Osmanlı’dan günümüze grevler Birinci bölüm: Tanzimat’tan 1971’e*

Grev, çalışanların yapmakta oldukları işi toplu olarak durdurma eylemidir. Bir hoşnutsuzluğun ifadesidir aynı zamanda. Özellikle kapitalist toplumun dünyaya egemen olması ile işçi sınıfının en önemli hak arama silahı olmuş, sermaye kesimini ürküten pek çok grev hayata geçirilmiştir. Kapitalist toplum öncesinde de yaşanan grevler vardır kuşkusuz ancak günümüzde grev denildiğinde akla ilk gelen işçi sınıfının gerçekleştirdiği eylemlerdir. Grevler genellikle ekonomik talepleri dile getirmek ve ekonomik/sosyal haklar elde etmek amacı ile gerçekleştirilmiş olsa da kimi zaman siyasal amaçlı grevler de gerçekleşmiş ve bu grevlerin sonucunda sadece işçi sınıfı değil tüm emekçiler önemli kazanımlar sağlamışlardır.[1]

Bu durum tüm dünyada olduğu gibi üzerinde yaşamakta olduğumuz coğrafyada da böyledir.

Bu yazıda Anadolu (ve Rumeli) topraklarında yaşanmış ve toplumsal yaşamı etkilemiş olan grevlerden söz edeceğim. Daha açıkçası bir seçki gerçekleştireceğim bu grevler arasından.

Tahmin edilebileceği gibi Anadolu coğrafyasında da grev olgusuna kapitalizm öncesi ekonomik yapılarda da rastlanmaktadır. Osmanlı Devletinde pek çok grev gerçekleşmiştir söz gelimi. Ancak bu yazıda bunlardan söz etmeyecek ve sadece kapitalist toplumun egemen olması sonrasında gerçekleşmiş grevleri ele alacağız.

Osmanlı Devleti bünyesinde kurulan ilk işçi örgütlenmeleri, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmekten ziyade hayırseverlik, yardımlaşma, ticari ilişkiler kurup geliştirme vb. hedeflere odaklanmışlardı. Söz gelimi 1871 yılında kurulmuş olan ve sosyal politika alanında faaliyet gösteren pek çok araştırmacının hatalı bir yorum sonucu “Ameleperver Cemiyeti” adı ile ele alıp inceleyip üzerinde yaşamakta olduğumuz coğrafyada kurulu ilk işçi örgütü olarak tanıttığı derneğin gerçek adı “Ameleperver Cemiyeti” olup işsizlere iş bulmak, fakirlere yardım etmek ve esnafa kredi vermek amacı ile kurulmuş bir yardımlaşma örgütüdür. İşçi sınıfının hak ve menfaatlerini koruyup kollayan bir örgütsel yapılarının bulunmaması Osmanlı devletinin egemenlik yıllarında gerçekleşen grevlerin önemli bir kısmının saman alevi benzeri birden parlayıp kısa sürede de sona ermesine neden olmuştur.

Osmanlı Devletinde gerçek anlamda işçi sınıfının hak ve menfaatlerini koruyup geliştirmek amacı ile kurulan ilk işçi örgütü 1894 yılında İstanbul’da gizlice kurulan Amele-i Osmani Cemiyeti adlı örgüttür. Örgüt Tophane-i Amire işçileri tarafından kurulmuş ve kuruluşundan kısa bir süre sonra da kurucuları yakalanıp sürgüne gönderilmişlerdir. Örgüt kısa süren yaşamı boyunca sadece işçi sınıfının ekonomik haklarını geliştirmeye yönelik talepleri dile getirmekle kalmamış, Avrupa’daki fikir hareketlerini izlemek, istibdat rejimine karşı çıkmak, demokratik gelişim talep etmek gibi siyasal olarak değerlendirilebilecek faaliyetler de gerçekleştirmiştir.

Grev eylemlerinin tarihçesi incelendiğinde ise 1839-1840 yılları arasında ithal edilen üretim araçları nedeni ile işlerini yitireceklerini düşünen işçilerin gerçekleştirdiği “makina kırma” ve spontane olarak hayata geçirdikleri iş bırakma eylemlerini saymazsak Osmanlı’da kapitalist ilişkilerin egemen olmasını takiben kayıtlara geçmiş ilk grevin Şubat 1872’de gerçekleşen “Beyoğlu Telgrafhane grevi” olduğunu görürüz.[2] Burada “kayıtlara geçmiş ilk grev” ifadesini özellikle kullandım çünkü olaydan iki yıl önce dönemin padişahı Abdülaziz tarafından yayınlanmış bir fermanla işçi eylemlerinin yasaklandığı bilinmekte. Bu ferman nedeni ile de telgrafhane grevi öncesinde gerçekleşmiş ancak henüz kayıtlarına ulaşılamamış grevlerin olabileceği kanısı uyanmakta. Telgrafhane grevi Osmanlı’da gerçekleşmiş ilk grev olsa bile Paris Komünü’nün sona ermesinin üzerinden henüz bir tam yıl bile geçmemişken Osmanlı topraklarında bir grevin yaşanmış olması Anadolu coğrafyasının köklü bir grev geleneğine sahip olduğunun göstergesidir kanımca. Şubat ayının 17’sinde başlayıp 23’üne kadar devam eden grev sonucunda telgrafhane emekçileri taleplerinin ne kadarını alabildiler, bu konuda kesin bir bilgi yok elimizde. Ancak bahse konu dönemde İstanbul’da yayın hayatını sürdürmekte olan “La Turquie” adlı gazetenin gerek 17 Şubat gerekse 23 Şubat tarihli yayınlarında “Beyoğlu Telgraf İşçileri” grevi nedeni ile borsada borsa oyunları ile uğraşan ve haber alabilmek için telgrafa güvenen zümre içinde büyük tedirginlik olduğu belirtilmekte.[3] Bu bilgiden yola çıkarak grevin yol açtığı huzursuzluğun bir an önce giderilebilmesi için işçilerin taleplerinin önemli bir kısmının karşılandığını düşünebiliriz.

