Ana Sayfa Blog Sayfa 189

Hakkari’de ‘Kırgız’ çeteler mi savaştırıldı?

Kim ‘Türkçe’ öğreniyordu?

Evde kum torbalarıyla kurulan siperin yanında Avrasya Yayınevi’ne ait ‘Kırgızca-Türkçe’ ve ‘Rusça-Türkçe’ öğrenme kitapları bulunması dikkat çekti. Ev sakinlerinin henüz dönmediği binanın yakınında oturan komşularının anlatımlarına göre söz konusu kitaplar ev sahiplerine ait değil.

Dil kitaplarının ev sakinlerine ait olmaması, operasyonlarda çete gruplarına görev verildiği yönünde daha önceleri de kamuoyuna yansıyan kimi iddiaları güçlendirdi. Kuşatma esnasında, isminin açıklanmasını istemeyen bir korucu, Gever’de çatışmalarda öncü birlik olarak savaştırılan kişilerin bozuk bir Türkçeyle konuştuğu yönünde verdiği bilginin yanı sıra Rojava’da YPG güçlerine esir düşen Ehrar El Şam eski emiri M.E.Z. de, DİHA’ya verdiği bilgilerde Til Rifat kasabasında MİT öncülüğünde DAİŞ, Nusra, Ehrar El Şam ve Sultan Murat Tugayı başta olmak üzere 12 çete örgütünden 750 kişilik özel bir ekibin Sûr, Nisêbîn, Cizîr, Silopiya gibi kentlerde savaştırıldığı itirafında bulunmuştu.

PYD, Menbic’i de federasyonuna katacak!

Suriye’de YPG önderliğindeki güçler IŞİD’e karşı ilerleme kaydederken, YPG’nin siyasi kanadı PYD ele geçirdikleri topraklarda yeni bir federasyon sistemi oluşturma çalışmalarının sonuna geldiklerini açıkladı. PYD’li Hediye Yusuf, en geç üç ay içinde Anayasa çalışmalarını tamamlayacaklarını, ardından seçim yapılacağını söyledi.

‘YPG çekilecek’

PYD’nin yanı sıra Süryani, Ermeni ve Türkmen grupların üyeleri, mart ayında Kuzey Suriye’deki Rimelan’da bir araya gelerek Kobani, Afrin ve Cizre Kantonlarını birleştiren, “Rojava – Kuzey Suriye Demokrat Federal Sistemi” adlı bir federasyon ilan etmişti. Kantonların ve etnik azınlıkların temsilcilerinin birleşimiyle oluşturulan “kurucu meclisin” eş başkanlığına Cezire Kantonu Eş Başbakanı Hediye Yusuf ile Tel Abyad Halk Meclisi Eş Başkanı Mensur El Selum seçilmişti. Yusuf, söz konusu meclisin hazırladığı “anayasa” ile çerçevesi çizilen federasyonun, Suriye’de ele geçirilen yeni bölgeleri de kapsayacağını söyledi.

Hediye Yusuf ise, Menbic’in de “federasyona” dâhil olacağını belirtti. Yusuf, ‘Rojava – Kuzey Suriye Demokrat Federal Sistemi’nin, IŞİD’den kurtarılmasının ardından Menbic’i yönetmesi için kurulan yerel konsey yetkilileri ile görüşüldüğünü aktardı.

Yusuf: “Plan hakkında onlara bir fikir verdik ve Menbic’in kurtarılmasının ardından demokrarik federal bölgeye katılmasını arzuladığımızı ifade ettik. Konuya olumlu baktılar, planı sevdiler.” dedi. Ancak Yusuf, Menbic konseyinin geçici nitelikte olduğunu, kararı daha sonra kurulacak kalıcı konseyin alacağını söyledi. Adı açıklanmayan Menbic yetkilileri de bu ifadeyi doğruladı. Bu adımın PYD’yi PKK ile birlikte terör örgütü kabul eden TC’yi kızdıracağı yorumunda bulunuluyor.

Yusuf, planlarını açıklamak amacıyla ABD, Rusya ve Avrupa’da görüşmeler yaptıklarını, bu toplantılarda yetkililere “amaçlarının bağımsız bir devlet kurmak olmadığını” aktardıklarını söyledi.

Kaynak: milliyet.com.tr

Rusya: Filistin’in egemenliği Ortadoğu’da istikrarı güçlendirir

Paris’in ev sahipliğini yaptığı İsrail-Filistin Barış Konferansı’nda konuşan Bogdanov:  “Filistin’in ulusal egemenliğini elde etmesi, hiç şüphe yok ki uluslararası toplumun çıkarına hizmet ediyor. Bu, bölgede barış ve istikrarın güçlenmesini, demokratik ve refah bir Ortadoğu’nun inşasını sağlayacak.” dedi.

İsrail ve Filistin arasındaki krizin çözümü için önerilen iki devletli formülün gerçek bir tehdit altında olduğunu kaydeden Bogdanov, “Geri dönüşü olmayan noktaya yaklaşıyoruz. Bu, sadece gerilimin tırmanmasına hizmet eder.” yorumunu yaptı.

‘Filistin’in birliğini destekliyoruz’

Öte yandan Bogdanov, Rusya’nın Filistin Kurtuluş Örgütü ve Arap Barış İnisiyatifi nezdinde,  Filistin’de ulusal birliğin en kısa zamanda sağlanmasını öngören çabaları desteklediğini ifade etti.

Rusya’nın, başta El-Fetih ve Hamas olmak üzere Filistin’deki tüm tarafların temsilcileriyle görüşmeler yaptığını aktaran Bogdanov, uluslararası toplumdaki diğer aktörlerin de aynı yaklaşımı benimsemesini umduklarını söyledi.

Bogdanov, “Kamuoyu yoklamalarına göre, İsrailliler ile Filistinliler arasındaki düşmanlık giderek artıyor.” dedi.

FHKC Fransız İnisiyatifine Karşı Seferberlik Çağrısı Yaptı

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, “barış görüşmeleri,” kisvesi altında özellikle Filistinli mültecilerin evlerine ve topraklarına dönüş haklarını tasfiye etmeyi amaçlayan Arap projeleri veya benzer şekilde herhangi uluslararası bir projeyi ve sözde “Fransız inisiyatifini” alaşağı etmek ve diasporada yüzleşmeyi organize etmek için Filistin’deki ve sürgündeki Filistinlilere çağrıda bulundu.

FHKC, Filistinli siyasi güçlerle tartışılmadan ya da Filistin Kurtuluş Örgütü’nün sorumlu organlarına herhangi bir bilgi sunulmadan özellikle tekelci Filistin Yönetimi liderliğinin, Filistin ulusal uzlaşısını ciddi şekilde baltalayacak bu inisiyatifi destekleme girişimi karşısında, tüm Filistinli güçleri ve ulusal liderleri Fransız inisiyatifini açıkça reddettiklerini göstermeye çağırdı.

Kaynak: isyandan.org, direnisteyiz3.org

Alternatif bir dünya mümkün -II- Eğitim sistemi

Biz kapitalizmde yaşayan, devrimi gerçekleştirdikten sonra da, kapitalist dünya içinden taşıdığımız kirleri şu ya da bu ölçüde taşımayı sürdüren kişiler olacağız. Bu ister istemez, ufkumuzu daraltacaktır. Önceliklerimiz, birçok yerde, doğru olanı yapma ile acil olanı yapma arasında hatalar yapmamıza zemin hazırlayacaktır. Sovyetler Birliği’nin uzun deneyimine, kendi deneyimimiz gözü ile bakabilirsek, biliyoruz ki, iyi niyetli olmak hatasız bir ilerleyişi olanaklı kılmıyor. Bazı taktik hamleler, adeta bir girdap oluşturup, stratejide delikler oluşturabiliyor.

Bu deneyimimize bir bütün olarak bakarsak, yeni dünyanın, tüm yeryüzünü saracak bir devrimle daha özgür gelişeceğini söyleyebiliriz. Ama yine de hatasız bir ilerleme mümkün olamaz. Kapitalizmin aşılması, komünist bir dünyanın kurulması; insanoğlunun, doğanın ve ekonominin kör yasalarını aşıp, tarihte ilk kez kendi kaderini kendi eline alması demektir. İnsanoğlu, komünizme kadar, kendi eli ile özgürce bir dünya kurmayı başarmış değildir. Köleci, feodal ve kapitalist toplum, insanoğlunun özgür iradesini değil, insanın insana kulluğunu yansıtırlar. Öyle ise komünizm, insanoğlunun kendi kaderini eline alması süreci, yaratıcı olduğu kadar, heyecan verici olduğu kadar zordur ve hatalara açıktır.

Bu nedenle, eğitim sistemi üzerine tartıştığımız zaman, aslında tüm toplum üzerine tartışıyoruz demektir. Bunun için, bu konuda söylenecek her şey eksik olacaktır.

Bunu, bunları bilerek tartışırsak, eksiklikler sorun olmayacaktır.

Öyle ise, biz burada bir yanda, mevcut eğitim sisteminin de eleştirisini yapacağız.

Mevcut eğitim sistemi, o ünlü deyiş ile “düzene uygun kafalar” yetiştirir. O kadar ki bu düzene uygun kafalar, bir yerde IŞİD kafası, bir yerde, bencil ve korkak, bir yerde kendine güvenmeyen, boyun eğmeyi alışkanlık hâline getirmiş, bir yerde güçlüden yana olan hak ve hukuk gözetmeyen kafalar olarak karşımıza çıkarlar. Elbette daha başka açıdan da sayılabilir, ekleme yapılabilir.

Kapitalist sistem, ilk olarak, değer sistemi olmayan, kendi değerleri olmayan kişilikler ister. Bunun için, eskiden gelen değerleri çözer ve onların yerine, tek bir değeri, paranın her şey olduğu değerini koyar. Bu elbette paraya tapınmaya dönüşür. Kimin söylediğini bilmesek de,  bir kapitaliste ait olduğunu düşündüğümüz söz şöyledir: Ey para, sana allah demeye dilim varmıyor ama, ondan da aşağı kalır değilsin. İşte para, sadece tüm metalara “sahip olma” olanağı demek değildir, aynı zamanda değersizleştirme ve bir güce tapınma aracıdır. Sadece meta avcılığı için değil, sadece servet avcılığı için değil, ama bir başkasının emeğine el koyabilmenin de aracıdır. Yani, her şeydir.

Gerçekte hiçbir şey olan paranın her şey olması durumu, tüm değerlerin silinmesine de olanak tanır. Belki bu değerlerin bir bölümü, zaten aşılmış, ya da aşılmaya mahkûm değerler olabilirler, ama dikkat edilsin, eskiyen değerlerin içinden daha iyileri çıkmıyor, yerlerine paranın gücü geçiyor.

Peki bu değersizleştirmeyi nasıl sağlayacaksın?

Evet reklâmlar, evet günlük hayatımızı kuşatan mülkiyet ilişkileri bunun için mükemmel bir zemindir. Ama yine de yetmez.

Eğitim sistemi, insanın aklını kullanamaz hâle gelmesini sağlıyor. Beyinler şekilleniyor. Ben, aile, mülkiyet, devlet, ulus vb. ile köreltilen beyinler, şiddet ve korku ile şekillenmeye hazır hâle getiriliyor ve gerisi aklını kullanamayan kişilerin oluşumu demektir. Aklını kullanamayan, doğru ile yanlışı ayırt edemeyen, kendisinin bilincinde olmayan bir varlık yaratılıyor.

İnsan, aslında doğanın kendi bilincine varması sürecidir. Doğanın içinden gelen, doğanın bir parçası olan insan, aslında doğanın kendi bilincine varması diye özetlenebilecek bir şeye, bilince sahiptir. Bilinç olmadan insan, insan olamaz. Bilinç, doğa ve toplumda var olan hareketin yasalarını anlamak, kavramak ve buna uygun hareket etmek, eylem geliştirmek demektir.

İşte eğitim sistemi, kapitalist toplumda, bu özelliği yok etmek için dizayn ediliyor. Çocuk, bazı bilgiler öğreniyor ama, aslında bir insan olarak, kendi bilincine varamıyor. Ona, aslında bir hiç olduğu, ister dinî eğitim ile, isterse “milli eğitim” ile olsun, her adımda veriliyor. İnsanoğlu, kapitalist toplumda, en çok akıl yürütme biçimi şekillendirilerek boyun eğen varlığa dönüştürülüyor. Kendine güvensiz, korkuları ile hareket eden, bilinci bastırılmış bir varlık yaratılmak isteniyor.

Bu nedenle, eğitim sistemi, sorgulayıcı, fikirleri geliştirici, ön açıcı, kendini ifade edebilme yollarını geliştirici, kendine güven aşılayan bir eğitim sistemi olamıyor. Bu, planlıdır, rastgele ya da kendiliğinden işleyen bir süreç değildir. Bunu yapmak için, bir yandan bilimi öğretmeme, diğer yandan da metot olarak ezberletme birbirine hizmet ederek gelişiyor. Bunlar paralel giden şeylerdir. Bilim öğrenimi, ezberle olamaz. Bilim eğitimi, özgürlükler bastırılarak yapılamaz.

Görülüyor ki, burada amaç ile metot birbirine çok bağlıdır.

Örneğin dinî eğitimin metodu, kapalı bir sistem içinde algılamayı sağlamakla ilgilidir. Çerçevesi çizilmiş bir sınır içine kişiyi sokmak, sonra o sınırlar içinde eğitmek mümkündür. Dinî eğitimde, bir kapalı sistem oluşturmadan, kişiyi sorgulamaya iten bir metot geliştirilirse, dinî eğitim, tersine sonuçlar vermeye başlar. Çünkü, binlerce yıl öncesinin ortaya koyduğu çerçeveyi sorgulamadan ilerlemek mümkün olmaz. Öyle ise, günah veya sevaplarla örülü bir sınır çizilmelidir ve orada hareket edilmesi sağlanmalıdır. Mesela serbestçe soru soran bir öğrencinin, ayetler hakkında soracağı soruların varabileceği sonuçlar vahim olabilir. Bu nedenle, önce, soruların içinde kalacağı çerçeve belli olmalıdır. Mesela din kişi ile allah, yaratan arasında bir ilişki ise, bu sonu gelmez mülk edinme sevdasının anlamı nedir? İşte bu soru yasaktır. Burada dikkat edilirse, biz sadece bir yaratıcının varlığının sorgulandığı sorulardan söz etmiyoruz. Hayır ondan önce, tüm söylenenleri ezberlemeden kabul etmeme durumunu tartışıyoruz. Anlıyoruz ki, burada da metot, kabule dayanıyor.

Bilim öğretirken, çocuklara, “Türküm, doğruyum vb.” ile başlayan bir eğitim neden verilir? Ama dahası, nasıl verilebilir? Bunun bir “disiplin” içinde, sorgulama ve soru sormayı cezalandıran bir sistemle kabul ettirilmesi, 40 kere tekrarlarsan inanırsın şeklinde bir tekrarlamaya dayandırılması boşuna değildir.

Dememiz odur ki, eğitimde amaç ile metot arasında çok ciddi bir ilişki vardır.

İlk okul, aslında anaokulu ya da kreştir. Anaokulu veya kreş, çocuğun aile, yani doğal çevresinden çıkışı ve toplumsallaşması yönünde ilk adımdır.

İnsan toplumsal bir varlık olduğuna göre, toplumsallaştıkça insanlaşma süreci biçimlenecek demektir. Yani çocuk, sadece büyütülecek bir canlı değildir. Kedi yavrusu da büyütülür. Ama insan, aynı zamanda insanlaşır.

Bu ilk toplumsallaşma adımında, aslında çocuk, gerçek anlamda toplumsallaşmaya başlamalıdır. Bunun anlamı, çocuğun özgürlük alanının genişletilmesi, bu özgürlüğü kullanımının geliştirilmesidir. Bu aşamadan başlayarak kendine değer verilen, kendi kararlarını verebilmesi desteklenen, mutlaka “istenilen” gibi olması gerekmeyen bir insan eğitimine girilmiş olduğu bilinirse, süreç daha iyi anlaşılacaktır. Emin olabiliriz ki, sınıfsız toplumda, komünizmde, en iyi öğretmenler, üretim hayatının dışına yaşı gereği çıkmış olanlardan seçilerek bu alanda müthiş bir yaratıcılık sergilenecektir. Toplumun yaşlılarının yanısıra, bir de bizzat üretime başlamış olanlarından kurulu bir karma eğitmen grubunun, çocuğun toplumsallaşmaya attığı ilk adımlarda müthiş sonuçlar elde etmesi mümkündür.

Sınıfın, sınıf savaşımının, devletin, devlete bağlı bir şekillenme biçiminin, her türlü ötekinin olmadığı bir ortamda, özgür ve bilimsel bir eğitim hayata geçirilebilir.

Çocuğa kendini ifade ediş olanakları sunulabilir ve öğretilebilir. Yeteneklerini görmesi sağlanabilir.  Kuşkusuz toplumsal yaşamın geçmişinden gelen bilimsel bilgiler, tarih ya da başkaları da öğretilebilir. Ama bu öğretme ve öğrenme sürecinde çocuk, bir pasif nesne, şekil alması gereken bir “hamur” olarak ele alınmaz, tersine, eğitimin bir öğesi olarak ele alınır.

Bugün, çocuk, aileden ilk ayrıldığında, bir paralı anaokuluna verilmektedir. Bazı kişiler, çoğunlukla eğitimci nitelikleri sınırlı ve çocuk sevgileri şansa kalmış kişiler, ücret karşılığı çocuğa bakmakta-eğitmektedir. O kadar ki, eğer “iyi” bir öğretmene düşmüş ise çocuğunuz, mutlu olursunuz.

Çocuk daha orada ilk anında, aşağılanır ve aşağılamayı öğrenir. Daha orada ilk anında yarışın içine sokulur. Daha orada ilk adımda, yapma-etme, uslu dur, oynama, yaramazlık yapma sesleri ile yön verilen, kontrol altına alınan bir varlıktır çocuk.

Bunun için, ailede iş, “çocuk büyütme” olarak adlandırılır. Sorarsınız, ne yapıyorsunuz, yanıt: Çocuk büyütüyoruz. Biraz çiçek büyütmek gibi, biraz kedi yavrusu büyütmek gibi. Ama insan yetiştirme fikri içinde yoktur. Dahası, çocuk büyütme, zor, bıktırıcı ve para da kazanılmayan bir zahmetli iştir. Çocuk büyütme, aslında onca şaşalı sevgi gösterileri içinde, sevgisiz büyümek de demektir. Oysa insan yetişmektedir. Çocuk insanlaşmaktadır.

Hediyeler almak ve vermek, komşularına gösteri yapmak, bu yolla bir sosyal statü edinmek aracı olarak kullanılan doğum günleri, aslında önemsenebilir. Ama eğitimle bağı kurularak, paylaşımın gelişimi sağlanarak, çocukların kendi ellerini ve akıllarını kullanmaları sağlanarak, kendilerini aracısız ifade etmelerine izin verilerek.

Doğum önemli bir süreçtir. Ve insanoğlunun, doğal çevresine bağımlılığının sona ermeye başladığı ana kadar sürer.

Okul ve eğitim de önemlidir. Bunun bir gün ile kutlanmasına gerek yoktur. Ama okul ve eğitim süreci, çocuğun aynı zamanda arkadaşları arasında yer edinme sürecidir. Burada çocuğun karakterini ortaya koyacak bir isim, çocuk için ikinci bir isim olarak ele alınabilir. Bu isim günü, o kişinin hayatında önemli bir dönüm noktası olabilir.

Üretime katılma bir başka önemli zamandır. Üretimden düşme ve çocuklarla ilgili olanları da dahil, sosyal hizmetler için bir çeşit öğretmenlik yapmak, belki bir başka evre olabilir.

Kısacası, bu insanlaşma sürecidir. İnsanın, doğanın bir parçası olarak, kendi bilincine varma sürecidir bu.

Demek ki, paralı eğitim, asla ve asla kabul edilemezdir. Paralı eğitim, sömürü sisteminin ve mülkiyet ilişkilerinin ürettiği ayrıcalığı korumak demektir. Bu aslında, eğitimin mantığına kökten aykırıdır. Öyle ya, insan eğitimi denilen şey, en başta paralı okullarda yapılmaya başlanmış ise, eşitlik, özgürlük, en başından ihlâl ediliyor demektir. Bu okulda bir çocuğun, eşitlik ve özgürlüğü öğrenmesi mümkün değildir. Bu okullarda eğer insanî değerler öğretilebiliyor olsa, o zaman para ile her satın alınan şeyde, bundan bir nüve olurdu. Tersinedir. Eğitim, toplum yaşamında kişilerin birbirine karşı güç üzerine kurulu, mülkiyet ilişkileri üzerine kurulu yaklaşımlarını reddettikçe, kişiyi özgürlüğe yaklaştırabilir.

Eğitim, herkese, eşit olanakların sunulacağı tarzda organize edilmek zorundadır. Eğitim, aynı zamanda eğitimcilerin eğitimini de içeren bir bütünlüklü süreçtir.

Elbette, ilk sosyalleşme alanı olan okul öncesi eğitim süreci, ücretsiz olmak zorundadır. Bunun üzerine artık durmaya da gerek yok.

Okul öncesi eğitimde en kritik soru, yeni eğitim tekniklerinin-metotlarının nasıl devreye sokulabileceğidir.

Gerçekte eğitimin amacını bir yarış, rakiplerini geçme vb. olarak belirlemekten kurtulduğumuz an, artık çocuk ve eğitimci birlikte aynı sürecin içinde yer almaya başlarlar. İşte bu noktadan sonra özgün eğitim metotları gelişmeye başlayacaktır.

Burada da amaç, sadece öğrenciye teknik-bilimsel bilgiyi vermek değil, içkin amaç, onun özgür bir topluluk üyesi olarak, kendine güvenli bir sorumlu kişi olarak, kendi bilincine varmasının sağlanması olmalıdır. Kuşku yok ki, bu amaç vb. komünizmin kuruluşu sürecinde pek çok tartışmayla gelişecek ve en doğru biçimini bulacaktır.

Bugünkü dünyanın problemlerini aşmak ise son derece kolaydır.

İlki, kalabalık öğrenci sayısıdır, ki kesinlikle çözümü vardır. Burada sadece okul öncesi üzerine yoğunlaşmış olsak da, diğer alanlarda da bunun çözümü vardır. Üstelik öyle apartman dairelerinden bozma okullar şeklinde de değil. Sadece, inşaat ihalelerinde Bilal’e giden paralar ya da sadece enerji ihalelerinde Damat Albayrak’a giden paralar, bu işi çözmeye yeter de artar bile. Mesele kaynak sorunu değildir.

Yeterli öğretmenin bulunması sorunu daha önemli, ama çözülemez hiç değildir.

Tüm mesele, eğitimi, insan yetiştirme meselesi üzerine kurma meselesidir. Elbette, bugünden bakılıp yapılacak itirazların çözümü çok ama çok kolaydır. Zorluk, gelecekten bakarak, insan yetiştirme ve bir bütün olarak eğitim sorununun çözümünün organize edilmesidir ve hem zor olan alan, hem de özgün olan alan tam da burasıdır.

Şimdi ilkokuldan üniversiteye ulaşan süreci tartışmaya başlayabiliriz.

 

devam edecek…

Valilik’ten ‘Demokratik Siyaset Mitingi’ne yasak

Miting için gelen vekiller Figen Yüksekdağ, Ertuğrul Kürkçü ve Hatip Dicle ise mitingin yasaklanmasının ardından HDP İl Binası’na geçti ve basın açıklaması düzenledi.

15-16 Haziran’dan Gezi’ye, Gezi’den bugüne direniş ruhu sürüyor

Kaldıraç, AKA-DER, İşçi Gazetesi ve Özgür Lise’nin ortaklaşa düzenlediği ve bu yıl 14.’sü düzenlenen etkinlik, açılış selamlamasının ardından saygı duruşu ile başladı.

Lastik-İş Sendikası kurucusu ve 15-16 Haziran direnişini yaşayan, Niyazi Kuas sağlık durumu nedeniyle katılamadığı etkinliği, gönderdiği video mesajla selamladı. Kuas: “15-16 Haziran işçi sınıfı direnişini yaşayan bir sendikacı olarak, bu direnişi yaşatanlara selam olsun.” dedi.

Kitlesel ve coşkulu geçen etkinlikte sık sık “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm”, “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam”, “Direne Direne Kazanacağız” sloganları atıldı. Sahneye Suruç’ta ve 10 Ekim’de Ankara’da katletilen yoldaşlarımızın fotoğrafları asılırken, alanın duvarlarına devrimci önderlerin resimlerinin bulunduğu pankartlar asıldı.

Direnişçi İşçiler: “15-16 Haziran’ın yolundan gidiyoruz”

Avon, Avcılar Belediyesi, Bakırköy İşçileri ve Şişecam İşçileri, sahneden etkinliği selamlayarak direniş süreçleri hakkında bilgi verdiler. İşçiler, direnişleri ile dayanışma çağrısı yaptı.

Şişecam Direnişçisi: “Kahrolsun Emeğe Uzanan Eller”

Direnişteki Şişecam İşçileri adına söz alan Yaşar Akkul, 15-16 Haziran Direnişinde yaşamını yitirenleri anarak: “Onların bıraktığı yoldan bizler devam ediyoruz.” dedi. Akkul, 6 Kasım 2015’te haksız, hukuksuz bir şekilde sendika ve işveren anlaşmasıyla işten çıkartıldıklarını, ardından başlattıkları direnişi Mersin’de sürdürdüklerini söyledi. Akkul “Kahrolsun emeğe uzanan eller.” dedi ve dayanışma çağrısı yaptı.

Avcılar Belediyesi Direnişçisi: “Biz Milyonlarız, Bunları Yeneriz”

Avcılar Belediyesi’nde insanca çalışma koşulları için ve hak gasplarına karşı sendikal örgütlenme yaptıkları için işten atılan ve direnişe geçen işçiler adına konuşan Ali Polat: “İnsanca çalışma koşulları için örgütlenerek sendikalaşmaya karar verdik, işten attılar. Direnmeye devam edeceğiz. Hep beraber bu sermayeye, burjuvaziye dur demeliyiz. Onlar 5 parmaktır ama biz milyonlarız, biz bunları yeneriz.” dedi.

Bakırköy Belediyesi Direnişçisi: “Kazanana Kadar Devam”

Bakırköy Belediyesi’nde işten atılan ve ardından yaptıkları görüşmeler sonuç vermeyince direnişe başlayan 17 işçi adına söz alan Fethiye Kızmaz: “Bakırköy Meydanı’nda çadırımızın 11. günü. Atılan işçilerin 16’sı kadın. Ülkede kadın cinayetleri sürecinde kadın işçilerin atılmasını da manidar buluyoruz.” diye konuştu.

Kızmaz, kadınların mobing ve tacize maruz kaldığını, bunun karşısında sendikalı oldukları için işten atıldıklarını anlattı. “Direnişimizi kazanana kadar devam edeceğiz.” diyerek herkesi Bakırköy Meydanı’nda açtıkları direniş çadırına davet etti.

Avon Direnişçisi: “Birlikte olduğumuzda güçlüyüz ve muhakkak kazanacağız.”

Avon’da, sendikaya üye oldukları için işten atılan işçilerden Emel Karadeniz; yüzde 80’i kadın olan işyerinde mobing ve tacize yeter diyerek sendikalaşmaya gittiklerini, bunun üzerine işten atıldıklarını anlattı. Bir yıllık bir örgütlenme sonucunda 8 işçinin işten atılmasının ardından 27 gün önce direnişlerine başladıklarını anlatan Karadeniz, Gebze’de çadırda polis tacizlerine rağmen direnişi sürdürdüklerini söyledi.

Kağıthane’de Avon merkezi önünde her cuma oturma eylemi yaptıklarını söyleyen Kızmaz: “Sendika her işçinin hakkıdır. Hakkımızı sonuna kadar savunacağız. Bu çifte sömürü düzenini birlikte, örgütlü mücadele ile yıkabiliriz. Biliyoruz, haklıyız ve birlikte olduğumuzda güçlüyüz ve muhakkak kazanacağız.” diyerek direnişleri ile dayanışma çağrısı yaptı.

Şehit Aileleri: “Örgütlenmeliyiz”

Etkinlikte Gezi Şehit ve Gazileri Platformu’ndan Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan ve babası Sami Elvan, Hasan Ferit Gedik’in annesi Nuray Gedik, Volkan Kesanbilici ve Barış İçin Akademisyenler’den Muzaffer Kaya da konuşma yaptı.

Sami Elvan: “Örgütlenmeliyiz, Örgütlenmeliyiz, Örgütlenmeliyiz”

Kendisinin de işçi olduğunu hatırlatan Sami Elvan, örgütlenmenin önemine vurgu yaptı. Sami Elvan: “Eğer örgütlenmezsek her yerde ezilmeye mahkumuz. Bizleri eziyorlar, katlediyorlar. Hepimiz başka çatı altında olsak da birlikte hareket edebiliriz. Örgütlenmeliyiz, örgütlenmeliyiz, örgütlenmeliyiz.” diye konuştu. Berkin vurulalı 3 yıl oldu diyen Elvan, soruşturmada hiçbir gelişme olmadığını, diğer davalarda da cezasızlığın devam ettiğini hatırlatarak, “Abdocan’ın katili halen Diyarbakır’da insan katlediyor.” dedi. “Biz buradan adalet beklemiyoruz.” ifadelerini kullandı.

Nuray Gedik: “Adalet Olmadığını Biliyoruz Ama Mücadele Edeceğiz”

Maltepe Gülsuyu’nda devlet destekli uyuşturucu çeteleri tarafından katledilen Hasan Ferit Gedik’in annesi Nuray Gedik, konuşmasına: “Herkesi Hasan Ferit’imin sıcaklığıyla selamlıyorum.” diyerek başladı. Hasan Ferit Gedik’in katillerinin yargılanmasına ilişkin davanın 26 duruşmadır devam ettiğini, ilk başta 22 olan tutuklu sanık sayısının zaman içinde 5’e düştüğünü hatırlatan Gedik, “Adalet olmadığını biliyoruz ama mücadelemizi yürütmeliyiz. Kaldıraç bizi davalarımızda yalnız bırakmadı. Hepinize teşekkür ediyoruz.” dedi.

Volkan Kesanbilici: “Acımızın ve mücadelemizin ortaklarına selam olsun.”

Gezi direnişinde gözünü kaybeden Volkan Kesanbilici de, geçtiğimiz yıl yine aynı etkinliğe katıldıklarını, geçen yıl söylediklerini bugün de tekrarlayacağını vurgulayarak şöyle devam etti:

“Yine buradayız. AKA-DER, Kaldıraç, İşçi Gazetesi, Özgür Lise yine bu yıl boyunca da devrimci ahlak ve devrimci dayanışmayla yanımızdaydı. Acımızın ve mücadelemizin ortaklarına selam olsun.”

Platformun önümüzdeki günlerde Gezi Toplumsal Dayanışma Derneği olarak yoluna devam edeceğini açıklayan Kesanbilici, “Bu süreçte mücadelemizde bizle birlikte olan sizleri yine yanımızda görmek istiyoruz.” dedi.

Suruç Aileleri: “Acılar bizi birleştirdi, ama umutlarımız da ortak”

Suruç Şehitleri Aileleri adına Yeliz Gökduman, yaptığı konuşmada Gezi’den Kobane’ye yeni bir yaşam inşa etmek için yola çıkan 33 canın katledildiğini, buna karşın direnişlerine sahip çıkarak kendi adaletimizi inşa etmenin mümkün olduğunu söyledi. Gökduman: “Düşman korkuyor, daha da korkacak. Acılar bizi birleştirdi, acılarımız da umutlarımız da ortak.” diyerek her ayın 20’sinde Suruç için gerçekleştirilen 33 dakikalık oturma eylemine katılım çağrısı yaptı.

“Dicle 17 Yaşındaydı. Ankara’ya barış getirmeye gitmişti.”

10 Ekim Aileleri adına konuşan Fayyik Deli: “Ankara’ya onurlu bir yaşam ve bu ülkede daha fazla kan akmaması için giden 17 yaşındaki Dicle Deli’nin babasıyım.” diyerek kendini tanıttı. Ailelerin birleşerek bir dernek kurduklarını söyleyen Deli, 10 Ekim’de 459 kişinin yaralandığını ve 101 kişinin de yaşamını yitirdiğini hatırlattı. Deli, devletin daha önceki tüm katliamlar gibi bu katliamın da üzerini örtemeye çalıştığını vurguladı. Devlet görevlileri hakkında yaptıkları suç duyurusuna takipsizlik verilmesine de değinen Deli şunları söyledi:

“Peki katlettirdi diye biz susacak mıyız? Hayır. Sen bizi öldüremezsin, biz ölümlere alışmayacağız, sizin dayatmalarınıza boyun eğmeyeceğiz , demek zorundayız.

Dicle 17 yaşındaydı. Bu ülkede kan akmasın, analar ağlamasın sorumluluğuyla oradaydı. ‘Biz Ankara’ya barışı getirmeye gidiyoruz barışı getireceğiz.’ demişti. Bu son mesajıydı.”

Kürt illerinde devam eden yıkıma da değinen Deli: “Nusaybin’de yıkılan binalara Türk bayrakları asılmıştı. Evet eseriniz o. Ama ne oluyor, diz çöktürebildiniz mi, çöktüremediniz, çöktüremeyeceksiniz. Hep birlikte olup haykıracağız, hayır diyeceğiz.” diye konuştu.

Muzaffer Kaya: “Sarayı durdurmaya gücümüz yeter. Yeter ki birleşelim”

Barış istedikleri için hedef gösterilen ve tutuklanan, ardından büyük bir dayanışmanın gelişmesiyle serbest bırakılan akademisyenlerden Muzaffer Kaya: “Gezi ruhu sürüyor, Gezi ruhu her yerde.” dedi. Kaya, toplumda direnme eğilimi olduğunu vurgulayarak ortak mücadelenin önemine değindi. Kaya, “Demokrasi, barış ve laiklik etrafından birleşik mücadeleyi büyütüp Sarayı durdurabiliriz. Buna gücümüz yeter. Yeter ki birleşelim.” diye konuştu.

Barış Anneleri: “Ben, Kendi Çocuğumun Cenazesini Yıkamışım”

Barış Anneleri adına Bedia Gökuslu ve Medine Çeker etkinliği selamladı. Medine Çeker, başta Gezi, Suruç ve Ankara olmak üzere tüm anneleri selamlayarak konuşmasına başladı. Barış annesi, “Yüreğimiz yanıyor ama barış diyoruz. Başka çaremiz yok. Biz kadınlar, biz anneler bu barışı biz getireceğiz. Biz bunu yapacağız. Asla düşmeyeceğiz, ağlamayacağız.” dedi.

Barış Anneleri adına Bedia Gökuslu Erdoğan’a da şu sözlerle seslendi: “Ey Erdoğan sana sesleniyorum. Sen diyorsun Esad halkını öldürüyor ya sen kimi öldürüyorsun, sen kimi bombalıyorsun? Sur’u, Cizre’yi dümdüz ettin. Ne yaparsan yap; bu halk susmayacak, devam edecek. Cizre’yi sen yaktın. Ellerinde silah yoktu, silahsız insanları öldürdün. Bizim çocuklarımızı öldürdün.”

Ortak mücadele çağrısı yapan Gökuslu, “Öfkelerimiz birbirimize karşı olmasın, öfkemiz Erdoğan’a karşı olsun.” diyerek şöyle devam etti:

“Ben bir anne olarak, kendi çocuğumun cenazesini yıkamışım. Bir damla yaş dökmemişim. Öfkeliyim; Erdoğan’a karşı, sisteme karşı öfkeliyim. Bu devletin sahibi biziz, bizden başka kimse bu ülkeyi sevmiyor. Neden çocuklarımız da yaşamasın. Suruç’a gittiler; çocuklara oyuncak götürdüler, çetelerinizi saldınız üzerlerine. Hepimiz biriz, bir olmalıyız. Var olalım, bir olalım.”

Kaldıraç: “Biz kazanacağız”

Kaldıraç adına konuşan Ülkü Gündoğdu: “Çözülen, her kitle eyleminin sonunu getireceğinden korkan, kazanmak için değil kaybetmemek için saldıran bir devlet var ortada.” tespitinde bulundu.

Kürt illerinde devlet saldırılarının yarattığı yıkımı ve özel harekatçıların duvar yazılarını hatırlatan Gündoğdu şöyle devam etti:

“Yıkıntılar üzerindeki fotoğrafı gördünüz mü, ‘Devlet geldi.’ Cizre’de mi gördük, Nusaybin’de mi, Sur da mı? Neredeydi, nerden geldi devlet? Üstümüze fırlayan insan parçalarında mı, Gezi Şehitlerinin mahallelerinde mi? Berkin Okmeydanı’nda gördü o fotoğrafı. Soma’da, madende işçilerin gördüğü son fotoğraftı o. Ensar’da tecavüzcü olarak gördü o devleti çocuklar. O fotoğraf, muktedirin kızının düğünündeydi.

Biz Ekin Wan’ın çırılçıplak bedeninde, Hacı Lokman’ın panzer arkasında sürüklenişinde gördük o fotoğrafı. O fotoğrafı minikler okulda görüyorlar: Devlet geldi.”

Bütün kapitalist devletlerin burjuva örgütü olduğunu hatırlatan Gündoğdu: “ Bütün saraylar onlar için, onların ve bize karşıdır.” dedi. “Onlar kaybedecekler. Direnişler, onların kabusu. Direniş etkisi devam ediyor.” diyerek sözlerine devam eden Gündoğdu, bugün direnişin sürdüğüne değinerek şunları söyledi:

“Gezi ruhu bugün liselilerde, barış diyen akademisyenlerde, Çilem Doğan’ın yüzünde, alışın gitmiyoruz diyen LGBTİ’lerde, tüm işçi eylemlerinde. Aslolan direnişin adım adım örgütlenmesi. Yeni bir yaşam için sabırla, her alanda örgütlenerek kazanacağız.”

Rojava’yı, Fransa’da direnen emekçileri, direnen tüm işçileri, devrimci önderleri selamlayan Gündoğdu : “Biz komutan Bekir Kilerci, Ali Serkan Eroğlu’nun yoldaşları, biz işçi cinayetinde katlettiğiniz Duran Baysal’ın yoldaşları, sesleniyoruz; kaybedeceksiniz, biz kazanacağız!”

“Örgütlenerek kazanmanın zamanıdır”

Etkinlikte, Erdoğan başta olmak üzere iktidar söylemlerinin sıralandığı sinevizyon, yuh sesleri arasında izlendi. Eski Aile Bakanı Ramazanoğlu’nun, Ensar vakfı açıklamasında öfke daha da yükseldi. Polis şiddeti görüntüleri, Erdoğan’ın talimatları eşliğinde ekrana yansıtıldı.

15-16 Haziran Direnişi, işçi direnişleri ve Gezi Direnişi’ni, Artvin Direnişi’ni, Filistin Direnişi’ni, Cizre Direnişi’ni fotoğraflarla ekrana yansıtan kısa sunumda, Soma başta olmak üzere işçi cinayetleri de gündeme getirildi. “Direniş tarihimiz, işçi sınıfı ve ezilen halklarımız için en büyük yol göstericidir. Tarih geleceğin anahtarıdır. Direnerek öğreniyoruz, şimdi örgütlenerek kazanmanın zamanıdır.” denilen sinevizyon gösteriminde; direnişlerine devam eden işçiler, liseliler, kadınlar, yaşam alanları için direnenler, Sur’da, Cizre’de direnen örgütlü Kürt Halkı, Gezi Direnişçileri selamlandı. Gezi Direnişi’nde katledilenlerin fotoğrafları ve ardından devrimci önderler de alkışlarla ıslıklarla karşılandı.

Sahne alan sanatçılar da etkinliği, etkinlikte bulunan direnişçi işçiler şahsında, direnen işçileri ve şehit ailelerini selamlayarak, etkinliği düzenleyen kurumlara teşekkür etti.

Hakan Vreskala, sahne performansıyla coşkulu anlar yaşattı.

Metin Kemal Kahraman’ın ezgileri, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı ile ve coşkuyla dinlenirken, son olarak sahneye çıkan Fuat Saka’nın müziğiyle horon ve halaylarla konser sona ererken, alanlarda mücadeleyi yükseltme ve örgütlenme çağrısı tekrarlandı.

Kadınlar gerçekten de “sınıflar-üstü” mü?[1]

Naiftik, doğrudur… Kimilerine göre, “sınıf” kavrayışımız fazla yalınkat, belki fazla mekanikti. Dünyaya “işçi sınıfı”nın gözlerinden bakmaya çabalarken, diğer her şey bize, “Sınıf üzerinden çözülecek” vurgusuyla “tali” geliyordu… Kürt sorunu, kadın sorunu, çevre… Bunların hepsi “devrimden sonra” hâlledilecek konulardı…

Ama dünyanın mevcut hâliyle, gelir dağılımındaki eşitsizliklerle, sömürüyle, tahakkümle derdi olan çocuklardık. Hepimizin düşlerini, herkesin çabasını ortaya koyup, ürettiklerini kardeşçe paylaşacağı, sömürüsüz, tahakkümsüz bir kardeşlik sofrası süslerdi…

Sonra, “sınıf” kavramının analitik kapasitesinin sınırları konuşulur oldu, özellikle Batı’nın sol entelektüel âleminde… Tüm tahakküm biçimlerini “sınıf” anahtarıyla kavramanın mümkün olmadığından dem vurulur oldu. 68’in sokaklara döktüğü siyahîler, kadınlar “sınıf” kategorisi altında birer alt-başlık olarak ele alınmayı arzulamadıkları gibi, üzerlerindeki tahakküm biçimleri tam olarak “sınıfsal” ile örtüşmüyordu… “Irk” ve “cinsiyet” (sonraları “toplumsal cinsiyet”) kavramları tam o anda imdada yetişti. Sınıfa eklemlenebilen, ama tam da ona tabi olmayan tahakküm biçimleri… İlk demlerinde, siyahîleri, göçmenleri, etnik grupları ve diğer ezilen toplulukları, işçilere tabi olmaksızın sistemin ırkçılığına ve ataerkilliğine karşı mücadeleye sevk edebilecek, dolayısıyla da anti-kapitalist cepheyi genişletebilecek yararlı kavramsal araçlar gibi gözüküyorlardı. Dahası, ezilen kesimler arasında farklılıklara (siyahî, kadın, lezbiyen, alt sınıf…) vurgu yaptığı ölçüde, spesifik bir söylemin aynı kategori içerisindeki “farklı” kimlikleri ötekileştirmesinin önüne geçtiği varsayılıyordu: (feminizmin orta sınıf, beyaz, heteroseksüel kadınların ayrıcalıklı söylemi olarak, alt sınıf, siyahî, eşcinsel kadınları “ötekileştirmesi”, ırkçılık karşıtı hareketin azınlık erkeklerin kadınları kendilerine tabi kılmanın bir aracı olarak kullanmaları…) Kabul etmeli, biçimlenmekte olan “Yeni Sol” için eğlendirici bir akıl jimnastiği!

Sonra bildiğimiz herşeyin tersyüz olduğu, “yıkıldı, yıkılacak” dediğimiz kapitalist sistemin çözülen sosyalist blok karşısında kendince “muazzam” bir zafer kazandığı, ve bunun sarhoşluğunda Batı’da emekçilerinin kazanımlarını geri aldığı, ücretleri küresel ölçekte alabildiğine aşağı çektiği, sosyal hakları berhava ettiği, yani o pek sevdikleri terimle “istihdamı deregülarize ettikleri” neo-liberal sulta çağı başladı. Dünya artık tek kutuplu bir yerdi; kapitalizm ise küresel ve ebedi bir sistem. Sınıflar savaşı, burjuvazinin nihai zaferiyle sona ermiş, proletarya da veda edip tarih sahnesinden çekip gitmişti…

Üretken sektörler, bol, ucuz ve talepkârlık düzeyi düşük çeperlere, Güney ülkelerine kaydıkça, metropoldeki “istihdam manzarası” da dönüşmekte, “mavi yakalılar”, gözlerden uzaklaşmaktaydı. Genel ön kabuldeki hâliyle işçi sınıfı marjinalize olurken,[2] bu sürece, neo-liberalizm ideologlarının, “tarihin sonu”, “elveda proletarya” söylemleri eşlik ediyordu.

Post-yapısalcı, post-modern akımların “sınıf bitti, yaşasın kimlik!” çıkışı bu dönemlere rastlar. Böylelikle, tahakküm ve sömürünün çoğulluğu ve çok-veçheliliğine işaret etmek üzere formüle edilmiş olan bir kavram, sömürü ve tahakkümün gerçekleştiği bağlam olan “sınıf”tan, dolayısıyla yeniden dağıtıma ilişkin taleplerden tümüyle yalıtılarak, “fark, tanınma ve temsil stratejileri”ne irca etmiş oluyordu. O andan itibaren, feminist tartışmalar, içinde gerçekleştikleri dünyada neler olup bittiğinden oldukça soyutlanmış temalar çevresinde dönmeye başladı: öznelliğin biçimlenişi, kadın(lığ)ın Oedipal mi, yoksa pre-Oedipal evrede mi biçimlendiği, arzu, beden politikaları, simgesel iktidar… Post-yapısalcı, post-feminist söylemler, kendisi bir fildişi kuleye dönşen akademi içine hapsolacaktı bundan böyle. Feminist “pratik” ise, sponsor destekli projeciliğe indirgendi…

Oysa dar feminist akademianın dışında akan hayat, kadınların yaşamını yeryüzü ölçeğinde, büyük bir hızla ve radikal biçimde dönüştürmekteydi.

Sosyalist sektörün yıkılması ile gerçekleştiğine inanılan neoliberal /dis-topya, serbest piyasanın sınırlarını küresel ölçekte genleştirme ideali doğrultusunda işliyor, yakın zaman öncesine dek sosyalist realiteden beslenen toplumsal muhalefet nedeniyle hayata geçiremediği her şeyi -eğitimi, sağlığı, yolları, elektriği, suyu, havayı, yürümeyi, düşleri, boş zamanı, entelektüel çabayı, eğlenceyi, ölümü…- alınıp satılabilir şeylere, metalara dönüştürmek yolunda zincirinden boşanmış bir “yaratıcılık” sergiliyordu.

Yeryüzünün uçsuz bucaksız bir metalar çöplüğüne dönüştüğü koşullarda yaşam, toplumun büyük bölümü, bu arada kadınlar açısından büyük ölçüde zorlaşmaktaydı.

İşgücünü olabildiğince ucuzlatma yolundaki neo-liberal girişim, sosyal haklarından soyunmuş, çıplak ve geçici işgücü arayışında Güneyli genç kadınları yığınlar hâlinde üretime çekerken, 14-15 yaşındaki çocukları, havasız, izbe, rutubetli atölyelerde günde 10-12 saat, boğaz tokluğuna çalıştırmakta, elindekiler yıprandığında fırlatıp yeni, taze işgücünü devreye sokabilmektedir. “Kadrolu çalışma” emekçilerin ezici çoğunluğu için bir hayaldir artık; yeni “norm” taşeronluktur.

Neo-liberal kapitalizm koşullarında emek örgütleri zaaflı, ücretler düşük, çalışma koşulları dünya emekçilerinin büyük bölümü için sağlıksızdır. Dünya ölçeğinde çalışma yaşındaki (15+) kadınların yarıdan fazlası (yüzde 52) istihdam ediliyor olsa da, yakından bakıldığında bunların büyük bölümünün ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı görülmektedir.[3] 2010 verilerine göre çalışan kadınların yalnızca yüzde 34’ü tarım-dışı ücretli bir işte çalışıyor.[4] Dünyada yarı-zamanlı çalışanların büyük bölümü, kadınlar.[5] Kadın ücretleri, aynı işi yapan erkeklere göre bir hayli düşük (Eşit Ücret Yasası’nın 1963’ten beri, yani 52 yıldır yürürlükte olduğu ABD’de kadın ücretleri aynı işi yapan erkeklerin yüzde 77’si kadar! AB ülkelerinde ise, bu oran yüzde 75-90 arasında değişiyor. Ve BM mevcut tempoyla dünyada erkeklerle kadınlar arasındaki ücret eşitsizliğinin, 70 yıl sonra ancak kapanabileceğini ifade ediyor![6])

Yalnız istihdam alanında mı? Kadınlar, dünyadaki ücretsiz ev-içi çalışmanın hemen tümünü gerçekleştiriyorlar. Bir başka deyişle, üretimdeki rolleri bir yana, dünyada yeniden üretimin büyük bölümü, kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor.[7]

“Yeni dünya”nın “trend”leri, bilindiği gibi kadın ve çocuk ticaretini küreselleştirdi. Günümüzde fuhuş “sektör”ü, yıllık 156 milyar dolarlık cirosuyla son derece kârlı bir “iş” olmayı sürdürüyor.[8] Bugün dünyada 13 828.700 kadının fuhuş sektöründe çalıştırıldığı kaydedilirken,[9] bu sayının savaşlar ve neden olduğu yıkımla katlanarak arttığını belirtmeye gerek var mı?

Neo-liberalizmin küresel ölçekli bir başka getirisi, emek temelli örgütlenme çabalarını marjinalize ederken, örgütlenme çabalarını de (“devletin küçültülmesi” retoriğiyle uyumlu bir şekilde) “sivil toplum girişimciliği”ne kanalize etmesidir. Bu anlamda, “küçülen” (oysa devlet(ler)in küçüldüğü filan yoktur: onlar devasa askerî-güvenlik komplekslerine dönüşmektedirler. “Küçülen”, devletin sosyal işlevleridir), devletlerin sosyal hizmetlerinin, çoğu küresel finans kurumları tarafından sağlanan fonlarla desteklenen sivil toplum örgütleri tarafından üstlenilmesi beklenmektedir. Bu koşullarda neo-liberal ataerki, bir yandan kadınların emeğinin ve bedeninin küresel ölçekte değersizleşmesini getirir, bir yandan onları örgütsüz ve desteksiz bırakırken, bir yandan da bölgesel kaynaklar üzerine emperyalist rekabetin tetiklediği küresel şiddet ortamında, onları hızla tırmanan bir eril şiddetle karşı karşıya bırakmaktadır. Aile-içi şiddet, kadın cinayetleri bir “az gelişmişlik”, “kültürel gerilik” vb. sorunu değil, tüm dünya kadınlarını tehdit eden bir tehlikedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre yeryüzünde her üç kadından biri fiziksel şiddete uğrarken, “dünyanın en demokratik ülkesi” sayılan (The Economist, 2007) 10 milyon nüfuslu İsveç’te her yıl 100 000 kadar kadının aile içi şiddete uğradığı hesaplanıyor.[10] Afganistan verilerini isterseniz hiç tartışmayalım!

Burada çok sınırlı bir biçimde aktarabildiğim bütün bu verilerden çıkan sonuç(lar) nedir? Birkaç başlık hâlinde özetleyeyim.

–   Öncelikle küresel(-leşen) kapitalizm, ya da bir başka deyişle neo-liberalizm, emekçiler, yoksullar, hele ki kadınlar için hiç de vaad ettiği cennet olmadı. Küresel gelir dağılımındaki eşitsizliği görülmemiş ölçüde arttırırken,[11] sıradan insanların yaşam koşullarını büyük ölçüde zorlaştırdı.

–   Kadınlar, hem üreticiler, hem de yeniden-üreticiler olarak bu zorluktan en büyük payı alanlar oldu. Bugün “yoksulluğun kadınlaşması”ndan söz edilmesi, boşuna değil. Kapitalizm kadınları küresel ölçekte istihdam alanına çekerken, onların “geleneksel/domestik” konumlarında herhangi bir değişimi engelleyecek tarzda işlemekte. Bir başka deyişle, onları ucuz, uysal, geçici işgücü deposu olarak görürken, bir yandan da domestik işleri -devletin sosyal işlevlerini sınırlandırarak ya da piyasaya entegre ederek- bedelsizce kadınların sırtına yüklemekte.

–   Yanısıra, kadınların (ve çocukların) istikrarsızlaşan koşullarda (savaşlar, kırsaldan kentlere göç, işsizlik, yoksulluk) artan oranlarda küresel fuhuş piyasasına çekilmesi, kadın bedenlerinin “değersizleşmesi”nin bir başka veçhesini oluşturuyor.

–   Bu durumda, küresel “servet”in büyük bölümünün, kadınların emeği ve bedenleri üzerinden devşirilmekte olduğunu, yani “kadın sömürüsü”ne dayandığını söyleyebiliriz.

–    Kapitalizmin doğası gereği insan değil kâr-merkezli bir sistem olması, durumları dünyanın her yerinde giderek kırılganlaşan kadınlar lehine destek mekanizmalarını azaltıyor ve kötürümleştiriyor. Bu ise, onları şiddetin domestik dahil her biçimi karşısında daha kırılgan kılmakta.

Hâl böyle olunca, kadınların konum ve durumlarına ilişkin mülahazalar, psikanalitik, kültürel, simgesel, post-yapısal vb.nin yanısıra, ve onlardan daha fazla “ekonomi-politik” perspektiften, bir başka deyişle “sınıfsal bakış açısı”ndan beslenmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor. Bir başka deyişle, neo-liberal kapitalizmin küresel sömürü ve tahakküm boyunduruğundan kurtulabilme girişimi, “kadınlık durumu”nun bu boyunduruğu kırmaya ve emekçi insanlığa yeniden eşitlik, özgürlük ve kardeşlik olasılığı sunmaya yönelik Marksist tahlil ve pratik çerçevesine entegre olmasını gerektiriyor.

Çünkü 1980’lerden beri dünyayı tarihte eşi benzeri görülmemiş boyutlarda yağmalayan neo-liberal kapitalizm, kadınların, yoksul halkların, etnik azınlıkların, çocukların talanının sınıfsal sömürü ve tahakkümle doğrudan ilişkili olduğunu, ve bu sistem yıkılmadıkça yeryüzünde hiçbir sıradan insan için (iktisadi, siyasal ve de toplumsal) “özgürlük” olamayacağını bugüne dek görülmemiş bir çıplaklıkla gözler önüne serdi…

8 Aralık 2015 11:41:24, Ankara.

 


  1. 19-20 Aralık 2015 tarihinde İstanbul’da düzenlenen ‘Uluslararası Kadın Konferansı’nın ‘XXI. Yüzyılda Kadının Durumu: Mücadele, Yol ve Yöntemleri’ oturumuna sunulan tebliğ…
  2. Oysa kapitalizmin neo-liberal evresi, bir yandan istihdamı deregülarize eder, biryandan da üretken sektörleri Güney ülkelerine kaydırırken proletaryanın sınırlarını, insanlığın büyük bölümünü kapsayacak tarzda genişletiyordu…
  3. Kadın işgücünün Arnavutluk’ta yüzde 62’si, Cezayir’de yüzde 24’ü, Avusturya’da yüzde 8’i, Azerbaycan’da yüzde 62’si, Bhutan’da yüzde 68’i, Bosna-Hersek’te yüzde 24’ü, Kamboçya’da yüzde 70’i, Kolombiya’da yüzde 51’i, Danimarka’da yüzde 4’ü, Mısır’da yüzde 46’sı, Yunanistan’da yüzde 28’i, Türkiye’de yüzde 42’si… ücretsiz aile işçisi konumundadır. http://data.worldbank.org/indicator/SL.EMP. VULN.FE.ZS/countries.
  4. Population Reference Bureau, The World’s Women and Girls, 2011 Data Sheet.
  5. Arjantin’de tüm yarı zamanlı çalışanların yüzde 63’ü, Avustralya’da yüzde 71’i, Avusturya’da yüzde 81’i, Belçika’da yüzde 80’i, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 70’i, Fransa’da yüzde 80’i, Meksika’da yüzde 57’si, Güney Afrika’da yüzde 66’sı, kadınlar. http://data.worldbank.org/indicator/ SL.TLF.PART.TL.FE.ZS.
  6. “Gender pay gap will not close for 70 years at current rate, says UN”, The Guardian, 5 Mart 2015.
  7. Tüm dünyada: Gana örneğini temsili kabul eden UNIFEM verilerine göre, ülkede ücretli kamu işçisi bir kadın, ev işlerine haftada ortalama 30 saat ayırırken, erkek ücretliler için bu süre 9 saati bulmuyor. Bu ise toplam kadın iş gününü haftada 73.4 saate çıkartmakta. Erkek kamu işçilerinde bu süre 56.2 saat. (UNIFEM, Progress of the World’s Women, 2005. Women, Work and Poverty.) Avustralya’da ev işlerine ayrılan süre, kadınlar için 33 saat 45 dk., erkekler için ise 18 saat 20 dk. (http://www.abs.gov.au/AUSSTATS/abs@. nsf/Lookup/4102.0 Main+Features40Marchyüzde202009. ) Kanada’da ise kadınlarda 50.1 saat, erkeklerde 24.4 saat. (http://www.statcan.gc.ca/pub/89-503-x/2010001/article/11546/tbl/tbl006-eng.htm)
  8. İşte bu sektörün “şampiyonları” ve yıllık ciroları: 1. Çin:73 milyar USD; 2. İspanya: 26.5 milyar USD; 3. Japonya: 24 milyar USD; 4. Almanya: milyar USD; 5. ABD: 14.6 milyar USD; 6. G. Kore: 12 milyar USD; 7. Hindistan: 8.4 milyar USD; 8. Tayland: 6.4 milyar USD; 9. Filipinler: 6 milyar USD; ve dünya 10.su, Türkiye 4 milyar USD. (Havocscope, Global Black Market Information, http://www. havocscope.com/prostitution-statistics/)
  9. “Aslan payı, 5 milyon fahişe ile Çin’de… Türkiye, 118 bin fahişeyle listede 9. Sırada. (a.y. http://www.havocscope. com/number-of-prostitutes/)
  10. “İsveç’te Kadına Şiddet Çarpıcı Seviyede”, 6 Aralık 2013… http://www.trthaber.com/haber/dunya/isvecte-kadin-siddet-carpici-seviyede-111348.html.
  11. ‘The Forbes’ dergisinin yayınladığı, “Dünyanın En Zenginleri 2015” listesinde yer alan 1826 kişinin toplam kişisel serveti, 7.05 trilyon dolar. (http://www.cnnturk.com/fotogaleri/ekonomi/dunya/forbes-2015in-milyarderlerini-acikladi?page=5) Bu yekûn, dünyanın en yoksul 17 ülkesinin toplam gayrısafi yurt içi hasılasına denktir!

Gazetecilik suç değildir!

Gazeteciler, “Nöbetçi genel yayın yönetmenliği” yapmak için, ‘Hepimiz yayın yönetmeniyiz, bu suça ortağız.’ diyerek Özgür Gündem Gazetesi’nde bir araya geldi.

Gazeteci Arzu Demir’ın okuduğu, 21’inde yapılan basın açıklamasında, 100’ü aşkın gazetecinin nöbetçi yayın yönetmenliği görevini devralmaya hazır olduğu belirtildi. Demir; hukuk, demokrasi, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve halkın haber alma hakkı ile bağdaşmayan tutuklamaları kınadıklarını belirterek: “Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin’in derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. Özgür Gündem Gazetesi ile dayanışma içerisinde olduğumuzu, nöbetçi genel yayın yönetmenliği görevini devralmaya hazır olduğumuzu duyuruyoruz.” dedi.

Açıklamanın ardından toplanan 108 imza Özgür Gündem Gazetesi’ne teslim edildi.

Can Dündar Dayanışma İçin Özgür Gündem’de

Özgür Gündem ile dayanışmak amacıyla yayın yönetmenliğini devralan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Türkiye Temsilcisi ve Bianet İfade Özgürlüğü Raportörü Erol Önderoğlu ve yazar Ahmet Nesin’nin tutuklanmasına tepki gösteren gazeteci Can Dündar, 50’inci gününde, ayın 22’sinde “Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği” görevini devraldı.

Dündar: “Dünkü tutuklamalar bir mesajdır. Bize ne yapmamamız tebliğ ediliyorsa onu yapacağız ve mücadeleyi daha ileri taşıyacağız.” dedi.

22 Haziran’da Gerçekleştirilen Eylemler:

Ankara

Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde gerçekleştirilen eyleme Özgür Gündem muhabirleri, DİHA, JİNHA, Direnişteyiz.org ve Ankara’da faaliyetlerini sürdüren Ankara Özgür Haber Platformu katıldı. Basın açıklamasını, JİNHA’dan Duygu Erol okudu.

Özgür Gündem ile dayanışma amacıyla nöbetçi genel yayın yönetmeni olmalarının ardından gözaltına alınarak tutuklanan Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin ve Erol Önderoğlu’nun tutuklanmaları protesto edilirken, özgür basın üzerindeki baskılara da değinildi. Birçok muhabiri tutuklanan DİHA’nın, sokağın sesi olan özgür habercilerin tehdit, gözaltı ve tutuklamalara boyun eğmediği vurgulandı.

“Tutuklamalara, soruşturmalara ve infazlara boyun eğmeyen basın emekçileri, yurttaş haberciler ve gönüllü muhabirler olarak; ‘iktidarın değil halkın’ safını , ‘sermayenin değil emeğin” safını, ‘işkencecinin değil, insanlık onurunun’ safını tutmaya devam edeceğiz.” denilen açıklamada, dayanışmayı yükseltme çağrısı yapıldı.

Adana

İHD ve ÇHD Adana Şubeleri, Adana Adliyesi eski binası önünde basın açıklaması düzenledi. “Özgür Basın Susturulamaz” pankartının açıldığı eylemde, ÇHD Adana Şubesi adına konuşan Avukat Sevil Aracı Bek, siyasi iktidarın kendisine muhalif olan sesleri kısmak ve gerçeğin üstünü kapatmak için tutuklamaya başvurduğunu belirtti.

Mersin

Mersin’de ise İHD üyeleri, Özgür Çocuk Parkı’nda tutuklamalara ilişkin basın açıklaması yaptı. “Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin, Erol Önderoğlu’na Özgürlük, Tutuklamalar Son Bulsun” pankartı açılırken, açıklamaya çok sayıda STK katıldı. “Baskılar Bizi Yıldıramaz”, “Özgür Basın Susturulamaz” sloganları atılırken; açıklamayı yapan İHD Mersin Şube Sekreteri Özgür Çağlar, son süreçte Türkiye’de halkların kirli ve yakıcı bir politika içine alındığını söyledi.

Çağlar, yayını engellenen gazetelerle dayanışmanın temel bir hak olduğunu, tutuklama ve baskıların özgür haber alma hakkını engellediğini kaydetti. Çağlar; Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin ve Erol Önderoğlu’nun bir an önce serbest bırakılmasını istedi.

Van

Şube binasındaki eyleme; İHD, TÜYAD-DER, SES ve MHD katıldı. Şengal Kadın Parkı’nda gerçekleştirilen açıklamada, “Basın Özgürlüğü Engellenemez”, “Bu Utanca Dur Demek İçin Alandayız” dövizleri taşındı.

İHD Van Şube Sekreteri Fevzi Çakmak: “Basın toplumun kulağıdır, sözcüsüdür, aynasıdır.” dedi.

Diyarbakır

Diyarbakır’da; İHD, MHD, TBB, TUHAD-FED, KESK, TİHV binasında bir araya gelerek tutuklamaları kınadı.

İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Raci Bilici; Şebnem Korur’un bir bilim insanı olarak, dünyada insanlığa karşı işlenmiş suçları ortaya çıkarmak için çalışmalar yürüttüğünü söyleyerek her zaman mağdurların yanında yer aldığını belirtti. Bilici, onurlu bir yaşamı savundukları için tutuklanan arkadaşlarının haklarını savunacaklarını ve insanların haber alma hakkını gerçekleştiren gazetecilere sahip çıkacaklarını vurguladı.

Diyarbakır Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Cihan İpek de, yargının siyasi amaçlı ve güdümlü çalışmalarından vazgeçmesi çağrısında bulunurken; Türk Tabibler Birliği Merkez Konsey Üyesi Şeyhmus Gökalp ise Şebnem Korur’un hak ihlallerini ortaya çıkardığı için, Cizre bodrumlarında yanan çocuk çenesi gördüğünü söylediği için tutuklandığını söyledi. KESK dönem sözcüsü Saliha Zorlu ise emek ve demokrasi mücadelesi veren herkesin yanında olduklarını belirterek, mücadeleyi yükselteceklerini söyledi.

TİHV kurucularından Selim Ölçer de; Türkiye’de insan haklarının ayaklar altına alındığını vurgulayarak, iktidarın zulmü artıkça sonunun da çabuk geleceğini kaydetti. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Fedarasyonu (TUHAD-FED) Eş Başkanı Mehmet Temizyüz, savaş karşı olan seslerini bastırmak ve susturmak için bu tutuklamaların yapıldığını söyledi.

Batman

Eyleme, insan hakları savunucuları ve avukatlar katıldı.

İHD Şube Başkanı Mehmet Bağatır; yapılan tutuklamaların keyfi olduğunu ifade ederek, şunları söyledi: “İfade özgürlüğü hakkını kullanan ve hak savunucusu olarak basın özgürlüğünden yana tutum alan arkadaşlarımızın tutuklanmalarını kınıyoruz. Türkiye, 7 Haziran 2015 tarihinden beri fiili başkanlık modeli adı altında kendi anayasasını bir kenara itmiş ve tamamen otoriter bir yeni yönetim anlayışı ile yönetilmeye devam etmektedir. Elbette bunun sorumlusu siyasal iktidarı kullanan Cumhurbaşkanı ve AKP’dir.”

Direnisteyiz3.org, ANF

İstanbul’da Onur Haftası

AKA-DER Toplumsal Cinsiyet Atölyesi 19 Haziran 17.00’da kitle ile beraber toplanma noktası olan Mis Sokak’taydı. Devletin her müdahalesinde gösterilen direniş Gezi ruhunu anımsatmaktaydı.

İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği tarafından yapılan basın açıklamasında; ‘Bu yıl 7.’sini düzenlediğimiz Trans Onur Haftası Orlando katliamının hüznü ve öfkesi gölgesinde başladı. Katliamın yasını bile tutamadan başlayan tartışmalar toplumda yaratılmaya çalışılan nefret kültürünün geldiği boyutu göstermek adına önemli bir yerde durmaktadır. Cihatçıların, selefi grupların basın ve sosyal medya üzerinden yaptığı katliam çağrıları Valiliğin yasak kararı ile birbirini tamamlamış ve aralarındaki iş birliğini ortaya çıkarmıştır. Yapılan katliam ve engel çağrılarına işlem başlatmayan devlet yetkilileri tehditvari açıklamalar ile bu katliamcı grupları desteklemiş yürüyüşe katılmak için anayasal haklarını kullanmak isteyen insanları ise hedef göstermiştir. Bizler bu işbirliğini Sivas’tan, Maraş’tan biliyoruz! Bizler bu işbirliğini Suruç’tan, Amed’ten, Ankara’dan biliyoruz! Bizler bu işbirliğini trans cinayetlerinden ve katillerle çekilen fotoğraflardan tanıyoruz!’’ ifadeleri yer aldı.

Saat 19.00 civarlarında eylemin sonlandığı söylendi. Fakat hemen ardından ’sokakları terk etmeyeceğiz’ kararı Trans Onur Yürüyüşü’nün Gezi ruhunu anımsatmasının en büyük sebeplerinden biriydi. Devletin tüm müdahalelerine rağmen sloganlarla, gökkuşağı bayraklarıyla direniş sokaklarda devam etti. Trans Onur Yürüyüşü’nün ardından Kaos GL, LİSTAG, Pembe Hayat ve SPoD, Trans Onur Yürüyüşü’ne ilişkin hak ihlalleri raporu yayınladı.

AKA-DER Toplumsal Cinsiyet Atölyesi 25 Haziran günü 15.00’da ‘’Onur Yürüyüşü; Nasıl Bir Mücadele Vermeliyiz?’’ konulu panelini gerçekleştirdi.

Panelde konuşmacılardan Pınar Arkan; ‘’Saklanmanın en iyi yolu fazla gözükmektir’’ diyerek kendini keşfedişini, çocukken neler hissettiğini anlattı. Lise yıllarında ‘’ben kimim’’ diye düşünerek ‘’nasıl mücadele vermeliyim’’ sorusunun cevaplarını bulduğundan ve ‘’siz kendinizi ispat etmeye çalıştıkça kapitalizm karşınıza bazı kurallar koyuyor;
LGBTİ’ler sadece modacı veya sanatçı olmalı, ne kadar paran varsa o kadar kadınsın’’ ifadeleriyle sistemin baskılarından, dayattıklarından bahsetti. ‘’Bir süreden sonra da varlığınız bile bir direniş oluyor’’ diyerek konuşmasını sonlandırdı.

Bir diğer konuşmacı olan Bulut Arslan ‘’LGBTİ’siz devrim olmaz, devrim olmazsa LGBTİ’ler kurtulmaz’’ ifadesi ile konuşmasına başladı. AKA-DER Toplumsal Cinsiyet Atölyesi’nin oluşumundan, perspektifinden ve nasıl bir mücadeleyi savunduğundan, gerekli gördüğünden bahsetti. Aynı zamanda LGBTİ mücadelesine geç kalındığı için özeleştiri verdi.

Konuşmacılardan Atakan Ağtaş ise heteroseksizmi tanımlayarak konuşmasına başladı. ‘’Bizler varlığımız ile politiğiz, bizler Kürdistan’ın Anadolu’nun her yerinde var olan insanlarız. Bu yüzden meseleye sınıf mücadelesi olarak bakmalıyız’’ ifadelerini kullandı. Panelin ardından katılımcılar sorularını sordu ve sorular cevaplanarak panel sonlandırıldı.

Onur Haftası Komitesi’nin ‘’Beyoğlu Sokaklarında Birbirimize Kavuşacağız’’ açıklaması ile 26 Haziran günü 17.00’da 3 ayrı noktada basın açıklaması yapıldı. Tel Sokak’ta içlerinde AKA-DER’in de bulunduğu kitlenin okuduğu metinde; ‘’Bugün bu basın açıklamasını okumamızın sebebi, 14. LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasıdır. Yürüyüşü engelleyenler, bize ’toplumun hassasiyetleri’ni mazeret göstermiştir. Oysa gözetilen toplumun değil, iktidarın hassasiyetleridir. Toplum bizden başkası değildir.’’ ifadeleri yer aldı.

Ardından ‘’sokaklara dağılıyoruz’’ dendi ve Öğüt ve Mis Sokak başta olmak üzere birçok sokakta LGBTİ’ler sloganlar atmaya devam etti. Tüm müdahalelerin ardından kitle tekrar bir araya geldi. ‘’Geç saatlere kadar bir arada kalacağız ve sokakları bırakmayacağız’’ açıklaması yapıldı. Bu sırada İstiklal’de birkaç kişinin gökkuşağı renkleriyle boyadığı yerleri polisler gözaltına aldı ve ardından sulama aracı ile boyalı yerleri temizlediler.

Hiçbir düşleri yarım kalmayacak!

Bir sıkılı yumruk binlerce yürek barındırır içinde. Köşe başında uyuyan bir mülteci çocuğun yüreğini, şiddete maruz kalmış bir kadının yüreğini, parasızlıktan tedavi olamayan bir hastanın yüreğini, hayatı çürümüş düzenin çürümüş halatına bağlanan bir işçinin yüreğini, en çok da güneşe uğurlanan sayısız yoldaşın yüreğini. Artık atmayan kalplerin yeni yuvasıdır yoldaşlarının sıkılı yumruğu.

Direnerek ölenler, devrimci ölenler, yaşamı ilmek ilmek örenler, yükselttikleri yapıda yapıyı emanet ettiklerinin önünü aydınlatarak yaşamaya devam ederler. Asıl ölüm sessiz kaldığında bulur insanı, pes ettiğinde; insan, insanlığından vazgeçtiği anda ölür.

Güneşe gidenler ise bir parçasını bırakıyor her birimize. Eksilirken çoğalıyoruz; Büşra’nın gözlerindeki umuda uyanıyoruz, gazete satarken Şebnem’in gülüşü yüzlerimizde, Suphi’nin hayallerini katıyoruz hayallerimize. Şafak’ın sevgisini büyütüyoruz. Cebo’nun öfkesiyle yürüyoruz düşmanın üzerine, Aziz olup haykırıyoruz barikat başında “Yoldaşlar, ayakkabılarımızın bağcıklarını sıkı bağlamalı, saatlerimizi devrime ayarlamalıyız!”

Yapı yükseliyor; bunca yere düşmüşlerden yenilmez bir hayat doğuyor.

Hiçbir düşleri yarım kalmayacak!

“bekleyin

yakında biz geleceğiz;

asfalt yoldan marşlarla ineceğiz.”

Kaldıraç Okuru Öğrenciler