’ın anayasa teklifi ve Macaristan’daki referandum”: ‘Referandumlar ‘provokatif’ kampanyalardı’”, Evrensel, 1 Kasım 2022, https://www.evrensel.net/haber/473623/erdoganin-anayasa-teklifi-ve-macaristandaki-referandum-referandumlar-provokatif-kampanyalardi
[49] “(Neoliberalizm) bir ekonomi-politik olarak özelleştirme, deregülarizasyon, metalaştırma ve sermayenin serbest dolaşımı ilkelerince yönetilen her şeyi kapsayıcı bir piyasa yaratır. Bu gündemleri dayatırken sendikaları zayıflatır, refah devletini ve ücretleri radikal biçimde aşındırır ve kamu mallarına saldırır. Devletin içi boşaltılırken büyük şirketler hükümetlerin işlevlerini üstlenerek sert kemer sıkma önlemlerini dayatır, serveti zenginlere ve güçlülere doğru dağıtırken toplumu kazananlar ve kaybedenler olarak böler. Yalın bir deyişle, neoliberalizm mali sermayenin dizginlerinden boşalmasını sağlar, piyasayı devletin dayattığı her türlü sınırlamadan kurtarmaya çalışır… Günümüzde hükümetler başat olarak zenginlerin kârını, kaynaklarını ve gücünü azamileştirmek için varlar.” (Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/).
[50] Chris Hedges, “Neoliberalism’s Dark Path to Fascism”, 27 Kasım 2018, https://canadiandimension.com/articles/view/neoliberalisms-dark-path-to-fascism
[51] “The Chris Hedges Report. Noam Chomsky: Neoliberalism and the Roots of Fascism”, https://therealnews.com/noam-chomsky-neoliberalism-and-the-roots-of-fascism
[52] Akt.: Chris Hedges, a.y.
[53] Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/
[54] Chris Hedges, “Neoliberalism’s Dark Path to Fascism”, 27 Kasım 2018, https://canadiandimension.com/articles/view/neoliberalisms-dark-path-to-fascism
[55] “Margaret Thatcher: There is no such thing as society”, https://newlearningonline.com/new-learning/chapter-4/neoliberalism-more-recent-times/margaret-thatcher-theres-no-such-thing-as-society
[56] Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/