1872 yılında gerçekleşen telgrafhane grevini takiben meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılına kadar geçen dönemde Osmanlı sınırları dâhilinde pek çok grev gerçekleştiğini bilmekteyiz. Bu grevlerin ortak özellikleri şöyle sıralanabilir:

– Osmanlı Devletinin artan dış borçlarının yarattığı ekonomik kriz nedeni ile yaşam koşulları ağırlaşan işçilerin ücret artışı (hattâ kimi zaman aylar boyunca kendilerine ödenmemiş olan ücretlerini alabilme) talebi ile başlatılmış grevlerdir.

– Aşağıda ele alacağımız Kavala tütün işçileri grevi dışında gerçekleşen tüm grevler bir örgütlenme ve sendikal faaliyetin sonucu olmayıp kendiliğinden gerçekleşen eylemlerdir.

– Grevler doğal önderler tarafından yönlendirilmiş eylemlerdir.

– Grevin finansmanını sağlayacak örgütsel bir yapı olmaması nedeni ile kısa süren grevlerdir.

Yukarıda da sözü edildiği gibi “Kavala Tütün İşçileri Grevi” pek çok yönü ile diğerlerinden ayrılır.[4]

Her şeyden önce bu grev örgütlü bir çabanın ürünü idi. 1901 yılında Kavala’da kurulmuş olan ve İstanbul’a uzak olduğu için devlet denetiminden görece uzak olması nedeni ile yaşamını yıllarca sürdürmeyi başaran “Tütün Amelesi Saadet Cemiyeti” bu grevin örgütleyicisidir. Bahse konu cemiyet Osmanlı Devleti döneminde gerçekleşmiş ilk sendikal örgütlenmelerden biri olarak değerlendirilmektedir. 1905 yılında gerçekleşmiş olan grev şehirde yaşamakta olan tütün işçilerinin nerede ise tamamının katılımını sağlamış, kısa sürede işverene teslim olunmamış ve sonuçta işçi taleplerinin kabul edilmesi ile sonuçlanmıştır. Bazı kaynaklar söz konusu grevde işçilerin şiddete başvurduklarını belirtmektedir. Bu tespit doğru olmakla birlikte bazı depoların taşlanması, büyük bir tütün şirketinin yönetim ofisinin basılması deyim yerinde ise “maksat şiddet olsun” denilerek gerçekleştirilmiş eylemler değildir. Depoların camlarının kırılması grev kırıcıların depoları terk etmeleri amacı ile planlanmış eylemlerdi. Tütün şirketinin yönetim ofisine baskın verilmesi ise işçilerin hak edişlerini hesaplamamakta direnen işverene yönelik bir baskı olarak planlanmıştır. Sonuç olarak tütün işçileri gecikmiş alacaklarını tahsil etmekle kalmamış, ücret zammı da elde etmişlerdir. Kavala grevinin ayrıntılı bir incelemesi bu yazının sınırlarını aşar ancak yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle Kaldıraç dergisinin gelecek sayılarında konu ile ilgili bir inceleme yazısı paylaşacağım.

Meşrutiyetin ilanından sonra geçici bir süre için de olsa ülkede esen özgürlük rüzgârları grevlerin de yaygınlaşmasına yol açtı. Ancak bu yaygınlaşma tahmin edilenin çok üzerinde idi. Grevler sadece Anadolu ve Rumeli’de değil aynı zamanda Arap yarımadasında da gerçekleşmeye başladı. Kavala’dan Erzurum’a, Samsun’dan Hayfa’ya tüm Osmanlı toprağı grevlere sahne olmaya başladı.

Bu durum devlet yönetimini de rahatsız etmişti; mevzuat düzenlemeleri ile engellenmeye çalışıldı grevler. Ancak yapılan düzenlemeler grev dalgasını önlemeye yetmedi. Ne var ki Balkan Savaşları nedeni ile oluşan siyasal ortam ve peşinden gelen Birinci Büyük Paylaşım Savaşı grevlerin kesintiye uğramasına neden oldu.

Grevler Anadolu ve Rumeli’de kesintiye uğradı ancak büyük paylaşım savaşının hemen ardından İstanbul’da her türlü olumsuz koşullara karşın devam etti. 1919-1922 yılları arasında İstanbul’da 44 grev gerçekleşti ve bunların hiçbiri birkaç saatlik spontane eylem değildi.[5] Bahse konu 44 greve katılan toplam işçi sayısının 25-30 bin dolayında olduğu tahmin edilmekte. İşgal yıllarında yaklaşık nüfusu bir milyon olan İstanbul’da bu kadar insanın katılımı ile 44 grevin gerçekleşmiş olması kentte işçi sınıfı hareketinin gücü hakkında bir fikir verir bizlere.

