Bu süreç, ABD’nin savaş hazırlıklarını ve dünya çapında bir yeni paylaşım savaşı ile, tek süper güç olarak, dünya imparatorluğunu ilan etme isteğinin ne kadar güçlü olduğunu görmemize yetti. ABD, 1917 Ekim Devrimi ile geriye çekilen, işgale dayalı sömürgeleştirme politikalarını, tüm emperyalist dünya adına yeniden sahaya sürdü. Yeniden, dünya savaşı daha yakın bir olasılık olarak konuşulmaya başlandı. Ve bu arada, işgalci ABD güçleri, “demokrasi taşımak” gibi ulvi bir incir yaprağı ile örtülmek istendi. Ama ne incir yaprağı işe yaradı, ne de bu işgal politikaları, 17. 18. ve 19. yüzyıldaki gibi sonuçlar verdi. Afganistan ve Irak yangın yerine döndü. Kendi denetimlerinde olan Saddam, bir anda, hızla devrildi. Ama ardından Irak’ta, milyonlarca insan öldürüldü, milyonlarca kadının ırzına geçildi, milyonlarca çocuk sakat kaldı, milyonlarca insan evlerini terk etti.
Sonuçta, ABD, hem Afganistan’da, hem de Irak’ta, bir şeyler kazanmış olmalıdır. Yeni dünya savaşı için kendi güçlerini dünyaya yayma konusunda epey mesafe almış olmalıdır, yeni üsler edindiler, yeni olanaklar da. Ama bu arada, gerçek bir zafer kazanmadıkları, bugünlerde, olayda epey zaman geçtikten sonra, kendi ağızlarından dile getirilmektedir.
Burada kalmadılar.
Savaş naralarını geri çekmeye ve ‘umut’ olarak Obama’yı devreye sokmaya karar verdiler. Obama, bu politikayı değiştirecek gibi izlenimler yarattı. Dünya imparatorluğu hayalleri, biraz geri çekildi ya da bir süreliğine arka plana çekildi. Ama bu umut Obama politikası tutmadı. Tersine, umut Obama, yeni bir savaş ve saldırı doktrini ile şahinleşmeye başladı.
Mısır’da kitleler, 30 yıllık diktatörlüğe karşı sokaklara dökülünce, ABD ordu aracılığı ile durumu kontrol altına almak için her şeyi devreye soktu. Peş peşe denemelerden sonra, biraz olsun durumu kontrol altına aldılar.
Bu arada, ABD etrafındaki Irak’a müdahale koalisyonu, Afganistan’a müdahale koalisyonu dağılmaya başladı.
ABD, her emperyalist gücün gözlerini kamaştıran Libya petrolleri için bir adım atmaya, bu petrolleri müttefikler arasında paylaştırarak, onlara bir miktar bal vermeye, böylece koalisyonu yeniden sürdürebilmeye karar verdi. Libya, Fransa, İngiltere, ABD yönetimlerinin “demokrasi taşıma” iradesini gösterdikleri yeni alan oldu. Libya yerle bir edildi. Bugün, üzerinden 4 yıl geçmiş bulunuyor ve Libya’da demokrasinin d’si bile yok. Irak’a demokrasi taşıma girişiminin sonuçları biliniyor ve Afganistan’da durum, herkes için açık.
Demokrasi taşıma yalanı, artık bir işe yaramıyor olmalıdır.
Teröre karşı savaş da pek bir işe yarar gibi değildir.
Ve ABD, Libya ile koalisyonu sağlamış iken, fırsat bu fırsat, Türkiye’ye, Suriye’yi sıkıştırma görevini verdi. ABD, İsrail, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye cephesi, Suriye’ye demokrasi götürmek için saldırıya başladılar.
Türkiye, yine kapitalist bir ülke olmasına rağmen, ABD politikalarının tetikçisi olmamış olsa idi, Suriye ile son derece gelişmiş ekonomik ilişkiler kurarken, savaş naralarına yataklık yapmaya yeltenmeyebilirdi. Ama Türkiye, ABD’nin bir dış eyaleti olarak davranmaktan kendini hiçbir zaman alıkoyamamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Türkiye, hemen hemen hiçbir yerde, hiçbir durumda ABD isteklerine karşı tutum almamıştır. Burada da durum öyle oldu. Suriye’ye karşı savaş ne İngiltere’yi, ne ABD’yi sınırları nedeni ile etkileyecek durumda değil iken, Türkiye, bu iki güçten daha istekli davranmaya karar verdi.
Bugünkü Başbakan, Erdoğan’ın 17-25 Aralık operasyonu sonrası paraları uçakla taşıdığı söylenen ülkede, Malezya’da eğitim görmüş birisi olduğundan mı, Müslüman Kardeşler’le Erdoğan’ın ilişkileri nedeni ile mi, AK Parti içinden bile söylenen Davutoğlu’nun ABD ile olan yakın ilişkilerinden mi, yoksa Erdoğan’ın “süpürülmeyecek ve kullanılacak” bir adam olmasından mı, yoksa Osmanlı hayalleri yeniden canlandığından mı, yoksa Kürt hareketini boğmak için Suriye’yi düşürmek gerektiğine inanan güvenlik politikaları nedeni ile mi, yoksa tüm bunların bir bileşkesi olarak mı bilinmez, Türkiye, Suriye meselesine tam bir tetikçi olarak devreye girdi.
Görünüşe göre, TC devletinin, bir bütün olarak Ortadoğu politikası vardı. Görüntüye göre, Türkiye, sabah yola çıkıp, öğlen namazını Şam’da kılacaktı. Görünüşe göre, o zaman dışişleri bakanı olan Davutoğlu, bu işin bilimini hatim etmişti ve şehadet şerbetini içmek için can atmaktaydı.
Ama işler planlandığı gibi gitmedi.
ABD, Rojava’yı Barzani’ye bağlama, Halep ve Hatay’ı içine alan bir devlet kurarak, bu topraklardan petrolü taşıma planlarını gerçekleştiremedi.
Savaş, yıllara yayıldı.
Şimdi, sorulabilir: Suriye savaşı, Pandora’nın kutusunu mu açtı?
Emperyalist güçler, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, İsrail, Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ı yanına alarak, IŞİD çetelerini sahaya sürdü. IŞİD çeteleri, akıl almaz vahşetler sergileyerek, bölgeyi dümdüz etme projesini devreye soktu.
Nihayetinde, İngiltere ve ABD, bu bölgede sınırları olan ülkeler değildir. Ama Suudi Arabistan, İsrail, Katar ve Türkiye bölge ülkeleridir. Bunun bir önemi olması beklenirdi, ama bu dört ülke ABD’nin bükülmez gücüne o kadar güvenmekteydiler ki, IŞİD’in katliamlarına o kadar bel bağlamışlardı ki, sonuca çok yakın olduklarını düşündüler.
Ama hesap, Kobanê’de bozuldu, Suriye istedikleri sürede pes etmedi. Arap gazetelerinin söylediklerine göre, Rusya, Suudi Arabistan’ın milyarlarca doları karşılığında Esad’ı satmadı, Çin tüm bu sürece boyun eğmedi.
Acaba Pandora’nın kutusu açıldı mı?
Ardından Yemen’e karşı, Suudi Arabistan önderliğinde askerî operasyonlar başladı. ABD’nin petrol kuyuları üzerine kurulu bu devletlere verdiği destek ile, askerî operasyonlar devreye sokuldu. Suudi kralı, gücünü göstermek istedi. Yemen’e karşı savaş, çocukların, sivil halkın canlarına mal olacakmış, onlara ne.
Acaba, Pandora’nın kutusu Suriye’de mi açıldı?
Ve 2015 yılında, gelişmeler ABD ve müttefiklerinin istedikleri şekilde yürümemeye başladı.
Yemen güçleri, Suudi sınırlarından sızarak, Suudi askerî güçlerine büyük zararlar verdiler, diye söylenmektedir.
IŞİD, Irak’ta ve Suriye’de katliamlara devam etse de, Kobanê direnişinden sonra güç kaybetmeye başlamıştır ve arkasındaki güçler, açıktan onu savunabilir durumda olmaktan çıkmıştır. ABD, İngiltere, son günlerde de Suudi Arabistan, IŞİD’e desteklerini çekmiş gibi davranmaktadırlar. IŞİD, ne ABD’ye, ne İngiltere’ye, ne kendisini terörist ilan eden Türkiye’ye karşı harekete geçmiş değil, ama öyle anlaşılıyor, Suudi Arabistan’da, camilere saldırmaya başlamıştır.
İran ile nükleer müzakerelerde anlaşmaya varılmış olması da büyük bir gelişmedir, hesaba katılması gereklidir.
Ve Türkiye önderliğinde, Suriye’de savaşmak üzere, IŞİD dışındaki güçleri toparlayacak, ÖSO’yu devre dışı bırakan, bir yeni uygulama devreye sokulmuştur ve ABD buna sessizce izin vermiştir. Bir yeni ordu oluşturulmuş, adına “Fetih Ordusu” denmiştir.
Bir soru; acaba, bu yeni ordunun isim babası Erdoğan mıdır, yoksa Davutoğlu mudur?
Bir soru daha; acaba Türkiye’de yeni organize edilmekte olan özel savaş gücünün, Erdoğan emrindeki birliklerin adı Fetih ordusu mudur?
Bu soruları bir yana bırakalım çünkü yanıtlarını biz de bilmiyoruz. Ama bölgeden birçok kaynağın bildirdiğine göre, Türkiye, Suriye’de var olan bu yeni Fetih Ordusu içine 500 savaşçı göndermiştir. Türk özel kuvvetleri, savaşın içindedir. Bu aslında Türkiye’nin savaşa daha farklı bir konumda, farklı bir düzeyde dahil olduğunu göstermektedir.
Bu yeni durumun bir göstergesi de, Kobanê’den gelen cenazelerin sınırda bekletilmesi, Kobanê’den Türkiye’ye giren ailelere ateş açılması vb.dir. Bu yeni tablo, bize savaşın bu yeni aşamasında Türkiye’nin çok aktif olduğunu göstermektedir. Bazı çetelerin liderleri, Türkiye’nin kendilerine kamyon, silâh, zırhlı araç vb. vereceğini açıkça söylemektedir. Sınırdan sürekli olarak yaralılar getirilmekte ve ambulanslarla bölgeye gönüllü savaşçılar gönderilmektedir.
Bölge halkları, Türkiye’nin hazırlığının, Afrin bölgesini kuşatmak olduğunu söylemektedir. Türkiye, IŞİD ve Fetih Ordusu’nu, El Nusra’yı da yanına alarak, Afrin bölgesine saldıracak söylentileri ciddi ve yaygındır.
Ve IŞİD, El Nusra gibi çetelerin Kürtlere karşı kimyasal silâhlar kullandıkları, Türkiye basınında es geçilse de, dünya basınında ciddi bir gündemdir. Elbette sorulardan biri de, bu kimyasal gazların nereden geldiğidir.
Ülkemizde süren savaş, bu savaştan bağımsız değildir. Elbette Erdoğan, seçimler ve başkanlık sistemi gibi konularda ısrarcı olduğundan, fiili olarak savaşı tırmandırmaktadır, buradan kendine gelecek çıkarmaya çalışmaktadır. Ama işin bir yönü de bölgede süren savaştır. TC devleti savaşın büyümesini, yayılmasını istemektedir. Savaş ne kadar yayılırsa, o kadar kuralsız bir savaş ortaya koymaktadırlar.
Bu savaş, dünya gericiliğinin bölgemize dönük katliam planlarının bir parçasıdır. Bu savaş, bir yağma ve talan savaşıdır.
Bu savaşın bir yanında dünya gericiliği vardır, diğer tarafında, tüm insanlık. Kobanê bunun en somut örneğidir.
Bu savaşın daha uzayacağı da bellidir. Bölgede kan dökülmedik toprak bırakmadılar ve Pandora’nın kutusu açılmışa benzemektedir.
Öyle görünmektedir ki, bu savaşa dahil olan her ülke, bu savaştan pay almaktadır. Sonuçta ellerine ne geçeceğini bilmesek de, bugünden nelere mal olduğunu görmek mümkündür. Bu nedenle, bölgenin tüm ülkeleri, acil barış çağrıları yapmalı iken, tam tersi bir süreç yaşanmaktadır.
Oysa, Afganistan, Irak, Libya deneyleri, çok geçmişe ait deneyler değildir ve sonuçları da ortadadır.
Ülke ve devlet mantığından sıyrılıp, halkların anti-emperyalist cephesini kurmak, halkların ortak mücadelesini geliştirmek, bu mücadeleye açık katkı sunmak, insanım diyen herkesin görevidir. Savaşı durdurabilecek tek şey, halkların mücadelesidir.