Ana Sayfa Blog Sayfa 158

Burjuvazinin “biat”ı Halkın esareti

Elbette, onların “kimliği ve kişiliğine” şekil veren de budur.  Normal bir kapitalist gelişmede, burjuvazi, feodalizmin bağrında, daha genellersek, kapitalizm öncesi toplumların bağrında gelişir ve giderek, devleti de kontrolüne alır. Oysa ülkemizde, devlet eli ile ve uluslararası şirketlerin agentaları olarak burjuvazi gelişmiştir. 1910’lardan başlayarak, daha çok Ermeni ve Rum burjuvaların elindeki servetler yağmalanmış, bu yolla semirmeye başlanan ve devlete yakın olan kesimler, devlet olanakları ile güçlendirilmiş ve aynı zamanda uluslararası sermaye ile bağları kurulmuştur. Daha çok ticaret alanında gelişen burjuva kesimler, devlet tarafından kurulmuş sanayi dallarını, zamanla, bir kere daha yağmalamıştır.

En başından beri, tekelci kapitalizmin özelliklerine uygun olarak, öyle uzun bir serbest rekabet vb süreci yaşamadan gelişmişlerdir. Bütün parça ilişkisine uygundur. Parçanın tüm özgünlüklerine rağmen, bütün, parçaya damgasını basar. Kapitalistleşmesi geç başlayan, katliam ve savaşla içerdeki sermaye birikimine sahip olanları kovalayan Türkiye kapitalizmi, dünya kapitalist sisteminin tekelci aşamasında gelişmeye başlamıştır. Böyle olunca, dünya kapitalist sisteminde egemen olan tekelci ilişki biçimi, burada da kendini en başından ortaya koymuştur.

Türkiye burjuvazisi, uluslararası sermayenin genel anlamda bir parçası değil, ona bağlı, onun bir ajanı olarak gelişmiş, şekillenmiştir. Bu nedenledir ki, Koç’lar, Sabancılar, Doğuşlar, Eczacıbaşılar, Doğanlar vb, her zaman uluslalarası sermayeyi devreye sokarak, devletle ilişkilerindeki sorunları çözmeye çalışmışlardır.

1960 sonrası, daha çok da 1970’lerde, tekelci sermaye, kendi ağırlığını, en çok da TÜSİAD aracılığı ile siyasal alanda hissetirmiştir. TİSK ve TÜSİAD, burjuvazinin, tekellerin, devlet üzerindeki ağırlığını açıkça ortaya koymuşlardır. Ama burada da uluslararası sermayenin çıkarları ile asla çelişmeyecek bir tarzda yol almışlardır.

Ancak, son yıllarda, Erdoğan iktidarı döneminde, süreç bir epeyce değişmeye başlamıştır.

Dünya çapında emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımı yeni bir durum yaratmıştır.  Komünizme karşı NATO’nun ileri karakolu, AB ve ABD’nin ortaklaşa sömürgesi olan Türkiye, bu paylaşım savaşı başlayınca,  politik ve askeri olarak bağımlı olduğu ABD’nin mi, yoksa ekonomik olarak bağımlı olduğu Avrupa’nın mı sömürgesi olarak devam edecek sorusu ile karşı karşıya kaldı. (Elbette, bunlar burjuvazinin seçenekleridir.  Halkların, bağımsızlık, özgürlük, halkların ortaklaşa vatanı olmak seçeneği vardır. Halkların sosyalizm seçeneği vardır.)

AK Parti ve Erdoğan projesi, dönemin Washington yetkililerince pişirilirken, (Richard Perle ve G. Fuller’in bu konuda epey rol aldığını anlayabiliyoruz), elbette, Türkiye burjuvaları, tekeller, Koçlar, Sabancılar, Doğanlar, Doğuşlar, Eczacıbaşılar vb, bu projeye, aldıkları emirlere de uygun olarak evet dediler. Bir süre, bu tekellerin karlarına karlar katıldı. Özelleştirmelerden en büyük payları aldılar vb.

Ancak, bu süre içinde, hem AB ve ABD arasındaki çatışma giderek tırmandı, hem de paylaşım savaşımı, daha da şiddetlendi. Ve yüzdeci Erdoğan, sadece kendi kesesini doldurmakla kalmadı, bir yeni zengin kesime de devlet yağmasından paylar aktarmaya başladı. Ve bu süreç sürekli böyle ilerledi.

Tekeller, önce bu durumdan rahatsızlıklarını, AB ve ABD yetkililerine vb aktardılar. Karekterlerine uygun olan da budur. Sonra, zaman zaman ses vermeye başladılar. Ama ABD, Erdoğan’a ihtiyaç duymakta idi ve bu durumda tekellerin payına düşen “sabır” oldu.  Önce Uzanlar’a uzandılar ve doğrusu, bu durum, sözü geçen büyük tekeller için de olumsuz sayılmazdı, Uzan’ı rahatlıkla kurban verdiler. Ardından Karamehmet’e sıra geldi. Yapı Kredi’yi Koç “ham” ederek, Uzanların ardından Karamehmetlere de yol verdiler.

Bu arada başka burjuvalara, yeni elit kesimlere de sermaye akmaya başladı. Devlet olanakları, bu kez, farklı bir kesim için sınırsızca kullanılmaya başlandı. İnşaat alanında, enerjide, eğitim alanında, kısacası yeni gelişen alanlarda, Erdoğan’cı bir kesim, Gülenci bir kesim birlikte yükseldiler. Örnek olsun, Doğa Kolejleri, eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ile Fethi Şimşek tarafından kuruldu. Hüseyin Çelik, acaba, devlet olanaklarının üzerine, AB’den gelen eğitime destek fonlarını da Doğa Kolejlerine aktarmamış mıdır? Şimdi, Doğa Koleji, arkasında Erdoğan’ın oğlunun olduğu Salçaklıoğlu ailesince alınmıştır. İnşaat alanından, ulaştırmanın Binalili halinden, enerjiden vb çok sayıda örnek zaten biliniyor.

Tekeller, bu duruma seslerini çıkardıkça, Doğan Holding’in yayın grubu ile çatışma gündeme geldi. Aslında TÜSİAD, hem sütçü başkanının kellesini verdi, hem de Aydın Doğan’ın medyasının biat etmesine izin verdi.

Bu TÜSİAD’in biat sürecidir. 7 Haziran darbesi ile bu süreç netleşmiştir.  Halklara, Kürtler en başta, tüm halklara, işçi ve emekçilere, devrimcilere, barış yanlılarına, muhaliflere karşı savaş şemsiyesi altında birleşen egemen güçler, kendi “biat” etmelerine de bir biçim bulmuş oldular.

Suriye savaşında ABD ile beraber Türkiye de kaybedince, TÜSİAD, artık karşı çıkışlarını azaltıp, hasarsız bu dönemi atlatmak duaları ile, biat dansına başlamıştır.

Bu süreç, 15 Temmuz darbe süreci ile daha da netleşmiştir. Tüm tekeller, tek tek biat ettiklerini ilan etmeye başlamışlardır. İkiyüzlüce burjuvalar, evlerinde “Tanrım, Erdoğan bizim kaderimiz mi” diye yakınırlarken, sokakta, doğrudan Erdoğan’a biat etmektedirler.  Erdoğan’ın  gazabından kurtulmak için, Lütfi Kırdar’da heykeli  saldırıya uğrayan sanatçının, kendi heykeline savaş açması gibi, heykeli satın aldığı söylenen CMYLMZ’ın  yok öyle şey demeyi ilk cümle yapması gibi, TÜSİAD’da, hemen bazı roller üstlenmeye girişmiştir. Koç, Sabancı ve Doğan aileleri, dünyaya “islamfobi” konusunda düştükleri yanlışı anlatmaya başladılar.

1970’lerde Ecevit hükümetlerine karşı kampanyalar açan TÜSİAD’in devlet üzerindeki eli, bu kez, Erdoğan’a şerbet sunan bir tepsi halini almıştır.

Sermaye her zaman ve dünyanın her yerinde korkaktır. Ama Türkiye burjuvazisi, yağma geleneği ve devlet semirmesi olduğu için, uluslararası sermayeden net bir ışık görmedikçe, parmağını bile kaldırmamaktadır.

Tüm burjuva basın, doğrudan Erdoğan’ın dileklerine uygun olarak şekillenmektedir. Tek bir aykırı ses, bir “sublimal” mesaj, iyi hesaplanmamış tek bir kelime, hemen vergi cezaları ile cezalandırılmaktadır.

Erdoğan, 7 Haziran’a kadar maliyeyi, sonrasında ise, hem polisi ve hem de maliyeyi devreye sokmaktadır. Burjuvalar, artık biliyorlar ki, her gün “biat” kültürünün yeni şaheser örneklerini sunmadan, karlarına kar katmaları mümkün değil. Ve tersine, bunu sundukça, en azından bugün, kendilerine dokunulmamaktadır.

Fıkra şöyledir, Tilki yanında ailesi ile hızla koşmaktadır. Kablumbağa Tilkiyi görmüş, “hayrola tilki kardeş bu telaş ne”. “Sorma” demiş Tilki “ devlet ormana gelmiş, eee biz de de kürk var şu var bu var, vergisini nasıl veririz, vermezsek bunlar kürkümüzü alırlar ve biz ölürüz”. koşmaya devam etmiş. Kablumbağa düşünmüş, ailesini toplamış o da koşmaya başlamış. Yolda Leylek görmüş onları. “Hayrola kamlumbağa kardeş bu acele ne, tilkiyi de az önce gördüm, seslendim duymadı bile”. Kaplumbağa, “ormana devlet gelmiş, tilkinin kürkü var, vergisi çokmuş, bizde de baksana, sırtımızda ev, hem her birimizin sırtında bir tane, ev vergisi kim bilir nedir” demiş ve koşmaya devam etmiş. Leylekler de hemen koşmaya başlamışlar. Onları yolda Maymun görmüş, “hayrola Leylek kardeş, önde tilkiler, ardında kaplumbağalar, şimdide siz böyle nereye koşuyorsunuz” diye sormuş. Leylekler hiç durmadan, “ah ah, ormana devlet gelmiş, tilkide kürk, kamplumbağanın sırtında ev, bizde hem kışlık hem yazlık yerler, kaçıyoruz işte, aklın varsa sende kaç” demiş. Maymun da koşmaya başlamış. Bir kaç adım atmış ve sonra durmuş, oturmuş:  “ben niye koşayım ki, alta dal, dalın üstünde yatarım, üste gökyüzü, ayak çıplak kıç çıplak, bana ne devletten”

Aslında Tekellerin biatının nedeni açık.  Kendilerine dokunulmaması karşılığında, karlarına kar katmalarına izin verildiği sürece, bu dönemin kazasız belasız geçmesi için sabır duası etmektedirler.

Halkların durumu, fıkradaki maymuna benzer. Halkı korkutmak için maliye işe yaramaz. Doğan medyayı esir almak için maliye yeterlidir. Ama halk için bu işlemez.

İşte halk için işleyecek olan şey, esaret koşullarıdır.

Devlet, egemenlerin bu zorunlu birlikteliği ile birlikte, halkları, işçi ve emekçileri tümden esir almak istemektedir.

İlkin, tüm basın kontrol altına alınmak isteniyor. Tek bir ses çıkacak. Çok kanal ama tek bir ses. Hepsi, aynı şeyi verecek, hepsi, aynı haberleri verecek, hepsi, aynı yorumları yapacak. Bir dirhem yana, sağa sola vuran olursa, Bayraktar’a raporlanacak ve gereği yapılacak. Artık, tartışma programlarının  moderatorleri, soru sorarken, “benim sorum değil, seyircilerden geliyor” diyor. Acaba, mesela Şirin Payzın, “ben demek istemiyorum, böyle diyen seyirciler olursa”  vurguları ile, işini koruyabilecek mi? Acaba, dansözleri aratır kıvraklıklar edinen Ahmet Hakan, onurunun üzerine işini de mi kaybedecek?

Cumhuriyet gazetesine dönük operasyon, aslında  bu durumun ifadesidir. Cumhuriyet, hiç bir biçimde burjuva anlamda muhalefeti aşan bir tek şey yapmamıştır. Haber yapmak artık suçtur. Savaş bölgelerinden, Kürdistan’dan haber yapanların açıkça öldürüldüğünü, hapsedildiğini biliyoruz. Ama Cumhuriyet’e dönük operasyon, “tek aykırı ses istemiyoruz”un ilanıdır.

Halkı esir almaının bir aracı basının tam kontrolüdür. Tek sesli Erdoğan korosu yaratılmaktadır. 12 Eylül, yurttan sesler korosu yerine, Hasan Mutlucan’ı koymuştu. Erdoğan Darbesi, tek sesli Saray korosunu piyasaya sunmuştur.

Basın, büyük bir şiddetle, devlet terörünü, halkı korkutmak için kullanmaktadır. İktidarda var olan korku, halka bulaştırılmaya çalışılmaktadır. İktidarda kaybolmuş olan gerçeklik algısı, halkın da gerçeklikle bağının koparılması için büyük yalan kampanyaları ile tamamlanmaktadır.

Basın, doğrudan devlet eli ile yalanlar söylemektedir. Basın adeta yalanlar ve “yorumlar” için yarışmaktadır. Bugün Reis’in sözlerinden ve davranışlarının en iyi sonucu kim çıkaracak, yarışması, köşe yazarlığının ana temasıdır.

Saray’a bağlı bir basın merkezi vardır ve bu basın merkezi, kendisinden geçmeyen tek bir habere bile tahammül etmemektedir. Haberlerin veriliş şekli, noktasına kadar birbirine benzemektedir. Bu yolla, gerçek dışı bir algı oluşturulmak istenmektedir.

Bir nevi karanlıktır bu.

Bunun ötesinde, parlamento devre dışıdır. Kaptılmış olmaktan daha kötü durumdadır. Siyasi partilerden AK Parti yoktur, MHP  yoktur, CHP yok hükmündedir ve HDP’ye karşı azgınca bir saldırı yürütülmektedir.

Ve böylece, olmayan partilerin figürlerinden oluşan “milli birlik” görüntüsü verilmek istenmektedir. Yenikapı ruhu, Genelkurmay başkanı, Cüppeli Ahmet hoca, Mehmet Ağar, sandelyeye iliştirilmiş Bahçeli ve Kılıçdaroğlu görüntüsüdür. Bir reklam ve promosyon çalışması olarak yenikapı ruhu, ömrünü çabuk tüketse de, aslında, “muhalefet yoktur ey halkım” demek için organize edilmiştir.

15 Temmuz darbesinin, seri darbelerle devam ettirilerek, tüm muhalif güçlerin ezilmesi, susturulması istenmektedir. Muktedirin gücünün üstünde güç olmaz, Reis’in sesinin üstünde ses olmaz. Yeni milli marş böyle bestelenecektir. Muhtemelen joleli, bunun için çalışmaktadır. Zira, “muktedirin gücünün üstünde güç, Reis’in sesinin üstünde ses yoktur” bestekarını, en iyi joleli iktisatçılar bulabilir. Bu öyle sanıldığı gibi, kendinden menkul bestekarların işi değildir. Bir proje olmalıdır ve joleliye yakışır.

Bu milli birlik ruhu görüntüsü, etkisi kısa sürse de, ömrü uzun olmayan bir ruh olsa da, halkın esir alınmasında ikinci unsurdur.

Üçüncüsü, şiddettir. Devlet, yoğun bir terör estirerek, herkesi sindirmek istemektedir. Bunun için, peşpeşe saldırılar gelmektedir. 7 Haziran’dan bu yana olanlara bakmak yeterlidir. Suruç, Diyarbakır mitinginin bombalanması, Kürt il ve ilçelerinin ablukaya alınıp katliam saldırılarının yapılması, Ankara Gar saldırısı, öğretim üyelerine saldırılar, seçilmiş belediyelere kayyum atanması, rektörlük seçimlerinin kaldırılması, liselere dönük saldırılar, Diyarbakır Belediye Eş Başkanlarının tutuklanması ve kayyum atanması, Cumhuriyet gazetesine baskın, HDP milletvekillerinin baskınla tutuklanması vb.

Devlet, büyük bir terör dalgası ortaya koymuştur.

15 Temmuz darbesinin ardından Erdoğan’ın “ bu allahın bir lütfüdür” demesi bugün çok daha açık ve anlaşılırdır.

Sedat Peker’in Rize’de miting yapıp, oluk oluk kan çağrıları yapmasının anlamı, bugün çok daha net ve anlaşılırdır.

İşte bu üç araçla, esas olarak da yoğun ve tek ses basın aracılığı ile yaratılan karanlık birincisi, baskı ve terör ikincisi olmak iki temel araçla, halk esir alınmak istenmektedir.

Esir toplum projesidir bu.

Yine de fıkraya dönmeliyiz. Halkın durumu maymununkine benzer, dalın üzerine yatar, üzerinde battaniyesi dahi yoktur, kıç açık, ayak çıplaktır. Yani kaybedecek şeyi azdır. Bunca ölüm, bunca tehtid, bunca aşağılanma, bunca yaşam hakkına müdahaleden sonra kaybedecek neyi kaldığı yerinde bir sorudur.

Elbette halkta bir korku, bir şaşkınlık, bir sersemleme vardır. Elbette kitlelerde bir geri çekilme, tepkilerini geri çekme süreci vardır. Ama bu bir biat değildir. Bu esir düşmedir. Ve bu esaretin ana nedeni, örgütsüzlüktür. Bu kandırılma, bu uyutulma sürecinin ana dayanağı, halkın, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüdür.

Yenilmesi gereken de budur.

Hiç bir karanlık sonsuz değildir.

Hiç bir yalan, gerçekten daha etkili değildir.

Hiç bir şiddet bilinçten daha güçlü değildir.

Hiç bir egemenlik, şiddet ve yalan üzerine uzun süre oturamaz.

Bir halkı, sürekli kandırmak, sürekli korkutmak, sürekli esir almak mümkün değildir.

Proje okullar ‘projem’ oldu

AKP’nin eğitimi ticarileştirme ve dindar nesil yetiştirme projesi hergün yeni bir uygulamayla karşımıza çıkıyor. AKP’ye yakınlığıyla bilinen Anadolu Gençlik Derneği (AGD) ve Eğitim Bir-Sen yürüttükleri ‘projem’ faaliyetleri kapsamında, Kadıköy Anadolu, İstanbul Erkek, Cağaloğlu Anadolu, Vefa gibi dönüştürülmesi planlanan liselerin önünde masa açmaya başladı.

Anadolu Gençlik Derneği’nin düzenlediği ‘Efendimizin izinde’ yarışmasının tanıtımı için Vefa Lisesi önünde 25 Kasım’da açılan masada; yarışmanın İstanbul’un köklü liselerinde düzenleneceği, kadın ve erkek öğrencilerin yarışmaya ayrı ayrı katılacağı, dereceye katılanlara ise ‘altın’ verileceği duyuruluyor.

Köklü liselerde dini eğitimi yerleştirmeye dönük uygulamaların arttığına dikkat çeken Vefa Lisesi velileri duruma tepki gösterdi.

Kaynak: Cumhuriyet, 26 Kasım 2016  

Osmanlı Ocakları liselerde seminer vermeye başladı

15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle başlatılan muhalif avında eğitim emekçilerinin  okullardan uzaklaştırıldığı bir ortamda AKP, adı Hürriyet gazetesi, CHP ve HDP binalarına saldırı ve yakma olaylarında geçen, Erdoğan tarafından kurulduğu belirtilen Osmanlı Ocakları’na liselerde seminer verdirmeye başladı.

‘Osmanlı kültürünü yaşamak ve yaşatmayı’ kendine gaye edinmiş, resmi internet sitesinde ‘Erdoğan namusumuzdur’ yazan ve bizzat başkanının, AKP ile ilişkisini; “Tayyip Erdoğan’a teşekkür ediyorum. Osmanlı Ocaklarını ona borçluyuz. O olmasaydı, şimdi bizler olmazdık” sözleriyle anlattığı Osmanlı Ocakları yurt genelinde liselerde ‘Osmanlı’ kültürünü yaymaya çalışacak.

‘Erdoğan’ın askerleriyiz’

Genel Başkanı A. Kadir Canpolat’ın “Recep Tayyip Erdoğan’ın askerleriyiz” dediği Osmanlı Ocakları, Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde, liselerde ‘Osmanlı kültür ve medeniyetinin öğrenilmesi’ konusunda seminerlere başladı. İha’nın aktardığı, Osmanlı Ocakları basın biriminden yapılan açıklamaya göre; Osmanlı Ocakları Ceylanpınar İlçe Başkanlığı tarafından başlatılan seminerler ‘Osmanlı kültürünün tam olarak öğrenilmesi ve yaşatılması konusunda yeni nesilleri bilgilendirmek’ adına gerçekleştirildiği savunuldu.

Ceylanpınar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün izniyle tüm liseleri kapsayacak olan seminerlerin birincisi Anadolu imam hatip lisesinde yapıldı.

Yurt genelinde yapılacak

İlk seminere, Ceylanpınar Milli Eğitim Müdürü, Ceylanpınar Kaymakamı, Ceylanpınar İlçe Müftüsü ve Ceylanpınar Osmanlı Ocakları İlçe Başkanı’nın ve öğrencilerin katılımlarıyla gerçekleşti. Bu tür seminerlerin sadece Ceylanpınar’da değil yurt genelinde birçok lisede de yapılacağı bildirildi.

Kaynak: İHA, 15 Kasım 2016

Proje okullarda öğretmenlerin %60’ı değişti

Proje okul uygulamasına karşı çıkan insiyatifler, uygulamanın sonuçlarıylarıyla ilgili bir bildirge yayımladı. Vefa, İstanbul Erkek, Kadıköy ve Bornova Anadolu liselerinin mezun dernekleri tarafından düzenlenen ‘Her Yönüyle Proje Okulları Yönetmeliği’ başlıklı panelin sonuç bildirgesini yayımlandı. Bildiride, İstanbul’un köklü liselerinde görev yerleri değiştirilen öğretmenlerin Milli Eğitim Bakanı’nın açıkladığı gibi %18 değil, %60 olduğu kaydedildi. Bildiriden öne çıkan başlıklar şöyle:

-Yargıya taşınan yönetmeliğin ve uygulamalar genelgesinin, eğitim öğretim yılı başladıktan sonra uygulanması neticesinde derslerin boş geçmesi ve geniş çaplı eğitim kadrosu değişiklikleri nedeniyle, öğretmen, öğrenci ve veli mağduriyetleri oluşmuştur. Özellikle öğrencilerin bu uygulamadan olumsuz etkileneceği aşikardır.

-Görev yerleri değişen öğretmen oranının %18 olduğu açıklanmış olmasına rağmen, detaylı bir değerlendirme yapıldığında İstanbul’daki ve diğer illerimizdeki proje okullarının çoğunun açılış yılı yeni olduğundan 8 yılını dolduran öğretmenlerin, özellikle yüksek puanla öğrenci alan, tarihi niteliği olan köklü okullarda yoğunlaşmış olduğu; bu okullarda %60’ı aşan oranda öğretmen değişikliği görülmektedir. Proje Okulları’nda görev yeri değiştiği ifade edilen bin 187 öğretmenin 906’sı bu okullardandır.

-Proje okulu olarak adlandırılan 163 okulun aynı düzenlemelere tabi tutulması eğitim uygulamaları açısından doğru sonuçlar vermeyecektir.

Kaynak: Cumhuriyet, 18 Kasım 2016

#Projenizdeğiliz İnsiyatifine MEB önünde polis saldırısı

İzmir ve İstanbul’dan gelen veli ve mezunlara bakanlık önünde polis, OHAL gerekçesiyle biber gazı ile saldırdı. Saldırıya rağmen vazgeçmeyen veli ve mezunlar, MEB’e yakın bir noktada açıklamalarını yaptıktan sonra aralarından beş temsilci imzaları teslim etmek üzere bakanlığa girdi.

Proje okulların veli ve mezunları İzmir ve İstanbul’dan topladıkları 23 bin imzayı teslim etmek için Ankara’ya geldi. Sabah 10.00’da MEB önünde bir araya gelen Projeniz Değiliz İnsiyatifi üyeleri, açıklama yapmak istedikleri sırada polis engeli ile karşılaştılar. OHAL’i gerekçe gösteren polis açıklamaya izin vermeyeceğini söylese de veli ve mezunlar ısrarlarından vazgeçmedi. Polisin biber gazlı saldırısına rağmen eylemlerinden geri adım atmayan Projeniz Değiliz İnsiyatifi tüm engellemelere rağmen açıklamalarını gerçekleştirdi.

Yapılan açıklamanın ardından iki veli ve CHP milletvekilleri Barış Yarkadaş, Onursal Adıgüzel, Ceygun İrgin’den oluşan beş kişilik bir heyet toplanan imzaları MEB’e teslim etti.

Kaynak: Diken, 24 Kasım 2016

 

Sarıgazi’de yoldaşımız Güney Doğan’ı andık

Sarıgazi Festivali Tertip Komitesi olarak Güney Doğan’ın ailesi ile ortak bir anma organize ettik. Saat 11.30’da araçlarla mezarlığa giderek yoldaşımızın mezarı başında anmamıza başladık.

Önce, YAKAY-DER’den bir temsilci konuşma yaptı. Ardından 10 Ekim gazileri adına Sarıgazi AKA-DER yöneticisi arkadaşımız bir konuşma yaparak, şehitlerimize verdiğimiz sözü tutmaya ve mücadeleyi büyütmeye çağrı yaptı. HDP il yönetiminden temsilcinin de yaptığı konuşmanın ardından mezar anması sona erdi ve Taşdelen Cem Evine dönüldü.

Saat 13.00’da yemek organizasyonuna başlanıldı. Yemek dağıtımında, anmayı birlikte örgütleyen kurumlar görev aldı. Yemekten sonra Sarıgazi merkezde ailenin isteğiyle 10 Ekim şehitleri için tatlı dağıtıldı.

Proje okulları sürecine dair

Proje okulu uygulaması yönetmelikte ifade edildiği kadarıyla; okul kadrolarının değiştirilmesi ve bunun üzerinden okul ders programları üzerine yapılacak müdahaleleri içeriyor. Fakat fiiliyâtta bunlarla sınırlı kalmayıp; okul yatakhanelerinin kapatılması, ders programları ve ders içeriklerine direkt olarak müdahaleler, özellikle köklü okullarda, okulun kültürü üzerinden öğrencilerin yaptığı etkinliklere ket vurulması ve bunların disiplin kurulu altında değerlendirilmesine kadar giden bir işleyişi içeriyor.

Bu uygulamalar, içinde eylemli bulunduğumuz, öğretmenlerin sürgünlerine tepki olarak gelişen bu kısa dönemde başlamamıştır. Aslında 2010’dan beri süregelen bu işleyiş dahilinde; en başta yöneticilerin değiştirilmesi ile bugün öğretmenlerin atanmasına, şu an müdürlerin sınavları es geçerek, okula öğrenci alımı yapabilmesine bile olanak sağlıyor. Bu, genel anlamda eğitimin devlet politikalarına uygun hale getirilmesi durumudur. Aynı zamanda proje okulları dahilinde özellikle muhalif öğrencilerin aktif olduğu okulların seçilmesi anlamlıdır.

Bilgimizin sınırlılığına rağmen, şu ana kadar olanlar üzerinden tarif edebildiğimiz kadarıyla; müdahalelerin tamamı öğrencileri tek tipleştirmeye, okul kültürlerini yok edip buradan “itâatkâr okullar” kurmaya ve eğitim müdürlükleri hariç herkesi bu sürecin dışında bırakmaya yöneliktir.

Bu proje yürütmeliği dâhilinde, bahsi geçen “tek tipleştirici” işleyiş okullardaki öğrenci kulüplerinin sene boyu üzerinde çalışıp, sergileyeceği gösterilerin (dans, tiyatro, söyleşi, kültürel geziler…) sansürlenmesi ve engellenmesi ile baş gösterdi. Bunun yanı sıra tüm liselerden katılımın sağlandığı festivaller de iptal edildi. Bir okulu okul yapan taşlardan biri öğretmenler, idarecilerdir ve bu insanların gönderilmesiyle okulların uğradığı yıkım, engellenemezse bunlarla da sınırlı kalmayacak gibi gözüküyor.

Tepki

Bulunduğumuz dönem içinde tepkiler, proje okullarındaki veli-mezun-öğrenci ayaklarıyla başlamış olsa dahi bahsi geçen durum yalnızca bu liseleri ilgilendirmiyor. Bir süredir deneme tahtasına çevrilmiş tüm eğitim kurumlarının (ilkokul, ortaokul, lise, üniversite) soysuzlaştırılması, sıradanlaştırılması ve hatta tek tip insan yetiştirir hâle getirilmesi; hareketli olan bu okullarda kıvılcımı çakmıştır. Bu kıvılcımı açıklamak gerekirse, öğrenci ayağında; oturma eylemleri gibi tepki eylemlilikleri, “veda” etkinlikleri (sırtta taşımalar, “Sayit hoca babamız ol”lar, “Bu kalp seni unutur mu?” pankartlarıyla uğurlamalar), mezun ayağında; mezun derneklerinin beraber mücadele çağrıları ve veli ayağında; mezunlar ile birlikte okul önü eylemleri (aşure dağıtma, proje okulları uygulamasının ölümü adına lokma döktürme, il milli eğitim müdürlüğüne yürüme, Ankara’da TBMM’de konuyu gündemleştirme vb) örnek verilebilir.

Bu eylemler kendi kitle örgütünü, “projeniz değiliz” adı altında oluşturmuştur. Genel toplantılar, hukuk komisyonu, eylemler ve eylem komiteleri, basın/yayın komisyonu ve buna benzer yapılarla ilerlemektedir. Başta özellikle öğrencilerin katılımını istemeyen, veli-mezun örgütlenmesi ile ilerleyen, sonrasında öğrencilerin fiili olarak sürece dahil olmasıyla devam eden süreç taleplerini ve örgütlenmesini büyüterek ilerlemektedir.

Talepleri; proje okul üzerinden net olan, fakat bir hat anlamında daha henüz kendini oturtmakta olan “projeniz değiliz”, istediği eğitim şeklini; veliler-mezunlar- öğretmenler-öğrenciler olarak karar sürecine dâhil olabildikleri bir eğitim olarak ifade etmektedir.

Kazandırıcı ilerleyiş

Bu bağlamda, “proje okullar” uygulamasına karşı bu mücadele; genel kapsamıyla bir eğitim işleyişi talebi içermeli ve içermektedir. Burada “Projeniz Değiliz” üzerinden dillenen “çağdaş, bilimsel, laik, ücretsiz ve özgür eğitim” isteği, okullardaki köklü yapıların ve kültürün iyileştirilerek devamlılığı, ilgili herkesin dâhil olabileceği eğitim süreci talepleri anlamlıdır.

Bunun üzerinden gelişecek “Projeniz Değiliz” insiyatifi örgütlülüğü içinde; öğrencilerin, öğretmenlerin, mezunların ve velilerin bulunması, bu sürecin mezun dernekleri ve okul aile birlikleri gibi öncesinden de hâli hazırda var olan yapıların katılımı ve değiştirilmesi üzerinden desteklenmesi, büyütülmesi kazandırıcı olacaktır.

İstenilen eğitim şekli taleple alınamadığı koşulda, bu örgütlenmenin hedefi yeni bir eğitim işleyişini

bir fiil yaratarak örnek oluşturmak olmalıdır. Örneğin, kulüp işleyişi ve festivaller sağlanamıyorsa bu örgütlülük bunları gerçekleştirmek üzerinde dayanışabilir ve bu etkinliklerin fiili olarak okul içi ve dışı varolmasını sağlayabilir.

Kitlesel ve net olan, bu şekilde her örgütlenme başarıya ulaşacaktır.

Kadıköy Anadolu Lisesi Mezun ve Öğrencileri

22 Ekim 2016

AKP’nin kadınlara karşı savaşı: “Madam gibi ölmek”…

“Adam gibi ölmek”ten ne anladığı açık. Bu konuşmayı 15 Temmuz “şehitleri” anısına yaptığına göre, “şehitler” kavramının zihninde tetiklediği imgeler uyarınca, korkusuzca, mertçe, çatışarak ölmek anlamını yüklüyor olmalı…

Her ne ise, söylemekten son anda imtina ettiği şeyin yerine kullandığı “madam gibi ölmek”i ise tariflememiş. “Mevhum-u muhalif”inden çıkarmak durumundayız: “Kadın gibi ölmek – yani korkarak, aman dileyerek, yalvararak, kaçarak, saklanarak…”3

İstihza işte; oysa başında bulunduğu iktidar, hazretin “adam gibi” dediği tarzda yaşayan, mücadele eden ve ölmeyi seçen kadınlardan hiç mi hiç haz etmiyor. Bunlardan bir tanesinin, Minbîc’de IŞİD’e karşı savaşırken yaşamını yitiren o küçük dev kadının, Eylem Ataş’ın cenazesini 101 gün bekletmediler mi sınır kapısında?

Ya da başka isimleri anımsayalım: 2013’te MİT operasyonuyla Paris’te katledilen üç Kürt kadın; Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Söylemez…

Kasım 2014’te IŞİD’e karşı savaşmak üzere Kobanê’ye geçmeye çalışırken sınırda vurulan Kader Ortakaya…

Temmuz 2015’te İstanbul Bağcılar’da polisle girdiği çatışmada ölen DHKP-C militanı Günay Özarslan…

Ekim 2015’te İstanbul Sarıyer’deki evinde arama yapmak isteyen polislere “Galoş giyin” dediği için vurularak öldürülen Dilek Doğan…

Aralık 2015’te İstanbul Gaziosmanpaşa’da polisin bir eve yaptığı operasyon sırasında vurularak öldürülen MLKP militanları Şirin Öter ve Yeliz Erbay…

Ağustos 2015’te ölü bedeni çıplak, Muş sokaklarında sürüklenen HPG gerillası Ekim Wan (Kevser Eltürk)…

Ya da Temmuz 2015’te Suruç’ta patlayan canlı bombanın aramızdan aldığı Polen Ünlü, Hatice Ezgi Sadet, Nazlı Akyürek, Fikriye Ece Dinç, Ferdane Kılıç, Nazegül Boyraz, Dilek Bozkurt, Büşra Mete, Aydan Ezgi Şalcı…

Ekim 2015’te barış ve insanca bir yaşam talebini haykırmak için geldikleri Ankara Garı önünde, polis takibatında oldukları hâlde müdahale edilmediği ortaya çıkan iki IŞİD’li canlı bombanın parça parça ettiği kadınlar: Gülhan Karlı Elmascan, Elif Kanlıoğlu, Ayşe Deniz, Berna Koç, Fatma Esen, Gülbahar Aydeniz, Başak Sidar Çevik, Nilgün Çevik, Sezen Vurmaz, Sarıgül Tüylü, Dilan Sarıkaya, Emine Ercan…

Eylül 2016’da Dersim’de bir çatışmada yaşamını yitiren Berfu Dilan Canbay (Arjin Selçuk)…

Mitinglere katıldıkları için saçlarından yerlerde sürüklenen, tekmelenen, kolu-bacağı kırılan, gözaltında ya da cezaevlerinde işkencelere uğratılan yüzlerce kadın…

Ya da muhalif duruşlarından taviz vermedikleri, barış talebinde ısrar ettikleri, AKP’nin “tektipleştirici” söylemine, yalanlarına karşı direndikleri, gerçekleri haykırmakta ısrar ettikleri için kovuşturulan, kürsülerinden kovulan, tutuklanan, yargılanan, cezaevlerine konulan gazeteci, akademisyen, aydın kadınlar: Zeynep Kuray, Gurbet Çakar, Meltem Oktay, Esra Mungan, Meral Camcı, Şebnem Korur Fincancı, Necmiye Alpay, Aslı Erdoğan, Eren Keskin…

Eksik liste, biliyorum; ama bu kadarı dahi AKP’nin eleştiren, karşı çıkan, direnen, mücadele eden; yani hazretin yüklediği anlamla “adam gibi” yaşayan ve ölen kadınlardan ne denli nefret ettiğini gözler önüne sermeye yeter.4

Söylemlerindeyse ‘madam gibi’ yaşayan kadınları yüceltirler; şahitliğini yaptıkları nikâhlarda gelinlere kocalarına itaat etmelerini öğütler, en az üç çocuk tavsiye ederler. Yüksek sesle gülen kadınlardan, gebe kadınların sokaklarda dolaşmasından haz etmezler… Örtünmüş kadın, tercihleridir; örtülü olmayan kadınların “ya kiralık ya da satılık” olduğunu ima etmekten çekinmezler… Ama bununla da yetinmezler; örtülü genç kadınlar dahi makyaj yapar, erkeklerle chatleşir, namazı ihmal ederlerse şeytanın hükmü altında demektir… Kız çocukların bir an önce evlendirilmesinden yanadırlar… 10-11-12 yaşlarında evlenmelerinde pek de mahzur yoktur… Kadının en önemli kariyeri anneliktir, tecavüz sonucu bile olsa çocuğu doğurmalıdır. Çalışmasa da olur; zaten çalışarak erkeklerin işsiz kalmasına yol açmaktadır! Yani kadın, politikayla uğraşmak, sokaklarda hakkını aramak, elde silah, IŞİD karanlığına karşı savaşmak, polisle çatışmak, devlete, otoritelere kafa tutmak ne kelime; mümkün olduğunca ‘görünmez’ olmalı, ‘fıtrat’ına aykırı işlerle uğraşmamalı, tercihen evde oturup birbiri ardı sıra doğurduğu çocuklarla ilgilenmeli, sokağa çıktığında örtünmeli, kocasına itaat etmeli… Kırıp dizini oturmalı, edilgin bir yaşam sürdürmelidir.

Son dönemlerde AKP’nin hedef tahtasına ‘adam gibi’ yaşayıp ölmesini bilen kadınları yerleştirmesinin bir nedeni olmalı. Bu kadınlar, onların hiç de kendilerini sunmaya çabaladıkları gibi güçlü olmadıklarını gözler önüne serdiği için olmasın?

Öyle ya, kadınlığa ilişkin tahayyülü, evde börek, reçel yapan, çocuk doğurup çocuk yetiştiren, namaz kaçırmayan, mukabelelere giden, geliniyle çekişen, yeri geldiğinde çocuklarından yakınan; ama kesinlikle kocanın/erkeğin karşısındaki konumunun ikincilliğini kabullenmiş kadınlar5 sınırlı Sünnî-Müslüman erkekler olan iktidar partisi erkânı ve onlara râm olmuş bürokrasi için kendilerine boyun eğmeyen, itiraz eden, meydan okuyan, sokaklara dökülen kadınlar bir bozgun alameti değil mi?

Toplumu dökmeye çalıştıkları dindar, muti, kanaatkâr kalıba karşı bir engel oluşturmuyorlar mı?

Cesaretleri, gözünü budaktan sakınmayışları, cüretleri, keskin akılları, sivri dilleri, ısrarları, direngenlikleri ile toplumu etkileyecek, ‘fitne’ye sürükleyecek birer kötü örnek değiller mi? Ya-hafazanallah!- kendi ‘mahalle’lerinin kadınları da onların örneğinden etkilenip “Bey, yetti artık Allah korkusuyla hayatıma şekil-şemal verdiğin. Ben de iki ayağım üzerinde durabilirim” diye kıyam ederse? Ya da, daha kötüsü, camiyle, ezanla, bayrakla, iftar çadırlarıyla, ‘büyük devlet’ olma, Osmanlı’yı diriltme hayalleriyle efsunlanmış emekçiler, yoksullar, esnaf, “Bunlar kadın başlarına bu işlere kalkışıyorlar, bizim neyimiz eksik?” diye düşünecek olursa?

Kendi deyişleriyle ‘adam gibi’ yaşamasını ve ölmesini bilen kadınlar, bu nedenle tehlikeli onlar için. Saldırılarını bu nedenle özellikle onlara yöneltiyorlar. Bu nedenledir ki güvenlik güçleri, istihbarat görevlileri, savcılar, dikkatlerini hiç olmadığı kadar itiraz eden kadınlar üzerinde yoğunlaştırmış durumda. İslâmcı ideologların kadınları biçimlendirmeye öncelik veren bir “toplum mühendisliği” ne soyunmuş olmalarının nedeni de bu. İslâmcı, eril, tahakküm ve sömürüye dayalı tasavvurlarının “Aşil topuğu”nu kadınların oluşturduğunu biliyor, en azından seziyorlar.

Bu “Aşil topuğu”ndan vurulacakları günler ise fazla uzak değil!

18 Ekim 2016, Ankara.

 

1 Edip Cansever.

2 Recep Tayyip Erdoğan’ın Trabzon havaalanında kendisini karşılayanlara yaptığı konuşmadan, 15 Ekim 2016. http://www.diken.com.tr/erdogan-olumu-tarif-etti-bir-adam-gibiolmek-var-bir-de-madam-gibi/

3 Öyle olmalı… Yoksa adını duyurmamak için özel bir çaba sarf eden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan “Reis”ini tevil etmek için kendini ortaya atar mıydı? “Kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, genciyle yaşlısıyla yediden yetmişe, bu milletin kadınları bu Meclis çatısı altında da. Ben hükümetin bir kadın bakanı olarak, burada bombaların altında oturdum ve milletin iradesine sahip çıktım ve kadın vekillerimiz sahip çıktı ve Türk kadını tankların önünde meydan okudu, Boğaziçi Şehitler Köprüsü’ndeki kadınlarımızı size hatırlatmak isterim. Türk kadını adam gibi ölmesini çok iyi bilir. 15 Temmuz’da da bunu gösterdik, 8 tane kadın şehidimiz var. Allah’tan hepsine rahmet diliyorum,” diyor bakan… (19 Ekim 2016, http://www.cnnturk.com/turkiye/fatma-betul-sayan-turk-kadini-adam-gibi-olmesini-cok-iyi-bilir).

4 Sadece AKP mi? Eski bir solcuymuş galiba… Şimdilerde Türkiye gazetesinde yazan Fuat Uğur, devrimci-sosyalist kadınlara yönelik bu nefrete bakın nasıl benzin döküyor: “İlk sol örgütlenmelerde yer almaya başladığımda… ağır psikolojik travmaları olan, en ufak sorunu devasa bir meseleye dönüştüren kadınlarla karşılaşacağım da aklıma gelmemişti doğrusu. Bezdirici derecede fazla konuşan, hatta hiç susmayan ve otomatiğe bağlamış kadınlar. Tartışmalarda o denli ’şiddete dayalı çözüm’ önermesi yaparlardı ki ’bu neyin öfkesi’ diye sormaktan kendimi alamazdım. Çirkin ördek yavrusu oldukları duygusu çok fazla baskındı üzerlerinde. Kötü giyinir, kadınlıktan soyunur, erkek gibi davranırlardı. Böylece kadın-erkek eşitliğinin sağlanacağına inanırlardı. Her türlü normal kadın kıyafetini ise burjuva alışkanlığı diye yerin dibine batırır, yeni katılmış kızları doğduklarına pişman ederlerdi.” (Fuat Uğur, “Figen Yüksekdağ ve Ruh Kanseri Kadınlar”, Türkiye, 13 Ağustos 2015).

5 Bakın bir İslâmcı kadın, “Allah’ın emri” olduğunu söylediği “kocaya itaat”i nasıl yorumluyor: “Benim erkeğe itaatten anladığım, ‘Kadın kocasına saygısızlık etmeyecek, onunla mücadeleye girmeyecek, erkeğin ailedeki otoritesini kabul edecek.’

Kadın istediklerini kocasına tatlı tatlı yaptırabilir. Kadın yine itaat etmiş olur. Kadının sözleri önemsiz olacak, kadının istedikleri yapılmayacak diye bir şey yok. Kadının erkeğin karşısına dikilmesi, bağırması çağırması, kavga etmesi, inatlaşması yasaklanmış. Kadın psikolojisini düşündüğünüz zaman bu tavır, öncelikle duygusal yaratılmış kadını yorar, yıpratır.

Fakat günümüzde maalesef ki kadınların çoğu, erkeklerle mücadele etmeyi bir maharet zannediyorlar. Erkeğe

itaat bir geri kalmışlık gibi addediliyor. Bu da aile kurumuna ciddi zararlar veriyor. Sonuç kadınlar mutsuz, erkekler kırgın.

Allah (c.c) bu ayette saliha kadınları ‘kanitat’ olarak vasıflandırmıştır. ‘Kunut’ severek isteyerek itaat üzere olmak, demektir. Zoraki, hoşlanmayarak, içinde sıkıntı duyarak ara sıra yapılan bir itaat değil, tam aksi isteyerek, severek, içinden gelerek itaat edilmesi Rabbimizin emridir.

Bu da ancak nefsine tapınmayan ve Allah’ın rızasını isteyen mü’min hanımlar için mümkündür. Çünkü evin reisini erkek olarak Allah (c.c) tayin etmiştir. Sonuçta kocaya itaat Allah (c.c) itaattir.

Âyeti Kerîme itaat emrinden sonra şöyle devam ediyor: “Hem de Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının olmadığı yerde de ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır.”

Kadınlar, namuslarını ve kocalarının mallarını korur, kocalarının sırlarını ifşa etmez ve kocalarıyla kendileri arasında gizli hâlleri başkasına anlatmazlar. Allah’tan korktukları için kocaları olmadığı zaman bile onların haklarını korurlar.

Maalesef ki günümüzde itaatin tam aksi eşitlik davası ile karı koca arasında mücadele körükleniyor. Ne de olsa bir toplumu yıkmanın en iyi yolu aileyi yıkmaktır. Biz de bu tuzaklara çok çabuk düşüyoruz. Bir türlü mutlu olamıyoruz.” (Sema Maraşlı, “Tüylerimizi diken diken eden emir”, Haber7.com, 13.05.2011, http://www.haber7.com/yazarlar/sema-marasli/743347-tuylerimizi-diken-diken-eden-emir)

 

 

 

 

 

 

Ölenlerin adını unutma, türkülerin, meydanların!..

Ankara’nın Karası belgesel gösteriminin ardından başlayan söyleşide sözü ilk olarak yönetmen Salih Süleymani aldı. Belgeselinin ortaya çıkış sürecinden ve bu süreçteki zorluklardan bahseden Süleymani, Ankara katliamı da dahil olmak üzere ölümsüzleşenlerimizin düşlerini perdeye taşıyacağını ve mücadelenin devam edeceğini vurguladı.

Süleymani’nin ardından 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği adına söz alan arkadaşımız; katliam sonrası tedavi süreçlerinin zorluğundan ve devletin tutumunun ne kadar dışlayıcı olduğundan bahsederken, devrimci, demokrat ve yurtsever kesimlerin dayanışmasının önemini vurguladı.

Etkinliğimiz; şubemiz adına söz alan arkadaşımızın umudumuza, düşlerimize yapılan saldırılar karşısında mücadeleyi büyütmeye devam edeceğimizi belirtmesinin ardından, 9 Ekim Pazar sabahı barış şehitlerinden Dicle Deli’nin mezarında yapacağımız anmaya çağrı ile devam etti. 10 Ekim Pazartesi günü katliamın gerçekleştiği saat olan 10.04’te Ankara Tren Garı’nda olacağımız vurgusuyla etkinliğimizi sonlandırdık.

Katledenler kaybedecek!

Yasaklarınızı tanımıyoruz, 10 Ekim’de Ankara Garı’nda olacağız!

Hiçbir yasayı tanımayanlar, kendi koydukları hukuku dahi yok sayanlar, bizden koydukları keyfi yasaklara uymamızı bekliyorlar.

IŞİD çetelerine topraklarımızı açan, Suriye savaşını topraklarımıza taşıyan, Ankara Garı önünde katliama göz yuman, ölülerimize, yaralılarımıza gaz bombalarıyla saldıran kendileri değilmiş gibi, güvenlik bahanesi ile eylem yasaklıyorlar.

İstiyorlar ki, eşitlik, özgürlük, kardeşlik isteyenler olarak, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir ülke/dünya mücadelesi yürütmeyelim.

Ortadoğu’da, emperyalist paylaşım savaşında tetikçilik yaparak halkların kanına girerlerken; bu topraklar, başlattıkları savaşta kan gölüne dönerken; tüm haklarımız bir bir elimizden alınırken; koca bir ülke açık hava hapishanesine dönüştürülürken; işçi cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde insanlarımız katledilirken; okullarda çocuklarımız dindar ve kindar nesillere dönüştürülmek istenirken; doğamızın, kentlerimizin yağmasına hız verilmişken bizlerin susmasını, sinmesini, boyun eğmesini istiyor, dayatıyorlar.

Kendi egemenlik kavgalarının yarattığı zeminde çıkarttıkları OHAL’i bu toprakların onurlu insanlarını susturmak için “allahın bir lütfu” olarak kullanıyorlar.

Evlerimize hapsolmamızı, korkuya teslim olmamızı, emekçilerde çaresizliğin, umutsuzluğun derinleşmesini istiyorlar. Baskı, zulüm ve katliamlarla geleceğimizi teslim etmemimizi istiyorlar.

Ankara’da ölümsüzleşen 101 yoldaşımızın düşlerini, mücadelesini takip etmeyelim istiyorlar.

Biz, 10 Ekim 2015’te Ankara Garı’ndan şans eseri sağ çıkanlar; ortak özlemleri için kanı birbirine karışanlar; arkadaşlarını, yoldaşlarını orada bırakan ama asla unutmayanlar; orada olamadığı için suçluluk duyanlar; bu topraklarda ve dünyada sömürü ve zulmün olmadığı, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir yaşamı hayal eden ve bunun için mücadele edenler;

Bulunduğumuz her ilden, 10 Ekim 2016’da, tam bir yıl sonra yine Ankara Garı’nda olacağız.

Yaşam için ölen ölümsüz ölülerimizin adlarını, anılarını unutturmamak için;

Kölece, insanlık dışı bir yaşama, savaş ve katliam politikalarına boyun eğmeyeceğimizi haykırmak için;

Katillerden hesap sormak, ailelerimizin yanında olmak için;

Kendine insanım diyen herkesi, Ankara Garında buluşmaya çağırıyoruz.

Susmuyoruz, sinmiyoruz, boyun eğmiyoruz!

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

KALDIRAÇ
8 Ekim 2016

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...