Grevlerin hemen hepsinde talepler aşağıdaki konulara odaklanmıştı:

– Ücret artışı,

– Günlük çalışma süresinin 8 saat ile sınırlandırılması,

– Ücretli hafta tatili.

Grevlerin dikkat çekici bir yönü de Anadolu’da sürdürülmekte olan mücadeleye yönelik bir destek mesajı bile vermemiş olmaları.[6]

İşgal yıllarında İstanbul’da gerçekleşen 44 grevden en başarılısı 1920 yılının mayıs ayında gerçekleşmiş olan Tramvaycılar Grevidir kanaatime göre.

Grev 11 Mayıs’ta başladı. Yukarıda belirtilmiş olan talepleri vardı katılımcıların. Grevci işçiler grev kırıcıların çalışmasını engellemek için tramvay hatlarındaki kabloları kestiler. Grevcilerin aile çevresinin katılımı ile eylem büyüdü. Kadınlar ve çocuklar çalışmak için yola çıkan vatmanları engellemek için tramvayların önüne yattılar. Eylem tam beş gün sürdü. Beşinci gün sonunda uzlaşma sağlandı. Buna göre,

– Tramvay işçilerinin asgarî ücreti 100 kuruş olarak belirlendi,

– 100 kuruşun üzerinde ücret alanlara 20 kuruş zam yapıldı,

– Günlük çalışma süresi 9 saat ile sınırlandırıldı.

Grevin başarılı bir şekilde sonuçlanmış olması her şeyden önce eylemin komünistler tarafından yönlendirilmiş olması ile ilişkilidir.[7]

TSF (Türkiye Sosyalist Fırkası) önderliğinde gerçekleşen eylemin yönlendiricisi olan parti genel sekreteri Mustafa Fazıl daha sonra Bakü’de gerçekleşmiş olan TKF kuruluş konferansına da katılmış bir komünisttir.[8]

***

Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşanmış grevler hakkında birkaç söz söylediğimize göre Cumhuriyet dönemi grevlerine geçebiliriz. Hemen belirtmek gerekir ki Cumhuriyet yönetiminin ilk yılları gerek işçi sınıfı hareketleri gerekse grev eylemleri açısından pek de parlak değildir. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının işçi sınıfı üzerindeki baskıcı politikaları bu durumun en önemli nedenidir. Yine de Cumhuriyetin ilk yıllarında dikkat çeken bir grev yaşanmış ve grevci işçilerin büyük başarısı ile sonuçlanmış olan bu grev bir yandan da hükûmetin izlemekte olduğu politikada değişiklik yapılmasına yol açmıştır. Sözünü ettiğim grev, 1927 yılında gerçekleşen Adana Demiryolcular Grevidir.

Grevin gerçekleştiği tarihte Fransa mandası altında bulunan Suriye’de kurulu bir Fransız firması tarafından işletilmekte olan Mersin-Nusaybin demiryolunda işçi ücretleri çok düşüktü ve ödemeler gecikmeli olarak yapılmakta idi. Bu duruma isyan eden şirket çalışanları 10 Ağustos 1927 tarihinde greve gittiler. İşçi sınıfına grev hakkının henüz tanınmadığı bir tarihte gerçekleşen grev işveren kuruluşu tarafından çok sert bir biçimde karşılık buldu. Ancak işçiler her türlü olumsuzluğa direnmek kararında idiler. Geri adım atmadılar. Grevi kıramayacağını anlayan işveren hükûmetten yardım talep etti.

Cumhuriyetin sözde antiemperyalist kurucu kadroları Fransa ile ilişkilerinin bozulmasından çekindikleri için jandarma güçlerini saldılar grevcilerin üzerine. Ne var ki işçilerin geri adım atmaya niyetleri yoktu. İşçilerin kararlı tutumu Adana’da başlayan grevin yayılmasına yol açtı. Güzergâhın diğer bölgelerindeki işçiler de katıldılar eyleme. İki hafta süren grev anlaşma ile sonuçlandı. İşçiler gecikmiş tüm alacaklarını tahsil etmekle kalmayıp ücretlerine de %7 oranında zam yapılmasını sağladılar. Grev süresince yöre halkı grevci işçilerle dillere destan bir dayanışma gösterdi. Bahse konu dayanışma da işçilerin kararlı tutumu da kendiliğinden oluşmamıştı kuşkusuz. Yeraltında ve son derece güç koşullarda faaliyet gösteren TKP (Tarihsel TKP) grevin başından sonuna kadar işin içinde idi. Grev ile ilgili olarak Alaaddin adlı bir partilinin kendi el yazısı ile tutmuş olduğu grev günlüğünden bu bilgilere ulaşabiliyoruz. Sözünü ettiğim notlar 2005 yılında günümüz Türkçesine çevrildi. Grev ile ilgili olarak dönemin gazetelerinde yer almış haberler ve işveren şirketin devlet ile yaptığı yazışmalarla da zenginleştirilerek kitap hâline getirildi.[9]

Adana Demiryolcular Grevi sadece işçi sınıfının ekonomik kazanımları açısından değil siyasi sonuçları açısından da önem taşır. Grevden birkaç ay sonra Mersin-Nusaybin demiryolu hattı millîleştirilmiştir. Gerçi dönemin yönetimi demiryollarının millîleştirilmesini programına almıştı ancak Fransa ile ilişkilerinin bozulmasından çekindikleri için bu projeyi ertelemekte idiler. Grevi izleyen birkaç ay içinde hükûmetin politika değiştirerek güney demiryollarını millîleştirmesini grevin yaratmış olduğu etkinin bir sonu olarak düşünmek hiç de yanıltıcı olmaz kanımca.

