Osmanlı’nın son döneminden başlayarak işçi hareketi üzerine notlar

Osmanlı İmparatorluğu, 1800’lü yıllardan önce düşüş dönemine giriyor. Bizim, “Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim” isimli çalışmamızda, aslında Osmanlı’nın çöküşünün, imparatorluğun en görkemli döneminde, Kanuni döneminde başladığını okuyabilirsiniz. Zira Fransızlara verilen kapitülasyonlar da o dönem başlar. Bir anlamda imparatorluğun zirvesidir, 1550’li yıllardır ve düşüşün başladığı dönem anlamına da gelmektedir. Demek, 200 yıl sonra bir düşüş döneminden söz etmek mümkündür.

1800’lü yıllar, Osmanlı İmparatorluğu’nun “yarı-sömürge” hâline geldiği yıllardır.

“Yarı-sömürge” bir ânın tespitidir. Yani, sürekli “yarı-sömürge” olunamaz. Sömürge olma sürecine işaret eder. Yani, Osmanlı, bir “yarı-sömürge” olarak adlandırıldı mı, ya sömürge hâline gelir ya da bir toplumsal devrimle, bir sosyal sıçrama ile, bu sömürge olma sürecini önler anlamında bir yol ayrımını ifade edebilir. Yoksa, bazılarının “çıkarttığı” gibi, sürekli yarı-sömürge hâli diye bir hâl yoktur.

1870’ler, kapitalist sistemin tekelci aşamaya evrildiği, tekelci kapitalizm çağının başladığı bir dönemdir. Tekelci kapitalizmin tüm göstergeleri, 1870’lerde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu aynı zamanda, dünya feodal sisteminin yerine, yeni bir dünya sistemi olarak dünya kapitalist ekonomisinin de geçmesi, aynı anlamda, kapitalist-emperyalizmin doğması da demektir. Feodal emperyal ülkelerin sömürgeciliği, fiilî işgal politikalarına dayanırdı. Bu kapitalist gelişimin başında da devam etti. Sömürgeler, kapitalist sermaye birikimi için büyük olanaklar sağlamıştır. Yağma, her zaman sermaye birikiminin bir yolu olarak kullanılmıştır. Ama 1870’lerden sonra, tekelci kapitalist sistem, modern emperyalizm, mal ihracının yerine sermaye ihracını koymayı başarabilecek altyapıya sahip olmuş oldu. Bu durumda, hem askerî işgallerle sömürgeleştirmek, hem de sermaye ihracı ile ülkeleri sömürgeleştirmek birlikte yürümeye başladı.

Eğer siz, askerî olarak işgal edilmemiş bir ülkeye sömürge demek istemezsiniz, o zaman siz emperyalizm denilen şeyi de anlamamış olursunuz. Kapitalist-emperyalizm, sermaye ihracı yolu ile, sömürgeleştirmeyi başarabilecek durumdadır. Bu nedenle, işgal politikası zorunlu değildir. Bu bir maliyet hesabıdır. Emperyalist sermaye, sömürgeleştirmeyi bir askerî işgal ile gerçekleştirmek istiyorsa, bunun uluslararası koşullarına ve maliyetlerine bakar.

Osmanlı, 1870’lerde yarı-sömürge bir ülkeydi.

Bu kadar da değil. Osmanlı, Batı emperyalist güçleri tarafından da, başlıca emperyalist ülkeler tarafından da (o dönem bunlar, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, ABD olarak sayılabilir) paylaşılmak üzere masaya yatırılmıştı.

1789’da Fransız devriminin görkemi, tüm dünyayı etkilemiştir. Burjuva devrimlerin bir anlamda zirvesidir. Bu süreç, Osmanlı içinde de, bir burjuva devrimin fikirsel düzeyde dile getirilmesine neden olmuştur. Fikirsel diyorum, çünkü Osmanlı içindeki burjuvazinin bir sınıf olarak zayıflığı biliniyor. Fransız uluslaşması, Osmanlı aydınları içinde de Osmanlıcılık üzerinden, bir monarşinin kurulmasını savunanlar öne çıkmaya başladı. Namık Kemal ve arkadaşları, padişahın bir parlamento aracılığı ile yönetmesini ve padişahlığın ortadan kaldırılmadan, geri çekilmesini önermekteydi. Osmanlıcılık ise, imparatorluğu bir arada tutmanın ideolojik aracı olarak düşünülüyordu. Osmanlı, aslında bir hanedanın ismidir, bir soydur ve halkla, halklarla bir ilişkisi yoktur. Yani, “Osmanlı torunu” olmak, eğer o aileden gelmiyorsanız, aslında sadece ideolojik bir vurgudur, başka bir şey değil. Osmanoğlu ailesi ile, sanıldığı kadar büyük bir aile değildir. Zaten kardeş katli nedeni ile büyük olması da mümkün olmazdı. Osmanlıcılık, farklı din ve kimliğe sahip olan halkları bir arada tutma isteğini dile getirmektedir. 1800’lerde imparatorlukta, Araplar, Lazlar, Ermeniler, Boşnaklar, Rumlar, Yunanlılar, Makedonlar, Arnavutlar, Süryaniler vb. yaşamaktaydı. Bu açıdan imparatorluk, en az üç dinin, en az 77 (77 millet denildiği için söylüyorum, yoksa saymadım, bilmiyorum) milletin yaşadığı bir imparatorluktur. Osmanlıcılık, uydurma bir “ulusal birleştirici” gibi hayal edilmiştir. Oysa imparatorluğun mesela Mısır’da yaşayan burjuvaları ile, mesela Libya’da yaşayan egemenleri arasında sıkı bir bağ bile yoktur ki bunlar bir ideolojik formasyonda birlikte hareket edebilsinler. Halklar için ise durum çok daha farklıdır, halklar, kendinden alınan vergilerden bıkmış usanmıştır ve onunla bir gönül bağı yoktur. Osmanlıcılık, aslında sürece, Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesi ve çöküşü sürecine yukarıdan yapılmaya çalışılan bir müdahaledir. Tutmamıştır. Çünkü Balkanlarda bağımsızlık savaşları hızlanmış ve Osmanlı, Hıristiyan nüfusunun bir bölümünü kaybetmiştir. Balkanlar, kapitalist ilişkilerin en gelişmiş olduğu imparatorluk toprakları idi ve oralarda burjuva devrimler, bağımsız bir ulus olma ile birleşince, Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, “İslamcılığa” döndü. İslamcılık, imparatorluğun içinde, din değiştirme planlarının da ortaya çıkması demek oldu. Müslüman olmayan halkların Müslümanlaştırılması, Osmanlı’nın uzun yaşamı boyunca, hiç bu biçimde devreye sokulmamıştı. Müslümanlaştırma, katliamlar da demektir. Ve elbette, İslamcılık yerini Türkçülüğe bırakınca, bu katliamlar da eşi benzeri az görülen katliamlara, soykırımlara dönüşmüştür. Mısır ve Arap coğrafyasının Osmanlı’dan kopması ile, İslamcılık da anlamını yitirmeye başladı. Türkçülük, 1900’lerin başında ortaya çıkmaya başladı. Savaşın da öncesi demektir bu. Osmanlı, paylaşılmak üzere masadadır.

Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ideolojik hamlelerinin her birinde, hem asimilasyon politikası hem de katliam politikası birlikte vardır. Ve bu açıdan en hafifi Osmanlıcılıktır, İslamcılık ve Türkçülük, asimilasyon ve katliam politikalarının daha yükseldiği dönemleri ifade ederler. Türkçülük, hem Almanya’nın yanında savaşa girme dönemine denk gelmektedir, hem de imparatorluğun paylaşılmasının son demine geldiği dönem bu dönemdir.

İşte, o dönemlerde ortaya çıkan İttihat ve Terakki Partisi, daha katliamlar boyutlanmamış iken kurulmuştur ve gelişmekte olan burjuvazinin ve liberal toprak ağalarının partisi olarak gelişmiştir. Bu nedenle, İttihat Terakki içinde baştan, burjuva kesimler yer alırken, elbette Ermeni ve Rum kökenli burjuvalar da içindeydi. Liberal toprak ağaları ise, daha çok, imparatorluğun denizle bağlantılı kıyılarında ortaya çıkmaya başlamıştı. Zira bu toprak sahipleri, aynı zamanda ticaretin yoğun yaşandığı yerlerde yaşamaktaydılar. Yoksa, demiryolu ve deniz yolunun geçmemiş olduğu alanlardaki toprak sahiplerinde liberal düşünceler, ticaretin zayıflığı ile de bağlantılı olarak yeterince kök salmamıştı. 1900’lerin başlarında, büyük toprak ağaları, işlenen, tarımsal üretim için kullanılan toprakların %65’inin sahibi idi. Bu büyük toprak sahipleri, kırsal nüfusun %5’ini oluşturmaktaydı. Köylülerin bir bölümünün ise hiç toprağı yoktu. Osmanlı kapitalistleşirken, bu feodal yapının, radikal bir burjuva devrimle çözülmesi diye bir şey, ne 1908’de vardı, ne de 1923’te. Ülkemizde burjuvazi, egemen sınıf, hiçbir zaman ciddi bir toprak reformu düşünmemiştir. Feodal gericilik, her zaman egemen sınıfın bir parçası olmuş ve “toprak reformu” adı altında yapılan uygulamaların tümü, büyük toprak sahipliğini güçlendirmiştir. Bu nedenle, feodal toprak ağalığı sistemi, tedricî olarak çözülmüştür ve bu süreç, 1950’lere kadar uzanmıştır. TC devleti, 1920’lerden, 1960’lara kadar “toprak reformu” adı altında ne yaptıysa, sürekli büyük toprak mülkiyetini teşvik etme yönünde iş yapmıştır.

Osmanlı, bir yandan kapitalistleşme yolunda idi, diğer yandan paylaşım masasında idi. Osmanlı yönetimi ve imparatorluk içinde, İngiltere ve Fransa çok daha etkin idi. Ama 1880’lerin sonuna doğru, durum değişmeye başladı. Sömürge ihtiyacı daha yüksek olan Almanya, daha etkili olmaya başladı. Ama bu süreç henüz tamamlanmamıştı. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın kampında yer alması, aslında bu süreç bilindiğinde anlaşılabilir olur.

Düyûn-ı Umûmiye, Osmanlı’nın borçlarını ödeyemez durumda olması nedeniyle, Batı güçlerinin Osmanlı ekonomisini devralması için kurulmuş bir kurumdur. O dönemler malum, IMF yoktu. Bugün, ülkemiz ekonomisi, 2023 yılında, “uluslararası konsorsiyum”a devredilmiştir ve bu “uluslararası konsorsiyum”un memuru, ülkenin “Bakan”ıdır. TC devletinin değil, bu konsorsiyumun memurudur ve bu da çok önemli bir ayrım değildir. Ama bilinmelidir. İşte Düyûn-ı Umûmiye sözlerinin bugünlerde çok dile getirilmesinin nedeni de bu benzerliktir. Düyûn-ı Umûmiye, 1881 yılında kurulmuştur ve 1923 yılına kadar var olmuştur. TC, Osmanlı borçlarını kabul edince, ortadan kalkmıştır.

Düyûn-ı Umûmiye bünyesinde 9 bin memur çalışmaktaydı. Bunların ücretleri, devlet tarafından ödenmekteydi. Bu ücretlerin toplamı 1900 başlarında 400 bin liradan fazla idi. Düyûn-ı Umûmiyenin varlığı, 144 milyon sterlin (o dönemler dolar yerine sterlin bir uluslararası para birimi idi) civarındaydı ve Düyûn-ı Umûmiye tahvillerinin %80’i Fransız yatırımcılara aitti. O dönemin bir nevî merkez bankası (merkez bankası yoktu) gibi çalışan Osmanlı Bankası, Fransa ve İngiltere kontrolündeydi. Fransızlar, tütün tekelini, Reji Şirketi ile ellerinde tutuyordu ki o dönemlerde tütün üretimi büyük bir alan demekti. İlk grev alanlarından biri, bu nedenle tütün üretimi alanıdır. Çünkü tütün üretimi, hem yabancılar için kârlı bir alan hem de ülkede gelişmiş bir alandı.

Dikkat edilsin, buraya kadar, hiçbir işçi direnişi, eylemi ele alınmamıştır. Bunun nedeni, aslında ülkenin içinde bulunduğu durumu kısaca hatırlamaktır. Örneğin, Fransız Reji Şirketine karşı grev geliştiğinde ya da mesela tramvay veya demiryolu işçileri grev yaptığında, aslında grevin muhatabı, bir yandan uluslararası şirketlerdir, diğer yandan onların yerli ortaklarıdır. Ve TC devletinin, Osmanlı’dan beri işçi hareketine karşı tutumu, bir yandan imha ve inkâr politikasını da yansıtmaktadır. Sınıf savaşımının bu yönü de akılda tutulmalıdır. Başka bir yerde, başka bir tarih kesitinde sınıf mücadelesi ile bu imha ve inkâr politikası bu denli iç içe geçmiş olmayabilir. Bu hâlin, doğru anlaşılması gereklidir.

1908 devrimi sonrasında, gerçekte padişah varlığını korusa da, ülkede yeni bir devlet gücü oluşmaya başlamıştır. İttihat ve Terakki, bir yandan padişahlık sisteminin arka planda sürmesini, ama diğer yandan da gelişmekte olan kapitalist üretimin gereklerine uygun bir yönetimin oluşmasını istiyordu. 1908 budur. Ama sonrasında, Osmanlı’nın bölüşülmesi ve Osmanlı içinde ortaya çıkan bağımsızlık hareketleri söz konusu olunca, İttihat ve Terakki, burjuva devrimde var olan gerici karaktere uygun olarak, “devletin devamı” sorununu ön plana almaya başladı. Bu açıdan Osmanlı padişahı ile aynı noktada idiler. Konu devletin devamlılığı, hattâ kaybedilmiş olan toprakların geri alınması ise, bu konuda her fırsatı değerlendirecek bir “atiklik”, saldırganlık içindeydiler. Bu saldırganlık ile, içerideki saldırganlık, imha ve inkâr siyaseti, birbirinden ayrılmaz.

