NATO, Batı savaş makinası ve “demokrasi”

1950'ler. Afiş Milli Savunma Vekâleti Temsil bürosu ve Amerikan Haberler Merkezi tarafından hazırlanmıştır.

Ülkemizin “aydın” kesiminde, ciddi bir ayrışmanın eşiğindeyiz.

Aydın derken, aslında bulanık bir kavram kullanmış oluyoruz. Çünkü sınıf savaşımı, iki sınıf arasında süren ve giderek keskinleşen bir savaşımdır. Ve bu savaşımda, elbette kendine “fikir adamı” diyen birçok kişi, ister bilerek yapsın ister bilmeden, bu iki sınıftan birinin çıkarına uygun, doğrudan ya da dolaylı adımlar atmaktadır.

Eğer tümünü bir başlık altında toplamaya heveslenirsek, büyük yanılgı içinde oluruz. Ama yine de yaygın kullanılan kavram olarak “aydın” biraz ortak paydada toplama hevesini içerir. Oysa bu, gelişimi anlamaktan çok uzak kalmak olur. Eskinin yanılgılarını daha da artırmak anlamına gelir.

“Aydın” diye saymaya başlandığında, Namık Kemal, Mithat Paşa, Ali Suavi gibi Osmanlı’nın son dönemlerinden başlanır sayılmaya, Ziya Gökalp, Akçuralı Yusuf gibi egemen cephenin doğrudan uzantıları eklenir, sonra da Cumhuriyet döneminin yazarları, edebiyatçıları, nadiren çizerleri buna eklenir, ardından da üniversitedeki profesörler bunların arkasına dizilir. Bilerek tek tek isim yazmıyorum. Çünkü derdimiz burada bir liste oluşturmak değil. Ama “aydın” kavramı ile bir “ortak payda”da toplamaya çalışmanın aşılmış olduğunu söylemek isteriz. Bunun için de bugünkü durumu ortaya koymamız gereklidir.

İzninizle biz, öncelikle egemen sınıfın “fikir adamları”na bakalım. Bunlara “fikir adamı” demek de doğru değildir. Ama şimdilik öyle diyelim.

Egemen adına bu işi yapanlar, başlıca üç gruba ayrılabilirler:

Birinci grup, egemen adına, elbette iyi paralar karşılığında, bir çeşit toplumsal manipülasyon işi için sürekli çalışanlardan oluşmaktadır. Bugün bu grup içinde bazı strateji üreten, sosyal araştırmalar yapan şirket/kişiler de vardır (örnek olsun Bekir Ağırdır gibi), bazı tarikat liderleri, dinî alanda uzmanlık kazanmış olanlar da vardır, bazı medya yöneticileri de. Bunlar aslında doğrudan ya da dolaylı olarak NATO mekanizmasına da bağlıdır (Yani başlıkta NATO varken, “aydın”lardan söze başlamamızın bizce bir nedeni var). Peki bunlara “aydın” denilir mi? Eğer “aydın” kavramına bir olumluluk atfediyorsanız, gerçekten de bu soru haklı bir sorudur. Ama Ziya Gökalp, Nihal Atsız, M. Akif Ersoy vb. eğer “aydın” ise, bunlara da “aydın” demenizde bir sakınca olmaz. Bunlar aslında egemenin akıl hocalarıdırlar ve politik-ideolojik perspektifleri, gayet detaylı bir biçimde NATO mekanizmaları içinde hazırlanır. Onlar da burada üretim yaparlar. Bunlar deyim uygun düşerse, egemen adına ideolojik savaşın unsurlarıdır. Soros programının temelinde bunlar vardır.

İkinci bir grup var; “fikir imalatçıları” tarafından militanca yönetilen “troller”dir. Bu troller ordusunu yönetenlerdir. Bunu hafife almamak gerekir. Zira arkalarında büyük “bilişim teknolojileri” (BT) ile uğraşan şirketler vardır: Google, Instagram, facebook, Microsoft, Amazon, Apple gibi. Bunların geniş bir ağı vardır ve aslında birinci gruptakilerle çok kapsamlı bağlara sahiptirler. Burada bir ağ vardır ve bu ağ, aslında toplumsal manipülasyon için büyük işler görebilme kapasitesine sahiptirler.

YouTube ve Google’ın eski çalışanı, yazılım mühendisi Zach Vorhies, Google’ın “Jigsaw teknoloji kuluçka merkezi”nin Ukrayna’ya nasıl yerleştiğini açıklamış ve Sputnik bunu yayınlamıştır. Eylül ayının ilk günlerinde yayınlanan bu haberde şunları okuyoruz: “Jigsaw’ın 2014 yılında Kiev’deki meydan protestoları sırasında Ukrayna medyasını çevrimiçi tutmak ve gösterileri organize etmek için facebook ve Twitter gibi platformların işlevsel kalmasını sağlamak amacıyla Proje Kalkanı adlı bir proje başlattığını hatırlatan Vorhies, şu ifadeleri kullandı:

“‘Fiiliyatta bu, rejim değişikliği operasyonunun iletişim omurgasını şekillendirmeye yardımcı oldu. Jigsaw, 2014 Ukrayna darbesinden sonra geri çekilmedi, aksine daha da büyüdür. 2016 yılına gelindiğinde, ‘sivil söylemi geliştirmek’ için yapay zekayı kullanıyor ve anlatıları etkili bir şekilde şekillendiriyordu. Genel olarak Google Haritalar ve Earth gibi araçlar altyapıyı ve asker hareketlerini izleyebilirken, Google Cache sunucuları yerel ağlara derin erişim sunarak potansiyel olarak ileri siber karakol görevi görebilir.’”

Ukrayna örneği sadece bir örnektir. Ama bize, aslında bu alanda görevli olan şirketlerin, “fikir üreten” kesimlerle nasıl organik bir yapı oluşturduklarını göstermektedir.

Troller, aslında bu grubun içinde sahada militanca mücadele eden lümpen kesimlerden oluşmaktadır. Onlar, daha düşük paralarla her gün iş yapan kişilerdir ve doğrusu hiçbir değerleri olmadığı için, her çeşit saldırıda kullanılabilirler. Zaman zaman, bu ilk iki grup içinde yer alan büyük şirketlerin çıkarlarının çatışması hâlinde, ona uygun da hizmet görürler. Bunlar “aydın” kavramının içinde yer almazlar ama bunlar, bu iki gruptakilerin aparatlarıdır.

Üçüncü grup, yine egemene bağlı, uzmanlardan oluşmaktadır. Üniversitelerin profesörleri, çeşitli hukuk uzmanları, toplumsal arenada öne çıkmış bazı yazarlar, gazeteciler bunun içindedir. Elbette bazı gazeteciler, ikinci grubun içindedir. Ama bir bölümü de burada iş görmektedir. Bunlar, çeşitli yollarla “yemlenmek”tedir. İktisat profesörleri, hukuk uzmanları, gazeteci kimlikli kişiler bu işin içindedir. Eğer, bir iktisat profesörü, bir hukukçu, bir uzman, bir gazeteci, kendileri de benzer işler yaptığı için, bize kızıp, “yahu bizi de bu grubun içine mi atıyorsunuz” diye yakınacaklarsa, onlara söylememiz gereken şey, sizi biz değil, sizi bizzat kendiniz bu gruplardan ayırabilirsiniz. Tutumlarınız bunu sağlar.

Bu üç grup, aslında egemenin örgütlenmesi, yani devlet örgütlenmesi, yani Saray Rejimi örgütlenmesi içindedir. Ve Saray’a hangi bağlarla bağlandıkları, aslında bizden çok onların bildiği bir iştir. Ama hepsi, para ile bağlanmakta, tehditle, şantajla orada durmaktadır. Para (ödül ya da elma diyelim) ve tehdit (şantaj ya da başka bir yol) bunları saraya bağlayan en önemli unsurlardır.

Bu üç grubun içinde hangisinin hangi grupta olduğunu bilmek o kadar kolay değil, doğrusu, gerekli de değil. Mesela İlbey Ortaylı hangi gruba girer? Kendi yerini kendisi bilir. Ama “Uygur Türklerini Kürt bölgelerine yerleştirme” planı ve önerisi, onun ne iş yaptığının somut kanıtıdır. Hangi gruba girip, ne ölçüde maddî olanaklar elde ettiğini, devrim geliştikçe ortaya koymamız mümkün olacaktır.

Bu birinci cephedir.

Bu birinci cephe, egemenin savaş aygıtının içindedir. Hem “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne bağlıdırlar, hem de “içeride ve dışarıda savaş politika”larına bağlıdırlar. NATO ile bağlıdırlar, direkt ya da dolaylı olarak.

İkincisi bizim cephedir, işçi sınıfının cephesidir.

Bu ikinci cephe içinde yer alanlara biz “aydın” demiyoruz, entelektüeller diyoruz. Eğer siz “aydın” kavramında ısrarcıysanız, işte gerçek aydınlar bunlardır.

Sayıları azdır. Bilimi temel alan bunlardır. Birinci cephedekiler gibi karanlık üretim merkezlerinin tam karşısındadırlar ve işçi sınıfının davasında, toplumsal mücadelede doğrudan yer alırlar. Bu doğrudan yer almanın ne denli sıkı bir ilişki hâline geldiği ayrı bir tartışma konusudur. Ama bizim cephenin içinde yer alan entelektüeller, iki sınıf arasında yeryüzü ölçeğinde sürmekte olan savaşımı temel alırlar, kapitalist sistemin ne olduğunu bilirler. Bunu kendi tutum ve davranışlarında da ortaya koyarlar.

Bu iki cephe arasında yer alan, sözü dinlenen, belli bir etkiye sahip “aydın”lar yer almaktadır. Elbette bunların bir bölümü iktisatçıdır, bir bölümü tarihçi, bir bölümü hukukçudur, bir bölümü gazetecidir vb.

İşte ayrışma bu ortada olanların içindedir.

“Ortada olmak”, çoğunlukla egemenden, güçlü olandan yana olmak da demektir. Bunu akılda tutmak gerekir.

Ve işte bu grup içinde bir ayrışma yaşanmaktadır. Kolay değildir, işçi sınıfının cephesinde açık ve net olarak yer almak kolay değildir. Bedelleri vardır. Hele ki, en sıradan bir sözleri onlar için hapis yolu demek iken.

Bunlar elbette Saray Rejimini eleştirmektedir. Kendilerince dayanakları vardır. En önemli dayanakları ise, “demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”, “Batı değerleri ve Batı medeniyeti”, “insanî değerler” vb.dir. Çok çok “anti-emperyalizm”den söz ederler.

Onlara sorarsanız, “demokrasi”den yanadırlar.

Peki nedir bu demokrasi?

Atina demokrasisi, bir demokrasi idi. Ama herkes bilir ki, Atina demokrasisi köleci bir devlet idi ve köle sahipleri için demokrasi, köleler için katıksız bir diktatörlük idi. Kölenin “fikri” olmazdı, ona soran da hiç bulunmazdı. Köle sahiplerinin yönetim, egemenlik biçimlerinden biriydi Atina demokrasisi.

Her devlet, egemen olan sınıfın diktatörlüğüdür. Egemen kendisi dışındaki sınıfları, zümreleri, toplumsal grupları kendi egemenliği altında tutmak için kendi devletini örgütler. Adına “demokrasi” denmesi, onun herkes için bir demokrasi olduğu anlamına gelmez.

Peki bunlar, bu “aydın”lar, bunu bilmezler mi? Eğer bilirlerse, Roma’yı sarsan Spartaküs ayaklanmasını nasıl anlarlar ve nereye koyarlar?

Peki bunlar, Sorosçu çetelerin (Soros sadece bir tanesidir, daha başkaları vardır) her operasyonunu “demokrasi” adı altında yaptıklarını bilmezler mi? Irak’a “demokrasi götürmek” için yola çıktığını söyleyen ABD emperyalizminin askerlerinin çizmesi altında inleyen Irak halkına bakmazlar mı? Hadi diyelim baştan, ABD emperyalizminin adımlarını anlayamadılar, ama milyonlarca çocuğun öldürülmesi onlara bir fikir vermedi mi? Bu “fikir adamları”nın fikirleri nereden gelir? Irak’ta katledilen kadın ve çocuk cesetleri onlara bir şey göstermez mi?

Şimdi, tüm Batı’da, demokrasi adına yaşananlara bakmazlar mı?

Bakarlar, görmezler.

Görürler, gördüklerini söylemezler.

Bakmayan, görmeyen, gördüğünü dile getirmeyen nasıl “aydın” olur (eğer siz aydın’a olumlu bir anlam yüklüyorsanız)?

Bugüne gelelim.

Bugün dünyada ve ülkemizde burjuva egemenlik, azgın bir biçimde savaş ve sömürü düzenini, sermayenin düzenini sürdürmek için her türlü baskıya başvururken, nasıl oluyor da bunlar “demokrasi”nin varlığından, onun savunulmasından söz ediyorlar? Egemen, kendi egemenliğini sürdürmek için, dünya çapında işçi sınıfına karşı savaşı yoğunlaştırırken, nasıl oluyor da bunlar, “demokratik tepki”den söz etmektedirler?

İktisatçılarımız bağırıyor, “yabancı sermaye gelmez.” Doğru değildir. yabancı ya da yerli, sermaye para kazanacağı her yere gider. İktisatçılarımız diyorlar ki, eğer “hukuk rafa kalkarsa” yatırımcı gelmez. İyi de, yabancı sermaye, yerli sermaye, bu düzenin sahibi değil mi? Yabancı sermaye gelmez diye, Saray Rejimini mi korkutuyorsunuz, yoksa sözüm ona muhalefet mi ediyorsunuz? Muhalefet etmek, Saray Rejimine, kurulu düzene açıkça cephe almak değil mi? Siz, en iyi ihtimalle, Saray’da yer alan “uzman”ların bilgisizliğini mi vurguluyorsunuz? Bunun sonunda beklentiniz, Saray’dan bir yer almak mıdır?

Bu, bizim onlara yakıştırmamız değildir. Tersine, sürekli olarak “liyakatsiz” kadrolardan söz ediyorlar. “Liyakatsiz” kadro ne demektir? İyi uzman değiller mi? Hırsızın, yağmacının, savaş ekonomisini savunanın liyakatli kadrosu, savaş ekonomisini savunan, hırsızlığı geliştiren, yağmanın önünü açan kadrolar olabilir. Buna uyumlu olan kadrolar, elbette kendi cephelerinden liyakatlidir. Öyle her hâl ve şart altında geçerli bir liyakat ölçütü mü buldunuz? Hırsız, kendisine layık kadrolar bulur. Rantçı, kendine layık kadrolar bulur, savaş ekonomisini büyüten, buna uygun kadrolar bulur. Hırsıza hırsız demeden, yağmacıya yağmacı demeden, rantçıya rantçı demeden, savaş baronuna savaş baronu demeden muhalefet mi yapılabilir? Sıradan halkın içinden, gençlerden, yaşı 18 yaşının altındaki gençlerden gelen X mesajlarına dava açanlar, sizi susturmayı başarmışlar ve siz, bir çeşit “ezop” dili bile denmeyecek bir dil bulmuşsunuz ve “liyakatli kadrolar” tekerlemesini söylüyorsunuz.

Onların demokrasi “tutkusu”, bir tutku denmeyecek kadar zayıftır. Saray Rejimi seçimleri kaldırmıştır. Sandığı gömmüştür. Ve siz halktan, seçimlerden seçimlere oy kullanmakla yetinmesini isterken tıpkı Saray Rejimi ile aynı yere çalışıyorsunuz.

Ayrışma günüdür. Ya Saray’dan yana, egemenin kuklalarından birisi olacaksınız ya da işçi sınıfından yana direnişe katılacaksınız ve o zaman, kendinizi özgür hissedeceksiniz. İkinci yolu seçecek olanların az sayıda olacağını biliyoruz. Direnenler, işçi sınıfının davasına destek verenler, onun bir parçası olacak olanlar her zaman az sayıda olur. Ama onlar tarihe geçer.

Bugün, en küçük “çevrimdışı” bir söz kullanan, gerçeği söyleyenler, hemen hapisle tehdit edilmektedir. Bu durum, genel sansürün yanında, bu “aydın”larda da bir otosansür yaratmıştır. Bu durum nedeniyle, onların çoğunluğu, özel bir dil geliştirmişlerdir: biz demokrasiyi savunuyoruz. İyi de sizin savunduğunuz demokrasinin, bundan galiba haberi yok. Biz diyorlar “liyakatli kadrolar” ile iş görmeyi savunuyoruz, iyi de sizin bu söylediğinizi liyakatli kadrolar “aaa bizim gibi hırsız destekçisi olmak istiyor” diye anlıyor olmasınlar?

Bugünkü Saray Rejimi, bir iç savaş hukuku işletmektedir. Bu iç savaş hukuku, her açıdan ortadadır. Görmemek mümkün değildir. Her belediyeye kayyum atıyorlar. Her seçimleri hile ile yapıyorlar, her durumda kişiye göre değişen yasal uygulamalar ortaya koyuyorlar. Baroya davalar açıyorlar. Baroya kayyum atamak için uğraşıyorlar. Burjuva hukuk sistemi içinde önemli bir yer tutan -tarihi böyledir- savunma hakkı baro üzerinden yok edilmektedir. Bu saldırı karşısında, “demokrasi”den söz etmek ne demektir?

Mesela baro için direnişe geçmek midir? Buyurun bekliyoruz. İşçinin, emekçinin hakkına sahip çıkmak mıdır? Buyurun, elinizi tutan nedir?

Seçimleri bekleyin, demek bir tutum olarak Saray’a destek tutumudur. Açıkça “Ankara’dan siyaset yap” denilmektedir. Bu durumda direnişi övmek, direnişin bir parçası olmak, sizin kendi hastalığınızı da aşmanızın bir yolu olabilir. Buyurun, bu direnişe katılma ilacını için. Direniş aklı açar, kişiyi güzelleştirir, eğitir.

Saray Rejimi, hattâ tüm Avrupa ve ABD’deki devlet sistemi, yargıyı, açık olarak devlet kolluk kuvvetlerinin, savaşın ve savaş politikalarının bir uzantısı hâline getirmiştir. Ama bizim iflah olmaz hukuk uzmanımız, durmadan nakaratı tekrarlıyor: “Türkiye, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti”dir. Öyle mi gerçekten? Bu yalanı tekrarlamak, Saray’a umulmadık bir hizmettir.

Uzmanlarımız, profesörlerimiz, iktisatçılarımız, sendikacılarımız, gazetecilerimiz, sanatçılarımız risk almadan, insanlaşamazlar. Risk almak, açıkça direnişin bir parçası olmaktır. Bir işçi eylemine Tarık Akan gibi sanatçıların doğrudan destek vermesi sizin için anlaşılmaz mıdır? Bunun yerine, günün birinde bir TV programında ağzınızdan bir “sansürsüz”, “çevrimdışı” söz çıkınca içeri alınmak mıdır sizin tercihiniz?

İsmail Saymaz anlatıyor. Kendine akan bilgileri bir an önce vermek için kimseyi konuşturmuyor. En son CHP İstanbul iline kayyum atanınca, akan bilgileri verdikten sonra, CHP içi hesaplaşma tarihi üzerine konuşuyor. Uzmandır ya. Sanki Saray, CHP içindeki çatışma olmamış olsa kayyum atamayacak? Sanki mesele buymuş gibi. Ülkemizdeki pek çok CHP belediyesinde yolsuzluk vardır, zaten CHP de bu sistemin partisidir. İyi ama, bu operasyonlar, bu nedenle mi yapılıyor? Elbette hayır. Sizin bir cepheniz yoksa, sizin bir duruşunuz yoksa, akan bilgiler sizi teslim alır.

Saray Rejimi, sadece seçimleri ortadan kaldırmadı. Parlamentoyu yok etti, göstermelik bir hâle getirdi. Ve Saray Rejimi, yargı sistemini kolluk kuvvetinin uzantısı hâline getirdiler.

Buna “despotluk” deyip, bunun karşısında “demokrasi”yi savunmak diye bir tutum doğru değildir. Egemen “demokrasi” ya da despotluk biçiminde kendi egemenliğini sürdürmektedir. Eğer bir şeye karşı olacaksak, bunun her biçimine, burjuva devletin her biçimine karşı durmanız gerekir. Eğer bu ülkede seçim olacaksa, ancak, Saray Rejimini yıkmak için yollara düşen, sokaklara çıkan işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin mücadelesinin gelişiminin durdurulması için bir ara çözüm olarak gündeme gelebilir. Yoksa yapılan seçim, asla burjuva anlamda bile gerçek bir seçim olamaz. Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, seçimle gitmez. Saray Rejimi, kitlelerin direnişi ile gider. Bu açık gerçeği söylemeden, bu ülkede “aydın” olmayı sürdürmek mümkün değildir.

CHP ısrarla, seçimle geldiniz, seçimle gideceksiniz, diyor. Bu doğru değildir. 2017 referandumu hilelidir. Seçimle 2015’te gitmediler ve CHP buna yardımcı olmuştur ve şimdi Saray, böylesi bir CHP istemektedir. O CHP, Ekmeleddin ile aday olmuştur, kaybetmek için. O CHP, İnce ile aday olmuştur, kazanmıştır, kaybettik, “adam kazandı” demiştir. O CHP, Kılıçdaroğlu ile aday olmuştur, %54 ile, hilelere rağmen, kazanmıştır ve kazandığını bilen arkadaşlarını susturmuştur. Adam kazanmış olmuştur ve şimdi bize, utanmadan, “Erdoğan seçilmiştir” diyorlar. Halkın zekâsı ile dalga geçmek bu değil midir?

“Aydın”larımızın bir bölümü, şöyle demektedir: “NATO pahasına, demokrasi ve Batı değerlerine bağlı kalmayı tercih ederiz.” İşte zurnanın zort dediği yerlerden biri burasıdır. Geçmişi sol, liberal sol vb. olsa da, NATO’yu savunmak için harekete geçmiş olanlar, NATO tedrisatından geçmiş olanlardır.

Bu ülkenin tarihindeki her darbede NATO vardır. Bu ülkenin tarihinde akan her kanda, her katliamda NATO’nun parmağı vardır. 1 Mayıs 1977’de de, 16 Mart katliamında da, Çorum, Maraş katliamlarında da, Sivas katliamında da, Roboski’de de, Çukurca’da da, Ankara Gar katliamında da NATO’nun izi vardır.

Demek ki, hem NATO’da kalacağız, hem de demokrasi ve Batı değerlerinden kopmamış olacağız. Ne güzel değil mi? “Aydın” olmak mıdır bu, iki arada bir derede olmak mıdır? NATO’dayız, yıllardır. Ve tüm “demokrasi” dışı şeyler NATO ile bağlıdır, ama biz yeter ki demokrasiye sahip olalım, NATO’da kalmaya devam edelim. Galiba bu kişiler, kendilerinin yaşam ayrıcalıklarını “demokrasi” olarak adlandırıyorlar. Köle sahiplerinin demokrasisinden bile geridir. Kölelerin varlığı demokrasiyi sorgulamalarına olanak vermeyen bu “aydın”lar, daha ileri gidiyorlar, kendi yaşamlarına dokunmayan bir sistemi demokrasi olarak adlandırıyorlar. O hâlde Erdoğan’a neden kızıyorlar? O da kendi ayrıcalıklarını savunuyor, Koç da, Sabacı da, beşli çeteler de. Demek onlar için var olan demokrasinin, “aydın”ımız için de yaşam standardı hâline gelmiş hâline demokrasi diyorlar. Ne sömürü ile ne sermaye egemenliği ile bir dertleri yoktur.

“Aydın”, geçmişi savunuyor. Bugün Saray Rejimi var. Onlar buna Erdoğan iktidarı, tek adam rejimi vb. diyorlar. Bu kötü ve iyi olan mesela 2002 öncesidir diyorlar. Birçoğu, mesela 2008’e kadarkine iyi diyor. Zaten o zaman, Hizmet Hareketi ile Gülen kadroları da vardı ve onlar daha “liyakatli” idi. Bunu söylüyorlar. O hâlde, eskiye dönelim, diyorlar.

Demek ki, kördürler ve toplumsal yasalardan, burjuva devletin ne olduğundan habersizdirler. Sanki, bir gün kendi kendine Erdoğan sistemi kendi isteğine göre değiştirmiş. Bir kötü adam, bir kötülük yapmış. Oraya iyi bir adam koyarsak, işler yolunda gider. Bu mudur?

Oysa Saray Rejimi, Erdoğan’ın işi değildir. Uluslararası sermaye de içindedir. Emperyalistler arası paylaşım savaşımı bir nedendir. Mesela Hizmet Hareketi diye adlandırılan Gülen Hareketinin FETÖ terör örgütü hâline gelmesi, bu paylaşım savaşımı bilinmeden açıklanamaz. İkinci neden Kürt devrimidir. Üçüncü neden ise Gezi Direnişi ile başlayan, iktidarın “kimyamızı bozdu” dediği toplumsal direniş hareketidir. Bu direniş sürmektedir.

Bunları sürekli tekrarlıyoruz. Okumayan, okuduğunu görmezden gelen, devrimci cepheden gelen her şeyi öcü diye karşılayan, genlerine anti-komünizm ve işçi düşmanlığı işlemiş bu elitist, devletçi “aydın”lar, kendi ayrıcalıklarını sürdürmek için, TV kanallarında boy göstermek için, gerçeği sürekli eğip büküyorlar. Saray, bunlara minnettardır ve onlara “sakın ha, sınırları aşmayın” demek için, kılıcı ve tehdidi sürekli canlı tutmaktadır.

Bunları söylüyoruz ve Saray Rejiminin TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi olduğunu açıklıyoruz. Bunun bir sonucu, geriye dönülemeyeceğinin anlaşılması amacıdır. Yani, 1990’lara dönmek diye bir şey yoktur. Kaldı ki, Özal dönemine demokrasi mi diyeceksiniz, 12 Eylül’ü mü savunacaksınız? NATO’ya bağlı kalmak budur. Bize, bu “aydın”lar, geçmişi övüyorlar. Oysa biz, tüm sistemin, kapitalist düzenin yıkılmasını savunuyoruz. Biz, işçilere bunu söylüyoruz.

Bugün, bu aydınların önemli bir savunusu “laiklik” elden gidiyor, söylemidir. Peki, Gülen Hareketi dönemindeki liyakatli kadrolar, “laik” miydi? TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Burjuva devlet, dini her zaman kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır, kullanır.

Biz komünistler, devrimci sosyalistler, kendimizi, dinin karşısında “tanrıtanımaz” ya da ateist olarak tanımlamayız. Bu, dinciliğe karşı kendini tanımlamaktır. Oysa biz, bambaşka bir dünyayı savunuyoruz. Sömürünün son bulmasını, kutsal özel mülkiyetin kaldırılmasını, üretim araçlarının özüne uygun olarak tüm toplumun olmasını savunuyoruz. Biz, yeni bir dünya savunuyoruz. Bu nedenle, sadece tanrıtanımazlık bizi tanımlamaz. Biz kapitalist sistemi yıkmayı, insanın insana yabancılaşmasının tüm biçimlerini ortadan kaldırmak üzere, özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürülmesine son vermeyi talep ediyoruz. Bize bu çok uzak bir hedef diyenlere diyoruz ki, komünizm fikri artık bir gerçekliktir. Elbette bu, kapitalist toplumun aşılması da demektir. Bunun bir devrimle gerçekleşmesinden önce de bu fikir vardır. Biz insanın kendi kaderini kendi elleri ile yazmasını savunuyoruz. Demek ki, geçmişin hiçbir biçimine hayranlık beslemiyoruz. Biz sadece tarihin akışını biliyoruz ve bunun çizgilenmiş sesiyiz.

Bu nedenle, laiklik elden gidiyor, mevcut düzen elden gidiyor, devlet elden gidiyor naraları bizim dışımızdadır. Biz, mevcut sistemin, Saray Rejiminin devrilmesi, alaşağı edilmesi ile tüm burjuva sistemin yıkılmasını savunuyoruz. Ancak o zaman din, insanların inancı şeklinde kendi yerine çekilir ve egemenlik ve yönetim aracı olmaktan çıkar.

“Aydın”larımızın birçok konuşmasında, açıklamalarında “Batı değerleri” vurgusu vardır. Aslında çok ilginçtir. Dünya insanlığının gelişiminin kökleri, Anadolu, Mezopotamya, Latin Amerika, Afrika olduğu hâlde, durmadan usanmadan Batı değerlerinden söz ediyorlar. Oysa Batı, dünyanın yağmalanması öyküsünün merkezidir. Sermayenin doğuş yeridir Batı ve kapitalizmin merkezidir. Ve elbette sömürgeciliğin de merkezdir. Uzak tarihi bir yana bırakalım, 17, 18, 19, 20 ve 21. yüzyıl tarihi, Batı’nın sömürgecilik tarihi olarak da ele alınabilir. Nasıl ki Atina devleti köle emeği üzerine yükseliyorduysa, nasıl ki Roma, köle emeği üzerine yükseliyorduysa Batı da bu yağma ve sömürü üzerine yükselmiştir. Ve insanlığın gördüğü en büyük iki savaş, iki dünya savaşı Batı’nın dünyayı sömürgeleştirmesinin ve sömürgelerini yeniden paylaşmasının savaşlarıdır. Bu, kapitalist dünyadır, emperyalist dünyadır. Ve bize Batı değerleri olarak sunulan “medeniyet taşıma” her zaman bir emperyalist savaşın örtüsü olarak kullanılmıştır.

Bazı “aydın”larımız, biraz daha ileri ve olumlu bir noktaya gelip, “anti-emperyalist” mücadeleden söz etmektedirler. Bu da eksiktir. Eğer kapitalist sisteme karşı çıkmadan bir anti-emperyalist mücadeleden söz ediyorsak, bunun tutarlı olmadığını söylemeliyiz. Ülkemiz Batı emperyalizminin bir sömürgesidir. Bu sömürgecilik NATO mekanizması ile bağlıdır. Ve ülkemizde emperyalist egemenlik, onların yerli işbirlikçileriyle birlikte vardır. Onların yerli işbirlikçileri işçiler, emekçiler değildir. Onların işbirlikçileri sermaye sahipleridir. Kapitalist sistem sürdüğü sürece, bağımsız bir ülke olmak diye bir şey yoktur. Demek ki, emperyalizme karşı olmak, kapitalizme de karşı olmak ile tutarlı bir politik tutuma dönüştürülebilir.

Şimdi, hakkında konuştuğumuz bu “ortada aydın”lar içinde bir ayrışma süreci vardır.

Gelişen sınıf mücadelesi, bu “ortada aydın”ları, saflarını belirlemeye itecektir. Bunun ipuçları ortaya çıkmıştır. Devletin, Saray Rejiminin artan baskıları, bu “ortada aydın”ları saf tutmaya zorlamaktadır.

Bugün, bu “ortadaki aydın”, her sözünde, “bakın efendim, ben devlete karşı değilim, ama bu tarzda gidersek, zarar görürsünüz” demektedir. Bunun sonucu olarak, “liyakatli kadrolar” gereklidir demektedirler. Bunun sonucu olarak “efendim cumhuriyet elden gidiyor” dikkat edin, demektedirler. Bunun sonucu olarak “laiklik elden gidiyor” bu iyi bir durum değildir, “biz diyorlar, size doğru yolu gösteriyoruz” yoksa haddimizi aşmıyoruz, sizi kandırıyorlar padişahım, diyorlar. Diyorlar ki, “saray kandırılıyor.” Bu ekonomi politikası ile ülke düze çıkmaz, ama bizi dinlerseniz… diyorlar. Sanki Saray Rejimi, tüm bunları yanlışlıkla yapıyor, âdeta padişah Vahdeddin gibi aldatılıyor.

Böylece bu “ortadaki aydın”, kendine bir hareket sahası açıyor. Ya bunlara son verip, söylediklerime kulak asılmıyor, bari susayım, diyecekler. Bu durumda artık hiçbir popülerlikleri kalmaz. Ya da direnişe katılacaklar, mesela işçi grevlerine, yürüyen işçilerin yanına katılacaklar, öğrencilerin ve kadınların direnişine açıktan destek verecekler. Oralarda işçilerle, halkla karşılaşacaklar ve öğrenmeye başlayacaklar. Bu durum elbette kişisel açıdan tehlikeli bir yola girmeleri demektir. Riskleri var. Hapis mesela. Ve onlar biliyorlar ki, hapis için bir bahane yeterlidir. Ama bu yol, iyileşmenin, insanlaşmanın da yoludur. İnsan olmadan, “aydın” olunamaz. İşçi sınıfının davasına, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya mücadelesine katılmadan, bilgilerinizin bir anlamı olmaz. “Ortadaki aydın”, birçok açıdan cahildir. Bu cehaleti, eylemsizliğinden bellidir. Seyrederek, konuşarak, devlete çeşitli uyarılarda bulunarak insan olunamaz. Bu hastalıklı hâldir ve işçi sınıfının devrimci yolu, iyileşmenin, bu hastalığın tedavisinin tek yoludur. o

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz