“Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki”[1]
Sigmund Freud’un, “Daha önce hiçbir hadise insanlığın değerli ortak varlıklarını bu denli tahrip etmemiş, en parlak zekâları şaşkına çevirmemiş, ulvi olanı bu denli ayaklar altına sermemişti,”[2] saptaması, ABD/ Batı beslemesi Siyonist İsrail’in Filistin’i imha harekâtıyla ulaşılan koordinatları iyi betimleyen bir ifadedir.
Harun Haşim Raşid’in, “Bir gün mahallemize döneceğiz/ ve umudun sıcaklığında boğulacağız/ Geri döneceğiz, ne kadar zaman geçse de/ aramıza mesafe girse de/ Geri döneceğiz” dizelerindeki umuda; Mahmud Derviş’in, “Ben Arap Ahmed/ Gelsin kuşatmacılar!/ Benim kal’am gövdem/ Gelsin kuşatmacılar!/ Ateş hattıyım ben/ Kuşatacağım onları/ Çünkü göğsüm/ Sığınaktır halkıma/ Gelsin kuşatma!” mısralarındaki dirence yönelik Nakba’yı sürdüren bir soykırım yaşanıyor!
Lena Obermaier’in, “Gazze’de yaşananlara dair önümüze çıkan yüzlerce video, ses notları, Birleşmiş Milletler (BM) açıklamaları ve istatistikler, İsrailli soykırım araştırmacısı Raz Segal’in yazdığı gerçeğe işaret ediyor: gözlerimizin önünde tam bir soykırım örneği ortaya çıkıyor,”[3] ifadesindeki üzere her şey: ‘BM ve Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması’ (IPC) Gazze’deki 1.1 milyon insanın gıda kaynaklarının tamamen tükendiği ve bölgenin kıtlıkla karşı karşıya olduğunu açıkladı, örneğin…
Raporda, “Çatışmalardan önce 5 yaşın altındaki çocukların yüzde 0.8’i yetersiz besleniyordu. 2024 Şubat’ı itibarıyla kuzeyde bu rakamın yüzde 12.4 ile 16.5 arasında olduğunu gösteriyor” ifadeleri kullanıldı.
IPC, Gazze’nin akut gıda güvensizliği seviyesinde 5’inci aşamada olduğunu belirterek, “En olası senaryoya göre, hem Kuzey Gazze hem de Gazze’de kanıtlarla IPC Aşama 5’te (Kıtlık) sınıflandırılmaktadır. Bu aşama, nüfusun yüzde 70’ini kapsamaktadır” dedi.
IPC, “Gazze Şeridi’ndeki nüfusun tamamı (2.23 milyon) yüksek düzeyde akut gıda güvensizliğiyle karşı karşıyadır. 2024’ün Mart ortası ile Temmuz ortası arasında, en olası senaryoya göre ve Refah’a kara saldırısı da dâhil olmak üzere çatışmaların tırmanacağı varsayımı altında, Gazze Şeridi nüfusunun yarısı (1.11 milyon kişi) felâket koşullarıyla karşı karşıya… Bu, önceki analizle karşılaştırıldığında 530 bin kişilik (yüzde 92) bir artışa işaret ediyor” değerlendirmesini yaptı.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres kıtlık değerlendirmelerine ilişkin, “Gazze’nin kuzey kesiminde kıtlık kapıda. Gazze’de 1,1 milyon insan, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, şimdiye kadar kaydedilen en yüksek insan sayısı olan felâket düzeyindeki açlıkla karşı karşıya. Bu tamamen insan yapımı bir felâkettir” dedi.
UNRWA Genel Komiseri Philippe Lazzarini ise kıtlık raporu sonrasında İsrail kuvvetlerinin Gazze’ye yardımların girişini engellediğini belirterek, “Gazze’de kıtlık olduğuna dair yeni verilerin ortaya çıktığı gün İsrail yetkilileri Gazze’ye girişimi engelliyor. Kuzey Gazze Şeridi’nde kıtlığın kapıda olması ve şu andan itibaren mayıs ayına kadar gelmesi bekleniyor. Nüfusun yarısı yiyecek kaynaklarını ve başa çıkma kapasitelerini tamamen tüketmiş durumda,” ifadelerini kullandı.[4]
Hâl buyken; Filistin halkının uzun yıllardır İsrail şiddetiyle birlikte yaşadığının altını çizen Filistinli Yusuf Barakat, “Orası dünyanın en büyük hapishanesi. Gazze’de koşullar hep zordu. Doğalgaz, mazot ve internet gibi temel şeylere bile erişmekte güçlük çekiyoruz. Gazze’ye dünyanın en büyük köklü markaları yıllardır ürün göndermiyor. Amerika’nın Küba’ya uyguladığı ablukayı İsrail de Filistin’e uyguluyor,”[5] diye haykırıyor!
Lakin tarihin de defalarca kanıtladığı üzere emperyalist ABD ile Batı’nın kulakları yine sağır!
BİRAZ TARİH
Sözünü ettiğimiz soru(n)un tarihsel kökleri uzun bir geçmişe dayanır. MÖ 2000’de Arapların egemenliğindeki (Amalika kavmi), ve bir dönem Hititlerin, Mısırlıların eline geçen Filistin topraklarına Musa Peygamber öncülüğündeki İsrailoğulları yerleşmişti.
Roma egemenliği, Bizans işgali, Emeviler, Abbasiler, Memlûklardan sonra, 1516’da Osmanlı devletine bağlanan Filistin, 400 yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kaldı.
İsrailoğulları’nın “bağışlanmış ülke” olarak gördükleri Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde I. Siyonist Kongre toplandı. 1908’deki II. Meşrutiyet’le birlikte Yahudiler, bölgeye yerleşmeye başladı.
XIX. yüzyılın sonlarında Siyonistler, Avrupa’da siyasi örgütlenmelerini kurduktan sonra, Ortadoğu’da Osmanlı elinden aldığı topraklarda sömürge ve mandalarını kuran İngiltere’ye yalnızca bağımsız bir ülke kurmak için değil, o dönemde bölgede emperyalizmin ileri karakolu olma teklifi ile gitmişti: “Avrupa için biz, Filistin’de Asya’ya karşı koruma duvarının bir parçası, barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olabiliriz,” ifadesindeki üzere Theodor Herzl’in (1897)
Dolayısıyla İsrail meselesi, XX. yüzyılın başlaması ile birlikte Ortadoğu’da bağımsızlık mücadelesi veren Arapları durdurabilmek için önce İngiliz, ardından Amerikan emperyalizminin desteklediği çözümdü.
“Sonuç olarak, emperyalist güçlerle Yahudi sermaye sınıfının amaçlarının birleştiği yer ve zamanda Siyonizm, bir ideoloji ve hareket olarak ortaya çıktı.”[6]
Bu doğrultuda Filistin’de uluslararası bir yönetimin kurulmasının da önerildiği Sykes-Picot Antlaşması’ndan (1916) sonra, Mekke Şerifi Hüseyin Osmanlılara karşı isyan başlattı, Osmanlı Filistin’den çekildi (1918).
İngiliz Mandası ve San Remo Konferansı’ndan (1920) sonra ABD Kongre ve Temsilciler Meclisi karar verdi (21 Eylül 1922): “ABD Filistin’de Yahudilere milli yurt kurulmasına taraftardır.”
ABD’nin Siyonist Konferansı’nda (New York, Mayıs 1942) Filistin’in Yahudi devleti olmasına desteğini açıklamasının ardından Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu duyurduğunda takvimler 14 Mayıs 1948’i gösteriyordu.
Yeri gelmişken anımsatmadan geçmeyelim: Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi, İngilizlerin zoruyla olmuş ve Filistinlilerin direnişiyle karşılaşmıştı. Türkiye kamuoyunda gündeme gelene kadar belki dünyada konuşulmayan bir Siyonist propagandası olan “toprak satma” meselesi, Filistin’de daha yüzyılın ilk onyıllarında başlayıp bugüne kadar devam eden işgali meşrulaştırmak için öne sürülen bir çarpıtmaydı. 1940’lı yıllara kadar süren toprak satmalar, Filistin’in yüzde 5’ini dahi oluşturmayan bir kısmın, Filistin’de yaşamayan Araplar tarafından, çoğu zaman İngilizlerin teşvik için bu topraklardaki vergileri artırmasıyla gerçekleşmişti. Gerçekte ise İngiliz emperyalizmi, aşama aşama Yahudi yerleşimcileri Filistin’e taşımış, her aşamada da Filistinlilerin isyanıyla karşılaşmıştı. Filistinli direnişçilerin gücü İngilizleri zorlamaya başladığında, İngiltere ülkeye yıllık olarak alınacak Yahudi sayısına sınırlama getirmek zorunda kaldı. Siyonistler buna karşı kendi terör örgütlerini kurarak, Filistin’de sivil halkı yurtlarından sürmeye zorlayan katliamlar düzenlemeye koyuldu. O dönem kurulan örgütlerden Haganah, bugünkü İsrail ordusunun da çekirdeğini oluşturmuştu. İngiliz emperyalizmi, Siyonist terör ve II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan lobisinin baskısıyla İsrail’in kurulması sonucunda, Filistin halkı yerleşik, işgalci korsan bir devletin kesintisiz terör ve yerinden etmesiyle karşı karşıya kaldı.
Kimse inkâr edemez! Bugünkü savaşın kökeni İngiliz emperyalizmine uzanır. İngiliz hükümeti 1917 yılında meşhur Balfour Deklarasyonu’nu yayımlamıştı. 67 kelimelik bu kısa belge modern Filistin tarihinde bir dönüm noktasıydı. Büyük Britanya’yı Filistin’de Yahudiler için bir “milli yurt” kurmaya angaje ediyordu (Deklarasyonun ilk şekli bir “Yahudi devleti” vaat ediyordu, ancak daha sonra değiştirildi). Balfour Deklarasyonu, Filistinlileri korumayı amaçlayan bir dil içeriyordu, ancak sonraki yüzyılda bunun nasıl sonuçlandığını gördük.
1. Dünya Savaşı’ndan 1948’e kadar Filistin’i İngilizler yönetti ve bu sürenin büyük bir kısmı Milletler Cemiyeti tarafından tayin edilen bir manda yönetimi altında geçti. Filistin’deki Yahudi yerleşimcilerin sayısı bu onyıllar boyunca -özellikle 1930’larda- İngiliz hükümetinin göçü teşvik etmesiyle arttı. 1922’de bölgedeki nüfusun sadece yüzde 11’i Yahudi’ydi. Bu rakam 1931’de yaklaşık yüzde 17’ye yükselecek, 1939’da ise neredeyse yüzde 30’u bulacaktı.
Bu noktada İngiliz hükümeti bölgede istikrarı sağlamak için Yahudi nüfusunun daha fazla artmasını sınırlamaya çalıştı. Ancak artık çok geçti; sahadaki dengeler değişmişti. Neredeyse yüzde 90’ı Filistinlilerden oluşan bölge, iki grup arasında çekişmeli bir toprak hâline gelmişti. Dahası, İngilizler Filistinlilerin topraklarına Yahudilere vermek üzere el koymuş ve yeni başlayan Filistin milliyetçiliğine karşı şiddetli bir baskı uygulamaya başlamıştı. 1930’larda bir İngiliz hükümeti komisyonu Filistin’in bölünmesini tavsiye ederek başarısız “iki devletli çözümün” temelini atacaktı. Başka bir deyişle, bu çatışma 20’nci yüzyılın ilk yarısında sömürgeci bir projeyi desteklemek için uygulanan belirli emperyal politikaların ürünüdür. “Yahudi Sorunu” -yani Avrupa’nın uzun süredir kendi antisemitizmiyle yeterince başa çıkamaması- Britanya İmparatorluğu tarafından Filistinlilerin Siyonizm sorunu hâline getirildi.
İngiliz yönetiminin en önemli özelliklerinden biri, farklı grupları birbirlerine karşı kışkırtmaktı. Filistin’e Yahudi göçüne verilen destek, yerli Filistinlilerin öfkesini ve harekete geçmesini tetikleyerek 1936-1939 Büyük Filistin İsyanı’na yol açtı. Genel grev ve köylü ayaklanmasını içeren isyan, Siyonist paramiliter güçlerle işbirliği yapan İngiliz hükümeti tarafından şiddetle bastırıldı. Ancak isyanın ardından İngilizler bölgeye Yahudi göçünü sınırlamaya başladı ve emperyal çıkarlarını korumak için destekledikleri gruba karşı cephe aldı. Bu durum Filistin’de Siyonistlerin şiddetli saldırılarına yol açtı.
Ve 1948’de Filistin resmen bölündü ve Nakba’nın başlangıcına nezaret eden eski İngiliz yöneticilerin onayıyla bir Siyonist devlet ve bir Filistin devleti kurulması amaçlandı.
Bu yerlerin her biri, son bir ya da iki yüzyıla kadar izleri sürülebilen “kadim” nefrete dayanan şiddetli çatışmalara sahne oldu. Bu ortak nokta, Britanya İmparatorluğu politikalarının bu bölgelerdeki şiddetin temel nedeni olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymaktadır; bu çatışmaların imparatorluğa dayandırıldığı o kadar çok örnek var ki, bunun bir tesadüf olduğunu düşünmek mümkün değil.[7]
Tarihi gerçekler böyleyken; İsrail, doğrudan Arap coğrafyasında emperyalizmin yerleşik bir aygıtı olarak kurulmuş, ilk yerleştirmelerden itibaren de şiddet, baskı ve zor ile sürdürülmüştü.
Süreç içinde Filistin’de örgütlü direniş tek çatı altında toplandı: Altı Gün Savaşı’yla İsrail’in işgallerinden (5-10 Haziran 1967) sonra, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların eşit haklara sahip olduğu demokratik, laik bir Filistin devleti kurulmasını öneren el Fetih hareketi, 1964’te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) egemen oldu. (Haziran 1968)…
Unutulmasın: 1960’larda Amerikan emperyalizmine karşı dünyanın dört bir yanında açılan cephelerden biri de Filistin’deydi.[8]
Filistin halkının direnişini bölmek, parçalamak, laik, devrimci rotadan kaydırıp “Yeşil Kuşak”ın bir parçası hâline getirmek için uygulanan politikalarla Arap ülkeleri susturuldu. Ezen/ ezilen savaşının yerine Siyonist İsrail-Filistin savaşı ikame edildi.
Özetle Filistinliler, bu emperyal zora karşı her dönem farklı mücadele yöntemleri ile karşı koymaya çalışmış, mesele zaman zaman bir Arap birliği mücadelesine, zaman zaman da enternasyonal bir devrimci harekete dönüşmüştü.
FKÖ önderliğindeki Filistin mücadelesi, XXI. yüzyıl öncesinde, SSCB’nin yıkılması ve dünyada sosyalist hareketlerin zayıflamasından doğrudan etkilenmişti. Aynı dönem, Amerikan emperyalizmi de bölgede yeşil kuşak projesini hayata geçirerek Taliban, El-Kaide gibi örgütlerin kurulmasına öncülük etmiş, emperyalizmle çelişkili Arap devletlerinde Müslüman kardeşler seksiyonlarını desteklemişti. Filistin’de de Hamas bu dönemde yükselişe geçmiş, İsrail de FKÖ yerine Hamas’ın liderliği alacak güce kavuşmasını kendi devlet politikası hâline getirmişti.
Bugünlerde önde Hamas olsa dahi Filistin direnişi, tüm heterojenliği ile Filistin direnişidir. Filistin direnişinin desteklenmesi, Hamas’ın onaylanması anlamına gelmez. Çünkü mesele Filistin sorunu değil, İsrail sorunudur, emperyalizmin yüz yılda kanla inşa ettiği Siyonist terörüdür. Bu devletin harcı Filistinlilerin kanı ile karılmıştır. Ve de İsrail sorunu bir emperyalizm sorunudur.[9]
KIRILMA AŞAMALARI
Dünü anlamadan, bugünü ve yarını pek anlayamazsınız. Bunun için önce, Filistin’de yaşanan dört kırılma noktasını değerlendirmek gerekir…
i) Birinci kırılma noktası: 2 Kasım 1917’de Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Balfour’un “Krallık hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını desteklemektedir,” açıklamasıyla İsrail Devleti’nin kurulması için ilk adım atıldı. 8 Aralık 1917’de İngiliz ordusu Kudüs’e girdi. 5 Mayıs 1920’de de Milletler Cemiyeti Filistin’i İngiltere’nin mandasına bıraktı. Filistin’de 1919’da başlayan çatışmalar devam edince, İngiltere sorunu BM’ye taşıdı. BM Genel Kurulu, 29 Kasım 1947’de aldığı kararla; Filistin’in; Filistin ve Yahudi toprakları olarak ikiye ayrılmasını ve Kudüs’ün uluslararası bölge olmasını kabul etti. O anda Filistin’de 1 milyon 269 bin Filistinli ve 678 bin Yahudi yaşıyordu. Arap tarafı bu kararı Uluslararası Adalet Divanı’na taşıdı. Ancak bu itiraz reddedildi.
14 Mayıs 1948’de İngiltere Filistin’deki manda rejimine son verildiğini açıkladı. Yahudiler, hemen İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Bu ilana karşı çıkan Arap Ligi Filistin’e müdahale etme kararı aldı. 40 milyona yakın nüfusu olan Arap ülkelerinin müdahale gücü 20 bin civarındaydı. Buna karşı Yahudilerin silahlı gücü 60 bine yakındı. Çatışmalar Ocak 1949’da sona erdi. Arapların elinde Filistin’in yüzde 21’i kalmıştı. Asıl önemli olan nokta ise Filistin’den göç eden Arapların sayısının 700 bin kadar oluşu, neredeyse Filistinli ile Yahudi nüfusunu eşitlemişti.
Arap ülkelerinin oluşturduğu müdahale gücü; emir-komuta, irtibat ve koordinasyon ve ortak bir hedef çerçevesinde birleşilemediği için başarısız olmuştu. Bu onların Filistin’deki ilk yenilgileri oldu.
İİ) İkinci kırılma noktası: 1967 yılı mayıs ayı başlarında Mısır, İsrail’in Suriye’ye karşı bir askeri harekât hazırlığı içinde olduğu haberini aldı. Mısır ordusunun büyük kısmı o anda Yemen’deydi. Mısır Devleti Başkanı Nasır, kendisini çok güçlü hissediyordu. Duruma müdahale etme kararı aldı. Sina’daki BM Güçleri’nin geri çekilmesini istedi. İsteği hemen kabul edildi. Nasır Şarm-el Şeyh’teki mevzileri işgal etti. İsrail gemilerine abluka uygulayacağı açıklandı. Bu İsrail için bir tehditti.
5 Haziran sabahı İsrail Hava Kuvvetleri Mısır Hava Kuvvetleri’ne saldırdı. Uçakların neredeyse tamamı havalanmadan imha edildi. Sina’da da taarruza başlayan İsrail ordusu Süveyş Kanalı’nın doğu kıyısına ulaştı. Kudüs bölgesinde yenik duruma düşen Ürdün ordusu, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’dan çekildi. İsrail aynı zamanda 11 Haziran’da Golan Tepeleri’ni de ele geçirdi.
BMGK; 22 Kasım 1967’de meşhur 242 sayılı kararını aldı: “Savaşla toprak elde edilmesi kabul edilemez. İsrail işgal ettiği bölgelerden çekilmeli. Adil ve kalıcı bir barış aranmalı. Mülteci sorunu çözülmeli.”
Mısır, İsrail ve Ürdün kararı kabul ederken Suriye ve Filistin örgütleri reddetti.
Yenilgi, Nasır ve Mısır için büyük bir travmaya ve siyasi değişimlere neden oldu. Ayrıca, bölgede siyasal İslâm’ın pozisyonu güçleniyordu. Bu savaş Arapların, İsrail karşısındaki ikinci yenilgisi oldu.
6 Ekim 1973’te Mısır Devlet Başkanı E. Sedat’ın Süveyş Kanalı’nı doğuya geçerek başlattığı savaş da yine İsrail’in kazanması ile sonuçlandı. Bu da Arapların İsrail karşısındaki üçüncü yenilgisi oldu.
iii) Üçüncü kırılma noktası: Filistin ile İsrail arasında Oslo’da başlayan görüşmeler 1993’de, barış için gerekli olan prensiplerin üzerinde anlaşılmasıyla sonuçlandı. Kabul edilen prensipler şöyleydi: FKÖ’nün temsilciliği İsrail tarafından kabul edilirken Arafat da İsrail’in varlığını ve güvenliğini kabul edecekti. Devamında İsrail Batı Şeria ve Gazze’den çekilecek ve yönetim FKÖ’ye devredilecekti. Kudüs’ün durumu ile mültecilerin geri dönüşü ve Filistin’in alacağı siyasal şekil ise görüşmeler yoluyla çözülecekti.
ABD Başkanı Clinton, Arafat ve İsrail Başbakanı İzak Rabin’i antlaşmayı imzalamak üzere Washington’a davet etti. Antlaşma imzalandı.
İsrail parlamentosu bu antlaşmayı “Büyük İsrail’e” karşı atılan bir adım olarak gördü. Kasım ortalarında karşıt gösteriler başladı. 4 Kasım’da da Rabin bir suikast sonucunda yaşamını yitirdi. Clinton’ın barış çabaları boşa gitmişti.
1999’da Clinton ikinci bir denemeye girişti. Ehud Barak ile Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad ile Arafat’ı bir araya getirmeye çalıştı. Ancak, Arafat’ın çözümlere pek yakın durmaması ve görüşmelerin Irak ve İran sorunlarının gölgesinde kalmasıyla bu da gerçekleşmedi.
iv) Dördüncü kırılma noktası: Netanyahu’nun yeniden iktidara gelmesiyle Batı Şeria’daki yerleşim yerleri projesine büyük hız vererek, buradaki Filistinlileri evlerinden kovarak, bu bölgede bir etnik temizliği hedef alması; Kudüs’ün BMGK’nin 242 sayılı kararı çiğnenerek İsrail’in başkenti ilan edilmesi; mültecilerin geri dönmesini söz konusu bile etmemesi; Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin İsrail’in bu davranışları karşısında etkisiz ve sessiz kalması; İsrail’de durumu gergin bir noktaya taşıdı. Toplum patlamaya hazırdı.
Patlama; 7 Ekim 2023 günü Hamas’ın saldırısıyla gerçeğe dönüştü. İsrail hükümeti, bir devlet politikası olarak, adeta intikama odaklandı. Devlet terörü estirdi. Gazze’deki Filistinlilere karşı soykırım suçu işledi ve bu suçları da işlemeye devam ediyor.[10]
NAKBA’NIN SÜREKLİLİĞİ
Yukarıda ifade etmiş olsak da, bir kere daha altını çizelim: Filistin’de yeni bir Nakba yaşanıyor!
Aslı sorulursa Siyonistleri yarattığı Nakba, sömürgeci İsrail ırkçılığının süreklilik kazandırdığı ırkçı bir zihniyetin kesintisiz sürekliliğidir.
Malum: 1948’den bu yana her 15 Mayıs’ta Filistinliler, başlarına gelen felâketi anarlar. Arapça’da “Felâket” anlamına gelen Nakba, yaklaşık 750 bin kişinin evlerinden çıkartılmasını, Filistin adının haritadan silinmesini ifade etmektedir.
1948 Nakba’sı birey, aile ve toplum düzeyinde Filistin halkının temel tarihsel travması olabilir. Ancak bu tekil bir olaydan daha fazlasıdır. Filistinlilerin mülksüzleştirilmesine ve bir ülkeden diğerine savrulmasına yol açan bir dizi trajedidir: 1967’deki Haziran Savaşı’ndan sonra Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden, 1982 yazında İsrail’in Lübnan’ı işgalinden sonra ve “Kamplar Savaşı” (1985-1987) sırasında Lübnan’dan, 1990-1091’de Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Kuveyt’ten, 1994’te Libya’dan, 2003’te Irak’tan ve 2011’de oradaki kanlı olayların başlamasından sonra Suriye’den sürüldüler.
Siyonist Hareket, 1948’den beri Nakba’yı inkâr etmiş, anma törenlerini ve tartışmaları yasaklamıştır. Bunun yerine her yıl İbrani takvimine göre 5 İyar’da (15 Mayıs 1948’e denk geliyor) “bağımsızlık günü”nü kutluyor. 2011 yılında İsrail Parlamentosu Knesset, kamu kuruluşlarının Nakba’yı anmasını yasaklayan ve tören düzenleyen kurumlara ekonomik cezalar getiren bir yasa kabul etti.
Nakba, on binlerce Filistin vatandaşının evlerinden edildiği Negev’de ve Yahudi yerleşim projelerinin ilerlemesinin Filistinli sakinlerinden boşaltmayı amaçladığı Akka, Hayfa ve Yafa gibi tarihi Filistin şehirlerinde devam etmektedir.[11]
Yaşananlar zincirin halkalarından birisidir…
Örneğin ‘BM Çocuklara Yardım Fonu’ (UNICEF) İsrail’in saldırıları sonucu Gazze’nin binlerce çocuğa mezar olduğunu açıklarken; ‘Dünya Sağlık Örgütü’ ise Gazze’de ölenlerin yüzde 40’ından fazlasının çocuk olduğunu belirtti.[12]
Kaldı ki İsrail ordusunun Gazze’yi istimlak etmeye başladığından beri bir soykırım pratiği içinde katlettiği Filistinlilerin sayısı, binlercesi çocuk olmak üzere hızla artıyorken; İsrail ordusunun soykırım uygulaması ve istimlak, Gazze’yi mahşer yerine çeviriyor.
Örneğin 7 Ekim’den 2023’ten 25 Ağustos 2024’e İsrail Gazze’de: i) 41.750 Filistinliyi katletti; ii) 92.500 Filistinliyi yaraladı; iii) 8.750 Öğrenciyi katletti; iv) 14.150 Öğrenciyi yaraladı; v) 10.000’den fazla insan kayıp. vi) 125 UNRWA okulunu bombaladı; vii) 326 devlet okulu ve üniversiteyi tamamen imha etti; viii) 600’den fazla sağlık çalışanını katletti; ix) 1500 sağlık çalışanını yaraladı; x) 312 sağlık çalışanını tutukladı; xi) 33 Hastaneyi imha etti; xii)153 sağlık merkezini bombaladı; xiii)145 Ambulansı bombaladı; xiv)187 Gazeteciyi katletti; xv)1.800.000 Filistinliyi göç ettirdi; xvi) 90.450 binayı imha etti; xvii) 230.100 evi yıktı; xviii) 175 basın merkezini imha etti; xix) 1254 sanayi tesisini vurdu; xx) 177 camiyi bombaladı; xxi) 1 kiliseyi bombaladı; xxii) Gıda ve içilebilir suya erişim imkânı yok; xxiii) 21.000’den fazla çocuk kayıp…
Yine İsrail 7 Ekim 2023’den 25 Ağustos 2024’e Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te: xxiv) 9500 Filistinliyi gözaltına aldı; xxv) 7500’den fazla Filistinliyi tutukladı; xxvi) 850’den fazla Filistinliyi katletti; xxvii) İsrail’in Gazze’de tutukladığı esirler dahil cezaevindeki Filistinlilerin tümüne tecavüz ediliyor; xxviii) Toplamda 15.000’den fazla Filistinli İsrail cezaevlerinde tutuklu bulunuyor.
Tablo böyleyken dünya 75 yıldır İsrail’in devlet terörünü, etnik temizliğini, işgalini, saldırganlığını, hukuk dışılığını kınıyorsa da, bu Siyonist İsrail’in umurunda mı? Değil elbette! Nasılsa üzerinde bir yaptırım yok! Nasılsa ABD’nin kanatları altında! Nasılsa ABD desteğiyle BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarını bile uygulamıyor!
SİYONİZMİN GUERNİCA’SI
Bilindiği gibi Pablo Picasso’nun ünlü tablosu ‘Guernica’ (1937), savaşın dehşetini ve özellikle sivil halkın çatışma zamanlarında yaşadığı acıyı anlatan çok güçlü bir politik ifadedir. İspanya İç Savaşı’nda Guernica’nın Nazi Almanyası ile Faşist İtalya tarafından bombalanması Picasso’nun yapıtıyla tarihin belleğine kazınmıştır: Yıkılmış binalar ve alevler içindeki çaresiz figürlerle savaşın yıkıcı etkilerini dile getirir, çocuğunu kucağında taşıyan annenin umutsuz bakışları, yere düşen ölü bebek masumiyetin kaybını duyumsatır bize.
Hayvan ve insan çığlıklarını duyarsınız tabloya baktıkça. Işık ve gölge oyunlarının yarattığı bu dramatik etkiyle Picasso, bir anlamda bir barış çağrısı da yapar bize. Ne yazık ki bugün, İsrail inatla dünyaya meydan okurcasına yeni bir Guernica yaratma peşinde, üstelik bu kez sağlık çalışanlarını ve hastaneleri de hedefe koyarak. Bu insanlık suçuna ortak olmayı reddeden ülke sayısı ne yazık ki parmakla sayılacak kadar az bugün.
Ve Guernica bütün dehşeti ve karanlığıyla yeniden boyanıyor Gazze’de… Bu elbette “tesadüf” değil!
Kolay mı? “İşgalci İsrail devletinin söylemi kuruluşundan itibaren Avrupa merkezciliğe eklemlenmiş ya da onun üzerine yerleşmiştir… İsrail, evrensel uygarlığı temsil eden Batı’nın Ortadoğu’daki ileri karakoludur… İsrail’in yürürlüğe koyduğu faşist tasarı en azından 3 düzeyde işliyor: 1) Gazze başta olmak üzere bütün Filistin topraklarında uygulanan etnik temizlik, 2) Batı Şeria ve Filistin’in diğer bölgelerinde İsrailli sömürgeci yerleşimcilerin yıllara yayılan, ama bugünlerde şiddetini arttıran faşist pogrom ve katliamları, 3) İsrail’de nüfusun hatırı sayılır bir kısmını oluşturan Filistinlilerin baskı, korku, tehdit, hapis ve saldırılarla denetim altında tutulup cezalandırılması…”[13]
Sözünü ettiğimiz Meron Rapoport’un, “Filistinli öğrenciler, akademisyenler, doktorlar ve devlet politikalarına karşı çıkan Yahudi İsrailliler ülkede kendilerini giderek daha fazla baskı altında hissediyorlar. İsrail faşizmin pençesinde mi? Maalesef olumlu bir yanıt bulamıyorum,”[14] diye ifade ettiği ırkçı bir saldırganlıktır!
“… ‘Hamas’ı yok ederiz, Gazze’yi boşaltır yerleşimlere açarız,’ fantezisini gerçekleştirme çabaları, bir soykırımın ardından kurulmuş olan İsrail’in bu kez bir soykırım yaratarak kendi varlığının meşruiyeti üzerine karanlık bir soru işareti koymasına yol açıyor”ken;[15] işte birkaç örnek!
i) İsrail’in güneyinde bulunan Necef Çölü’nde yer alan ve “İsrail’in Guantanamosu” olarak adlandırılan Sde Teiman gözaltı merkezi, Filistinli esirlere yapılan ağır işkence ve cinsel saldırı haberleriyle sık sık gündem olurken; 10 İsrailli askerin, bir Filistinli erkek mahkûma tecavüz ettiği ve Filistinli esirin kritik durumda hastaneye kaldırıldığı belirtildi.
Açıklamada askerlerin 8’inin ağırlaştırılmış fiili livata, bedene zarar verme, istismar ve askere yakışmayan davranışdan yargılandığı belirtiliyor.
Aralarında milletvekillerinin de bulunduğu silahlı faşist grup, tecavüzle suçlanan askerlerin götürüldüğü Beit Lig askeri üssünü basarak tecavüzcü askerlerin serbest bırakılmasını istedi. Grup, askeri üs içindeki mahkemeyi de bastı ancak gruba müdahale edilmedi.
İsrailli-Arap milletvekili Ahmad Tibi’nin, “Bir kişinin rektumuna sopa yerleştirmek meşru mudur?” sorusuna Likud Partisi milletvekili Hanoch Milwidsky, “Evet” diye yanıt verdi![16]
ii) İsrail Meclisi (Knesset) oturumunda idam cezasının bulunmadığı İsrail’de, aşırı sağcı koalisyon partileri, Hamas ile bağlantılı kişilerin “terör” suçundan yargılanarak idam cezasına çarptırılmasını istiyor![17]
iii) İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze’deki duruma ilişkin değerlendirmede Hamas’ın “pişman olacağını” ve Gazze’nin “asla eskisi gibi olmayacağını” söyledi; “Tüm kısıtlamaları kaldırdığını” belirtti![18]
iv) İsrail’in aşırı sağcı ulusal güvenlik bakanı Ben-Gvir, İsrail’in güney sınırında yaşayan sivillerin “silahlandırılacağını” söyledi. Bakanlığın 10 bin adet tüfek satın aldığını ve bunların Arapların yoğun olduğu şehirlere ve sınır yerleşimlerine gönderileceğini belirtti![19]
v) İsrail Gazze’yi yaşanmaz hâle getirdi. Bir yandan ABD uçak gemisi grubunu arkasına alıp Hizbullah ve İran’ı uyararak aynı anda Suriye ve Lübnan’ı da bombalıyor. Buralarda yüzlerce çocuk, sivil öldü![20]
vi) İsrailli yetkililer, rehinelerin İsrail’e teslim edilmesini sağlayacak ateşkes teklifini reddederken savaşı sürdürmeyi tercih etti![21]
vii) İsrail ordu sözcüsü Tuğamiral Daniel Hagari planlanan kara harekâtı sonrası Gazze’nin statüsünün İsrailli politikacılar ve diğer ülkelerin tartışacağı “küresel bir konu” olacağını söyledi![22]
viii) Netanyahu 22 Eylül 2023’de Birleşmiş Milletler’deki konuşmasında ABD’nin İsrail ile pek çok Arap ülkesini buluşturmasıyla ortaya çıkan ‘İbrahim Anlaşması’na dikkat çekip, üzerinde “Yeni Ortadoğu” yazan haritayı gösterdi: Ürdün, Sina Yarımadası vb. dahil, işgal edileceklerle birlikte büyük İsrail’i… Haritada Filistin’in zerresi okunmuyor. Silmiş. İbrahim Anlaşması’nın esas amacını net olarak ortaya koyuyordu bu harita![23]
ABD İLE BATI
Gassan Fayiz Kenefânî’nin, “Bildiğimiz tek şey, yarının bugünden daha iyi olmayacağı ve nehir kıyısında, asla gelmeyecek bir gemiyi özlemle beklediğimiz,” ifadesi Filistin gerçeğiyle emperyalist ABD ile Batı arasındaki ilişkiyi anlatır sanki…
Gazeteci Muhammed Taqiya, Tel Aviv’e silah desteğini sürdüren ABD’nin “üç maymunu” oynadığına dikkat çekerken;[24] “Ey Nazi kamplarında ölenlerin ruhları,” diyen haykıran Filistinli şair Salim Jabran’ın “Hangi halkı parçalamıştır tarih/ Parçaladığı kadar benim halkımı?” dizeleri de Filistin’e yönelik emperyalist politikaları sergiler…
Kolay mı?
Başrolde ABD’nin, Batı’lı siyasetin başaktörlerinin olduğu kirli oyun buyken; çoluk çocuk, kadın, yoksul vurularak öldürülenlerin, işlenen insanlık suçlarının hesaplaşması olamadı ve olmuyor da…
“Dünya, kuşatma altındaki Gazze Şeridi’nde 2.3 milyon Filistinliye karşı yürütülen katliamı izlerken Batı Şeria, Kudüs ve İsrail vatandaşı Filistinlilere yönelik şiddet ve toplu cezalandırma eylemleri de artıyor. Bu, saldırıların tüm Filistin halkına karşı olduğunu ortaya koyuyor”![25]
Gerçekten de eski ABD Başkanı Barack Obama’nın, “İsrail-Filistin çatışmasında hiç kimsenin eli temiz değil. Hepimiz bir dereceye kadar suç ortağıyız,”[26] ifadesi ve Prof. Gilbert Achcar’ın “Biden, Trump’ın İsrail politikasını daha da ileriye taşıdı,”[27] vurgusu Gazze’deki katliamların İsrail ve ABD ortaklığında gerçekleştiğinin altını çizerken; Joe Biden da ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğini açıklayıp;[28] ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının gereğini ortaya koydu.
Malûm; ABD ve AB, Gazze’ye gıda ve ilaç yardımı ulaştırmak için bir deniz koridoru oluştururlarken; “Güney Kıbrıs Gazze Deniz Koridoru”nu açmış oldular. Yani ABD’nin Gazze’de liman kurması, gerçekte Washington’un bir üs elde ederek daha resmi olarak kabulünden önce Filistin Devleti’nin boğazına sarılması demek ve ABD’nin stratejisi İsrail’i gaz merkezi yaparak güvenliğini garanti etmektir.
Bununla bağıntılı olarak Avrupa Birliği de (AB), binlerce insanın öldürülmesinden sonra, insani krizi ancak gündemine alabildi. “Ateşkes” konusunda anlaşamayan liderler “İnsani koridor ve barış konferansı” çağrısı yaptı.[29]
Ancak ateşkes çağrılarına kulaklarını tıkayan İsrail, katliamların üstünü örtmek için Irak işgalinin sorumlusu eski İngiltere Başbakanı Blair’in Gazze’ye “insani koordinatör” olarak atanacağını dillendirirken;[30] “Avrupalıların ‘ahlâk terazisinde’ İsraillilerin acıları, Filistinlilerin acılarına ağır basıyor. İnsanlar, hükümetlerin yapmadığını yaparak İsrail’in orantısız saldırısı ve Gazze’deki toplu infaz politikalarını kınıyor, Filistinlilerin ablukaya alınmasına karşı çıkıyor… Avrupa’nın ikiyüzlülüğü çoktan ayyuka çıktı.”[31]
Örneğin “ZDF televizyonuna çıkan Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, Netanyahu’nun soykırım politikalarını ‘koşulsuz’ desteklediğini bir kez daha vurguladı. Oysa İsrail’in Filistin’e uyguladığı politikalar, Varşova Gettosu’nda 1943’de ayaklanan Yahudilere Nazilerin verdiği yanıtı anımsatıyordu. İsrail ordusunun hedef gözetmeksizin Gazze’yi bombalaması şimdiden 8 bin kişinin ölümüne sebep oldu ve Gazze şeridinin bazı bölümlerini yerle bir etti. Okullar, hastaneler, camiler ve kiliseler yıkıldı.
Pistorius aynı zamanda şu ifadeleri kullandı: “Mesele İsrail’in meşru müdafaa hakkı ve var oluşu. Almanya İsrail’in bu haklarına, çekince göstermeksizin evet diyor. Görevimiz, İsrail ile yan yana durmak ve sahip olduğumuz etkiyi mümkün mertebe kullanarak çatışmaların daha da şiddetlenmesine engel olmak.” Bu cümlenin son kısmı aleni bir yalan. Berlin Gazze’deki soykırım politikalarını desteklemekle kalmıyor, emperyalist ülkelerin İran’a yönelik savaş politikalarında da başı çekiyor. ABD bölgeye iki uçak gemisi, savaş uçağı ve asker gönderdi bile. Bundeswehr birliklerinin de bölgeye ilave savaş gemileri ile bin kadar asker gönderdiği söyleniyor.”[32]
Şimdi sormak gerek: İsrail ile Filistin arasındaki savaş devam ediyorken; Hamas’ın saldırısına ölçüsüz yanıt veren İsrail insanlık suçu işleyip, devlet terörü uygulamıyor mu? Peki, tam da böyle bir süreçte Batılı ülkeler ne yapıyorlar? Bu ülkelerin neredeyse tamamı İsrail’e destek veriyor. Hani şu demokrasiden, insan haklarından, liberal değerlerden sık sık bahseden Batılı ülkeler…
Batı’nın ikiyüzlü olduğunu söylemek mümkündür. Bir yüzünde sömürgecilik, emperyalizm, işgalcilik ve yağmacılık vardır. Batılı ülkelerin “çifte standartlı” davranışları görülmelidir.
Oysa Batı, kendileriyle işbirliği yapan ülkelerdeki insan hakları ihlâllerini, demokrasi dışı uygulamaları görmezden gelirken; Filistin meselesi, öncesi ve sonrasından koparılarak Hamas’a, oradan da bir Yahudi-Müslüman savaşına indirgeniyor. Hamas’ın İslâmcı-cihatçı kimliği üzerinden İslâmofobiye tahvil ediliyor. Bu da, “demokrasinin, Batı medeniyetinin” korunması gibi başka bir “cihat”, yani Siyonizm ruhuyla yürütülüyor.
Tam da bu tabloda soykırım destekçilerinin üç türü var: Birincisi, Filistinlileri ırkçı bir şekilde ötekileştirerek, öldürülen 14 bin çocuk için üzüntü duyamayan kişilerdir. İsrail 14 bin yavru köpeği ya da kediyi öldürmüş olsaydı, bu barbarlık karşısında tamamen kahrolurlardı.
İkinci grup, Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ kitabında “Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti dışında hiçbir güdüsü yoktur” diye tarif ettiği kişilerdir.
Üçüncüsü ise kayıtsızlardır. Arendt’in dediği gibi, “Kötülük kayıtsızlıktan beslenir ve onsuz var olamaz.”[33]
Evet nihayetinde ABD’nin ve onun kuyruğundaki Batı’nın siyaseti özetle şu: “İsrail’e bomba, Gazze’ye gıda yardımı yapmak!”
“BOŞ LAFLAR” VE HAKİKÂT
Anti-sömürgeci Filistin direniş hareketi, 100 yılı aşkındır işgale ve sömürüye karşı halkın sözcüsü olurken; söz konusu gerçeğin yerine “boş laflar”ın ikame edilmek istendiği de bir “sır” değil…
Mesela, “ABD Başkanı Bill Clinton, Filistin sorununa kalıcı bir çözüm bulabilmek için gayret etmiştir. Bugünün siyasetçilerinden aynı gayreti göstermeleri beklenmektedir,”[34] saptamasına gülelim mi, ağlayalım mı?
7 Ekim’den önce “Filistin devleti” konusu unutturulmuşken; Aksa Tufanı ile küllerinden doğduğu açık değil mi? Aksa Tufanı’nın “Netanyahu’ya cansuyu olduğu” savunuluyor mu? Tam tersine savaşın ortasında bile İsraillilerin yarısı tarafından istenmeyen ve meydanlarda, konutunun önünde sürekli protesto edilen bir siyasetçi konumuna geriledi, görülmüyor mu?!
Bir diğer ifadeyle, “İsrail ile baş edilemeyeceğini bile bile Hamas’ın böylesi bir savaşa soyunması akla mantığa sığacak bir şey değil. Bir nevi intihar! Binlerce insanın katledilmesi, yerinden yurdundan koparılmasına kapı aralayan bir durum”dan[35] mı söz ettiniz! İyi de “İsrail ile baş edilemeyeceği” çok uzağından ahkâm kesenler mi, yoksa mücadele edenler mi karar verecek?!
Ya da “İsrail, Tevrat’a dayalı jeostratejisinden, Büyük İsrail Projesi’nden, Hamas ise İsrail devletini yok etme amacından vazgeçmedikçe bu sancı sona ermeyecektir,”[36] saptaması…
“Nehirden Denize Özgür Filistin” hedefiyle Siyonist korsan İsrail’in yıkılması talebi birbirinden kopartılamazken; Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova’nın, Hamas’ın operasyon hazırlığından İsrail ve ABD’nin haberdar olmamasının mümkün görünmediği vurgusuyla, “Asıl soru İsrail ve ABD buna neden izin verdi?”[37] veya Emre Kongar’ın, “Hamas’ın bu saldırısı, içeride sorunlarla boğuşan ve güç kaybeden aşırı sağcı Netanyahu’yu ve onun 6’lı koalisyon iktidarını kurtaracak bir operasyon niteliğindedir!”[38] ifadeleri, boş lafların en nadide örneklerindendir…
7 Ekim 2023 sabahı Siyonist işgale karşı Aksa Tufanı adıyla beş bin roketle, dronlarla, paraşütlü motorlarla seksen noktadan kentlere sızmayla saldırı dalgasında sadece Hamas yoktu!
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) silahlı kolu Abu Ali Mustafa Tugayları’nın, desteğini açıkladığı[39] Aksa Fırtınası’nda Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları, İslâmi Cihad Örgütü’nün Kudüs Tugayları, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin askeri kanadı Ulusal Direniş Tugayları ile öteki örgütler de eşlik etti.[40]
‘Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu’ (WTFU) Başkanlık Konseyi Üyesi, aynı zamanda ‘Kudüs Ulusal Sendikalar Federasyonu’ Başkanı Suzan Tayseer Abdelsalam, “Filistin direnişi Hamas ve İslâmi Cihad’dan ibaret değil… Hamas ve Cihad’ın yanı sıra iki seküler sol örgüt olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Demokratik Cephe ile İslâmi olmayan diğer gruplar da bulunuyor,”[41] gerçeğinin altını ısrarla çizerken; Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas da, “Filistin halkının yerleşimcilerin ve işgal birliklerinin terörüne” karşı kendini savunma hakkı olduğunu söyledi.[42]
FHKC Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Mahir el Tahir’in, “Örgütler imkânı olduğu ölçüde katıldı. Çünkü bu herkesin savaşı,”[43] notunu düştüğü Gazze’de de, bir kez daha vurgulayalım, sadece Hamas yok: Birçok Filistinli örgüt İsrail’e karşı savaşıyor.
Hamas ve İslâmi Cihad gibi radikal İslâmcı örgütler ön plana çıksa da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDHKC) gibi solcu örgütlerin silahlı kanatları da Gazze Şeridi’nde aktif.
Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın kurduğu El Fetih, George Habaş’ın kurduğu FHKC ile Nayef Havatme’nin kurduğu FDHKC, 1964’te kurulan FKÖ bünyesinde yer alıyorlarken;[44] “Filistinlilerin destansı direnişi Netanyahu’nun çöküşünü getirecek”!
SPEKÜLATİF ZIRVALAR!
Spekülatif zırvaların havada uçuştuğu güzergâhta BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in “Hamas saldırısı bir anda gerçekleşmedi, Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor,”[45] saptaması çok değerlidir.
Çünkü 7 Ekim 2023 sabahı, dünya ve Ortadoğu tarihine iz bırakan gerçekle uyandı: Filistin direnişi, İsrail’in delinmez denen demir kubbesini bir kere daha aşmış, açıkhava hapishanesi olarak nitelenen Gazze’nin kapılarını açarken ortaya koyduğu hakikât, ne İsrail-Hamas savaşı ne de İsrail-Filistin savaşı olmayıp, Siyonist işgal gücüne karşı Filistin’in isyanıydı.
Filistinliler 7 Ekim öncesinde de silahlı mücadele ile kurtuluşu sağlayacakları rüyası görmüyorlardı. İsrailli tarihçi Ilan Pappé, Filistinlilerin bu yolla mevcudiyetlerini ve dirençlerini güçlendirmeye çalıştıklarını söylüyor.[46] Bu doğru ama bu kadarla sınırlı değil. Filistin’de yürütülen silahlı direniş, aynı zamanda dünya kamuoyuna seslerini duyurmanın bir yoluydu.
Bu böyleyken; kim nasıl sunmaya kalkışırsa kalkışsın: Soru(n)ların temel kaynağı emperyalist paylaşımlar ve İsrail’in yayılmacılığıdır. Bu tabloda “Filistinlilerin direnme hakları sonuna kadar meşrudur. Aksa Tufanı Operasyonu sonuçları ne olursa olsun tarihsel bir kırılmaya yol açacak”tır;[47] açmıştır da!
İsrail ve Filistin arasında yaşananlara tarihsel bağlamda bakmak gerekir. “Etnik temizlik” konusunda yaklaşık 100 senedir Filistinliler çok önemli kayıplara uğradılar. İsrail Devleti’nin kurulmasında, İsrail ile savaşlarda Filistinliler en mağdur edilen kesim oldular. 1967’den beri 56 senedir Batı Şeria ve Gazze’de işgal altında yaşayan yaklaşık 5 milyonluk bir nüfus var. Daha da ötesinde 1948’den beri süren savaşlarda mülteci statüsü almış 5 milyondan fazla Filistinli söz konusu. İşgal, abluka ve apartheid rejiminden söz etmeden bugünün hadiselerini açıklamak hatalı olur.
“Solcular Hamas’ı değil, 60 seneye yakın süren işgal karşısında Filistin halkının haklı mücadelesini destekliyorlar. İşgale karşı BM kararları ile tescillendiği üzere Filistinlilerin meşru müdafaa hakkı var. Solcular da işgale karşı direnişi destekliyorlar.”[48]
Aşağılıkça olan İsrail Devleti’nin Gazze’de sürdürdüğü harekâttır; bu Cenevre Sözleşmeleri’ne göre bir “savaş suçudur”
Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi Ali İsmail’in, “İsrail Filistinlilerin kanı üzerine kurulu”[49] betimlemesine mündemiç duruma ilişkin olarak da sosyal demokratlar ile liberaller için bile şunlar ifade edilebilir: Eğer mideniz ezilenin şiddetini kaldırmıyorsa, o zaman ezmeyi bırakın.
Kimse İsraillilerin katledilmesini kutlamıyor. Evlerinde oturan aileler, müzik festivalindeki gençler yaşamayı hak ediyordu. Rehin alınan ve işkence edilen İsrailli evinde ve güvende olmayı hak ediyordu.
Ve ne zaman Yahudiler ayrım yapılmadan katledilse, dünyadaki diğer tüm Yahudilerin aklına Pogrom geliyor. Yahudi halkının yaşadığı korkuyu anlamayan kimse ahlâki tahayyülden yoksundur.
Fakat kutlamamak suçlamak değildir. Mau Mau direnişi çiftçi aileleri uyudukları yataklarda katlettiğinde, sosyalistler kutlamadı. Onun yerine, İngiliz sömürgeciliğinin ve faşist yerleşimcilerin Kenya halkını topraktan ve özgürlükten mahrum eden şiddetinin yansımasını gördüler.
Ya da Ulusal Kurtuluş Cephesi Cezayir’de kafeleri ve konserleri bombaladığında da kimse bunu kutlamadı. Fakat o patlamalar, 150 yıllık Fransız emperyalist şiddetinin yankısıydı.
Mao Zedong “devrim yapmak ziyafet vermek, makale yazmak ya da resim çizmek değildir. Böyle saf, kibar, ölçülü ve zarif değildir.”
“Medenileşmiş” dünya kendi illüzyonlarını izlemeyi tercih ediyor, en çok da kafasını ezilenin gördüğü şiddetten çeviriyor. Filistin’den yani.
Dünya emperyalizminin yönetenleri, nesillerdir insanlıktan mahrum bırakılmış, şiddetle, yerinden etme ve varoluşlarının reddi ile tarihten silinmeye çalışılmış bir halkın insaniyetsizliğini kınıyor.
“Medenileşmiş” olanlar, masumların katlini kınıyor, sanki yerinden edilenlerin şiddetinin yalnızca korundukları üslerinde güven içinde yaşayan gerçek suçlulara ulaşabilmesi mümkünmüş gibi; sanki kendi elleri temizmiş gibi.
Medenileşmiş olanlar, yalnızca kendi tercih ettikleri yöntemleri meşrulaştırıyorlar; katı bir hukuk çerçevesinde etnik temizlik, en yüksek teknolojiler eliyle, soyut biçimde “hedeflenmiş” katliamlar, çocukların yasal şekilde alıkoyulması, ambargolar yoluyla aç bırakma.
Dolayısıyla İsrail’de bir polis karakoluna saldırı terörizmken, Gazze’de bir hastaneye saldırmak ise meşru müdafaa. Ve bir Britanya dışişleri bakanı, bir savaş suçunu, toptan bir cezalandırma yöntemi olan aç bırakmayı onaylıyor.
Yine de Hamas’ın eskatolojik İslâmcılığı, ‘Jewish News’in yayın yönetmeninin şok edici tarifiyle, Selefî “doğuştan gelen, nesillerdir süregiden tarihsel bir kana susamışlık” değil.
Ödünç anti-semitizmleri, Filistinlilere çok görülen moderniteye karşı ithal, cahilce ve bağışlanamaz bir reaksiyon.
Aynı şekilde asimetrik savaş da öyle, izlenecek bir şey değil. Kanlı, derin ve çoğu zaman tarif edilemez biçimde zalim. Fakat bu, istense dahi ulaşılamayacak simetrik bir savaşın alternatifi değil.
Bu, sessizliğin alternatifi… Hamas’ın saldırılarını kınayanlar, 2018 yılında Gazze’deki sivil yürüyüşleri de kınamışlardı. 223 Filistinli, ellerinde tek bir silah olmadan öldürüldü.
İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki işgalini sonlandırması için kamuoyu oluşturan BDS’ye suçlu muamelesi yapıyorlar. Filistin devletinin Uluslararası Adalet Divanı’nda tazminat talep etmesine izin vermiyorlar.
Onun yerine, Filistinlilerin tarihsel bir ötekileştirmeye razı olmasını istiyorlar.
Tüm “medenileşmişlerin” Filistinlilerden beklediği tek şey sükût. Bir mahkûm en fazla, gardiyanı ile daha iyi bir tayın pazarlığı yapabilir.[50]
Bir kez daha vurgulayalım: Filistin direnişinin desteklenmesi, Hamas’ın onaylanması değildir. Çünkü mesele Filistin sorunu değil, İsrail sorunudur, emperyalizmin yüz yılda kanla inşa ettiği Siyonizm terörüdür.
Evet Aksa Tufanı harekâtı ardından açığa çıkan süreç, doğal olarak siyasi partileri ve bireyleri belirli pozisyonları almaya zorladı. Kimileri “direniş”, kimileri “terör” dedi. Aynı tarafın içinde ton farklılıkları da oluştu.
Tekrarlayalım: Derin bir ideolojik-politik birikime gerek yok; vicdanlı ve aklı başında olan herkes bilir ki bu hikâyenin haksız tarafı İsrail devleti ve onu destekleyen Batılı güçler, haklı ve mazlum tarafı ise Filistin halkıdır. Hiçbir siyasi olay, bir günde olup biten, bağlamsız ve geçmişi olmayan gelişmeler olarak değerlendirilmemeli. Hiç şüphesiz ki Hamas’ın başlattığı ve diğer Filistinli direniş örgütlerinin katıldığı 7 Ekim hamlesi de dünün getirdiklerinin bir ürünü. Bir yargılama yapıp hüküm vermeden önce, Filistin toplumunun tarih boyunca uğradığı haksızlıkları ve maruz bırakıldığı zulmün boyutunu hatırlamak gerekir.
Yani Siyonist Yahudilerin, tutunamadıkları Avrupa’dan göç edebilecekleri “vaad edilmiş topraklar”ı yaratma uğraşına arka çıkan Britanya emperyalizmi eliyle Filistin’lilerin yurtlarından sürülmelerini, katledilmelerini… Bir kez daha hatırlatmalı; Türkiye kamuoyundaki yaygın kanının aksine İsrail devletine temel oluşturacak toprakları Yahudi Milli Fonu’na satanlar tamamıyla bugünkü Filistinlilerin dedeleri değildi. Elbette yerel halktan da yüksek fiyatlara topraklarını satanlar oldu ama Siyonistler genelde toprakları Filistin dışında yaşayan zengin Arap ailelerden aldı. Filistin halkı bugün olduğu gibi o gün de yoksuldu ve toprakların Araplardan Yahudi yerleşimcilere geçmesi onları daha vahim durumlarla yüzleştirdi. Filistinli mülksüz Araplar işsizleştirilirken Yahudi yerleşimcilerin toprak sahipliğinin arttığı İngiliz mandası döneminde küçük mülk sahipleri de ekonomik baskıdan nasibini aldı. İngilizlerin Osmanlı’nın ayni vergi sisteminden farklı olarak nakit vergi alması, küçük mülk sahiplerini tefeci bataklığına sürükledi. Pek çoğu ağır borç yükünün altında Siyonistlere topraklarını satmak zorunda kaldı. Yani mesele “paragöz Filistinliler” ezberinin ötesinde.
1948’de İngiliz mandasının sona ermesinden saatler sonra İsrail devleti bağımsızlığını ilan etti. Mısır, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail’i durdurmaya çalıştı ama Siyonist paramiliter örgüt Haganah’ın toplam gücü onlardan sayıca fazlaydı. Birinci Arap-İsrail Savaşı’nda galip gelen ve sınırlarını genişleten taraf İsrail’di. Filistin halkı tarih boyunca kendi topraklarında eşit birer halk olarak yaşamak için değil, o toprakları işgal ederek kendilerini tarihten silmek isteyen bu güç tarafından sayısız kez katledildi. Yanlarında duracaklarını söyleyen Arap devletlerinden destek görmediler, yalnız ve savunmasız bırakıldılar. Mekanize birliklere, tanklara, füzelere ve savaş jetlerine karşı taş atarak direndiler, topraklarında yaşayabilmek için bedenleriyle işgale karşı koymaya çalıştılar.
İşte bugünkü öfke ve radikalleşme, 100 yıldır süren bu siyasi, askeri ve ekonomik baskıların sonucu. Bu tarihsel gerçek, 7 Ekim günü sivillerin öldürülmesini haklı göstermez elbette; kimse de bunu söylemeye cüret etmemeli. Ancak ayakları yere basmayacak denli romantik ve “dedeleri toprak satmasaydı” gibi kulaktan dolma bilgilerle olayları yorumlayanlara bir cevap olabilir.
Coğrafyamızda Filistin farkındalığı devrimciler sayesinde oluştu. 1960’larda yükselen ve 70’li yıllarda iyice toplumsallaşan devrimci hareket, Filistin davasının Türkiye’deki taşıyıcısıydı. Filistin’de işgale karşı direnen yapılar da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi Marksist, sosyalist örgütlerdi. Türk sağı ise ideolojik bir bağ kuramadığı için o tarihlerde Filistin davasına ilgisizdi. 80’li-90’lı yıllarla birlikte, emperyalist ülkelerin sola karşı büyüttüğü İslâmcı yapıların Ortadoğu coğrafyasındaki yükselişi, Filistin’i sağın radarına soktu. Bugün çok tartışılan Hamas da esasında kendisini “terör örgütü” kabul eden Batı emperyalizminin bir ürünüdür.
1987’de kurulan Hamas’ın Filistin siyasetindeki etkisi, 1993’te FKÖ lideri Yaser Arafat’ın Oslo’da İsrail devlet yetkilileriyle kurduğu diplomatik kanaldan sonra arttı. Birinci ve ikinci Oslo anlaşmalarında İsrail, FKÖ’yü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıdı. FKÖ de kuruluş belgesinde geçen, “İsrail’i ortadan kaldırma” hedefinden vazgeçeceğini taahhüt etti. Oslo anlaşmalarında, ilerleyen süreçlerde Filistinlilerin idari sorumluluklarının artacağı belirtildi. İsrail kuvvetleri de aşamalı olarak Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Eriha’dan çekilecekti. Ancak bu anlaşma Filistin’de eleştirilere konu oldu. Anlaşmanın başarısızlığı, diplomatik kanallar ve müzakere seçeneğinin rafa kaldırılması eğilimini güçlendirdi. Sürecin kazananı ise radikal İslâmcılar, yani Hamas’tı. İsrail’de de aşırı sağcılar…
Hamas yönetimi birinci Oslo anlaşmasından bu yana muhalefet pozisyonundaydı. Onlara göre Filistin tamamıyla bir İslâm toprağıydı ve İsrail’i tanımak İslâm’a ihanetti. Muhalif tutumlarını, İsrailli sivillere dönük bombalı saldırılarla gösteriyorlardı. 1994 ve 1995 yıllarında patlattıkları bombalarla onlarca İsrailliyi öldürdüler. Hedefleri, barış görüşmelerini sabote etmekti. FKÖ ile de çatışma noktasına geldiler.
Hamas’ın bombaları İsrail tarafında da güvenlikçi bir refleksi tetikliyor, barış görüşmelerine karşı olan kesimlerin sesinin gür çıkmasına neden oluyordu. İsrail sağı, Oslo görüşmelerinin barış getirmediğini söyleyerek toplumu askeri pratiklere ikna etmeye çalışıyordu. Hamas’ın düşüncesine paralel şekilde İsrail sağı da bu toprakları tanrının kendilerine vadettiğini savunuyordu. Bir grup haham, siyasi otoritenin Batı Şeria’dan çekilme kararını tanımamaları için askerlere fetva bile verdi. Gerici ve milliyetçi yapılar, Başbakan İzak Rabin’i (ilginçtir, Filistin’le barış görüşmesi yapan politikacı, eski savunma bakanıydı) kınayan bildiriler yayınladı.
Sağ radikallerin isteği gerçekleşti ve nefret temelli şiddet, bir başka nefret temelli şiddetin ana kucağı oldu. Şubat 1994’te Batı Şeria’da Baruh Goldstein adlı İsrailli, namaz kılan Filistinlilerin üzerine otomatik silahlıyla mermi yağdırdı ve 29 kişiyi katletti. Sonraki yılın kasım ayında ise daha sansasyonel bir olay yaşandı. Tepkilerin hedefindeki Başbakan Rabin, büyük barış toplantısının yapıldığı Tel Aviv’de dini araştırmalar enstitüsünde okuyan İsrailli Yigal Amir tarafından öldürüldü. Yapılan soruşturmada, Yigal Amir’in radikal bir din eğitimiyle yetiştiği ve “Yahudi toprağını düşmana veren her Yahudinin öldürülmesi” inancıyla yaşadığı öğrenildi.
Hamas’ın saldırıları da devam ediyordu. Kudüs ve Tel Aviv’de bombalı eylemler düzenlendi. Barış, diyalog ve müzakere gibi kavramlar artık tamamen unutulmuştu. İsrail halkı Mayıs 1996’da sandığa gittiğinde, ülkenin başına az bir farkla da olsa Binyamin Netanyahu’yu getirdi. Şimdi olduğu gibi o dönemde de kötü bir yönetici olan Netanyahu, dinci ve milliyetçi akımların isteklerine paralel olarak işgal altındaki topraklara yönelik sert bir politika izledi. İsrail devletinin bu reddiyeci tutumu öngörüldüğü şekilde Hamas’ın yeni saldırılarını tetikledi. Eylül 1997’de intihar bombacıları eylem yaptı. Peş peşe gelen saldırılar, İsrail toplumundaki güvenlikçi histeriyi besledi, Netanyahu bunu kullanarak aşırı sağ politikalara hız verdi. Laik muhalefete karşı katı Ortodoks eğitimi teşvik etti, İsrail’in gericilerine devlet desteğini artırdı.
O günden bugüne aradan geçen yıllarda olaylar hep aynı örüntü etrafında gerçekleşti. Direnişin meşruluğu ve İsrail devlet aygıtının zalimliği kesin ancak caddelerde, alışveriş merkezlerinde, pazar yerlerinde, ibadethanelerde patlatılan ve sıradan insanları hedef alan bombalar, İsrail’de sağ siyasete zarar vermek şöyle dursun etki alanını genişletti. Yahudi toplumundaki zayıflık ve güvende olmama hissini köpürten bu eylemler, sağ partilerin seçmeni askeri yöntemlere ikna etmesini kolaylaştırdı, savaş karşıtlarının ve barış yanlılarının üstündeki baskıyı artırdı. Bu hakikâti reddetmek, Hamas’ın Yahudi nefretini merkez alan siyasi çizgisine hapsolmak ve solun tarih boyunca biriktirdiği değerleri dışlamak demek.
Elbette XXI. yüzyılda daha fazla gözyaşının dökülmemesi için siyasi çözümden başka akılcı bir yol görünmüyor. Fakat geçmişteki haksızlıklar ve Filistinlilerin yaşadıkları unutulmamalı. Tarih boyunca adil olmayan barışlar, daha kanlı savaşların hazırlayıcısı olmuştur.[51]
HAMAS PARANTEZİ
1987’de kurulan Hamas, Filistin’de, Gazze’de konumlanmış radikal İslâmcı bir parti. Filistin parlamentosunda da etkin.
Filistin hareketi 2007’de bölününce, El Fetih’le çatışması iyice gün yüzüne çıkan hareketin neden, nasıl, niçin oluştuğunu kavramak gerekir; bunun için göz ardı edilmemesi gereken ilk şey de, Hamas gibi radikal İslâmcı örgütlerin durup dururken ortaya çıkmadığı.
Görülmeli: Siyonist İsrail’in Filistin’i yok sayma, ilhak etme ve durmadan genişleme politikası Hamas’ları yaratıyor. Bugünkü savaşın temelinde de bu gerçek yatıyor.
Hamas’ın kuruluşu ve yükselişi bir boşluktan kaynaklandı. El-Fetih’in önce Oslo’da İsrail ile uzlaşması ama Filistinlilerin hayatında bir değişiklik yaşanmaması, hatta koşulların daha kötüye gitmesi, İsrailli yerleşimlerin genişlemesi, Mahmut Abbas yönetimindeki Filistin Otoritesinin yurtdışından gelen yardımı kontrol eden (bir kısmını kendi içinde paylaşan) ve İsrail ile işbirliği yapan bir kuruma dönüşmesi Hamas’ı tek direnen örgüt olarak öne çıkardı.
Ama Hamas’ın 2006 seçimlerinin ardından El-Fetih’i Gazze’den çıkarması, içte dinci ve baskıcı bir yönetim kurması, dışta İran’a ve kısmen Katar ve Türkiye’ye dayanması, İsrail’e yönelik ise yok etme söylemini devam ettirmesi ve füze göndermeyi sürdürmesi Filistin direnişinin uluslararası meşruiyetine büyük zarar verdi.
Hamas, Filistin hareketini bölerek; uluslararası alanda Filistin hareketine yönelik sempati ve desteği azaltarak Filistin direnişine aslında zarar verdi. Hareketin sol boyutu kalmazken, seküler kanadı zayıfladı, Hamas nedeniyle İran’ın bölgedeki vekili olarak algılanmasına neden oldu. Müslüman Kardeşler bağlantısı nedeniyle Mısır, İran bağlantısı nedeniyle de Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeleri karşısına aldı. Yaser Arafat’ın dünya kamuoyu nezdinde sahip olduğu prestij, uluslararası sol çevrelerin yardıma koştuğu, Filistin saflarında savaştığı dönem çoktan kapandı.
Bunların yanında Hamas, İsrail devletinin katkılarıyla kurulurken, ulusalcı, seküler, sol eğilimli Filistin Kurtuluş Hareketi’ni ideolojik, Gazze’de yönetimi silah zoruyla ele geçirerek de idari olarak böldü.
İsrail devleti, “Çimleri biçmek” dediği bir taktikle, belli aralıklarla yaptığı kanlı ve yıkıcı harekâtlarla halkının öfkesini canlı tutarken; Hamas da Gazze’de gittikçe bozulan ekonomik, toplumsal koşullar altında, toplumsal desteği zayıfladıkça yönetimini bu öfkeyi devşirerek ayakta tutmaya devam etti.
Böylelikle Hamas ile İsrail arasında uğursuz bir simbiyoz ilişkisi şekillendi: Siyonist yönetim Hamas’ın Katar’dan düzenli olarak mali destek almasına izin verirken, Hamas iktidarda kalıyor, buna karşılık İsrail devleti de halkına ve dünyaya “Çözüm olanaklı değil” diyor, yerleşimleri genişleterek Filistin topraklarını gasp etmeyi sürdürüyordu.
Hamas 2006’da kazandığı genel seçimlerden sonra Gazze halkının iradesine bir daha başvurmadı; Hamas cihatçı terörist grupların Gazze’de yaşamasına, gelişmesine izin verdi. Gazze halkının öfkesi, zamanla yalnızca İsrail’i değil Hamas’ı da hedef almaya başladı. 2019’da protesto gösterileri Gazze’yi sardı, Hamas bu eylemleri ancak çok yaygın şiddet kullanarak bastırabildi. Bugün artık “Seçimle geldi, öyleyse meşru bir yönetimdir” iddiası anlamsızdır.[52]
Tüm bunların olumlanıp, kabullenilmesi mümkün değildir mümkün olmamasına, amma; Hamas’ın da dahil olduğu Aksa Tufanı harekâtının İsrail’in/ Mossad’ın başarılı bir eylemi olarak sunmak da mümkün değildir.
Bu “iddia” tamamen Hollywood’da inşa olunan “yenilmez Mossad”(!) abartısına dayanmaktadır. Zira tezin gerekçesi havadadır. Çünkü İsrail’in bugüne kadar Filistin topraklarına saldırmak için bir gerekçeye ihtiyacı olmamıştır!
Gerçek şudur: Siyonist İsrail gafil avlandı. Örneğin eski İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Eran Etzion sosyal medya hesabından Aksa Tufan’ını “İsrail’e stratejik ve tarihi düzeyde acı bir darbe” olarak yorumladı ve “Uzun yıllar askeri okullarda okutulacak başarı” diye değerlendirdi![53]
‘Haaretz’ gazetesinde Amos Harel, şöyle yazdı: “Söylemek üzücü: İsrail’in savunma doktrininin yenilmez olduğu düşüncesi çöktü”![54]
Kabine toplantısında çıkan tartışmada ‘İsrail Bilim ve Teknoloji Bakanı Ofir Akunis, “İsrail istihbaratına ne olduğunu” sorguladı![55]
Örneğin ABD’nin eski İsrail Büyükelçisi Martin Indyk, Foreign Affairs’te “İsrail kibri yüzünden Hamas’a gafil avlandı,” dedi![56]
“Aksa Tufanı harekâtındaki kimi görüntüler, İsrail’in arkasına dizilmenin gerekçesi olamaz. Ancak bu görüntülerin çok daha ağırını, hem de onlarca kez, İsrail’in Filistin saldırılarında gördük. Çünkü: Dincilikse en dincisi İsrail’dir, ırkçılıksa en ırkçısı İsrail’dir, terörse teröre en çok başvuranı İsrail’dir, savaşta en ahlâk dışılıksa onda da şampiyon İsrail’dir.”[57]
Ve nihayet “Gözlenen o ki Hamas’ın başlattığı saldırı; İsrail’in katliama ve Gazze’yi işgale yönelik askeri karşı saldırısı; ABD’nin Ortadoğu politikasını sürdürmesini çıkmaza sürükledi.”[58]
“KAOTİK DURUM”
Elbette yeni felaketler, çatışmalar ve kaosun daha da yaygınlaşıp, derinleşmesi mümkün olsa da “Savaşın kesin kaybedeni İsrail”dir;[59] bundan kimsenin şüphesi olmamalı…
Yeni (olmayan) hâlin ivme kazandırdığı kaos ortamındaki gelişmelere “rasyonel açıklama”lar ve bağlamlar bulmak daha da zorlaşırken; politik analizler yerine ucuz komplo teorilerine müracaat etmemek çok büyük önem kazanıyor. Daha da büyük bir felâket gelmekte ve bu bir abartı değil.
Hatırlansın: ‘Council on Foreign Relations’ (CFR) Başkanı Richard Nathan Haass, Anthony Blinken’a, “Bölge bir patlama noktasından çok uzak değil,” demiş ve eklemişti: “Yerleşimler belirgin biçimde artıyor, şiddet olayları belirgin biçimde tırmanıyor, Filistin yönetiminde merkezi bir irade eksikliği daha da belirginleşti, İsrail’de tarihinin en aşırı sağcı yönetimi var.”
Yine ‘European Council on Foreign Relations’ta Ortadoğu uzmanı Hugh Lovatt, “İki yıldır uyarıyorum: İsrail’in yerleşimciler politikası sertleşiyor, yerleşimci hareketi daha da radikalleşiyor, Filistin yönetimi zayıflamaya devam ediyor, silahlı grupların sayısı, etkisi artmaya devam ediyor. Bugünkü olaylar bu sürecin ifadesidir,” diyordu.[60]
“İsrail’de bugüne kadar, böyle bir rezerv asker toplandığını görmemiştik. Gazze bir operasyon değil, topyekûn savaş ilanı”yken;[61] okun yaydan çıktığı güzergâhta Ortadoğu’daki mevcut savaşın dinler arası olmadığı yani Yahudilerle Müslümanlar arasındaki bir kimlik savaşı olarak nitelenmemesi gerekiyor.
Yahudilik ve/veya Müslümanlık, savaşta yapılan haksızlık, hukuksuzluk ve vahşetleri örtbas etmek için başvurulan, sığınılan, mukaddes din kimlikleridir.
Ayrıca Hamas Filistinlilerin tümün temsil etmemektedir; tıpkı Netanyahu’nun da tüm İsrail halkını temsil etmediği gibi…
Lakin savaşın, emperyalistler arasındaki mevcut paylaşım kavgasının, yani dünyadaki güç dengeleri rekabetine dayalı bir büyük çatışmanın sinyali görülebilir. Örneğin kabaca İsrail’in arkasında ABD ve Batı’nın, Hamas’ın ardında da İran ve Rusya’nın varlığından söz etmek mümkündür.
Her iki taraf da diğerini kendi varlıklarına karşı bir tehdit olarak algılayıp, sunmaktayken; “Dincilik Felâketi” kaosu körüklemektedir.
VARŞOVA GETTOSU’DUR GAZZE
Tüm dünya uzunca bir süredir canlı yayında bir şehrin nasıl tahrip edildiğini izliyor. Bütün araçlar kullanılarak şehir, içindekilerin üzerine yıkılıyor. Gazzeliler’in ölümü için emperyalist bir yıkım mutabakatı hayata geçiriliyor.
Gazze yerle bir. İsrail kasapları, yüreklerinde tek bir insanı kıpırdama olmadan, vahşetlerinin çağrısına doludizgin gidiyorlar. Adeta Almanların kendilerine uyguladığı soykırımın intikamını, bugünün modern soykırım yöntemleriyle Filistinlilerden alıyorlar. “Soykırım öyle yapılmaz, böyle yapılır” dercesine…
İsrail katliamlarını pohpohlandığı için sürdürüyor… Almanlar arkasında (silah da veriyorlar mı?), İngiltere, İsrail’de atom bombası üretim tesislerini kuran Fransa, yani tanıdık emperyalistlerin yedi düveli, katliamın destekçisi. Şüphesiz soykırımın en büyük paydaşı ABD ve her türlü silahla, büyük bir koruma ile İsrail’in arkasında. Gazze’de taş üstünde taş bırakılmıyor, Siyonist savaş makinesi tam da bunu yapıyor.
O Gazze ki; 365 km2’lik bir alanda 2.3 milyon insanın “hapsedildiği”, km2 başına 5.479 kişinin düştüğü dünyanın en yoğun nüfuslu bölgelerinden biri. Tüm giriş ve çıkış kapıları kapalı. Suyu, elektriği ve telekomünikasyonu dâhil temel kamu hizmetleri için İsrail’e bağımlı. Yiyecekleri, içecekleri, bebeklerinin mamaları ve ilaçları İsrail kontrolündeki kapılardan o izin verdiği kadar giriyor.
Tepelerine bombaların yağmadığı “normal” zamanlarda bile nüfusunun yüzde 81,5’i yoksulluk içinde, yüzde 63’ü gıda güvensizliği yaşayan, yüzde 46’sı işsiz, etrafları sofistike elektronik gözetim sistemleriyle donatılmış çit ve duvarlarla çevrili insanlardan söz ediyoruz. Kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk, bebek…
“Filistinliler açlıktan ölüyor… Örneğin 25 Mart 2024 günü Filistin’de neredeyse tamamı çocuklardan oluşan 28 Filistinli açlıktan öldü. Yarın bu sayı artacak. ABD’nin hem gökten inen bombaları hem gökten inen yardımları finanse etmesi ise son derece ironik.
UNICEF’in hesaplamalarına göre akut beslenme yetersizliği yaşayan çocuklar tedavi edildiğinde, yüzde 80 ila 90 oranında başarıya ulaşılabiliyor. İsrailli askerlerin un paketlerine erişmeye çalışan Filistinlileri öldürdüğü Gazze’de ise bu başarı oranı maalesef çok daha düşük seyrediyor.
Sağlık Bakanlığı Gazze’de 24 çocuğun açlık ve susuzluktan yaşamını yitirdiğini doğruladı.”[62]
Bundan başka Gazze hükümetinin Medya Ofisi’nin açıklamasında, bölgeye havadan bırakılan yardımların bazılarının denize düştüğü, yardımlara ulaşmak isteyen 12 Filistinlinin boğularak öldüğü ve 6 Filistinlinin de izdiham sonucu yaşamını yitirdiği belirtildi.[63]
Evet, insani kriz giderek büyüdüğü Gazze’de hastanelerde yaralılara bakılamıyor, halk suya erişemiyor, yüzlerce ölüyü enkazdan çıkarmaya çalışanlar bombaların hedefi oluyor.
Filistinli gazeteci Maria Rashed, İsrail’in yoğun bombardıman altında tuttuğu Gazze’de kadınların büyük dram yaşadığına dikkat çekerken; Gazze’deki eczanelerdeki temel hijyen ürünlerinin eksikliğinin endişe verici boyuta vardığı vurgusuyla, “Kadınlar ve kız çocukları pede ulaşamıyor. Savaşın başlangıcında endometriozis (şiddetli ağrılara neden olan çikolata kisti) hastalığına sahip kadınlar, hijyen ürünleri yokluğu nedeniyle regl olmamak için ilaç kullanmak zorunda kaldı. Savaşın üzerinden üç aya yakın süre geçmesine rağmen durum vahametini koruyor. Aynı zamanda içmek ve duş almak için su kıtlığı da yaşıyorlar.”
Savaş sürerken hastanelerin neredeyse tamamen işlevsiz olduğu bir ortamda, gebelik ve doğum süreçlerini yönetmek zorunda olan hamile kadınlar için durum ayrıca zor. Temiz olmayan tuvaletleri yüzlerce kişiyle birlikte kullanmak da başlıca sorunlardan biri. Gazze’de sığınma evlerinin de olmadığını belirten Rashed, kadınlar ve kız çocukların güvenli alanlarda yaşamını sürdüremediğini vurgulayarak “Evlerini terk etmeye ve okullar, çadırlar veya diğer insanların evlerinde yaşamaya zorlanıyorlar” diye ekledi.
Rashed, İsrail askerlerinin Filistinlilere yaklaşımından da söz etti. İsrail askerlerinin kadın, sivil, ayırt etmeden Gazze’deki herkesi birer tehdit olarak algıladığını söyleyen ve İsrailli yurttaşların, Filistinli sanılarak vurulduğu olayı hatırlatan Rashed ekliyor: “Üç İsrailli rehinenin, silahsızken ve beyaz bayrak taşımasına rağmen İsrail güçleri tarafından öldürülmesi bunun bir kanıtı. Bir İsrailli keskin nişancı, Gazze’deki kilisede bir anne ve kızını öldürdü.”[64]
Ayrıca ‘BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’ (UNRWA), Gazze Şeridi’nde “acil su” ihtiyacına dikkati çekip, “Bu ölüm kalım meselesine dönüştü. İnsanlar kirli su tüketmek zorunda kalıyor. Bu da hastalık riskini artırıyor,” dedi.
Gazze cehennemi yaşıyor. İsrail’in ateşinin ne kadar süreceği, uluslararası toplumun ne zamana kadar göz yumacağı yanıtsızken; Siyonizm, yaklaşık 2.3 milyon nüfuslu Gazze’nin işgalini, özellikle kuzeyde, kalıcı hâle mi getiriyor, Akdeniz sahiline uzanan alanda hâkimiyetini artırma peşinde mi?
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in, “Ortadoğu’da uçurumun eşiğindeyiz,” vurgusuyla betimlediği Gazze dünyada metrekareye en çok insanın ve en çok bombanın düştüğü yer. Bu hâl akla II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Nazi toplama kamplarını getiriyorken; Gazze artık Auschwitz kampıdır ya da Nazilere karşı onurunu koruyan Varşova Gettosu’dur!
DAYANIŞMA, YALAN(LAR) VE ÖTESİ
Uluslararası Adalet Divanı’nda, (UAD) İsrail’i soykırım yapmakla suçlayan duruşma, dünya çapında bir kutuplaşmayı gözler önüne serdi bir kez daha: Bir tarafta “Küresel Güney” diğer tarafta ABD, İngiltere ve Almanya’dan oluşan emperyalist blok.
İsrail, Yahudi soykırımının ertesinde, ABD hegemonyası yükselirken kurulmuştu. Şimdi İsrail’in bir soykırımla suçlanıyor olması adeta bir dönemi kapatan parantez gibiydi. Emperyalist merkezler yine bir soykırımı engelle(ye)miyorlar, dahası, işgalci bir gücün “kendini koruma hakkı” gibi utanç verici bir saçmalığı destekleyerek soykırımı kolaylaştırıyorlar, hatta Almanya özelinde savunmaya çalışıyorlar.
Soykırım davası, emperyalist sistem içinde yeni bir dönem başlatmış olabilir.[65]
Kaldı ki, Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı “soykırım” davasında UAD ara kararında, İsrail’in, “askerlerinin soykırım yapmasını önlemek için tüm önlemleri alması” ve “insani durumu iyileştirmek için adımlar atması gerektiğine” hükmetmesi ve Başyargıç Joan Donoghue, Gazze’deki kayıplardan “endişe duyduklarını” dile getirerek “insanlık dramının farkında olduklarını” vurgulaması önemliydi.[66] Çünkü emperyalizmin (ve dolaylı olarak da Siyonizmin) işbirlikçisi Arap cephesini deşifre ediyordu.
Kolay mı?
7 Ekim şafağı başlayan Aksa Tufanı’ndan saatler sonra Demir Kılıçlar Hava Operasyonu’nu başlatan Netanyahu 28 Ekim’den itibaren politikasını soykırıma dönüştürürken; Arap Birliği ülkeleri Gazze’de kolektif cezalandırma mimarı Netanyahu yönetimine karşı ne boykot kararı alabildi, ne petrol-doğalgaz ambargosu uygulama kararı verebildi, ne de ABD üslerini boşaltma kararı çıkarabildi.
Ancak bir ay sonra Suudi Kralı’nın “nazik daveti” ile “olağanüstü” toplandılar. Bütün Arap ve İslâm devlet liderleri buluştular. Sonuçta sıfıra sıfır elde var sıfırı açıkladılar. Netanyahu’dan dalga geçer gibi “İktidarınızı ve çıkarınızı korumak için sessiz kalın” yanıtını aldılar!
Saflaşma, bölünme Siyonizmin Gazze’deki kıyımıyla netleşirken; İspanya, Norveç ve İrlanda Filistin devletini resmen tanıdı. Her üç ülke de tanıma kararını tarihi bir an olarak niteledi. Böylece Filistin’i tanıyan ülke sayısı 146’ya yükseldi.
Tepkiler yaygınlaşırken Kolombiya başta Güney Amerika ülkeleri İsrail’e karşı kınamanın ötesine geçerek somut adımlar attılar, insanlığa karşı suçları nedeniyle İsrailli diplomatları ülkelerinden kovdular. Hatta silah ambargosu adımı attılar. Örneğin Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, “Gazze’de ateşkes talebine karşı oy kullanan veya çekimser kalan üretici ülkelerden silah satın almayacağını” bile ilan etti.
Hollanda’nın Lahey’deki UAD duruşmasında Çin adına söz alan Dışişleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı Ma Şinmin Filistin’in yabancı işgaline karşı silahlı mücadele dâhil olmak üzere güç kullanma hakkının olduğunu vurgusuyla, “İsrail’in Filistin topraklarını uzun süreli işgalinde uyguladığı baskı politikası ve pratikleri, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını tümüyle gerçekleştirmesini engelledi” ifadelerini kullandı.[67]
Tüm bunlar “Küresel Güney”in, ağır da olsa ilerleyişini anlatıyorken; Hollanda’da bir mahkeme, İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik bombardımanında kullandığı F-35 savaş uçaklarının parçalarının tedarikinin hükümet tarafından durdurulmasına karar vermesi;[68] veya Hollanda’nın Lahey kentindeki UAD, Guyana temsilcisi Avukat Edward Craven’’in, işgalin “doğası gereği” geçici olması gerektiğini belirtip, “Bu işgal ‘ilhak’ boyutuna ulaştı,” diyerek, İsrail’in Doğu Kudüs başta olmak üzere işgal ettiği topraklarda yasadışı yerleşimler oluşturarak bölgenin demografik yapısını değiştirmeyi amaçladığına işaret etmesi;[69] veya BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin New York ofisi direktörü Craig Mokhiber’in istifa gerekçesinde hizmet ettiği BM’nin, İsrail bombardımanı altındaki Gazze’de yaşanan soykırımı önleme görevinde başarısızlığına dikkat çekip; ABD, İngiltere ve Avrupa’nın büyük bir kısmını saldırıların suç ortaklığıyla suçlayarak, “Bu ders niteliğinde bir soykırım vakasıdır,”[70] demesi sembolik de olsa önem taşıyor. ABD’deki Gazze isyanını, Columbia Üniversitesi’nde yönetim ile öğrenciler arasındaki gerginliği, diğer üniversitelerdeki protestoları da alevlendirdi.
Columbia’nın dışında, New York Üniversitesi (NYU), New School, Stanford, Yale ve Massachusetts Institute of Technology (MIT) başta olmak üzere ülkedeki birçok eğitim kurumunda da benzer protestolar başladı.
Northwestern Üniversitesi, Pensilvanya Üniversitesi, Florida Üniversitesi, Nevada Üniversitesi ve Arizona Eyalet Üniversitesi öğrencileri de Filistin’de yaşanan insanlık dramına tepki göstermek adına gösteriler düzenlediler.
Bazı üniversitelerde çadır kurarak nöbet tutan öğrenciler, bazı üniversitelerde ise Filistin bayrakları ve pankartlarla “Gazze’de ateşkeş” çağrısı yaptı.
Geniş bir kesimden destek alan Columbia Üniversitesi, Emerson Koleji, Güney Kaliforniya Üniversitesi, Teksas Üniversitesi, Indiana Üniversitesi, Minnesota Üniversitesi, Ohio Eyalet Üniversitesi ve Kaliforniya Eyaleti Politeknik Üniversitesi’ne yayıldı.
Özetle Amerikan gençliğinin Filistin isyanı ile uzunca bir süredir biriken yaygın öfke patladı.
Ayrıca ‘Türkiye Yazarlar Sendikası’, “Filistin’in özgürlüğü, insanlığın özgürlüğüdür”;[71] Sajida Mikati de, “Lübnan halkının Filistin davasının arkasında durduğu”na dikkat çekti.[72]
Alman Komünist Partisi (DKP) de ekledi: “Bu saldırılar İsrail’in on yıllardır sürdürdüğü saldırgan baskının bir sonucudur (…) Çatışmanın yaygınlaşmasında, ölümlerde sorumluluk aşırı sağcı İsrail hükümetinin ve onun soykırımcı, sömürgeci, işgalci politikasıdır. Bunu destekleyen emperyalist ülkeler de, Almanya da buna dâhil, sorumludur bu durumdan. (…) DKP, Filistin halkının ve on yıllardır süren mücadelesinin yanındadır. İsrail’deki barış güçlerini de ve özellikle yaşanan durumun açıkça tarif eden, yaşanan durumdaki tüm sorumluluğun İsrail hükümetinin ‘kriminal işgalci politikası’nda olduğunu dile getirme cesareti gösteren İsrail Komünist Partisi’ni destekliyoruz.”[73]
VE “T”C…
İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden olan Türkiye’nin ikiyüzlü siyaseti yeni değil. AKP ve Ankara’yı asıl ilgilendiren Filistinlilere ne olduğu değil, İslâmi duyarlılığı olanları hamasetle uyutmak…
Bir sürü örnek var; mesela Mavi Marmara…
Hatırlanır: Gazze yine abluka altındaydı. “Rotamız Filistin, Yükümüz İnsani Yardım” sloganı ile bir ziyaret örgütlendi. 28 Mayıs 2010’da Antalya’dan yola çıkan Mavi Marmara, Akdeniz’de 5 gemiyle daha buluştu.
Gazze’ye yardım organizasyonunun başını ‘İnsani Yardım Vakfı’ (İHH) çekiyordu. Kulislerden yansıyana göre, Hükümet, Kızılay bayrağı altında yardım götürmeyi teklif etti. Ancak kabul edilmedi. Olacakları öngördüklerinden mi bilinmez, AKP’li vekillerin gemiye binmekten vazgeçtiklerini okuduk.
31 Mayıs gecesi, uluslararası sularda, İsrail Ordusu Mavi Marmara’ya müdahale etti. Açılan ateşte 10 Türkiye vatandaşı hayatını kaybetti.
Kamuoyu o gün ayağa kalkmıştı. Erdoğan yurtdışındaydı. Ankara’da kırmızı alarm verildi…
Türkiye o gün İsrail ile diplomatik ilişkilerini dondurdu. Artık birbirini yok sayan iki ülke vardı.
Peki uluslararası sularda yapılan bu saldırı, Türk mahkemelerinde yargılanabilir miydi? Bu tartışmalıydı. Ama Hükümet’in de oluruyla, bugün HSK üyeliğine yükseltilmiş İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Akif Ekinci iddianame hazırladı. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı, İstihbarat Başkanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı hakkında 9 kez ağırlaştırılmış müebbet istendi. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.
Hiçbir sanığın gelmediği duruşmalar sürerken tarihi bir olay yaşandı. 22 Mart 2013’de, ABD Başkanı Barack Obama aracı oldu. Erdoğan ile İsrail Başbakanı Netanyahu telefonla görüştü. Netanyahu özür diledi ve hayatını kaybeden kişilerin ailelerine ödeme yapmayı teklif etti. Erdoğan kabul etti. İki lider, hukuki adımların da geri çekilmesi konusunda da anlaştı…
Bir zamanlar Erdoğan, “Ey Kılıçdaroğlu” diye başladığı meydanlarda Mavi Marmara’yı hatırlatıp oy istiyordu. FETÖ liderini bile Mavi Marmara üzerinden hedef almıştı: “Ne diyordu, ‘Otoriteden izin almalılardı’. Otorite kim, güneydeki sevdikleri mi, yoksa biz mi? Eğer otorite Türkiye’de bizsek biz zaten izni verdik. Ama onlara göre İsrail.”
Gelgelelim, devir değişip İsrail’le anlaşınca, Erdoğan’ın İHH’cılara karşı dili de değişti: “Siz kalkıp da Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz?”
Rüzgâr dönünce, İHH’cılara Hükümet medyasında “manyak tipler” de denildi, FETÖ’yle de suçlandılar. İHH Başkanı “İsrail’le örtünen çıplak kalır” sözlerinden Erdoğan alınınca özür dilemek zorunda kaldı.
Mavi Marmara, bundan sonra hep “ödendi, ödenmedi” tartışmalarıyla anılacaktı. 23 Haziran 2017’de Maliye Bakanı Naci Ağbal, “Mavi Marmara saldırısında hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminatları ödendi” diyerek defterin kapatıldığını açıkladı. Davanın bedeli yoktu, Gazze’de abluka sürüyordu ama bütün hikâye nedense parayla anlatılır olmuştu.
Nitekim gemi de unutuldu. Mülkiyeti İHH’ya ait olan gemi, bir ara Kurtlar Vadisi filminde görüldü. Saldırıdan 7.5 yıl sonra bir armatöre satıldığı ortaya çıktı. Geminin adı, şaka yapar gibi “Erdoğan Bey” olmuştu…[74]
Bir örnek daha; Gazze krizinde hamasetin dozajını artıran Erdoğan, ABD ve Batı’yı hedef alırken Tel Aviv ile ilişkileri koparmadı…
“Nasıl” mı?
i) İsrail’in demir-çelik pazarındaki en büyük pay Türkiye’nin. Çelik İhracatçıları Birliği’ne (ÇİB) göre 2022’de Türkiye’nin toplam çelik ihracatı 21 milyar dolar tutarında gerçekleşti ve TİM raporunda Türkiye’nin 2021’de İsrail’e 1,4 milyar dolarlık çelik ihraç ettiği kayıt altına alındı. İsrail’in kullandığı çeliğin yüzde 65’ini Türkiye’deki üretici firmalardan ithal ettiği belirtildi.
ii) AKP iktidarı döneminde İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi yüzde 532 artış gösterdi.
iii) TÜİK’in 2022 verilerine göre Türkiye İsrail’in en çok ithalat yaptığı dördüncü ülke iken İsrail Türkiye’nin ihracatında 10. sırada
iv) İsrail ile son dönemde de enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımak üzere işbirliği konusu gündeme gelmişti![75]
Ve bir şey daha: Fırdöndü dış politikasıyla maruf Saray iktidarının her yere mavi boncuk dağıtmayı ihmal etmeyip, günü kurtarmaya yönelen düşsel önerileri ve çıkışlarıyla yürüttüğü siyasası Filistin topraklarının “ecdadımıza ait” olduğunu ileri sürüp, garantörlüğe, arabuluculuğa soyundu soyunmasına ama! Hamas’ın sözcüsü Sami Abu Zuhri, Filistin’de birliğin sağlanması için yürütülen görüşmelere hâlihazırda Kahire’nin ev sahipliği yaptığını belirterek, “Türkiye sürece dâhil olmak isterse bunu Mısır üzerinden yapmalı,”[76] dedi.
Kimse inkâr edemez: Saray’ın iflas içindeki politikası Filistinlilerin hakkını savunmak, yardımlarına koşmak yerine kararsız, eli böğründe; İsrail’i sürekli laf ile döverek durumu idare etmeye çalışırken; meseleleri Filistin değil, Hamasçılık sadece!
“İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM” MÜ?!
“İki Devletli Çözüm” mü? Bu karşılıksız, platonik bir “beklenti”dir!
“Unutturulan ‘iki devletli çözüm’ yeniden gündem, ‘iki devletli çözüm’ Aksa Tufanı’yla küllerinden doğdu, ‘iki devletli çözüm’ artık kaçınılmaz, Küresel Güney Filistin’i kabul ettirecek… Küresel Güney’in siyasi baskısı, ABD’yi ‘iki devletli çözüm’ü kabule mecbur bıraktı,”[77] söylenceleri gibi…
Haberi olmayanlara hatırlatalım: “… ‘Filistin Politika ve Araştırmalar merkezi’ (PCPSR), iki devletli çözüm formülünün kamuoyu desteğinin seneler içindeki değişimini takip ediyor. 2016’da Filistinlilerin yüzde 51’i, İsrailli Yahudilerin yüzde 53’ünün destek verdiği ölçülürken, bu rakamlar 2022’de sırasıyla yüzde 33 ve yüzde 34 seviyesine düştü.
Mina Zemach, 2009’da iki devletli çözüm anketini Mayıs 2024’te tekrar etti: İsraillilerin yüzde 42’ü, iki devletli çözümü “kabul edilemez” bulduklarını belirttiler. Dolayısıyla 2009’dan bu yana durumun kötüleştiğini görüyoruz.”[78]
Bu durumda “Haykıracağımız şey; Demokratik bir İsrail, özgür ve demokratik bir Filistin”[79] olmanın ötesinde FHKC gençlik üyesi Hammoud Ihab’ın, “Bağımsız, demokratik bir Filistin kurulana kadar, bu halkın mücadele ve direnişi sürecek” vurgusuyla eklediklerine kulak vermektir:
“Filistin halkı, katliamlara, cinayetlere, tehditlere ve topraklarımızın zorla ele geçirilmesine dayanan Siyonist işgalle bir arada var olamaz. İsrail güçlerinin Filistin’i işgalinden bu yana 76 yıl geçti, bu ülkenin sahipleri sığınmacıya dönüştürüldü, toprakları ve evleri ellerinden alındı. Biz 27 bin kilometrekarelik Filistin toprağının Filistin halkına ait olduğunu söylüyoruz, Filistin’in kurtuluşuna ve başkenti Kudüs olan bağımsız, demokratik bir Filistin kurulana kadar, 1948’den bu yana sürgün edilenler kendi köylerine, kentlerine dönebilene kadar bu halkın mücadele ve direnişi sürdüreceğini söylüyoruz.”[80]
19 Eylül 2024 08:55:37, Muğla.
N O T L A R
[1] Cemal Süreya.
[2] Sigmund Freud, Savaş ve Ölüm Üzerine Çağdaş Düşünceler, çev: Saffet Emrem, Can Yay., 2023.
[3] Lena Obermaier, “Almanya, İsrail’in Savaş Suçlarına Ortak”, Birgün Pazar, 22 Ekim 2023, s.13.
[4] “BM’den Gazze Uyarısı”, Cumhuriyet, 19 Mart 2024, s.7.
[5] Cengiz Karagöz, “Barakat: Gazze En Büyük Hapishane”, Cumhuriyet, 30 Ekim 2023, s.7.
[6] Arzu Karacanlar, Selim Atılgan, Demokrat Arkadaş, Sayı: 6, 1988.
[7] Saurav Sarkar, “Savaşın Kökeni İngiliz Emperyalizmine Uzanıyor”, Birgün, 23 Ekim 2023, s.8.
[8] Öner Yağcı, “Bugünün Filistin’i”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2024, s.11.
[9] Yusuf Tuna Koç, “Nehirden Denize Özgür Filistin”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.10.
[10] İlker Başbuğ, “Filistin Sorunu Nasıl Çözülür?”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2024, s.2.
[11] Maher Charif, “Nakba’nın Manaları”, Birgün, 15 Mayıs 2024, s.10.
[12] Elçin Poyrazlar, “Soykırım, Savaş Suçu, Barbarlık…”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2023, s.7.
[13] Yusuf Tuna Koç, “Akademisyen Fırat Mollaer: Seçilmiş Millet Dışlanmış Halklar”, Birgün Pazar, 5 Kasım 2023, s.13.
[14] Meron Rapoport, “İnkâr ve Linç”, Birgün, 15 Kasım 2023, s.10.
[15] Ergin Yıldızoğlu, “Fanteziler ‘Tufan’da Boğuldu”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2023, s.11.
[16] “Filistinli Mahkûma Tecavüz Olayı İsrail Meclisinde Savunuldu”, 2 Ağustos 2024… https://odakdergisi2.com/sde-teiman-gozalti-merkezinde-meydana-gelen-filistinli-mahkuma-tecavuz-olayi-israil-meclisinde-savunuldu/
[17] “Her Filistinliyi Öldürecekler”, Birgün, 21 Kasım 2023, s.11.
[18] “Katliamı Büyütecek”, Birgün, 12 Ekim 2023, s.4.
[19] “Gazze Boğuluyor”, Birgün, 11 Ekim 2023, s.9.
[20] İlhan Uzgel, “Şok ve Yıkım Arasında Filistin’in Trajedisi”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.10.
[21] Branko Marcetic, “Basında Gazze Suskunluğu”, Birgün, 13 Mayıs 2024, s.10.
[22] “Gazze’nin Statüsü ‘Küresel Bir Konu’…”, Birgün, 18 Ekim 2023, s.8.
[23] Orhan Bursalı, “Filistin’i Silen Netanyahu’dan Yeni Ortadoğu Haritası”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2023, s.6.
[24] Derya Doğan, “Filistinliler Terk Etmiyor”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2023, s.7.
[25] Aseel Al Bajeh, “Tüm Filistinliler Saldırı Altında”, Birgün, 23 Ekim 2023, s.8.
[26] Mehmet Ali Güller, “Obama’nın Çıkışının Anlamı”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2023, s.7.
[27] “Gilbert Achcar: ABD Soykırımın Doğrudan Ortağı”, Birgün, 28 Mayıs 2024, s.11.
[28] Mansur Yaman, “Mustafa Türkeş: ABD’nin Çıkarları Bölgeyi Yaktı”, Birgün, 23 Ekim 2023, s.9.
[29] “AB’de Gazze Çatlağı”, Birgün, 28 Ekim 2023, s.5; Mürüvet Küçük, “Filistin Aynasında Olsa”, Yeni Yaşam, 24 Ekim 2023, s.9.
[30] “Gazze Katliamına Blair Kamuflajı”, Birgün, 15 Kasım 2023, s.11.
[31] Marco Carnelos, “Avrupa’nın Yeni Pozisyonu”, Birgün, 6 Kasım 2023, s.8.
[32] Johannes Stern, “Savaş Çığırtkanları Bir Kez Daha İşbaşında”, Birgün, 6 Kasım 2023, s.8.
[33] Ghassan Abu-Sittah, “Yarınlar Filistin’indir!”, Birgün, 15 Nisan 2024, s.10.
[34] İlker Başbuğ, “Filistin Sorunu Nasıl Çözülür?”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2024, s.2.
[35] Feridun Andaç, “Uzlaşma mı, Tarafsızlık mı?”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2023, s.8.
[36] Nejat Eslen, “Gazze Sorunu Üzerine”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2023, s.7.
[37] Nalan Yazgan, “Küresel Sonucu Olur”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2023, s.2.
[38] Emre Kongar, “Hamas-Netanyahu Savaşı Kime Yarar?”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2023, s.2.
[39] “FHKC’den Destek”, Yeni Yaşam, 9 Ekim 2023, s.9.
[40] Mehmet Ali Çelebi, “Aksa Fırtınası, Demir Kılıçlar ve Kadüse Asası”, Yeni Yaşam, 13 Ekim 2023, s.10.
[41] Elif Görgü, “Filistinli Sendikacı Abdelsalam: Daha Fazla Dayanışma!”, Evrensel, 6 Kasım 2023, s.9.
[42] “İki Taraftan Can Kayıpları Artıyor”, Yeni Yaşam, 9 Ekim 2023, s.9.
[43] Mehmet Ali Çelebi, “FHKC: Bu Herkesin Savaşı”, Yeni Yaşam, 22 Kasım 2023, s.9.
[44] İbrahim Varlı, “Gazze’de Sadece Hamas Yok”, Birgün, 8 Ekim 2023, s.5.
[45] “İsrail’in BM Büyükelçisi’nden Guterres Çıkışı”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2023, s.7.
[46] Cangül Örnek, “Apartheid Rejimi Soykırıma Giderken Filistin ve Dünyamız”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.11.
[47] İbrahim Varlı, “Aksa Tufanı’nın Yol Açacağı Kırılmalar”, Birgün, 10 Ekim 2023, s.9.
[48] Erhan Keleşoğlu, “İşgale Karşı Haklı Direniş”, Birgün, 10 Ekim 2023, s.9.
[49] Y. Emre Ceren “İsrail Filistinlilerin Kanı Üzerine Kurulu”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.11.
[50] Morning Star Online Editörleri, “Ezilenlerin Şiddeti”, Birgün Pazar, 15 Ekim 2023, s.11.
[51] Berkant Gültekin, “Başbakanı Öldüren Kurşun ve Hamas’ın Bombaları”, Birgün, 11 Ekim 2023, s.6.
[52] Ergin Yıldızoğlu, “Nedir Bu ‘Hamas Gibi Yapmak’ Arzusu”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2023, s.11.
[53] yenisafak.com, 7 Ekim 2023.
[54] haber.sol.org.tr, 7 Ekim 2023.
[55] cumhuriyet.com.tr, 8 Ekim 2023
[56] harici.com.tr, 8 Ekim 2023.
[57] Mehmet Ali Güller, “Aksa Tufanı”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2023, s.7.
[58] Orhan Bursalı, “ABD Ortadoğu’da İflas”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.6.
[59] Yusuf Ertaş, “Gazze’de Ateşkes Sonrası Yeni Hesaplar”, Evrensel, 27 Kasım 2023, s.10.
[60] Ergin Yıldızoğlu, “İran Boyutu Öne Çıkmaya Başladı”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2023, s.9.
[61] Salih Bıçakcı, “Fatura İran’a Çıkabilir”, Birgün, 10 Ekim 2023, s.9.
[62] Miranda Cleland, “Filistinliler Açlıktan Ölüyor”, Birgün, 25 Mart 2024, s.10.
[63] “18 Filistinli Hayatını Kaybetti!”, Cumhuriyet, 27 Mart 2024, s.7.
[64] Derya Doğan, “Savaş Kadınları Vurdu”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2023, s.7.
[65] Ergin Yıldızoğlu, “Soykırım ve Kutuplaşma”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2024, s.11.
[66] “Soykırıma Kanıt Var, Ateşkes Yok”, Birgün, 27 Ocak 2024, s.11.
[67] Filistin Halkının İşgale Karşı Mücadele Hakkı Vardır”, 24 Şubat 2024… https://odakdergisi2.com/cin-filistin-halkinin-yabanci-isgale-karsi-silahli-mucadele-hakki-vardir/
[68] “Hollanda Mahkemesinden İsrail Kararı”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2024, s.7.
[69] “Filistin’in İşgale Direnişi Meşru”, Birgün, 23 Şubat 2024, s.11.
[70] Gözde Bedeloğlu, “Gazze’de Adalet Ne Yana Düşer”, Birgün, 21 Ocak 2024, s.2.
[71] “Filistin’in Özgürlüğü, İnsanlığın Özgürlüğüdür”, Birgün, 21 Ekim 2023, s.13.
[72] Sajida Mikati, “Lübnan Halkı Filistin Davasının Arkasında”, Birgün, 28 Ekim 2023, s.5.
[73] Gürsel Köksal, “Almanya, İsrail’in Kendisini Savunma Hakkının Yanında!”, Birgün, 14 Ekim 2023, s.8.
[74] Barış Terkoğlu, “Gazze Davası Nasıl Satıldı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.3.
[75] “Hamaseti Bırak”, Birgün, 16 Kasım 2023, s.7.
[76] Burcu Karakaş-Yavuz Özden, “Arabulucu Türkiye Değil, Mısır”, Milliyet, 12 Nisan 2013, s.23.
[77] Mehmet Ali Güller, “Adım Adım Filistin Devleti”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2024, s.7.
[78] Colin John Irwin, “İki Devletli Çözüm mü?”, Birgün, 27 Mayıs 2024, s.10.
[79] Doğan Durgun, “Kanayan Filistin, Siyasal İslâm, Sol ve Kürtler…”, Yeni Yaşam, 17 Ekim 2023, s.10.
[80] Yusuf Tuna Koç, “Ihab Ahmad Hammoud: Soykırım ve İşgal Bizi Ülkemizden Vazgeçiremedi”, Birgün Pazar, 10 Haziran 2024, s.12.