Öte yandan işçi sınıfının her türlü örgütlenmesinin yasak olduğu koşullarda bir grevin nasıl gerçekleştirileceğine, nasıl yönetileceğine dair muhteşem bir deneyim bıraktı bu grev, üstelik Alaaddin adlı TKP üyesinin notları ile de kalıcı hâle geldi bu deneyim. Ancak grevi izleyen yıllarda bu deneyimden yararlanma konusunda pek de başarılı olunduğunu söyleyemeyeceğim.

Adana Demiryolcular Grevi sonrasında işçi sınıfı hareketinin de grevlerin de sessizliğe büründüğü bir döneme girildi. Cumhuriyetin yönetici kadrolarının uygulamış olduğu politikaların ve yürürlüğe koyduğu mevzuatın bunda büyük rolü var kuşkusuz. Dönemin ağır koşulları altında sessizliğe bürünen işçi hareketinin her türlü örgütlenme çabasının engellendiği, işçi sınıfının haklarının Osmanlı Devleti dönemine göre bile daha geri götürüldüğü bu dönemde sadece birkaç saat süren spontane iş bırakma eylemleri dışında kayda değer bir grev yaşanmadı ülkede. Bu durum 1961 yılına kadar devam etti.

1961 yılının son gününde İstanbul Saraçhane meydanında toplanan miting sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Büyük bir kitleselliğin sağlandığı miting, Cumhuriyet tarihinin ilk işçi mitingi olarak taşıdığı anlamdan öte sınıfın ekonomik ve demokratik haklarını elde edebilmek için vereceği mücadelenin kıvılcımını çaktı adeta.

1961 Anayasası örgütlenmenin önünü açan, ifade özgürlüğüne kısıtlı da olsa olanak tanıyan bir yapıya sahipti. Ancak kâğıt üzerindeki bu durumun fiilî bir gerçekliğe dönüşebilmesi için uzun süreli kalıcı bir mücadele gerektirmekte idi. Bu mücadele Saraçhane mitingini izleyen günlerde başladı.

Her ne kadar bu yazı grev etkinliklerine odaklı olarak kaleme alınmış olsa da grevden bağımsız olarak iki işçi önderini ve onların gerçekleştirmiş olduğu büyük yürüyüşü anmadan geçemeyeceğim. Fukara Tahir (Tahir Öztürk) ve Yalınayak İsmet (İsmet Demir) bu önderler. Bu iki önder tarafından gerçekleştirilen bir yürüyüş beş bin kadar inşaat işçisinin katılımı ile Rüzgârlı Sokak’ta (Ankara) başladı. İşçiler üç farklı noktada kurulmuş olan polis barikatlarını yarıp meclis binasına ulaştılar. 3 Mayıs 1962’de gerçekleşen yürüyüş Mecliste ve Senatoda işsizlik hakkında genel görüşme yapılmasına yol açtı. Tarihte “Açların Yürüyüşü” adı ile anılan bu eylem, ezilen yığınların korku duvarını aştığının bir göstergesi idi adeta. Kararlı bir tutum alındığında taleplerin kabul edileceğinin de habercisi. Yukarıda adları anılan sendika önderleri ile “açların yürüyüşü” eylemi bir başka yazının konusu olacak.

Destansı bir niteliğe bürünmüş olan Kaval grev ve direnişi işçi sınıfının 1961 sonrasında oluşturduğu mücadele zincirinin ilk halkalarından biridir. İstinye’de kurulu Kavel kablo fabrikasında 28 Ocak 1963’te başladı “iş bırakma” eylemi. Grev hakkı henüz yasalarda yer almamıştı. Türk-İş e bağlı Maden-İş Sendikasına üye 170 işçi, fazla mesai ücretleri ile yıllık ikramiyelerinin tam ödenmemesini, işverenin işçilere sendika üyeliğinden ayrılmaları için yaptığı baskıları ve dört sendika temsilcisinin işten çıkarılmış olmasını protesto etmek için işi bıraktılar. Hemen ardından işveren tarafından önemli bir hamle geldi. Vehbi Koç adlı şahsın sahibi olduğu fabrikada tüm işçilerin sözleşmeleri sona erdirilerek işten çıkarıldığı açıklandı. Bunun üzerine işçiler fabrika önüne çadır kurarak direnişe geçtiler. İşveren kuruluşun talebi üzerine devlet polisini işçilerin üzerine saldı. Polisin eyleme müdahalesi sonucu dokuz işçi yaralandı. Tarih 14 Şubat 1963. Polisin şiddet kullanması İstinye halkının tepki vermesine neden oldu. Yığınlar fabrika önünde toplanarak polisi protesto ettiler, işçilere destek verdiler.

