K
uraldır, kapitalizm söz konusu ise “rekabet” vardır. Sadece buzdolabı satıcıları rekabet etmez. Sadece silah sanayiinde yoktur bu rekabet, sadece otomotiv sektöründe yoktur bu rekabet, her mal ve hizmet alanında rekabet vardır ve rekabet, her zaman “tekelci egemenliği” çağırır. Tekelci egemenlik, rekabeti kesinleştirir. Mesela silah sanayiinde, Damat tarafının karşısında bir diğer şirket “casus” oluverir. Assan casustur ama Bayraktar, “ulusal değer”dir. Ayakkabılar rekabet hâlinde iken, belki birinin “kundurası” kayabilir, ama silah sanayiinde ya da mesela inşaat sanayiinde, maden işinde hayatlar kayar, çünkü tekelci rekabet, mafyatik yöntemleri ve devlet şiddetini de içerir.
Evet, sokakta simitçiler de rekabet ederler. Çok daha masumdur.
İşçiler rekabet ederler ve işte bunu yenmek için, açlar, işsizler ve işçiler ordusunun birleşik gücü, örgütlülüğü gereklidir. İşçi sınıfı söz konusu ise rekabeti yenmek, aşmak, eylemle mümkündür. Sermayeye, kapitaliste karşı savaşmayan işçiler, şu ya da bu nedenle kendi sınıf kardeşlerini rakibi olarak görürler. Ama savaşanlar, bu rekabeti aşarlar. Direnişteki bir işçi, göçmen işçinin de kendi sınıf kardeşi olduğunu anlar. Sınıf kardeşliği, kardeşlikten ileridir, çünkü ilkinde eylemli bir birliktelik var, biyolojik değil. Sınıf kardeşliği eylem içinde, mücadele içinde gelişir. Bu nedenle, “eylem birleştirir, rekabet böler” sözü işçiler için, mücadele eden işçiler tarafından söylenmiştir.
Hırsızlıkta da rekabet var mı?
Var elbette.
Zaten tüm özel mülkiyet, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, hırsızlıktır. Kapitalizm, hırsızlık üzerine kuruludur ve sistemin sahipleri, kendi hırsızlıklarını “yasal” (özel mülkiyet kutsaldır), ama kendilerinden bir kırıntı ekmek çalacak olanların “hırsızlık”larını ise “yasa dışı” ilan etmişlerdir. Tüm burjuva hukuk buna dayanır.
Böyle olunca, egemenler, en tepe noktalara, kendi işlerini bilen hırsızların gelmesine ses çıkartmazlar. Kan uyuşması vardır ve olumludur.
Ama bazı dönemler olur, hırsızlık artık gizlenemez ya da gizlenmeye gerek duyulmaz hâle gelir. Bu durumda, hem hırsızlık tüm topluma yayılır, hem de en tepelerdeki hırsızlar, tekelleşerek, tüm hırsızlık sistemindeki rekabeti değiştirirler. Artık, organize hırsızlık vardır ve bu nedenle, çeteler arasında bir zımnî anlaşma yapılır. Buna tekelci gruplar arasındaki anlaşma gibi bakabilirsiniz.
Bu anlattıklarımız masal ülkesinde geçmiyor. Kapitalizmde var ve ülkemizde baştan aşağıya geçerlidir. Bu nedenle, tekeller, tarikatlar, hırsızlar, tüccarlar, devlet görevlileri, kapitalistler, hattâ “iyiliksever” din adamlarından rol çalan “iyiliksever” iktisatçılar, “itibardan tasarruf edilmez”lerin yüksek ahlâksızlık seviyesi için yarışan gazeteciler ve yüksek yargı mensupları, bu süreci daha renkli bir işleyişe kavuşturur. Bir de uluslararası sermayenin farklı gruplarına bağlılık devreye girdi mi, tam bir “orman kanunları”na bağlı rekabet ortaya çıkar.
Gerçektir: Erdoğan’ın mitingine giden bir kişinin, mitinge giderken cüzdanını çalarlar, kalabalık bir haylidir, adam zaten 100 TL almak için mitinge gitmektedir. Cüzdanı çalınınca, elbette “canı” yanar. Onun canı, zaten içinde 500 TL olan cüzdanındadır. Ve o acı ile, “hırsız var” diye bağırır. Bağırır ama, bir hayli dayak yer, “reisi kastetmedim” dese de işe yaramaz. Kalabalık için bilinen, “itibarından tasarruf edilmez” tek hırsız vardır. Herkes, kimin kastedildiğini bilir.
Kalabalıklar böyledir. Açtırlar, işsizdirler ve 100 TL kazanmak için mitinge giderler ve Hırsız’ı değil, hırsız var diyeni dövmeyi daha kolay bulurlar. Ama bir yere kadar bu böyledir. Kendisini bilen, herkesin hırsız olmasını ister, zaten sermaye sahiplerinin nasıl birer hırsız olduklarını bilir.
Koç, Sabancı, Doğuş, Eczacıbaşı, beşli çeteler vb. hepsi bu hırsızlığın uzmanlarıdırlar ve bu nedenle, arada bir ortaya çıkan ağız dalaşını fazla da ciddiye almamak gerekir.
Hırsızlık bir sektör olarak tekelleşince, elbette işler organize işler hâline gelir ve her biri payını alır. Elbette, “en büyük pay peygamberin”dir. Sadece en büyüğü değil, aynı zamanda en kutsalı da onunkidir.
Şimdi, bu durumda, bir avuç egemenin artan zenginliklerinin, aslında işçi ve emekçilerin, milyonların yoksulluğu üzerinde yükseldiğini anlamak çok mu zordur? Zor değildir. Bizim, din adamı gibi tütsü ve dua arasında dolarlarını gizlemeyi başaran iktisatçılarımız, milyonların fakirliği ile bir avuç insanın zenginliği arasındaki bağı bilmezler mi? Bilirler.
DİSK-AR’daki arkadaşlar hesaplamışlar, işçilerden 1.2 trilyon TL alınmış. Yani onların ceplerinden bu para “hortumlanmış.” 1.2 trilyon TL, çok sıfırlıdır ve 1.200.000.000.000 olarak rakamla gösterilir. Buna göre, her işçinin cebinden 75.000 TL alınmış oluyor.
Büyük görünüyor.
Ama hatalıdır, yanlıştır.
DİSK-AR’dakiler iyi ki varlar, ama korkularını yenmelidirler. Bu rakam asla gerçek olamaz.
Bir, bu ülkede vergiyi verenlerin büyük çoğunluğu işçilerdir, çalışanlardır. İşçiler, memurlar (kamu çalışanları) patronlardan fazla kazanmazlar ama daha çok vergi verirler.
Önerimizdir; sendikalar, işçilerin, kamu çalışanlarının maaşlarını brüt olarak almalarını, maaşlarından yapılan kesintilerin (vergi, SGK primi, işsizlik primi vb.) yapılmamasını, her işçi ve emekçinin maaşını aldıktan sonra vergi vb. vermesini talep etsinler. Öyle ya işveren, kâr edince vergi veriyor, işçi maaşını almadan niye versin? İşverene güvenen devlet, işçiye de, çalışana da güvensin.
Biz hesaba dönelim.
Haraçlar ve vergiler: eğer Saray Rejimi, her kişiden 10 TL ilave almış olsa, 75 milyon kişi üzerinden gidelim, 750 milyon eder, bu 12 ayda 8 milyar TL eder. Eğer bu rakam, kişi başına 100 TL olsa idi, 80 milyar TL/ay ederdi. Eğer kişi başına 1000 TL olsa, bu rakam, 800 milyar TL/ay olur. Biliyorsunuz, her maaş bordrosunda, vergiler vardır, gelir vergisi, damga vergisi vb. Bunların toplamları acaba ne kadardır?
Eğer bu mesela doğalgaz, elektrik gibi faturaları içerecek olsa, varın siz hesaplayın.
Siz buna sağlık masraflarını ekleyin. Çünkü, SGK primleri ödeyen insanlar, zaten, ücretsiz sağlık hizmeti almayı hak etmektedir. Kâğıt üzerinde böyledir. Demek sağlık için, milyonlarca emekçinin ödediği her kuruş, aslında ikinci kere alınmaktadır.
Ya eğitim? Eğer vergiler eğitim, sağlık, elektrik, yol ve su olarak halka verilmek üzere toplanmıyorsa, ne için toplanıyor?
Emeklilik maaşı, eski (ki eskisi iyi demek istemiyoruz, o kötüydü, şimdiki rezilliktir) yöntemle hesaplansa idi, bugün, yaklaşık 40 bin TL civarında bir ortalamaya sahip olması gerekir. Bu durumda, 12 milyon emekliden, (gerçekte 16 milyon emekli var, 11 milyonu aşkın bölümü tam maaş almaktadır) yıllık 2.8 trilyon TL kesilmiş olur.
Asgarî ücreti hesaplamıyoruz, çünkü aslında o ücreti zaten işveren ödemektedir, bu doğrudan bir aktarımdır, para devlete geldikten sonra aktarılmamaktadır. Ama asgarî ücretin ne olması gerektiği de bambaşka bir konudur.
Ya da şöyle bakalım: Hesabı sermayedarlar, kapitalistler açısından ele alalım. Öyle ya, para oraya aktarılmaktadır. Köprülere, otoyollara vb. ödenen paralar bir kalemdir. Ya da silinen vergi borçları ya da silah sanayiine aktarılan paralar. Peki, KKM (kur korumalı mevduat) için ödendiği söylenen 60 milyar dolar (2,4 trilyon TL eder) kime gitmiştir? Mesela işçi ve emekçilere gitmemiş olduğunu söylemek mümkündür herhâlde.
Ya da bireysel borçlara bakalım. 12 trilyon TL borç olduğu açıklanmaktadır. Ve 25 milyon adet icralık dosya vardır. Kredi kartlarını da buna ekleyin lütfen.
Her ekonomik durum, kendini parasal alana yansıtır, eninde ya da sonunda. Bu nedenle, bankacılık alanına bakmak iyi olur kanısındayız.
Türkiye’de 60 banka var.
Bu 60 bankanın 10.730 şubesi var (bu bankaların yurtdışı şube sayıları ise 80). Bu bankalarda 209.745 emekçi çalışmaktadır.
Bankalarda hesabı olan (mudi) sayısı 184.039.893’tür.
Bu hesaplar da, 21.346 milyar TL’dir (21.3 trilyon TL).
Toplam hesapların dağılımı şöyledir:
10 bin TL altı | 10-50 bin TL | 50-200 bin TL | 250 bin-1 milyon TL | 1 milyon üzeri TL | |
Hesap s. | 166.459.790 | 16.761.453 | 9.793.977 | 4.914.796 | 2.289.367 |
Mevduat
(milyon TL) |
131.957 | 423.200 | 1.200.065 | 2.587.598 | 17.003.464 |
ortalama TL
hesap* |
792 | 25.248 | 122.530 | 526.000 | 7.427.146 |
* Mevduatı hesap sayısına bölerek, mevduat başına ortalama kaç TL olduğunu biz hesapladık.
Kaynak: www.bddk.org.tr
Demek oluyor ki,
– 1 milyon TL ve üzeri hesabı olan kişi sayısı 2 milyon 289 bin 367 kişidir ve bunların toplam mevduatı 17 trilyon TL olup, toplam mevduatın %80’idir. Yani hesapların %1’i, mevduatın %80’ine sahiptir.
– 250 bin TL ve üzerinde parası olanlar hesaba katılırsa, hesapların %3,9’u, toplam mevduatın %92’sine sahiptir.
Gerçekte 250 bin, çok yüksek bir rakam da değildir. Ama içinde yaşadığımız koşullarda ciddi bir rakamı ifade etmektedir. Eğer elimizde 500 bin TL ve üzeri hesapların dökümü olsaydı, daha sağlıklı bir hesap yapmak mümkün olurdu.
– En son satırdaki bir hesapta ortalama ne kadar para olduğunu biz hesapladık. Bu hesaplama, bize durumu daha net göstermektedir. Örneğin, 10 bin TL ve altında hesaba sahip olan 166 milyon hesabın, aslında hiç parası yoktur demek abartılı olmaz. 792 TL, aslında bir elektrik parasını bile otomatik ödeme üzerinden karşılamaya yetmez. İkinci gruptaki ortalama 25 bin TL’dir. Bu elbette, bir asgarî ücretin hesaba yattığı ana denk gelebilir ve bu da bir değer ifade etmekten uzaktır. Demek ki, 250 bin TL ve 1 milyon TL arasındaki hesaplar ile, 1 milyon TL üzeri hesaplar anlamlıdır.
– Biliniyor, birçok para sahibi, parasını dövizde tutmaktadır. Elbette bu yüksek mevduatı olanlar için geçerlidir. Veriler Haziran 2025 ayına aittir ve KKM geçerli olduğundan, yüksek miktarlı paralar, hâlâ TL cinsindendir. Ama bu ülkede en çok, en büyük hırsızlar bankalara güvenmez. Bu nedenle, onların evlerinde, kasalarında, banka kasalarında, altında, yurtdışında vb. var olan paralarını bilmemiz mümkün değildir.
Sonuç olarak, ülke nüfusunun yüzde %4.5’i varlıklıdır ve bu şu anlama gelmektedir, her birinin zenginliği, 23 kişinin açlığına, sefaletine mal olmaktadır. Bu en azından böyledir. Daha kötü olduğu açıktır.
Bizim “iyilikseverlik” konusunda, Diyanet İşleri ile yarışan iktisatçılarımız, yalan söylemekte, Diyanet İşlerinden daha etkilidirler. Belki da onlarla ancak, Saray basınının güzide insan eti pazarlayan gazetecileri yarışabilir.
İşte bu “iyiliksever” iktisatçılarımız, bize ülkenin ekonomik durumunu anlatırken, artan ihracattan söz ediyorlar. Diyorlar ki, sattıklarımız fazla olursa, elimize döviz geçer. İyi de, dövizi ne için kullanacaksın? Eğer sen üretiyorsan, senin sanayin varsa, bu hesap niye? Kaldı ki, zaten ihraç edilen, ithalattan fazla değildir.
Diyorlar ki, döviz rezervlerimiz artıyor. İyi de 500 milyar dolar döviz borcun var, bu ne ki?
Ama dahası var. Tüm bunların “ülke” ile ilgisi ne? Ülkede yaşayan milyonlarca insan var. Bu milyonlarca işçi, sadece kendi geçinmelerini sağlayacak kadar değil, onun 100 katından fazlasını üretmektedir. Yani, bir kendilerine çalışıyorlarsa, 99 sermayeye, kapitaliste, patrona çalışıyorlar.
Bir işçi uyanık olmalıdır. Ne zaman “ülke ekonomisi” sözü geçerse, kulaklarını kabartmalıdır. Onların ülke çıkarı dediği şey, tümü ile parababalarının, bir avuç egemenin çıkarıdır. Milyonlarca emekçi, deprem bölgelerinde konteynerlerde yaşamaktadır. Sokakta yaşayan insanların sayısı, bu zenginlerin sayısından fazladır. Diyelim ki, ülke altın ve pırlanta satıyor, iyi ama bu, kara para temizleyicilerini ilgilendirir, bunun işçi sınıfına yansıması, daha çok açlık, daha ağır çalışma koşulları, daha çok ölümdür.
Bizim “iyiliksever”liği din adamlarına ve Saray basınına kaptırmamak için çırpınan iktisatçılarımız, bir de onlara eklenen İlber Ortaylı gibi ikiyüzlü tarihçilerimiz, silah sanayiinin öneminden söz ediyorlar. İyi ama, bu silahlar, hangi çocuğun eğitim masraflarını karşılayacak, hangi emekçinin sağlık sorunlarını çözecek, hangi işçinin ev kirasını karşılamaya yarayacak?
Gözünü altın ve gümüş, pırlanta vb. değerli madenlere dikmiş ve hâlâ bunların bir “servet” olduğuna inanan iktisatçılarımız, insanlık denilen şeyden bir dirhem değer taşımazlar. Aldıkları dolarlara bakarlar. Ama çoktan geri kalmışlardır. Dolar gücünü kaybedecektir ve bu nedenle kripto paralar ortaya çıkarılmıştır. Sizin aldığınız paralar, uyuşturucu vb. gibi kara paralardan bin kat daha kara paralardır ve bırakın doları, sistemin ürettiği kripto paralara koşun. Gerçek zenginliğin, içilecek temiz su, solunacak temiz hava, sağlıklı yiyecek ve barınacak bir yer olduğunu itiraf etmeye başlamış olan efendilerinizin iktisatçılarına bakın, belki uyanırsınız.
Ülkede açlık ve işsizlik kol gezmektedir.
İşsizlik %30’lardadır.
Açlık milyonlarca ailenin gerçekliği hâline gelmiştir.
İşçi çocukları, devlet okullarına, 40 kişilik sınıflarda, ayaklarında çorapları, kıçlarında donları olmadan gitmektedirler.
Milyonlarca üniversite öğrencisi, geçimini sağlayamadığı için, barınacak yer bulamadığı için, 12 yıl boyunca emek verdiği üniversitesini bırakmak zorunda kalmaktadır.
Her gün, yaşamı üreten işçiler, ne kadar çok üretirlerse o kadar yoksullaşmaktadır. İşyerlerinde insanlık dışı koşullarda çalışmaktadır ve her gün, en az 5 işçi iş cinayetlerine kurban verilmektedir. Sermaye tanrısı, oluşturduğu Saray Rejimi ile, işçilerin kanlarını da emmektedir. Hiçbir işçi hakkını alamamaktadır ve dahası, işçi grevleri Saray Rejimi eli ile yasaklanmıştır.
İşte ekonomik durum denilince işçi ve emekçilerin cephesi bu hâldedir. Burada yazdıklarımız, aslında oldukça yetersizdir. Bunun gibi yüzlerce örnek vardır ve emin olun her işçinin kendi günlük iş yaşamını anlatması durumunda ortaya çıkacak hikâyelerin her biri, MB’deki döviz miktarlarından bin kat daha önemlidir.
Bir uçta zenginlik, korkunç bir büyüme hızı ile büyümekte, diğer uçta açlık. Bir uçta savaş baronları hesaplar yapmaktadır, diğer uçta işçi ve emekçiler açlıkla terbiye edilmektedir.
Elbette bu, işçi sınıfının birleşik gücünün ayağa kalkacağı günlerin gelmekte olduğunun da kanıtıdır. Nesnellik budur.
İşçi sınıfı, “ulusal ekonomi”, “ulusal güvenlik” gibi zırvaları bir yana itmelidir. Onların “ulusal güvenlik” dediği şey, bir yandan her vatandaşın verilerini şirketlere satmaktır, bir yandan ülkenin tüm varlıklarını satmaktır, işçilerin kanlarını emmektir ve en nihayet, her grevi ulusal güvenlik nedeniyle yasaklamaktır.
Ülkede diplomalar satılmaktadır. Ama aynı zamanda özel okullar, imamhatipleşen eğitim sisteminin bir çıktısı olarak milyonlarca lira ödeyenlere açılmaktadır. Yaşamın her alanı, işçi ve emekçilere daraltılmaktadır. İşçi ve emekçiler, köleleştirilmekte, bu köleleştirme daha da derinleştirilmektedir. Saray Rejimi, bu düzeni sürdürmek için, devletin olağanüstü örgütlenmesidir ve bu daha çok şiddet demektir. Çürüme arttıkça bu şiddet daha da öne çıkartılmaktadır. Ve elbette ki, her şiddet kendine bir karşılık üretecektir.
Bugün emekçiler, artan ekonomik ve siyasal şiddet altında, örgütsüzlüklerine paralel olarak, daha çok kendi hayatlarına kastetmekte, intihara vb. yönelmektedir. Oysa bireysel tepkilerin, kitlesel ve örgütlü direnişe dönüşmesi esas alınmalıdır. İşçi sınıfının önünde duran görev budur.
İyiliksever iktisatçılarımız, Saray Rejiminin düzenli aralıklarla ilan ettiği pembe tabloları, ekonominin düzeldiği yalanlarını, sürekli beslemektedir. Oysa bunun olanağı yoktur. Bu hiçbir koşulda işçi ve emekçilerin cephesinden bir olumluluk ifade etmez, etmeyecektir.
Bir devrim dışında işçi sınıfının bir çıkış yolu yoktur.
Saray Rejimi, bazılarının söylediği gibi, seçimle gitmez. Saray Rejimi, işçi sınıfı tarafından alaşağı edilmelidir. İşçi sınıfının devrimci iktidarı, sosyalist devrimin zaferi dışında bir çıkış yolu yoktur.