Konu dış politika ise, bir ülkenin egemenlerinin tümü, büyük ölçüde aynı tutum etrafında birleşirler. Ve iç savaş ve savaş durumlarında, bu dış politikada birleşme, içeride de yansımasını bulur.

1917’de Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, hemen takiben Sovyetler, tüm cephelerde barış ilan etmiştir. Osmanlı ya da o dönemin yönetimi olan İttihat ve Terakki, hemen bunu bir saldırı fırsatına çevirmeye çalışmış, 1918’de Kafkasya’ya harekete başlamıştır. İlgi çekici bir örnektir ve burada biraz detaya girmek istiyorum.

Ekim Devrimi zaferi, 1917 yılının Ekim ayındadır. 3 Aralık 1917’de Sovyet Hükûmeti bir bildiri yayınlamıştır. Bildirinin başlığı “Rusya ve Doğu’nun Tüm Emekçi Müslümanlarına”dır. Belgede şu açıklama vardır:

“Sizi yalnızca Avrupa emperyalizminin sömürücüleri, yurdunuzu yağma ettikleri ve haraca kestikleri ‘sömürgeler’ durumuna getirenler köleleştirir. Ne Rusya ve ne de onun devrimci hükûmeti bunu yapmaz.

“Zaman kaybetmeyin ve topraklarınızı yüzyıllardır istila edenleri sırtınızdan atın! Yurdunuzu daha fazla yağma etmelerine izin vermeyin! Ülkenizin sahibi yine sizler olmalısınız! Yaşantınızı istediğiniz gibi kurmalısınız! Bu hakka sahipsiniz, çünkü kaderiniz kendi ellerinizdedir.” (SSCB Dış Politika Belgeleri Cilt I, aktaran Y. K. Sarkisyan, SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 19).

Görüldüğü gibi SSCB, barış çağrısını yapmak için aylarca beklememiştir. Devrimden neredeyse 1 ay sonra, hemen bu çağrıyı yapmıştır. Ve Osmanlı, o dönemin yönetenleri, bu durumu, askerî bir bakış açısı ile, Sovyetler’in zafiyeti olarak ele almış ve yeni bir yenilgiye gidecek olan yolu açmak üzere, 1918 yılında Kafkasya’ya saldırmıştır. 1918 Şubat ayında, yani Sovyet Hükûmetinin Doğu’nun Müslüman halklarına emperyalizmi ülkenizden kovun çağrısından 2,5 ay sonra, Kafkas cephesinde büyük bir saldırı başlatılmıştır. Saldırının amacı, Orta Asya ve İran’ı işgal etmek, bu yolla, Osmanlı ordusunun prestij kazanmasını sağlamak ve ordunun içeride de sükûneti sağlamasının olanağını elde etmektir. İşte bu fırsatçı göz, aslında, Osmanlı’nın küçülmüş hâlde de olsa saldırgan politikalarının devamıdır.

Ve aynı dönem, ülkede, özellikle de Ege bölgesinde köylü isyanları vardır. Çakırcalı Efe bu isyanların bir parçasıdır. Köylü isyanları, artan vergiler, savaş maliyeti ve savaşın yıkımı nedeni ile başlamış olsa da, 1917 Ekim Devrimi sonrasında isyanlar, politikleşmeye başlamıştı. Anadolu’nun kuzeyinde Sarı Efe, Ege’de Demirci Efe gibi isimlerin isyanlarında, zenginden alıp yoksula vermek, açık olarak vardır. İşte, içerideki “sükûneti sağlama” (bugünkü deyimlerle “terörsüz Türkiye” ve “iç cephenin güçlendirilmesi”), dışarıda, Kafkaslarda elde edilecek bir zafer ile bağlantılı düşünülmektedir (Köylü isyanları ile, eşkıyalık denilen şey arasında ilgiye değer bir ilişki vardır. Konumuz olmadığı için üzerinde daha fazla durmayacağız. Ama Ekim Devrimi öncesi ve sonrası durumu anlamak için, bazı kaynaklar önermemiz mümkün. İlki Dünya Yayınları 6 no’lu kitaptır, Çerkes Ethem, Çerkes Ethem’in Hatıraları, 1962. İkincisi Nevzat Onaran’ın çalışmasıdır, Devletin Dâhili Harbi: Koçgiri, Pontos, Trakya, Sasun, Dersim, Kor Kitap, 2021. Üçüncüsü Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Kronik Kitap, 2021 ve dördüncüsü Sabri Yetkin, Ege’de Eşkıyalar, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2018).

Daha önceden yazdık, bir kere daha belirtmemizde sakınca olmadığını umuyorum. TC devleti, en başından beri, anti-komünist, emperyalist güçlerin SSCB’ye karşı ortak karakolu olarak kurulmuştur. Sınıfların varlığının inkârı da içindedir. İkincisi, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük evrelerinden geçerek şekillenen “bu devlete bir ulus lazım” süreci, halkların imhası ve inkârı siyasetidir, asimilasyonun sıradan hâlleri değildir bu. Bu o kadar ileridedir ki, TC eliti, halkı her zaman “sorun”, “düşman” olarak görmüştür. İşte eşkıyalık bu çerçeve içinde anlaşılmalıdır. Eşkıyalıkta, çokça halk hissi, halkı hissetme, ama onunla kıyaslanınca çok az bilinç vardır. Bu nedenle yoksuldan alıp fakire verirken, “ferman padişahın dağlar bizimdir” derken, halk sevgisi görülür. Zaten onun da bir parçasıdır. Ama sisteme karşı köklü bir değişim bilinci yoktur ve bu nedenle sürekli olarak devletle anlaşmanın bir yolu her zaman bulunmaktadır. Osmanlı ve onun ardından TC devleti, böylesi durumlar için, iyi paşa, kötü paşa ayrımını çok yapmıştır. “Devlete sığınmak”, bir çeşit muhbirleşmek, kendi gerçeğine ihanet etmek, köylü isyanlarının içinde, en az devletin katliam politikaları kadar var olmuştur.

Oysa TC devleti, en başından beri, emperyalist dünyanın SSCB’ye karşı anti-komünist karakolu olarak örgütlenmiştir ve en başından beri Sovyet Devrimi’nin halkları özgürleştirerek yayılmasına karşı, bir halklar hapishanesi olarak, halkların imhası ve inkârı üzerine kurulmuştur. TC devleti, her dönem, kendi vatandaşını, kendine karşı tehdit olarak görmüştür. Ne kadar ezilmiş, ne kadar kendisine yalakalık yapar hâle gelmiş, ne kadar kimliğini inkâr etmiş, ne kadar kendine ihanet edip devlete sığınmış olursa olsun, bu egemenin her zaman hissettiği şeydir; devletin kadroları dışındaki herkes, bu devletin düşmanıdır. Böyle düşünüyorlar, böyle davranıyorlar.

Olaylara dönelim.

Savaş, 1914 yılında başlamıştır ve devlet, artık Osmanlıcılık ve İslamcılığı geçmiş, Türkçülük aşamasına dayanmıştır. Ve Ermeni kıyımı, 1915’te başlar. Egemene göre, “kendi içimizde yaşayan Ermeni, Rum, Süryani, gizli düşman”dır. Böyle baktıkları için, bir “askerî operasyon” olarak açıkladıkları soykırıma başlarlar. Bu işi ordunun yapamayacağını anladıkları için, hapisten çıkartılmış, katil, tecavüzcü vb.den oluşan “Hamidiye Alayları” organize ettiler. Bugünün terimleri ile buna, “iç cepheyi güçlendirmek” diyebilirler.

Savaş kayıplar ve yıkımı, açlığı ve işsizliği beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, eski bir gelenek olan eşkıyalık, yeniden hayat bulmuştur.

Bu çeteler, 1917 Ekim Devrimi dönemine gelindiğinde, Anadolu’nun işgali başladığında, işgalciye karşı direnen çeteler oldular.

Yeşil Ordu, halkın bu anti-işgalci direnişini anti-emperyalist mücadeleye, kapitalizme karşı mücadeleye dönüştürme eğilimini ortaya koymaya başladı. Yeşil Ordu böyle kuruldu. İttihat Terakki’ye karşı, Yeşil Ordu.

Tarih 1920 Mayıs ayıdır. Çeşitli yerlerde, işgal güçlerine karşı direniş var. Bu direniş, geniş bir halk kesimini kapsasa da, işin içinde “çete”ler var. Bu çeteler, bugünkü devletin çıkar çeteleri değildir. İsyancı çetelerdir. Devlete karşı isyan geleneğinin bir miktar sürdüğü bu çeteler, işgale karşı direnişte de vardırlar. Kimi Müslüman’dır, kimi imamdır, kimi köylüdür, kimi korkaktır, kimi kadındır, kimi çocuktur, ama hepsi, karşılarında gördükleri işgalciye karşı direnmektedir.

Bu henüz, bu hâli ile bir “anti-emperyalist” bir bilinç değildir. Ama anti-işgalcidir ve doğrusu, bu halk hareketidir, gerçekte işgale ve padişaha karşı direnen kesimdir. Çoğu emekçidir, işçidir ve daha çok yoksul köylüdür.

1920 Mayısında Yeşil Ordu, padişaha ve işgalciye karşı savaşı büyütme çağrısı yapar. Yeşil Ordu, artık bir politik ordu hâline geliyordu ve Mustafa Kemal, hâlâ padişaha bağlıdır. Yeşil Ordu, İslam ile komünizmin eşitlik ve adalet, mülkiyetin bazı biçimleri konusunda birbirine benzediğini düşünmektedir. Ya da böyle düşünenler içlerinde bir hayli çoktu.

Yeşil Ordu programında şunları okuyoruz:

Yeşil Ordu amacını şöyle tarif ediyor: “emperyalist saldırganları Asya’dan kovmayı ve ülkede her türlü emperyalist akıma ve aynı zamanda sermayenin baskısına ve ezgisine karşı uzlaşmaz şekilde savaşmayı” amaçlıyor. (Madde 2) (Aktaran, A. M. Şamsutdinov, SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 44-45).

“Emperyalizme karşı savaşta Kızıl Ordu’yu en büyük müttefik olarak kabul ediyordu (madde 19).” (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 45).

Bunlar Yeşil Ordu’nun programından aktarılıyor.

Kaynaktan aktaralım:

Örgüt, köylüleri, işçileri ve memurları kendi dayanak noktası olarak görüyor (madde 10) ve kendini halkın ordusu olarak tanımlıyordu. Programında toprağın ulusallaştırılması ve köylülere karşılıksız olarak verilmesi yer alıyordu. Ayrıca, sermayeden elde edilen kazançların bireylerin ya da ailelerin değil, tüm halkın yararına kullanılması gerektiği savunuluyor (madde 5). Bunun yanında, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti koruyordu, ancak “zenginlik ve sermayenin tek elde toplanmasını önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasını” (madde 6) görevlerinden biri olarak belirliyordu (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 45).

23 Nisan 1920’de açılmış olan TBMM’de Yeşil Ordu’nun “Halk Zümresi” adında grubu vardı ve “Yeşil Ordu, genel oy esasına dayalı bir halk hükûmeti kurulmasını ve genel çalışma yükümlülüğünü savunuyordu (madde 7).” (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 45).

Burada duralım. 1920’de yani savaşın sonrasında, Ekim Devrimi’nin ardından, ülkede 3 güç görülmektedir:

Birinci güç, padişah ve saray. Bu aslında eski devlettir. Emperyalist efendilerin yarı-sömürgesi olmaktan çok ileri gitmiş, onların kulları köleleri olmuşlardır. Beyoğlu’ndaki Fransız konsolosundan korkmak, İngiliz elçisinin ağzından çıkacak söze hayranlıkla bakmak, saray erkânının en büyük etkinliği, eylemi hâline gelmiştir.

İstanbul, 1918 yılının sonunda, 13 Kasım’da işgal edilmiştir. Fransız, İngiliz, İtalyan ve ABD gemileri Haliç’e girmiştir. Savaş sonrası paylaşımın sürdüğünü gösterir. Ve padişah-saray bu konuda ancak, bir saralı gibi rahatsız olmakta, sonra lüks salonlarda bu ülkelerin temsilcilerini ağırlamaktadır.

İkinci güç, İttihat Terakki olarak, 1876’da içinde, 1908 devriminde kendini açık olarak göstermiştir. 1908, II. Meşrutiyet’tir. Padişahlık sürmekte ama bir de ortaya bir meclis çıkmaktadır. I. Meşrutiyet uzun sürmedi ve ikincisi, daha radikal geldi. Bu açıdan olumludur.

İttihat ve Terakki, yeni burjuva sınıfın (ki çoğu, yabancı sermayeye bağlı ticari sermayedir) ve feodal toprak ağalarının liberal kanadının temsilcisi bir partidir. İşte ikinci güç budur. Buna özetle burjuva güç diyebiliriz ve en radikal tutumları 1908’de ortaya çıkmıştır, sonrasında, hep devletin devamını sağlamak üzere, padişaha bağlılık üzerinden yürümüşlerdir.

Bu sınıf savaşımıdır ve öyle ele alınmalıdır. Kişiler, bu savaşımda önemli roller oynasalar da, esas olan, sınıfların bu savaşımdaki konumudur, durumudur.

Ve üçüncü güç var. Yeşil Ordu, bu üçüncü gücün temsilcisidir (Not: Bu makale, bir yandan, “Sınıf Savaşımı, Sosyalist Devrim ve İşçi Sınıfının Öncü Rolü” -Kaldıraç Yayınevi, 2025- isimli çalışmamıza ek olarak düşünülmüştür. Ancak, çalışma ilerledikçe, 1998 yılında tamamlanmış olan “Anadolu Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim” -Kaldıraç Yayınevi- isimli çalışmamıza da gönderme yapılması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bizim, Kurtuluş Savaşında halkın bilincinin “anti-işgal” düzeyinden anti-emperyalist düzeye geçiş anlamında yarım kaldığına ilişkin tespitimiz, “Anadolu…” isimli çalışmada vardır. Burada, bir açıdan, o noktadan kalmış gibi devam ediyoruz. Kitap üç baskı yapmıştır ve çok daha kapsamlıdır ve maalesef şu an elimde yoktur. Bu nedenle oradan bazı bağlar kuramıyorum. Ama okuyucu bunu yapabilir). Yeşil Ordu, en azından kendisi böyle amaçlıyor, işçilerin, köylülerin ve memurların örgütü olmak istiyor ve bu açıdan, üçüncü akımdır.

Ve birinci akım ile, yani saray ile, ikinci akım, yani burjuva akım, başından İttihat Terakki’nin temsil ettiği, sonrasında M. Kemal tarafından temsil edilen burjuva akım arasında bir uzlaşma vardır. Bu uzlaşma mücadelenin her aşamasında görülebilir. Hattâ bu uzlaşma, bu bağdaşma, daha sonraki dönemde de M. Kemal’i meşgul etmiştir ve birçok kadroyu tasfiye etmiştir. Padişaha bağlılık diye ortaya çıkan eğilim, aslında burjuva akım ile saray arasındaki bağın ifadesidir.

M. Kemal, Anadolu’ya hareket ettiğinde ise, hem İstanbul’da hem de Anadolu’da, işgale karşı direnişler vardı. M. Kemal, tam 1 yıl, padişah tarafından Karadeniz bölgesindeki isyanı bastırmak üzere gönderilmesine kadar, 1 yıl, işgal İstanbul’unda yaşamıştır. Oysa o işgal İstanbul’unda, üçüncü akım dediğimiz, işçi-yoksul köylü- memur ya da çeteler ya da anti-işgalci ve komünist güçler eylemli hâldeydiler ve içlerinde tutuklananlar, kurşuna dizilenler vardır. Ve Samsun ve sonrasında Anadolu’da çetelerin yürüttüğü gözü pek savaş, M. Kemal’i etkilemiş olmalıdır. Zaten etkilemesi için bir etken olarak İstanbul’daki işgal ve bağlı olduğu padişah ve sarayın artık bağlanacak bir hâlinin de kalmamış olması sayılabilir.

Yeşil Ordu ya da işçi ve yoksul köylülüğün siyasal akımı, giderek büyümüştür. Çerkes Ethem, 6 bin kişilik birliği ile -hepsi silahlıdır-, Yeşil Ordu’ya katılmıştır.

Ve Yeşil Ordu içinde, 1920 yazında, komünist fikirleri örgütlemeye başlayan bir kol oluştu ve başında Dr. Salih Hacıoğlu vardır.

Demek ki, bu anti-işgal hareketin, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir çizgiye evrilmesi bir hayal değildir. Bu hâle gelememiştir. Yenilmiştir.

Sarayla uzlaşan burjuva çizgi, acaba, bu halk hareketinden sempati duyarak mı etkilenmektedir, yoksa tehlike gören bir devlet-burjuva tarihsel bilinci ile mi etkilenmektedir? İkincisidir. Bu nedenle, burjuva çizgi, bu harekete, sözde sempati ile, sözde övgü ile yaklaşırken, arkadan sinsice kuyu kazarak yok etme taktiğini etkili kullanmıştır. Yani burjuvazinin siyasal bilinci güçlüdür ve saray entrikalarının tarihsel birikimi de devrededir, onlarda kişilik hâline gelmiştir. Çerkes Ethem her övüldüğünde, kendisinden bir parça koparılmıştır dersek yanlış olmaz.

Halide Edip yazıyor. Kemalist devrimin önemli karakterlerinden olduğuna şüphe yok.

“Çeteciler orduya düşmandı, subayları en az Yunanlılar kadar ürkütüyorlardı.” (Halide Edip Adıvar’dan aktaran, SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 46).

Dahası var. Aynı kaynaktan izleyelim.

Yeşil Ordu’nun başarıları, Ankara Hükûmetini endişelendirdi. Mustafa Kemal, örgütün başlangıçtaki ulusal güçlerin kurulması amacından saparak daha geniş hedefler peşine düştüğünü söylüyordu. Bu esnada gerici çevreler (kaynak, yazar, “gerici çevreler” derken, dinci, tutucu ya da padişaha doğrudan bağlı çevreleri kastediyor olabilir –DA) Yeşil Ordu’nun yabancılarla gizli ilişki içinde olduğunu ve rejim değişikliği planladığını iddia eden söylentiler yaydılar (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 46).

Aslında ilgi çekicidir. Burjuvazi, sınıf ve tarih bilincine sahiptir ve belli ki söylentileri, kendileri bile çıkartmış olabilirler. Kaldı ki, 1920 yılında Ankara Hükûmeti, dünyanın pek çok devleti ile ilişki kurmaktaydı ve aynı şeyi Saray da İstanbul’dan yapmaktaydı. İkili iktidar durumu zaten vardı. Bu koşullar altında Ankara Hükûmeti adına İngilizlerle görüşen Rauf Orbay da suçlanmalı mıydı? Bu nedenle, burada yabancılarla ilişkiler, aslında Ekim Devrimi ile ilişkiler anlamına gelir ve Ankara Hükûmeti de bizzat bu ilişkileri kurmaktaydı. Sınıf bilinci gelişmiş ve saray entrikalarının en büyüklerini kullanmaktan çekinmeyen burjuva hareket, Yeşil Ordu’yu tasfiye etmek istiyordu. Konu budur.

17 Temmuz 1920’de TBMM İçişleri Bakanı olarak seçilen Hakkı Behiç Bey, baskılar nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Eylül ayında ise, örgütün (Yeşil Ordu kastediliyor –DA) sol kanadından Tokat milletvekili Nâzım Bey, oy çokluğu ile İçişleri Bakanı seçildi. Bu gelişme, pek çok milletvekilinin “aşırı” ilkelere kaymaya başladığını gösteriyordu. Nâzım Bey yabancılarla gizli ilişki kurmakla suçlandı ve hükûmet, Yeşil Ordu’nun faaliyetlerini Türk halkının çıkarlarına aykırı ilan ederek örgütü feshetme kararı aldı.

Yeşil Ordu’nun sağ kanadı bu karara uydu ve örgüt Eylül 1920’de dağıtıldı. Ancak sol kanat Salih Hacıoğlu önderliğinde bu karara uymadı ve kasım ayında Türkiye Komünist Partisi ile işbirliği yaparak “Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası”nı kurdu (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 46).

Bu sınıfların savaşımıdır. Ve burjuva sınıf, Saray ile uzlaşmıştır. Elbette Saray gelişmekte olan halk direnişinin bir sonucu olarak, usulce ve usulünce ülkeyi terk edecektir. Ortaya çıkan reformlar, aslında devrimin bir yerde durdurulmuş olmasının sonucudur.

Demek ki, üç siyasal güç tespit edilebilir.

Bu üç siyasi güç içinde burjuva güçler, Saray’ı ya da onun dayanağı olan feodal soyluluğu, toprak ağalarını arkasına alarak, onlarla uzlaşarak, işçi ve köylü temsilcilerini tasfiye etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı ile başlayan savaş, (a) önce bir yenilgiye ve Osmanlı’nın paylaşılmasına dönüşmüştür ve (b) ardından, işgal ve açık bir iç savaş süreci devreye girmiştir. İşçi ve emekçilerin temsilcilerinin siyasal bilinci ve örgütlenmesi, burjuva sınıf bilinci ve örgütlülüğünün oldukça gerisindeydi ve burjuvazi iktidarı alıp, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün cephesinde yer alan çeteleri, Yeşil Ordu’yu vb. tasfiye etmiş ve ezmiştir.

Söylediğimiz gibi, biz bu konuyu tartışmaya, işçi eylemlerinin, Osmanlı’nın son dönemi ve özellikle de cumhuriyetin ilk dönemlerindeki durumu hakkında notlar iletmek için başladık. Buraya dönelim.

Okuyucu, konu ile ilgili birçok kaynağa ulaşabilir. Bizim de zaten çalışmamızın amacı, belli başlı eylemleri, grevleri vb. saymak ve okuyucunun daha kapsamlı çalışmalar için başvurabileceği kaynaklara işaret etmektir.

Söylendiği gibi çok kaynak var. Mete Tunçay’ın “Sol Akımlar” çalışmaları, kapsamlı veriler içerir ama daha çok komünist hareket, sol hareket üzerine odaklanmıştır. Yine de çok veriye sahiptir.

Yine Mete Tunçay’ın, “1923 Amele Birliği” çalışması da önemli bir kaynaktır (Sosyal Tarih Yayınları). “Amele Birliği” ve “Beynelmilel İşçiler İttihadı”, önemli işçi örgütleridir. Erden Akbulut ve Mete Tunçay’ın Sosyal Tarih Yayınlarından çıkan kitabının adı da “Beynelmilel İşçiler İttihadı”dır.

Yine Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher tarafından yazılmış, İletişim Yayınlarından çıkan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923)”, kaynak olarak yararlanılması gereken çalışmalardan biridir. Uygur Kocabaşoğlu-Metin Berge ortak çalışması olan “Bolşevik İhtilâli ve Osmanlılar” (Kebikeç Yayınevi), sayılabilecek kaynaklardan biridir. Kadir Yıldırım, “Osmanlı’da İşçiler (1870- 1922), Çalışma Hayatı, Örgütler, Grevler” (İletişim Yayınları) isimli bir çalışma yapmıştır ve önemlidir. Can Nacar’ın Koç Üniversitesi Yayınlarından çıkan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Emek ve İktidar, Tütün İşçileri, İşyeri Yöneticileri ve Devlet, 1872-1912” çalışmasını da eklemek isteriz. Elbette çok daha fazlası vardır.

1876 I. Meşrutiyet’tir ve 1877 yılında toplanan Meclis-i Mebûsan, Abdülhamid tarafından dağıtılmıştır. Bu “istibdat” döneminin başlangıcında eylemler daha azdır. 1872’de ilk grev gerçekleşmiştir. Not edilmelidir, henüz Abdülhamid başta değildir ama “grev” yasal bir hak da değildir. Yani, işçiler, sayıları çok az da olsa, greve çıkarken, “yasal mı, yasak mı” diye bakmamışlardır.

Kadir Yıldırım, detaylı çalışmasında, 1870’li yıllarda, yani on yılda, toplam 27 grev tespit ediyor. Ve 1880’li yıllarda ise bu grev sayısını 8 olarak tespit ediyor.

Tütün işçileri üzerine yoğunlaşmış olan Can Nacar’ın çalışmasında, şunları okuyoruz:

Grevler ve diğer biçimlerdeki işçi protestoları bir ölçüde ivme kazandı. Bu ivmelenmenin tütün sektöründeki etkisi büyük oldu. 1893 ile 1906 yılları arasındaki on dört yılda imparatorluk sınırları içindeki belli başlı tütün işleme ve üretim merkezlerinin tamamı en az bir kez, genellikle birkaç gün süren grevler ve gösteriler şeklindeki işçi eylemleriyle çalkalandı (Can Nacar, age, s. 83-84).

Tekrar edelim, grev yasaktır.

Tütün işçilerinin grev ve eylemlerinin detayları, çalışmada verilmiştir ve kıymetlidir. Tütünde Reji Şirketi vardır. “Reji idaresi” terimi, o günlerden bugünlere taşınmıştır ve Reji Şirketi, Fransızlarındır.

1904’teki grevi kışkırttılar iddiası ile Reji tarafından listelenen işçilerin isimleri, aynı kaynakta s. 99’da verilmiştir. Kaynağımız, isimleri, ikametgâhı ve tebaasını vermektedir. Tebaa bölümünde bir İtalyan var, kalanları “Osmanlı” diye geçmektedir. İsimleri ve adresleri şöyledir: “Odisya Tebrizya (Tatavla-İtalyan), Haim Varon (Balat), Marko Tesiton (Balat), Benson Bendazora (Tekke Saray), Yasef Eskenazi (Hasköy), Kostantino Nikolay (Fener), Yogi Kostantino (Balat), Kostantino İbaris (Kuzguncuk), Haron Alyaf (Sirkeci), Mari Neccar (Balat), Raşil Eskenazi (Hasköy), ….. Neccar (Balat)”

İsimleri özellikle verdik. Ülkenin ilk eylemci işçileri, komünistleri, sosyalistleri, daha çok Ermeni, Rum’dur. Ve bu elbette bir zenginliktir. O günün dünyasında, ırkçılık, milliyetçilik, Türkçülük bu denli etkin değildir.

Savaş döneminde vergiler artmıştır, askerî kamulaştırmalar, angarya, aşar vergisinin artmış olması, buna ilave vergiler, hayvan vergisi köylüler için yaşamı oldukça zorlaştırıyordu. Kırsal kesimde, ortakçılık, yarıcılık, marabacılık gibi, daha çok feodal bir tarzda örgütlenmiş bir sömürü vardı. İşgalci güçlere karşı savaş, aslında toprak mülkiyetindeki sınıfsal yapıyı hiçbir biçimde değiştirmedi.

Aynı dönem ülkenin kalan kısmındaki işçi sayısı, 120 binin üzerindeydi. Bu sayılar, çok sayıdaki çocuk işçiyi de içermekteydi.

1920 yılında tramvay işçileri, elektrik santrallerinde çalışan işçiler ve başkaları greve çıktı. Dikkat edilsin, “grev yasal” değildi. Kitlesel bir 1 Mayıs, İstanbul’da 1921 yılında gerçekleşti. 1922 yılının Eylül ayında Türkiye Sendikal Kongresi yapılması için harekete geçildi.

Türkiye Devrimci Sendikalar Birliği: 1922 yılının Temmuz ayında 20-25 bin üyesi olan sendikaların ilk kongresi yapıldı. Kongrede İstanbul sendikaları Profintern programını kabul ederek onun bünyesine katıldılar. Ayrıca kongrede bir emek federasyonu olarak “Türk Devrimci Sendikalar Birliği”nin kurulması kararı alındı (SSCB Bilimler Akademisi, Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967), s. 78).

Ülkede komünist hareketin güçlenmesi, iktidar çevrelerinde yeniden endişeye yol açtı. Gerici güçlerin desteğini kazanmak isteyen hükûmet, komünistleri ve sendika liderlerini ihanet suçlamasıyla yargıladı (Sovyetlerin Gözünden Türkiye Tarihi (1908-1967) içinde, s. 80-81).

Dikkat edilsin, Sovyet tarihçi, “Gerici güçlerin desteğini kazanmak isteyen hükûmet” ifadesini kullanıyor. TKP tarihinde de bu tarz cümleler çok yaygındır, sol hareketimizin içinde hemen tüm kanatlarında bunun izlerini görmek mümkündür. Neyin izlerini mi? “Gerici güçlerin desteğini kazanmak isteyen hükûmet” cümlesi, hükûmetin gerçekte gerici olmadığını, sadece gerici güçlerin desteğini almak istediğini ifade eder. Bu Kemalist iktidarı karşısına almak istemeyen bir dildir ve siyasal sahneden tarihçilere kadar sirayet ettiğini gösterir. İktidar, burjuva iktidardır. İktidar feodal gericilik diye tarif edeceğimiz Saray ile uzlaşmıştır. İktidar, emperyalist efendilerle anlaşmıştır. Ve iktidar, bir özgürlük yanlısı falan da değildir. Tersine, grev yasaktır ve komünist avı sürmektedir. Komintern, Türkiye’de komünistlere karşı bir “beyaz terör” uygulandığını söylemektedir.

SSCB Bilimler Akademisi yazarları, İzmir İktisat Kongresi üzerine duruyorlar ve şu tespiti okuyoruz:

Ancak, toprak ağalarıyla sıkı ilişkisi bulunan ulusal burjuvazi (yazar Kemalist iktidarı kastediyor –DA), toprak mülkiyeti ve kullanımı konusundaki sorunları ciddi bir şekilde ele almadı ve yarı-feodal toprak ağalarını kapitalist çiftliklere dönüştürmeyi amaçlayan sınırlı reformları tercih etti (SSCB Bilimler Akademisi, age, s. 91).

Bu konu da önemlidir. Feodal toprak mülkiyeti ilişkilerinin radikal biçimde tasfiye edilmemesi, aslında en çok işçi sınıfına zarar vermiştir.

1920’lerde, sahipsiz topraklar ve Türkiye’den göç edenlere (özellikle Yunanlılara ve Ermenilere) ait taşınmaz malların (yazar, Rumlar yerine Yunanlılar diyor. Aradaki ayrımı bilmiyor olabilir –DA) dağıtılmasına ilişkin yasalar çıkartıldı. Ancak bu yasaların uygulanması, büyük toprak mülkiyetinin artmasına neden oldu, çünkü göç edenlerin topraklarına genellikle toprak ağaları el koydu (age, s. 92).

Görüldüğü gibi Sovyet bakışı, Kemalist iktidarı doğrudan karşısına almıyor. Oysa bu topraklar, ancak devlet eli ile yağmalanabilir ya da yağmalandıktan sonra devlet tarafından onaylanmış olmadan yeni sahiplerinin toprakları olmazlar.

Yıl 1925’e geldiğinde, Kürtlerin isyanı, artan işçi eylemleri nedeniyle, Kemalist iktidar, Takrir-i Sükûn” yasasını ilan etmiştir. Bir iç savaştan yeni çıkmış (çıkmış mı?) olan TC devleti, 1925’te olağanüstü yetkilerle donatılmış bir rejimi devreye sokmuştur.

Elbette SSCB Bilimler Akademisi yazarları, ciddidir ve aslında durumu doğru görmekten de uzak değildirler. Okuyalım:

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan eski esnaf düzenini ve 1909’da çıkarılan, toplum yararına çalışan işletmelerde sendika kurmayı ve grev yapmayı yasaklayan grev yasasını miras almıştı. Ancak yaşam, bu yasada bazı değişikliklerin yapılmasını zorunlu kıldı: işverenler talepleri (işçi taleplerini –DA) reddettiğinde işçiler grev yapabilmek için hükûmetten izin alabileceklerdi. Ülkede sendikalar doğmaya başlamıştı; ancak hükûmet bir süre bu sendikaların varlığına izin vermekte tereddüt etti.

Ulusal sorunun çözümüne gelince, herhangi bir adım atılmadı. Lozan Antlaşması’ndan sonra iktidar çevreleri, Türkiye’yi ulusal bakımdan uyumlu bir devlet hâline getirme amacını taşıyan bir politika izlemeye başladılar. Bu hedef doğrultusunda ulusal azınlıkların Türkleştirilmesi politikasını uygulamaya devam ettiler. “Türkiye Türklerindir” sloganı bu dönemde ilan edildi. Ulusal azınlıklar bir bölgeden başka bir bölgeye göç ettirildi ve devlet dairelerinde, sanayi ve ticaret işletmelerinde yalnızca Türkçe kullanılmasına karar verildi. Türk olmayanların ulusal kültür hakları tanınmadı (age, s. 122).

Türk Ocakları, ta 1908’de kurulmuştur ve bu milliyetçi politika, “bu devlete bir millet lazım” politikasının uzantısıdır. 1908’de kurulan Türk Ocakları, 1932 yılında yeniden ırkçılık bir kat daha artırılarak öne çıkarılırken, ideolojik bir örgütlenme olarak “Halkevleri”ne dönüştürülüyor. Halkevleri, iktidarın ideolojik olarak toplumu yönlendirmesinin aracı olarak kullanılıyor.

Bilimler Akademisi yazarları, doğru tespit yapmaktadır. İlkin, 1909’da, yani 1908 devrimi ya da II. Meşrutiyet sonrasında çıkan bir yasa var ve bu yasa, işçi sınıfı ve sendikalar açısından hiçbir biçimde ilerlemiyor. Oysa “çağdaş”lıktan söz ediliyor. “Çağdaş” gibi, sınıfsal özü gizleyen kavramlar kullanıldığında, doğrusu her şeyi yutturmak mümkün oluyor. Ülkemizin bugünkü sendikacıları bunları bilirler, bilmeyenleri hemen öğrenmelidir.

Demek, Cumhuriyet, işçilere şunu vermiştir; eğer işveren işçilerin taleplerini kabul etmezse işçiler grev yapabilmek için hükûmetten izin isteyecekler. 1909’da grev yasak, özellikle kamu işlerinde sendikacılık da yasak. Cumhuriyet, işçilere “izin isteme” hakkını verdi. İlgiye değerdir. Burjuva iktidarın işçi düşmanı karakterini ortaya koymaktadır. Peki, işçiler grev yapmak için, acaba Kemalist iktidardan izin istemişler midir? Elbette ki hayır. İşçiler yine de grev yapmışlardır. 1923 yılı sonbaharında ülkede 50 binden fazla işçinin katıldığı grevler gerçekleşmiştir.

1923 kasım ayında İstanbul İşçi Birliği Kongresinde, İstanbul’dan 19 bin işçi, Zonguldak kömür havzasından 15 bin maden işçisi ve Balya-Karaaydın bölgesinden 10 bin maden işçisini temsilen 250 delege Türkiye İşçi Birliği’nin (“Birlik”) kurulduğunu ilan ettiler. Ancak hükûmet, bu örgütün tüzüğünü onaylamadı ve “Birlik” 1924 yılı başında dağıtıldı. Buna rağmen proletaryanın birleşme arzusu devam etti ve 1924 yılında İstanbul, İzmir, Edirne, Adana, Eskişehir ve diğer kentlerde yeni işçi örgütleri kuruldu.

1924 yılı sonunda, İstanbul’daki işçi birliklerinin çoğu temel alınarak yeni bir sendikalar birliği olan “Türkiye Amele Teali Cemiyeti” kuruldu (age, s. 126).

Dikkat edilmeli, sendika kurmaya karşı duruluyor ve işçiler “birlik” veya “cemiyet” adı altında sendikal örgütlenmeler yaratıyorlar.

Bugün hâlâ ülkemizde grev hakkı kâğıt üstündedir. Bunun nedeni yasalar vb. değildir. Elbette yasalar sorundur. Ama esas mesele, işçi sınıfının, grev yapmak için yasaları dikkate almasının bile gerekmediğinin kanıtının, bizzat ülkemiz işçi hareketi tarihince de doğrulanmasına rağmen, sendikaların bu konuda “çok devletçi” olmalarıdır. Sendikalar “çok devletçi”dir ve bu nedenle işçi sınıfına çok uzaktırlar.

Bilimler Akademisinin yazarları, “ulusal sorun” konusunda da nettirler. Katliamlar sonrası, Ermeni ve Rum nüfus, Süryani nüfus büyük ölçüde sindirilmiştir. Ama Kürtler, ağır koşullarda yaşamaktadır ve ırkçı uygulamalar ile karşı karşıyadırlar. “Türkleştirme”, kapsamlı bir ırkçı politikadır. Demek, “geniş anlamda bir kimlik” açıklaması ile, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk denir açıklaması ile bugün aklanmaya çalışılan bu ırkçı politika, “Türkiye Türklerindir” sloganı ile, 1925’lerde ilan edilmiştir.

1926’da Adana-Nusaybin hattında, Soma-Bandırma demiryolu hattında işçiler greve gittiler. Tramvay ve ulaştırma işçileri, İstanbul’daki ayakkabıcılar greve gittiler. 1927 yılının ocak ayında İstanbul limanında çalışan hamallar, mayıs ayında 3 bin tütün işçisi, temmuzda Adana demiryolu işçileri greve çıktılar.

Acaba, hükûmetten greve çıkmak için izin istemişler midir?

1928’de İstanbul’da dokuma işçileri, Adapazarı’nda işçiler, tramvay işçileri, tütün ve metal işçileri greve çıktılar.

Baskıcı önlemler ve “işçi birlikleri”nin başına getirilen burjuva ajanların faaliyetlerine rağmen, çeşitli işletmelerde, özellikle de devlet işletmelerinde grevler durmadı. 1934-1936 yılları arasında Balya-Karaaydın kurşun madeni işçileri, İstanbul’daki tekstil işçileri ve hamallar, Trabzon liman işçileri, Zonguldak maden işçileri gibi sanayi işçilerinin grevleri dikkat çekti. Birçok grev, Türkiye Komünist Partisi’nin yeraltı komiteleri tarafından yönetildi.

Yeni bir ekonomik kriz ve dünya savaşı öncesinde oluşan uluslararası devrimci durumun farkına varan iktidar çevreleri, işçi sınıfına bazı tavizler vermek zorunda kaldılar. Pek çok işletmede iş günü sekiz saat olarak belirlendi, hafta sonu tatili ücretli hâle getirildi, çalışan kadınlara ve çocuklara yönelik bazı haklar tanındı. Ancak egemen sınıflar, grev hakkı tanımayı reddettiler ve zorunlu uzlaşma kuralları sistemi getirdiler. Ayrıca, ülkedeki tüm toplumsal örgütleri tam anlamıyla politik, idarî ve ideolojik denetim altına aldılar. İktidar bloğunun işçi sorununa yönelik bu politikası, 1936’da kabul edilen iş yasası ve 1938’de çıkarılan Dernekler Yasası’ında somut bir şekilde ifade buldu (age, s. 193).

Demek ki, İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, 1936’dan başlayarak, burjuva devlet bazı önlemler almaktadır ve grev hakkı hâlâ yoktur, yani yasal olarak yoktur, yoksa grevler yapılmaktadır. 1935 sayımına göre, sanayide ve küçük işletmelerde çalışan işçi sayısı 656 bin kişidir ve bu sayı 1927’nin 2,5 katıdır (bakınız SSCB Bilimler Akademisi, age, s. 182). Ama hâlâ grev yasaktır. Bu durum, burjuva bilincin gelişkinliğinin göstergesidir. “Sınıfsız imtiyazsız” toplum, aslında bu baskı mekanizmasının özlü ifadesidir.

Yine yazarın çok güzel özetlediği gibi, Türkiye, yeni bir olağanüstü rejim dönemine girmiştir. 1936’dan başlamıştır ve aslında devletin iç savaş örgütlenmesi devreye girmiş demektir. TC devleti, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, oldukça sık, olağanüstü dönemler içinde yaşamıştır. 1925’te çıkartılan olağanüstü hâl yasası, mesela 1929’da yeniden uzatılmıştır. Demek, 1926’dan öncedir. Dernekler yasası, derneklerin toplantılarına devlet yöneticilerinin katılmasını kanunlaştırmıştır.

1938 yılında İstanbul, İzmir, Zonguldak başta olmak üzere ülkede grevler patladı. Demek ki işçiler “hükûmetten izin isteme”mektedirler.

Hem grevler devam etti, hem de devletin komünist avı, anti-komünist tutumu. 1944’te anti-faşist asker karşıtlarının mahkemesi, aslında bu politikanın derinliğini gösterir. 1938’de Nâzım tutuklanmıştır. Ve Menderes döneminin baskı ve şiddet politikaları, aslında savaş öncesinde zaten devreye sokulmuştur. Bu açıdan TC devletinin karakteristik özelliği, her dönem ortadadır.

İşçi sınıfı, izin alarak sendikacılık yapamaz.

İşçilerin sendikal faaliyetlerinin içinde burjuva devletin ajanlarının etkinliği yeni değildir.

Grev hakkı, yasalar ne derse desin, işçiler greve çıktıklarında kullanılır ve yaşam bulur.

Ve işçi sendikacılığı, devlete sığınarak, devlet emrinde çalışarak yapılan sendikacılık değildir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz