Bugün sizlere Nazım Hikmet’i anlatacağız. Onu anlatırken kronolojik bir akış içerisinde gitmeye dikkat göstermeyeceğiz ya da özellikle son yıllarda öne çıkartılmaya çalışılan aşk hayatı gibi “sevimli” özelliklerini başlık başlık ele almayacağız. Bizim bildiğimiz tek bir Nazım vardır: örgütlü mücadelenin içindeki şiir emekçisi Nazım. Yaşamı seyretmeyen, ona müdahale eden, okuruna “yüreğini göğsünün kafesinden çıkarıp güneşten düşen ateşe, diğerlerinin yüreklerinin yanına fırlat” çağrısı yapan, “halkın soyulmuş derisinden sırtına frak geçirenleri” hicveden, milyonların milyonda biri, sıra neferi Nazım. Yazdığı şiirleriyle o, sınıfının savaşçısıdır; işçiyi şimdiki haliyle alıp yüceltmez, yaşamının her alanında sömürülen, eksiltilen, çürüyen ve şarabını vermek için üzüm gibi ezilen işçi sınıfını her yönüyle çözümler ve aklına/yüreğine seslenerek onu hareket etmeye, ürettiği yaşamın yöneteni de olmak için al atlarını emperyalizmin göbeğinde koşturmaya çağırır. Bu hareketin de ancak örgütlü gerçekleştirilebileceğini bilir. Kavgasını da sanatını da aşkını da bu örgütlü yaşamın içinde yarattığı Nazım olarak biçimlendirip yaşamış, tüm hayatını bu sınıf savaşımının içerisinde işçi sınıfının yanında saf tutan bir devrimci olmasının üzerine kurmuştur. Kişiliğine ve sanatına saldırılması, saldırılamayan yerde ise makul zeminlere çekilmeye çalışılması bu sebeptendir, örgütlü bir devrimcinin melankolik bir aşk şairine dönüştürülüp sistem içi hale getirilmesi hedeflenmektedir ancak Nazım’ın hayatı da yazdıkları da ortadadır. Biz de bugün örgütlü mücadelesini verirken doğrusuyla yanlışıyla yaptığı tercihlerden ve bu tercihlerden doğru gelişen eyleminin yani şiirlerinin konu ve biçim bakımından hangi saiklerle oluşturulduğundan söz edeceğiz. Nazım’ı bütünlüklü olarak anlamaya çalıştık, bu çabamızın sonucu olarak aynı şekilde anlatmaya çalışacağız.
İlk başta biraz döneminin nesnel koşullarından ve bu koşulların gerekçelerinden bahsedeceğiz, Nazım’ın içine doğduğu dünyayı anlatacağız, sonrasında ilk yol ayrımıyla birlikte Moskova’ya gittiği yılları konuşacağız. Burada Nazım’ın esas doğumudur artık mevzubahis olan, örgütlenmesiyle birlikte bir devrimci olarak yaşaması ve eserlerini bu bakışla yazmasıdır. İlerleyen yıllarda Kuvayı Milliye Destanı ve Memleketimden İnsan Manzaraları‘nda görülen örgütlü ve örgütçü Nazım’ın çelişkisini ortaya koyarak bitireceğiz sunumumuzu.
Nazım 1902’de doğuyor. Doğduğu çağ, devrimler çağı. Az sayıdaki büyük şirketler pazarlara hâkim olmaya başlamış, bir yandan üretim bir yandan sermaye merkezileşiyor, sömürgelerin yağması yoluyla sermaye birikimi artıyor. Tekelci kapitalizm yani emperyalizmle beraber emperyalist devletler yeni sömürgelere, yeni sömürü biçimlerine ihtiyaç duyuyor; dünya topraklarını yeniden paylaşmak, yeni sömürgeler elde etmek hırsı içindeler. Yaşanan sıcak çatışmalarla Birinci Paylaşım Savaşı’na giden yoldayız. Öbür yandan kapitalizmin tekelci boyuta varmasıyla birlikte işçiler de artık sınıf kimliğini belirgin olarak kazanmaya başlıyor; yalnızca ekonomik değil politik açıdan da durdukları yeri görüp birlikte hareket etmenin, topraktan, ateşten ve demirden hayatı yaratanlar olarak iktidarı alma gerekliliklerinin farkına varıyorlar. 1848 devrimlerinde işçi sınıfının rolü ve 1871 Paris Komünü deneyimi bunlara bir kanıt oluşturabilir.
20. yüzyılın başlarında Osmanlı, kapitalistleşme yarışında geri kalmış, feodal bir devlet olarak hüküm sürüyor. Geniş toprakları paylaşılmaya elverişli bir konumda, bu yüzden de hedef tahtasındakilerden yalnızca biri. Çatırdayan devleti bir arada tutabilmek adına Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık gibi fikir akımları oluşsa da bunlar fikrî sahadaki etkileri hariç politik bir değişim yaratabilecek güçte değiller. Sanat alanında bu yansımalar ise şöyle vücut buluyor: Ya Batı özentiliği içinde ağır bir dil kullanarak çok daha şahsî meseleleri konu edinenler ya da biraz daha sonraları ortaya çıkan, dilde sadeleşmeyi benimseyip konularını halktan alan ama halkın davasına ortak olamayan milliyetçi şairler.
Nazım Hikmet böyle bir ortama doğuyor işte. Özellikle Mevlevilik tarikatına mensup paşa dedesinin okuduğu şiirlerden aklında kalan aruz ölçüsünün taklidine kalkıştığı, Osmanlıca kelimelerin yoğunlukta olduğu ilk şiirlerini veriyor. Bunlar daha dindar bir çerçeveden yazılmış şiirler. Sonrasında artık Birinci Paylaşım Savaşı’yla yükselen anti-işgal hareketinin de etkisiyle, milliyetçi bir tutumla, biçimin heceye döndüğü şiirler yazmaya başlıyor. Ancak o da yaşananları ancak gözlemci bir pozisyondan izlemekte, okuyup işittikleriyle sınırlı. Yani yazdıkları ikinci el verilerin üzerine oluşturulmuş hayallerin yansımaları bir nevi. Kendisi bu davanın bir parçası olmadığı için yazdıkları da o derecede dışarlıklı. Bu mücadeleyi kendi mücadelesi haline getirip bir ucundan tutmak için İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’ya gidiyor. Ama Anadolu’da bildikleri tersyüz oluyor. Açlığı, sefaleti, katliamları, halkın yaşadıklarını doğrudan görüyor. Gördüğü yalnızca halkın yaşamı değil. Paşaların, iktidar savaşında olanların, anti-emperyalist mücadeleye önderlik etmeye kalkışanların yaşamını da görüyor. Zenginliktir gördüğü, rakı şişesidir, biraz mezedir, eğlencedir, âlemdir, halktan kopuk kendi aralarında dönen bir iktidar mücadelesidir. Henüz sınıf bilinci oluşmamış olsa da ortada topyekûn bir “milli mücadele” olmadığını, bu mücadelenin içinde aynı safta gözükenlerin arasında bir ezen bir de ezilenin olduğunu fark ediyor. Bu süreçte Almanya’da Marksist mücadele yürüten Spartakistlerle tanışıyor ve sol neşriyatla haşır neşir oluyor. Mustafa Suphi ismini de o günlerde tanıyor. Mustafa Kemal tarafından Rusya’dan dönerken boğdurulan Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının hikayesini Anadolu’da öğreniyor. Mustafa Suphiler TKP’nin kurucularındandır, mücadeleyi sosyalist bir çizgiye çekmek amacıyla memlekete gelirken Mustafa Kemal’in emriyle Karadeniz’de boğdurulmuşlardır. Birkaç yıl sonra şiirinde “Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak/Kalbim yine çarpıyor/ kalbim yine çarpacak!” diyerek canlandıracaktır Suphileri.
Artık bir yol ayrımına girmiş durumda. Ya Moskova’ya gidecek. Emperyalistlerin Birinci Paylaşım Savaşı’nı sonlandırıp kendisine karşı tek cephe haline gelmelerine, TC devletini kendisine karşı bir ileri karakol olarak örgütlemelerine sebep olan; burjuvaziye karşı iktidarı Sovyetlere veren Ekim Devrimi’nin merkezine ve devrim ateşini yaşayacak orada. Ya da memlekette şöyle böyle bir iş bulup hayatına devam edecek. Bir hesaplaşmaya varıyor bu tercih. Kendisine soruyor: “Oğlum, sen hapiste yatabilir misin, kör kalabilir misin, asılmak var günün sonunda, ölmek var Suphi gibi. İçkiyi, yemeyi, sanatı, kadınları bırakabilir misin?”. Seçimini yapıyor sonra, görmüş Anadolu’yu, iki uzlaşmaz sınıfı sezinlemiş yerinde. Karar veriyor Moskova’ya gidilecek.
Moskova’ya doğru yol alırken, Nazım yeni kurulan bu ülkede Anadolu’dan çok da farklı bir manzara bulamaz önce; yeniden açlıkla, sefaletle yüzleşir ve bütün bu açları milletinden, cinsinden bağımsız olarak insanlık adına sahiplenir: “Değil birkaç/Değil beş on/ Otuz milyon/ Aç bizim”.
Moskova’ya vardığında ise devrim ateşinin ortasında bulur kendini, Ekim Devrimi’nin havası Moskova’dan Avrupa’ya yayılmış, herkes devrimler dalgasını beklemektedir. Burada Devrim önderlerinin mitinglerine katılma ve fikirlerini kendilerinin ağzından dinleme şansına kavuşur. Doğu Emekçilerinin Komünist Üniversitesi yani “KUTV”da eğitim görür, eğitimi esnasında kendisini teori ve sanat açısından geliştirir ve Mayakovski gibi alanın öncüleriyle tanışır. Şiirleri içerik ve biçim bakımından fikrini örgütlemek üzere şekillenir, hatta tamamen ajitasyon ve propaganda biçimini alır, yer yer bu durum kaba didaktik bir anlatıma bile varır. Bu dönemde Anadolu’da yayınlanmak üzere gönderdiği ve didaktik yönü ağır basan şiirlerin yanında, mitinglerde kürsüden okunmak için yazdığı, içerikten ziyade ses uyumu ve yapının önde olduğu şiirler de yazar. Lenin’in ölümü üzerine yazdığı Matem Marşı bu dönem yazdığı şiirlerine örnektir: “Çan/çalmıyoruz/çan /çalmıyoruz/yok/salâ veren! / Giden/o/biten/bir/şarkı değildir…/ O/büyük/bir/ışık/gibi döğüştü. /Kasketli/bir güneş/halinde düştü…”
Bu şiiri barındırdığı ses uyumu ve biçimi itibariyle Moskova’da kürsüden okunduğunda Türkçe bilmeyen yoldaşlarını dahi Nazım’ın deneyimlediği durgun yasa sürükleyecek şekilde yansıma seslerden faydalanarak yazılmıştır.
Aynı dönemde Suphi ve on beş yoldaşının faaliyetleri sebebiyle Mustafa Kemal tarafından kumpas kurularak katledilmesini konu alan 28 Kanunisani’yi yazar:
“….
Trabzon’dan bir motor açılıyor
sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
motoru taşlıyorlar
son perdeye başlıyorlar!
burjuva kemal’in omuzuna binmiş
kemal kumandanın kordonuna
kumandan kahyanın cebine inmiş
kahya adamlarının donuna
uluyorlar
hav… hav… hak… tü
yoldaş unutma bunu burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
hav…hav…hak…tü
– gördün mü ikinci motörü?
– içinde kim var?
– arkalarından gidiyorlar.
– ikinci motör birinciye yetişti
– bordoları bitişti
– motörler sarsılıyor
– dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar.
– hayır
iki motörde iki sınıf çarpışıyor
….”
TC devletinin ve kurucusunun burjuva karakterini olanca sadeliğiyle ortaya koyduğu bu şiirinde Nazım’ın dönemini aşan bir berraklıkla yaklaştığını görürüz Anadolu’daki burjuva devrimine.
Nazım’ın Sovyetler’de sağlamlaştırdığı dünya görüşünün ve teorisinin temelini, devrimci mücadele ve mücadeleye uygun bir araç olarak parti faaliyeti oluşturur. KUTV’daki eğitimini tamamladıktan sonra Avrupa Devrimi’nin beklendiği gibi gerçekleşmemesi ve Lenin’in ölümünün de etkisiyle devrim fikrini yaymak üzere Anadolu’ya döner. Türkiye Komünist Partisi üyesidir. Parti perspektifine uygun şekilde kitleleri ajite etmeye yönelik, anti-emperyalist niteliği önde şiirler yazar. Nazım iyi bir ajitatördür, bu dönemde yazdığı Güneşi İçenlerin Türküsü şiirinde gördüğümüz üzere insanca bir yaşam mücadelesini zengin çağrışımlarla, sosyalizm demeden anlatmanın yollarını bulur:
“Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neşemiz sıcak!
kan kadar sıcak
delikanlıların rüyalarında yanan
o “an”
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!”
Bu dönemde Nazım’ın ve çevresinin faaliyetleri devletin gözünden kaçmaz, yazı ve şiirlerinin yayınlandığı Aydınlık Dergisi baskına uğrar ve çoğu yazarı tutuklanır. Nazım önce Moskova’ya gider ve dönüşünde ilk defa hapishaneye düşer. Burada yaşadıkları şiirinin içeriği bakımından köklü bir değişime sebep olacaktır. O zamana kadar şiirlerinde propaganda yönü ağır basmış, kaynağını doğrudan hayatın içinden değil; fikirlerinden almıştır. Hopa Hapishanesi’nde ise şimdiye kadar yaşamlarını ancak yakından gözlemleyebildiği insanların, kendi insanlarının hayatına dahil olmuş, onlarla ortak bir yaşam kurmuş ve onların şiirlerini yazmıştır. “Dar yalakta aptes alan ihtiyar Kızkapan Oğlu Vehpi”dir arttık anlattığı, “Bir gece bir kanca alıp yanına damından inmiş dedesinin dükkanına” dediği Muhittin’dir. Onun şiirlerini büyüten de bu olmuştur. Artık bir hatip gibi kitabi bir yerden doğruları art arda sıralayan biri olmaktan çıkmış; yaşamın içinden olanı, bu doğruların süzgecinden geçirerek görüp hayatın kendisini anlatmaya koyulmuştur. Teorik bilgisini bir gözlük gibi kullanarak gördüğü insanları doğrudan bir sadelikle anlatabilmesi, onu memleketin şairi yapmaya başlamıştır. Mücadelesini hayatın geri kalanından ayırarak en tepeye yerleştiren ve bu uğurda aşk şiirleri yazmamaya ant içen bir Nazım’dan, yaşamın dört bir köşesini mücadeleyle ören, su içmekten uyumaya her bir eylemi devrimci olarak gören yaşayan eyleyen Nazım’a dönüşmüş, bu da her türden konuyu bir komünist olarak işleyerek şiirlerini genişletmeye götürmüştür onu. Kuru bilgileri estetize etmez artık, “Ustanın şarap parası için çırpı bedenini ateşe atan çırak” gibi, “para yüzünden itin birine varan taze bir gül Ayşe”* gibilerini sayfalarında yontabilmesinden gelir devrim demeden insanların gönüllerinde kızıl meşaleyi yakabilen sahiciliği.
Bu esnada dünya devrimi dalgasının yaşanmamasıyla tek bir ülkeye sıkışan sosyalist devrim, kendisine yeni yollar aramaktadır, Nazım bu dönemde devrimin yayılmasını önlemek amacıyla Sovyetlerin etrafının bir duvar gibi çevrilmesini duvar şiirinde anlatır. Bu şiirin devamında bulunan Duvara Cevap kısmında ise kendi örgütlü mücadelesini insanlığın tarihsel gelişimi içerisinde diyalektiğin zorunlu bir ürünü olarak görüşünü şöyle anlatır: “Bize karşı koyanlar/karşı koymuş demektir. /Maddede hareketin/yürüyen cemiyetin/ezeli kanunlarına. /Sükûn yok, hareket var/bugün yarına çıkar/bugünü yıkar/ve bu durmadan akar/akar/akar.”
Nazım’ın örgütlü mücadeleye bakış açısını en açık biçimde teşhir edebileceğimiz şiirlerinden bir tanesi de yıllar sonra yazacağı Ceviz Ağacı’dır.
“…
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.
…”
Gülhane Parkı’nda ceviz ağacı yoktur, aynı tutuklanacağı için Moskova’da olup İstanbul’un dışında bulunan Nazım gibi. Ama Nazım Hikmet her ne kadar İstanbul’da olamasa da dokunur ona yüz bin eliyle, çünkü örgütlü bir devrimcidir ve Nazım örgütü kadardır. Tek bir yaprağın hareket kabiliyetini aşmış, yüz bin yaprağın bir araya gelip yarattığı nitelik sıçramasıyla ağaç olmuş, bir ağacın potansiyeline ulaşmıştır. Yüz bin tane insan bir tek mücadele için savaşım verirken onun bedenen İstanbul’da olmaması bir şeyi değiştirmez. Örgütlülüğüyle, örgütüyle o; yüz bin insanın hareketinin parçası olarak İstanbul’a müdahale etmeye kadirdir. Kendi kişisel sınırlarını aşmak, mücadelenin sürekliliğini tekil şahsiyetlerin becerilerinden çıkarmak, kolektifin oluşturduğu bilgi birikimi ve tecrübeyle varılan teoriyle bireysel bakış açılarının sınırlılığını yıkıp hakikate yaklaşmak ancak mücadeleyi bireysel bir itirazdan çıkarıp örgütün içerisinde hareket etmekle mümkündür, o da bunun farkındadır. Hele ki karşıda burjuvazi tek tek değil, en gelişmiş örgütü yani devletiyle saldırıyorsa biz devrimcilere, bu zorunluluktur. Nazım da bu zorunluluğun getirisiyle örgütlenmiştir ve hayatı boyunca örgütlü mücadelenin içerisinde yer almıştır.
Öte yandan Komintern’in devrimin yayılmaması ve faşizmin yükselişine karşı üreteceği politika burjuvanın içerisinde ittifaklar arayarak devletlerin faşist hükümetlerle yakınlaşmasına karşı Faşizme Karşı Birleşik Cephe’ler örülmesi olur. TKP bu politikaya uygun olarak Mustafa Kemal ve onun önderliğinde gerçekleşen burjuva devrimi sahiplenmiş, bir “milli mücadele” anlatısını benimsemiştir. Partili Nazım, Komünist Nazım, daha 1923’te “Burjuva Kemal’in sırtına binmiş, Kemal kâhyanın donuna” diyebilmiş Nazım; Suphi’lerin katili, burjuvayı omuzlamış Kemal’le nasıl uzlaşabilir? Tarihe ve devlete berrak bir sınıf bilinciyle bakan Nazım, Parti’nin bu politikayı benimsemesini başta kabullenemez, muhalefet eder, partinin içinde muhalif kanadı örgütler. Fikrini parti içerisinde örgütlemeye çalışan Nazım’ın mücadele süreci partiden ihracına kadar gidecektir. Ancak Nazım örgütçüdür, partiden ihraç edildiğinde bile ilk ve en önemli hamlesi yeni bir parti örgütlenmesi yaratmaya çalışmak olmuştur. Yine de yeni parti örgütlenemez, Nazım da yeni bir yol ayrımına gelir. TKP ile devam etmek veyahut örgütsüzlük. Nazım örgütçüdür. KUTV’daki eğitiminden ve Ekim devrimi deneyiminden bilir: devrimci parti devrim yolunda sınıfın yegâne silahıdır. Devrimci olarak burjuvazinin karşısında işçi sınıfının yanında yer alabilmesi, mücadele etmesi ancak örgütlüyken mümkündür. Tek yolu TKP içerisinde faaliyet yürütmektir, bunun için Nazım partiyle uzlaşma yoluna gidecektir.
Şimdi tabloyu tekrar önümüze serelim: Nazım, Komünist Nazım, burjuvayı omuzlayan Kemal’e karşı “Onlar-biz” diyebilmiş Nazım, nasıl uzlaşır burjuva devletle? İşte bu çelişki Nazım’ın şiirlerinde de kendini tarif edecektir. Parti politikasıyla uzlaşı içerisinde olan Kuvayı Milliye Destanı (“Sarışın bir kurda benziyordu/ ve mavi gözleri çakmak çakmaktı”) ve sınıfın durumunu filtresiz gözler önüne seren Memleketimden İnsan Manzaraları (“510 numaralı üçüncü mevki vagon/Jandarmalarla mahkûmlar birinci bölmede/Çavuş, daha bir kere olsun gülmedi/Mavzerler yatırıldıysa da raflara/kelepçeler çözülmedi/Ayrı ayrı dünyalarda iki taraf.”) bu dönemin ürünleridir. Kuvayı Milliye’de Anadolu’daki anti-işgal hareketler, Kemal’in önderliğinde bir milli kurtuluş mücadelesi olarak anlatılırken Nazım kendi bildiğini mi unutmuştur? Hayır. Nazım örgütçüdür. Örgütlü mücadeleyi her şeyin önüne koyar. Yazık ki bu yolda gerçeği görmesine rağmen fikrini sonuna kadar götürememiş, ısrar yerine uzlaşı yolunu tercih etmiştir. Bilgisine sahip olduğu gerçek ve partiyle ters düşmemek isteği ise bundan sonraki mücadele hayatında süreğen bir çelişki olarak kendini var etmeye devam edecektir. Nazım niçin uzlaşı yolunu seçmiştir? Bir yanıyla bu süreçte Parti içerisinde Nazım’a karşı örgütlenen kanadı ve saldırıları görmek gerekir. Devletin sürekli saldırısı altındaki Nazım, parti tarafından sahiplenilmemiş, genç şairler kendisine karşı kışkırtılmıştır. Nazım 1951’de açlık grevine başlayana kadar parti, hapishaneye düşmesini bile gündem etmemiştir. Bu saldırılar karşısında Nazım, gerçeği örgütlemek konusunda bir adım geri kalmış, dahası dört bir yanda Komintern kararınca uygulanan Faşizme Karşı Birleşik Cephe teziyle tekil olarak mücadele edememiştir. Şiirlerinden görürüz ki Nazım bildiğine sırtını dönmemiş, ama gerçeği örgütlemek için sonuna kadar diretecek tutumu da sergileyememiştir. Burada şunu görmek gerekir, evet Nazım örgütü kadardır ama örgütü de Nazım kadardır. Parti, üstten alta yapılması gerekenleri aktaran bir oluşum; kolektif, kişinin dışında ona emirler buyuran bir yapılanma değildir. Örgüt, elbette kişilerin toplamından fazladır ama onlardan meydana gelir. Kolektif akıl, kişilerin fikirlerinin birbirini gerçeğe doğru açmasıyla ulaşılan noktada sağlanan birlikle oluşur. Fikrinin gerçek olduğunu düşünen de ne denli ısrarcı olursa onun arkasında ne denli durup diğerlerini ikna edebilirse, oluşacak ortak irade de o ölçüde bundan beslenerek hakikate yakınlaşır. Yani Nazım örgütünü örgütleyemediği noktada -tarihsel koşulların da bu yönlü geliştiğini göz önünde bulundurmakla beraber-, gerçek olmayan ve kendisinin de bunu bildiği bir fikrin arkasında durmak zorunda kalmış, Memleketimden İnsan Manzaraları’na ekleme çıkarma yaparak bir milli mücadele anlatısı yaratmış, Kuvayı Milliye Destanı gibi resmi tarihin içerisinde yer alabilecek bir eser vermiştir.
Nazım doğrusuyla yanlışıyla bizimdir. Bugün doğumundan 110 yıl sonra hala onun şiirleriyle ümidi, direngenliği, birliği, yası, aşkı yaşıyorsak, birbirimize güç veriyorsak bundandır. Ancak onu iyi tespit etmek, uçlara savrulmadan yaşadığı ve yazdıklarını olduğu gibi görüp eleştirebilmek de lazımdır ki onu aşabilelim, maddede hareketin yürüyen cemiyetin ezeli kanunlarına karşı koymayalım. Bu takdirde Nazım’ın hayatından şu iki hakikat çıkarılabilir: Örgütlenmek, halkların karşısında en gelişmiş aygıtı -devletiyle- üzerimize gelen burjuvaziyi yıkmak adına gereklidir çünkü tekil itirazlar ancak örgütlü mücadeleye akıtıldığı takdirde süreklileşebilir, büyüyebilir, güçlenebilir, birey ancak örgütü kadar vardır. Bir yandan da bu tekiller doğru bildikleri fikirlerini sonuna kadar götürüp ısrarla örgütlemeye çalışmalıdırlar ki kolektifin aklı bu yönlü çalışsın, hareketin rotası gerçeğe doğru çizilebilsin çünkü örgüt de bireylerin kendisi kadar vardır. İsyanı örgütte birleştirmek, gerçeği örgütlemek, bir tarafıyla hayatının her alanını mücadeleye çevirmek ve üretmek, devrimciliğini bütün olağanlığıyla yaşamın ortasında sürdürmek gerekir. Çünkü:
“Türkülerimiz
varoşlarda sokaklara çıkmalıdır.
….
Biz anlamayız
tek ağzın türküsünü
…
Türkülerimiz
ön safta en önde saldırmalıdır düşmana
….
Türkülerimiz
bir tek yüreğin
perdeleri inik
kapısı kilitli evinde oturamaz
Türkülerimiz
rüzgara çıkmalıdır!”
*Bekir Kilerci-Fırtına Kopanda