2 Mart 1963 tarihinde işçilerin eşleri de eyleme katıldılar. Fabrikadan ürün çıkarmak isteyen işveren ekiplerini fabrika önünde barikat kurarak engellediler. Polis bir kez daha müdahale etti olaya, bu kez daha çok insan yaralandı. Olaylar sonrasında 12 kişi tutuklandı ve haklarında dava açıldı.

İşverenin devlet desteğini de alarak uyguladığı baskı ve şiddet politikası işçileri yıldırmamıştı. Bu durum önce İstinye halkının hemen ardından da sendikaların mücadeleye destek vermesine yol açtı. Dört bir yandan maddî ve manevi destek gelmeye başladı Kavel işçisine.

Büyüyen destek ve dayanışma, siyasi iktidarın da işverenin de geri adım atmasına yol açtı. İşçilerle bir protokol imzalamaya yanaştılar. Protokol uyarınca tüm çalışanlara ikramiyeleri bir hafta içerisinde tam olarak ödenecek, fazla çalışma ücretlerinin geriye yönelik olarak hesaplanıp ödenmesi sağlanacak, ilk ağızda işten çıkarılmış olan dört sendika temsilcisi dışında tüm işçilerin işe iadesi sağlanacak, işe dönmesi kabul edilmemiş olan dört temsilcinin ise tüm yasal hakları ödenecekti. 11 Mart 1963’te işbaşı yapıldı. Bir ay sonra da eylem sürecinde tutuklanmış olan işçiler serbest bırakıldılar ve onlar da işlerine döndüler.

Grev ve direniş Kavel işçisi açısından büyük bir başarı ile sonuçlanmıştı. Ancak gerçek başarı çalışanların gasbedilmiş olan haklarını geri almasından ve direniş sürecinde işten çıkarılmış olanların işe iadelerinden çok daha büyük ve önemli idi. Direniş devam ederken 274 sayılı Sendikalar Yasası ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası taslakları meclise sunuldu (18 Şubat 1963). Söz konusu yasalar 24 Temmuz 1963’te yürürlüğe girdiler. Mart 1963’te Anayasa Mahkemesi 1936’da yürürlüğe girmiş olan 3008 sayılı İş Yasası’nın grevi yasaklayan 72. maddesini iptal etti. Kavel işçisinin destansı direnişi ile işçi sınıfının bu direnişe vermiş olduğu destek ve dayanışma çalışma mevzuatında devrim sayılabilecek değişikliklerin gerçekleşmesini sağladı. Bir Anayasa hükmü olan “Grev Hakkı” hayata geçebilmek için gereksinme duyulan yasal düzenlemeye kavuştu. Düzenlemenin tatmin edici olup olmadığı tartışılabilir elbette. Ancak burada önemli olan grevin bir hak olarak kabul edildiği gerçeğidir. Bu kabullenme de Kavel işçisinin destansı direnişi sonucunda gerçekleşmiştir.

31 Ocak 1966’da başlayan Paşabahçe Şişecam Fabrikası Grevi işçi sınıfının mücadelesinde bir dönüm noktası olma özelliğine sahiptir. Olayın gelişimi şu şekilde gerçekleşti:

Fabrika işçilerinin üyesi olduğu Kristal-İş Sendikası sözleşme görüşmelerinde anlaşamadığı için işyerinde grev kararı aldı. İki bini aşkın işçinin başlattığı grev işvereni telâşlandırdı. O dönem Paşabahçe fabrikalarında genel müdür olan Şahap Kocatopçu grevin kanunsuz olduğunu iddia etti. Bu iddia üzerine açılan dava sendika lehine sonuçlanınca grevin önünde yasal engel kalmadı. Grev hayli uzun bir zaman dilimine yayıldı. Nisan ayının altıncı günü Türk-İş yönetimi grevi sonlandırma kararı aldı. Bunun üzerine yönetimin kararına karşı çıkan Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları bir araya gelerek “grevi destekleme komitesi” oluşturdular. Bu komite ileride kurulacak olan DİSK’in çekirdeğini oluşturan SADA’nın (Sendikalar Dayanışma Konseyi) öncüsü olma niteliğini taşıyordu. Bakanlar Kurulu 19 Nisan tarihinde aldığı kararla grevi bir ay erteledi. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu bu kararı tanımadılar. İki bini aşkın işçiden sadece on biri işbaşı yapmak üzere fabrikaya gitti. Bu arada ilginç bir gelişme yaşandı. Çalışmak için fabrikaya giden işçilerden birinin eşi, çalışmaya devam etmesi hâlinde kocasını akşam eve almayacağını ilan etti. Eşinin uyarısı üzerine bu işçi de çalışma alanını terk ederek grevci arkadaşlarının yanına döndü.

Sözleşme 18 Mayıs 1966’da imzalandı. Kristal-İş büyük bir başarı kazanmıştı.

Meşhur sözdür “hiçbir başarı cezasız kalmaz.” Sözleşmenin imzası sonrasında bu söz bir kez daha doğrulandı. Türk-İş yönetimi Kristal-İş Sendikasını ve greve destek veren sendikaları geçici olarak üyelikten ihraç etti (7 Aralık 1966). Bahse konu sendikalardan Basın-İş, Lastik-İş ve Maden-İş kararı tanımadıklarını ve konfederasyondan kesin olarak ayrıldıklarını açıkladılar. Bu üç sendika da 13 Şubat 1967’de kurulan DİSK’in kurucu sendikaları arasında yerlerini aldılar. Paşabahçe Grevi sadece Kristal-İş Sendikasının ve Paşabahçe işçisinin bir toplu sözleşme zaferi değildir. Burada gerçekleşen grev DİSK’in kuruluş sürecini hızlandırdığı gibi Türk-İş Konfederasyonunun sendikal anlayışının yığınlar önünde teşhir edilmesini de sağlaması bakımından önem arz etmektedir.

Türk Demirdöküm adı ile faaliyet gösteren şirketin fabrikası Haliç kıyısında Silahtarağa semtinde idi bir zamanlar. Denize döktüğü atıkları ile çevre kirliliğine önemli bir katkı veren bu fabrikada da sendikal yetki tartışması nedeni ile grev, direniş ve işgal yaşandı. 31 Temmuz 1969’da işçiler bağımsız Çelik-İş sendikasından istifa ederek DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikasına geçtiler. İşveren bu geçişleri durdurmak isteyince 2500 işçinin çalıştığı fabrikada 1850 işçi eylem başlattı. Bunun üzerine işveren öncü işçilerden beş kişinin sözleşmesini sonlandırdı. İşçiler ise öncülerini terk etmektense fabrikayı işgal etmeyi tercih ettiler. Böyle bir durumda işverenler her zaman aynı işi yaparlar. Müzakere etmek yerine zor kullanmak. Bu kez de öyle oldu. Önce polisi saldılar işçilerin üzerine. Fabrikanın elektrik ve suyu kesildi, ilgili devlet kuruluşları tarafından işgale son verilmesi istendi. İşçiler geri adım atmayınca göz yaşartıcı bomba kullanıldı ve işgalci işçilerin üzerine yüründü. Taşlarla karşılık verdi Demirdöküm işçisi. Çatışma çıktı. Yedi saat süren çatışmada 61 polis yaralandı. Geri çekildi polis güçleri. İşin böyle sonuçlandırılamayacağı anlaşılınca asker sokuldu devreye. 4000 jandarma, 10 tank ve 15 zırhlı araçla kuşatıldı fabrika. Bu devasa güce direnemeyecekleri için işçiler fabrikayı boşalttılar. Ancak hiçbir arkadaşlarının gözaltına alınmaması koşulunu da kabul ettirdiler. İşgal bittikten sonra da işbaşı yapmadı Demirdöküm işçisi. Grev ve direnişini fabrika dışında da sürdürdü. İşverenin direnci 15 Ağustos tarihinde kırıldı. Maden-İş Demirdöküm işçisinin temsilcisi oldu. Toplu sözleşme görüşmeleri başladı ve işten çıkarılan öncü işçilerin işe iade edilmeleri sağlandı. Bütün bunlardan sonra gerçekleşti işçilerin işbaşı yapmaları.

İşçi sınıfının mücadelesi sadece İstanbul’da sürdürülmüyordu. 1960’lı yılların Türkiye’sinde 1969 yılında gerçekleşen bir özyönetim olayı sayesinde tüm dünyaya örnek olacak bir deneyim yaşandı üzerinde yaşadığımız coğrafyada.

Çorum’un bir köyünde kurulu Alpagut linyit işletmesinde yaşandı bu deneyim. Çok ağır koşullarda düşük ücretlerle çalışan işçilerin ücretleri geç ödeniyordu. İşçiler önce örgütlü oldukları sendika ile görüştüler durumu. Pek ilgilenmedi sendika. Bir kez de işveren ile görüşüp ücret artışı ve ücretlerinin gününde ödenmesi taleplerini ilettiler. Buradan da olumlu bir yanıt alamayınca grev ya da direniş başlatmak yerine işe el koymaya karar verdiler.

Kendi aralarında bir yönetim konseyi kurup tüm çalışanların denetlemesi koşulu ile yönetim yetkisini bu konseye verdiler. İlk iş olarak yüksek maaş almakta olan üst yöneticiler işten çıkarıldılar. Kayıt, muhasebe vb. işler konseyin denetiminde düz memurlar tarafından yürütüldü. Üretim planlaması konseye aitti. Bu arada işletmeden veresiye ürün almakta olan kamu kuruluşlarına ürün vermeyi kestiler. Sadece peşin para karşılığı satış yapıldı. Tam 34 gün devam eden bu süreçte işletmenin günlük üretimi %50, satış gelirleri ise %300 oranında arttı. Elde edilen gelirin bir kısmı ile işçilerin birikmiş alacakları ödenirken kalanı ile de işletmenin borçlarının tasfiye edilmesine başlandı.

Özyönetimin başarısı egemenleri telâşlandırmıştı. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in talimatı ile Ankara’da özel bir jandarma birliği hazırlandı Gerçekleştirilmesi planlanan operasyon için Çorum jandarma birliklerinden yararlanmayı düşünmedi iktidar çevreleri.

Eylem askerî bir operasyonla sona erdirildi. İşçiler işletmeyi terk ettiler. Öncü işçilerin sözleşmeleri sona erdirildi. Bunun üzerine işçiler işbaşı yapmayı reddettiler. Barış ancak işten çıkarılan işçilerin tekrar işe kabulü ile sağlandı. 33 gün süren özyönetim deneyimi tarihe silinmesi mümkün olmayan izler bıraktı.[10]

Bu yazının kaleme alındığı sıralarda bir memur grevi gündemde idi. Yazı tamamlandığında eylemin sonuçları ve ne ölçüde başarılı olduğu konusunda bir hüküm verebilecek durumda olmayacağız. Eylemin ne ölçüde etkili olduğu ancak zamanla ortaya çıkacak. Ancak Türkiye’de ilk genel grevin memurlar tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu belirtmek bu yazının değineceği konulardan biri kuşkusuz.

Yukarıda da belirtildiği gibi ülkedeki ilk genel grev devlet memurları tarafından gerçekleştirildi. TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ile İlk-Sen (İlkokul Öğretmenleri Sendikası) tarafından 15-18 Aralık 1969 tarihinde gerçekleştirildi. Dönemin gazetelerini inceleyenler eylemin “Boykot” olarak sunulmuş olduğunu görürler. Bunun nedeni yasaların “memur” olarak tanımlanmış işçi sınıfı mensuplarına grev hakkı tanımamış olmasıdır. Eylem gerçekte egemenlerin koymuş olduğu yasalara rağmen gerçekleştirilmiş bir grevdi ve sadece ücret artışı talebi ile değil sendika üyesi öğretmenlere ve sendikanın faaliyet gösterdiği binalara yapılan saldırıları da protesto amacını taşıyordu.

Grev[11] 109.000 öğretmenin katılımı ile gerçekleşti. O tarihte kamuda görevli öğretmenlerin yaklaşık %70’i katıldı eyleme. Kuşkusuz pek çok soruşturma, görevden alma, açığa alma geldi devlet tarafından karşı hamle olarak. Ancak grevciler zaten buna hazırlıklı idiler. Soruşturmaların pek çoğu takipsizlikle sonuçlandı. Açığa alınanlar görevlerine iade edildiler. Devlet büyük bir kitlesel katılımla gerçekleşen bu eylem ile baş edemeyeceğini anlamıştı. Sürgüne gönderilen öğretmenler dâhil hiçbir katılımcı pişman değildi eyleminden. Bu grev 1970 yılında çıkarılan “Finansman Kanunu” ile devlet memurlarının ücretlerine önemli miktarda zam yapılmasına yol açtı. Bu büyüklükteki bir eylem çok daha önemli sonuçlar yaratabilirdi. Bunun gerçekleşmemesi, solun eyleme yeterli destek vermemesi ile açıklanabilir. O dönemin sol anlayışında devlet memurları “küçük burjuva” sayılıyor ve TÖS gibi örgütlenmeler de “işçi sınıfına dost küçük burjuva örgütleri” olarak değerlendiriliyordu. Bu anlayışın sonucu olarak, yeterince sahip çıkılmadı bu greve, yeterli dayanışma gösterilemedi. Eğer greve tüm işçi sınıfının sahip çıkması sağlanabilse ve gereken dayanışma gösterilebilse idi bu grev çok daha önemli sonuçlar yaratabilirdi. Bütün bu eksikliklere rağmen TÖS ve İlk-Sen büyük bir iş başarmış ve mücadele tarihimize önemli bir sayfa eklemişlerdi.

15-16 Haziran Direnişinin de önemli bir yeri var mücadele tarihimizde. Ancak bu konu ile ilgili çok şey yazıldı çok şey söylendi. Direniş ile ilgili yeni bir şey yazmanın son derece güç olduğunu düşünmekteyim. Bu nedenle 15-16 Haziran Direnişi ile ilgili olarak sadece bir cümle yazacağım:

Türkiye’yi sarsan 2 gün 15-16 Haziran 1970.

Cin artık şişeden çıkmıştı ve bir daha şişeye sokulması son derece güçtü.

İşçi sınıfının hareketi yığınsal bir nitelik kazanmış, gençlik örgütlerinde halk arasında ve hattâ devletin silahlı kuvvetleri arasında önce sempati ardından da taraftar bulmaya başlamıştı. Bu durumdan çok rahatsızdı egemenler. Mevzuat değişiklikleri, yasal düzenlemeler vb. önlemlerle işçi sınıfının büyüyen hareketini engellemenin peşinde idiler. Bu süreçte TSK içindeki bir grup bazı emekli subaylarla birlikte darbe girişiminde bulundu. Eylemlerine Milli Demokratik Devrim Hareketi adını vermişti darbe teşebbüsünde bulunan grup. 9 Mart 1971’de harekete geçtiler. Ne var ki bu girişimden haberdar olunmuştu. MİT görevlileri Mehmet Eymür ve Mahir Kaynak dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ı bilgilendirmişlerdi. Derhal önlem alındı. 12 Mart 1971 darbesi gerçekleşti. Ardından da Milli Demokratik Devrim hareketinde yer alan genç subayların tasfiyesine girişildi. Hükûmet istifa ettirildi, bir teknokrat hükûmeti kuruldu. Meclis faaliyetlerine devam ediyordu ancak pek bir etkinliği yoktu. Yaşanan baskı ortamının etkisi ile işçi sınıfının mücadelesi kesintiye uğramıştı.

Önümüzdeki sayıda devam edeceğiz.

[*]İncelemeye çalıştığımız yaklaşık bir buçuk asırlık dönemde kuşkusuz her biri ayrı önem arz eden pek çok grev yaşanmıştır. Bunların tümünü ele almak bir dergiden çok kalın bir kitabın işidir. Bu nedenle makalede yer alan grevler bir seçkinin ürünüdür ve bu seçki tamamen kişisel görüşlerimin ürünüdür.

[2] Bazı kaynaklarda kapitalist üretim ilişkilerinin ülkeye girmesi sonrası Osmanlı Devletinde gerçekleşen ilk grevin “Tersane İşçileri Grevi” olduğu ileri sürülmektedir. Tarih olarak da yine 1872 yılı gösterilmektedir. Bu bilgi doğru değildir. Tersane işçileri grevi 1873 yılında gerçekleşmiştir. Bu durum Hicri takvimin Miladi takvime çevrilirken yapılan bir hata sonucu ortaya çıkmıştır. Oya Baydar durumun farkına varmış ve 1969 yılında bu hatayı düzeltmiştir. Yarım asırdan daha uzun bir süre önce düzeltilmiş olan bu hata maalesef hâlâ bazı yazarlar tarafından yinelenmektedir. Kanaatime göre tersane işçileri grevini ilk grev olarak sunan kaynaklar dikkate alınacak değere sahip değildirler.

[3] Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, c. 2, s. 30, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul 1996.

[4] Bodur, Mehtap Yücel, Sendika ve Grev Hakkının Mündemiçliği Sorunu Kavala Grevi Örneği, Akademik Hassasiyetler c. 6, Ankara 2019.

[5] Yaşar Samet, Mütareke Döneminde İstanbul’da İşçi Hareketleri (1919-1922), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2014.

[6] Yaşar Samet, age.

[7] Tramvaycılar grevi Türkiye Sosyalist Fırkası tarafından örgütlenmişti. Söz konusu siyasi partinin başkanı Hüseyin Hilmi (İştirakçi Hilmi) karanlık bir kişilikti. İngilizlerle işbirliği yapmış olduğuna dair güçlü iddialar bulunmaktadır. Tramvaycılar grevini de Fransızların yönetimindeki tramvay şirketine zarar verdirmek için İngilizlerden almış olduğu talimat ve destekle gerçekleştirdiği konusunda bazı iddialar mevcuttur. Bu iddiayı pek mantıklı bulmadığımı belirtmek isterim. Sonuçta iki müttefik devlet birlikte, yanlarına İtalyanları da alarak İstanbul’u işgal etmiş ve şehrin yönetimini kendi aralarında paylaşmışlardır. Bu durumda işgal güçlerinin birbirlerine zarar verebilmek için böyle bir girişimde bulunabilecekleri pek akla yakın gelmiyor. Eğer o dönemin İstanbul’unda birbiri ile rekabet eden iki tramvay şirketi olsa ve bunlardan biri İngiliz diğeri ise Fransızlar tarafından yönetilse idi böyle bir iddia akla yakın olabilirdi ancak böyle bir durum söz konusu değil. Öte yandan grevin anti-emperyalist bir yanının olmadığını bilmekteyiz. Söz konusu grev emperyalist işgale karşı yapılmış siyasal bir grev değildir. Tramvay işçileri ekonomik durumlarının iyileşmesi için bir grev yapmış ve başarılı olmuşlardır. Bu başarının mimarı da İngilizlerle içli dışlı olan Hüseyin Hilmi değil Bakü’deki TKF kuruluş konferansına da katılmış olan Mustafa Fazıl adlı komünisttir.

[8] Erzurum Atatürk Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Serkan Erdal bir makalesinde Mustafa Fazıl’ın Bakü’deki konferansa katılmadığını ancak bir bildiri gönderdiğini belirtmektedir. Bu tespit doğru bile olsa Mustafa Fazıl’ın bir komünist olduğu gerçeğine karşı değildir. Öte yandan Emekçi dergisinin 1976 yılı nisan/mayıs sayılarında yayınlanan bir makalede (Bkz. TÜSTAV Arşivi) Mustafa Fazıl ile Şefik Hüsnü arasındaki polemiklerden söz edilmektedir. Bu veriler ışığında Mustafa Fazıl’ın uzun yıllar sosyalist hareket içinde yer aldığını düşünmekteyim.

[9] 1927 Adana Demiryolu Grevi, Kolektif, TÜSTAV İktisadi İşletmesi, İstanbul 2005.

[10]  Alpagut deneyiminden esinlenen Haşmet Zeybek “Alpagut Olayı” adlı bir tiyatro eseri yaratarak deneyimi ölümsüzleştirdi. Eser İstanbul’da Dostlar Tiyatrosu, Almanya’da ise “Berlin Halkevi Tiyatrosu” tarafından sahnelendi.

[11]  Konu hakkında geniş bilgi için bkz. https://www.yildirimkoc.com.tr “TÖS’ün Genel Grevi Büyük Öğretmen Boykotu (1969).

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz