Pekiyi ya isyancı Kazım’dan sonra biz?!*

“Birbirimizi anlamamız için, aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra, hepimiz aynı şarabız…”

“Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem…”

“Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii; ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur…”

“Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti…”

“Sizin için ucuz olan nükleer enerji değil, insan hayatıdır…”

“O çayı içen biri geri zekâlıdır… Ben kendi zekâmla ve felsefemle ölümü, hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim, her şeyi yapabilirim. Peki benim köyümdekiler, anasının kuzusu çocuklar, 16 yaşındaki kız o neyi düşünsün, hangi felsefeyi düşünsün? Onun annesi hangi felsefeyle acısını yumuşatsın? Sen kimsin, o acıları onlara tattırabiliyorsun? Bu ülkenin politikacılara, yalancılara ihtiyacı yok. Kendi onuruna sahip çıkmış, kendi kişiliğine sahip çıkmış hâline ihtiyacı var…”

“Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamak için savaşmak zorunda değiliz…”

“Kürdüm dedim hadi lan bölücü dediler!

Laz’ım dedim hadi lan devşirme Rum dediler!

Çerkez’im dedim hain Ethem’in torunları dediler!

Alevîyim dedim dinsiz Kızılbaş dediler!

Êzîdîyim dedim Yezidin pis soyu dediler!

Arabım dedim pir yobazlar dediler!

Ben dedikçe onlar da bir şey dediler; İnsanım diyecektim ama insanlığa ait her şeyi yok ettiler…”

“Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik değil, sevgi denen şey herhâlde. Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır, tüm topraklar da memleketimizdir. Şimdiye kadar verdiğim bütün mücadele ve rahatsızlık için kimseden özür dilemiyorum ve yaptığım her şeyden de gurur duyuyorum. Bundan sonra da hayatım ve sağlığım nereye giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli bir herif olmaya devam edeceğim,” derdi…

O Kazım Koyuncu’ydu…

* * * * *

Karadeniz’in isyancı çocuğu Kazım Koyuncu’yu kaybetmemizin üzerinden 10 yıl geçti.

Hakikati savunmanın ve onun sanatını yapmanın coşkusuyla yaşayan Kazım, “Şarkılar sistemden daha güçlüdür. Hayatın sonuna kadar kalabilirler” demişti.

Derelerin dili, isyanın sesi Kazım’ın inançları, özlemleri ve güzellikler yaratan şarkıları da hâlen yaşıyor.

Dünyanın ilk Lazca rock grubunun kurucularından Koyuncu, halkın sorunlarını şarkılarında dile getirmenin yanısıra, halkların dostluğuna olan inancı ile de Karadeniz’in bildik müzisyenlerinden çok farklı, örnek bir sanatçıydı.

İlk konserini Amed’de verecek kadar halkların eşitliğine ve kardeşliğine inanan bir devrimciydi. Kendisini, Karadeniz halklarının çok geç anladığını çeşitli röportajlarda dile getiren Koyuncu’nun kişiliği ve eserleri, çoğu sanatçının başına geldiği gibi, öldükten sonra anlaşılmaya başlandı.

O, Karadeniz’in ezber bozan çocuğu olarak da biliniyordu. Babası Cavit Koyuncu da yakınlarının çağırdığı adıyla Dina Kaki Kazım’ı anlatırken en çok bu yönüne dikkat çekip ekliyordu: “Kimseyi üzmemek şiarı edinmişti sanki… Küçüklüğünden beri karakteri ile herkese örnek oluyordu. Kimseye asla bir yanlışı olmazdı. Çocukken de öyleydi, gençken de öyleydi. Kimseye asla ters bir davranışı olmazdı. Biz hayret ediyorduk ona… Oğlum, sistemi hep sorgulardı, haklılık payı vardı söylediklerinde. Oğlumla hep gurur duydum, birçok kez haklı buldum…”

Hemen her röportajında Çernobil faciasına dikkat çeken, Karadeniz’de artan kanser vakalarının araştırılması gerektiğinin altını çizen Koyuncu’nun ve Karadeniz halklarının bu talebi, hâlen gerçekleşmiş değil.

Baba Koyuncu da, kanser vakalarının artışına ilişkin açıklama yapılmamasının nedenlerinden en önemlisinin yetkililerin gerçeklerin su üzerine çıkmasını istememesine bağlıyor; ve “Gerçekler öğrenilsin istemiyorlar… Oğlum yaşasaydı, gerçeklerin ortaya çıkması için, Karadeniz için mücadelesine devam ederdi. Oğlum gerçekleri söylüyordu,” diyor.

* * * * *

Artvin’in Hopa ilçesine bağlı Pançol (Sugören) köyünde 7 Kasım 1971’de doğan Karadeniz’in asi çocuğu müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı. İstanbul’a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşmaya başlayan Kazım Koyuncu, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden siyasi gerekçelerle ayrıldı.

Profesyonel müzik hayatına 1992 yılında henüz 20 yaşında iken Ali Elver ile ‘Dinmeyen’ müzik grubuyla başlayıp, 1993’te Mehmedali Barış Beşli ile birlikte ‘Zuğaşi Berepe/ Denizin Çocukları’ rock müzik grubunu kurdu. Bu grupla 1995’te ‘Va Mişkunan/ Bilmiyoruz’, 1998’de de ‘İgsaz/ Gidiyor’ isimli albümleri yaptı.

1999 yılında grubun dağılması ile birlikte müzikal yaşantısını tek başına sürdürdü. 2001 yılında ilk solo albümü ‘Viya’yı; Nisan 2004’te de ikinci solo albümü ‘Hayde’yi çıkardı.

26 Nisan 1986’da Ukrayna’nın Kiev yakınlarında bulunan Çernobil kasabasındaki nükleer santralde meydana gelen patlamanın ortaya çıkardığı radyoaktif etkiler nedeniyle kanser hastalığına yakalanan Kazım Koyuncu 25 Haziran 2005 tarihinde hayatını kaybetti.

33 yaşında yaşama veda eden Kazım Koyuncu şarkıların önemine ilişkin, “Şarkılar politikadan, kurumlardan, sistemden daha güçlüdür. Hayatın sonuna kadar kalabilirler, temizdirler ve birçok güzel şeye sebep olabilirler,” demişti…

“Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik değil, sevgi denen şey herhâlde. Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır, tüm topraklar da memleketimizdir,” diyen O; coğrafyamızdaki her etnisitenin, her mezhebin, her dilin derdini dert edinmişti; hem müziği, hem de mücadelesi ile…

Kazım Koyuncu’nun ölümü ile, Karadeniz’de yaşayan birçok insanın da ölümüne sebep olan Çernobil nükleer faciası ile son yıllarda Karadeniz Bölgesi’nde belirgin oranda artış gösteren kanser hastalığı arasındaki ilişki yeniden gündeme taşındı.

ANAP’ın kurucularından olan ve Çernobil faciası sonrası çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını kanıtlamak için kameralar önünde çay içen eski bakan Cahit Aral gibi AKP iktidarı da, bu tehlikeyi hayata geçirmek konusunda hâlâ ısrarcı.

Kazım Koyuncu, herkesin yakalanabileceği basit bir hastalıktan hayatını kaybetmedi. Koyuncu, dünyada ve Türkiye’de kâr hırsıyla, her türlü tehlikeli uygulamaları hayat geçirmek konusunda ısrar eden güç ve kazanç sarhoşluğuyla insanları öldürmekten geri durmayan muktedirler tarafından öldürüldü. Mevcut iktidar da, ne tür facialara yol açabileceğini dünyada birçok örnekle gördüğümüz ve bildiğimiz nükleer santrallerin faydalarından bahsetmeye ve projelerini hayata geçirmeye devam ediyor.

Kazım, bazıları için çok iyi bir müzisyen, bazıları için iyi bir insan, bazıları için mücadeleci bir hemşeri, bazıları için ise isyanın sesiydi.

Ve “Karadeniz’in göğsünde kopan fırtınanın içinde yelkenine sarılmış rüzgârıyla Kazım Koyuncu, çok sevdiği topraklarının celladı Çernobil’e yenik düştü… Yaşamı boyunca memleketine yapılanlara sessiz kalmamış, hatta siyasi sivriliği yüzünden fakülteye devam edememiş Koyuncu’nun şarkıları, türküleri, isyanı ve mücadelesi, bugün katledilen topraklarında hâlâ yankılanıyor”ken;[2] “Şarkılar orada, onlar kendini anlatır zaten” diyen O; “Mütevazı ve samimiydi: İçinden geleni yapıyordu. Eklektik değildi, hissediyordu…”[3]

* * * * *

Pekiyi ya Ondan sonra biz? Biz ne yapıyoruz şimdi nükleer çılgınlığın orta yerindeki yerkürede ve Akkuyu’lu, Sinop’lu coğrafyamızda?…

Siz bakmayın sahibinin sesi Rasim Ozan Kütahyalı “Nükleer santraller kurmak zorundayız,” derken; Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’nin, Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapımı konusunda, “Dış güçler Türkiye’nin nükleer santral yapmasını engellemeye çalışıyor,” diye eklemesine!

Pelin Cengiz’in, “Nükleer santral çözüm değil ölüm getiriyor”; Doğu Ergil’in, “Nükleer enerji bir zorunluluk değildir,” notunu düştükleri koordinatlarda AB Komisyonu’nun enerjiden sorumlu üyesi Günther Öttinger, nükleerin kontrolden çıktığı vurgusuyla, “Kıyametten söz ediliyor… Bu sözcüğün doğru seçildiğini düşünüyorum,”[4] diye betimlediği tabloda; “Nükleer enerji yeterince tartışıldı mı?… Nükleer enerji konusu sadece siyasal tercih konusu değildir. Toplumun tüm kesimlerini yakından ilgilendiriyor. Gelecek tasarımı konusunda hâlâ ‘Kervan yolda düzülür’ felsefesine sahip olduğumuz için gelişmenin de ardından koşuyoruz.”[5]

Bu müthiş bir tehdittir! Örneğin AKP’ce halktan saklanan Akkuyu’da nükleer “sır” gibi bir çok veçhesi vardır…

Mersin’de 1. İdare Mahkemesi, Enerji Bakanlığı’ndan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA), Akkuyu’daki nükleer santral projesi için Türk Hükümeti’ne Şubat 2014’te teslim ettiği misyon raporunu isterken; bakanlık şimdiye kadar halktan gizlediği raporu mahkemeye vermeyi de reddetti. Projeyle ilgili eleştirilerin sıralandığı rapor, Türkiye’nin nükleer sırrına dönüştü!

AKP hükümetinin “devletin güvenliği”ni gerekçe gösterip mahkemeden bile gizlediği Akkuyu nükleer santraline ilişkin UAEA’nın hazırladığı rapora göre, Enerji Bakanlığı’na, 2014’ün Şubat ayında teslim edilen ‘Entegre Nükleer Altyapı Gözden Geçirme’ (INIR) misyon raporundaki tavsiye ve önerilerin neredeyse hiçbirinin gerçekleşmediği ortaya çıktı!

Evet Akkuyu nükleer santralı için hazırlanan tartışmalı Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda, radyoaktif salım envanterindeki verilerin yanlış olduğu ortaya çıktı. Raporda santralın çalışması sırasında çevreye yayılan 23 radyoaktif izotopa yer verilirken bunların toplam miktarının 2 katına denk gelen çok tehlikeli “karbon 14” ve “trityum” bulunmuyor. Yani ÇED raporunun radyoaktif salınım envanterindeki veriler yanlış. Envantere alınmayan bu iki radyoaktif maddeden biri olan trityum insan vücuduna girdiğinde bütün organları doğrudan etkiliyor.[6]

Bu bir felakettir! Çünkü Türk Tabipleri Birliği, onaylanan nükleer ÇED raporunda 1980’li yılların verilerin kullanıldığını, radyasyonun kanser etkileri göz ardı edildiğini, iş güvenliği tedbiri alınmadığını, tarım ve ekosistemler üzerindeki etkiler değerlendirilmediğinin altını çizerken; 2009’da Rus Devlet Atom Enerjisi Kurumu Rosatom’un, Belarus’a yapmayı planladığı nükleer santrala karşı çıktığı için “toplum düzenini bozmak”la suçlanıp tutuklanarak, yedi gün içeride kalan nükleer enerji mühendisi Andrey Ozharovskiy, “Türkiye deneme tahtası olacak,” diyor. Dikkat: Ozharovskiy’nin karşı çıktığı, hiç denenmemiş VVER-1200 tipi reaktörlü santralın aynının Akkuyu’ya yapılması planlanıyor![7]

Denilebilir ki yeni bir Çernobil (ya da Fukuşima) eşikte!

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kayıhan Pala tarafından -Kazım Koyuncu’nun kanserden ölümünün ardından- 1-30 Eylül 2005 tarihleri arasında Hopa’da gerçekleştirilen ‘Çernobil Kazası Sonrası Türkiye’de Kanser’ başlıklı araştırmaya göre, Hopa’da yıllık kanser görülme sıklığı erkeklerde yüzbinde 149.5, kadınlarda yüz binde 117.5 olarak ortaya çıktı![8]

26 Nisan 1986’daki Çernobil bu ve daha da fazlası…

‘Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler Birliği’nin (IPPNW) hazırladığı Çernobil felaketinin insan sağlığına etkileri raporuna göre, nükleer serpinti tüm çevre ülkelere yayıldı, Rusya, Belarus ve Ukrayna’ya indi. Bunun yüzde 53’ü diğer Avrupa ülkelerine, yüzde 8’i başta Anadolu olmak üzere Asya’ya ulaştı. Çernobil felaketinden Belarus, Ukrayna ve Rusya’da 9 milyon kişi doğrudan etkilendi. 135 bin kişi tahliye edildi, 400 bin kişi evsiz yurtsuz kaldı.

İnsanlar radyoaktif ışımaya, erken dönem olduğu için de iyot 131’e maruz kaldı. Çocuklarda normalde 1 milyonda bir olan tiroid kanseri görülme oranı iyot 131’in etkisiyle çok yükseldi. Faciadan 10 yıl sonra çocuklarda tiroid kanserinin 58 kat arttığı tespit edildi.

Çernobil nedeniyle 5000 bebek doğrudan öldü. UNSCEAR rakamlarına göre, dünya çapında 30 bin ila 207 bin arasında Çernobil ile bağlantılı genetik hasarlı çocuk var. Toplamda beklenen hasarın sadece yüzde 10’u ilk nesilde görülüyor. IPPNW raporunun ortaya koyduğu en acı gerçek şu ki, çok geniş bir alanı etkileyen Çernobil felaketinin neden olduğu genetik bozukluklar nesiller boyu sürecek!

Ukrayna’da 18 bin kilometrekare tarım toprağı radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Ülke ormanlarının yüzde 40’ı, yani 35 bin kilometrekarelik alan kirlendi. Kazanın Ukrayna’ya maliyeti 2000 yılı itibariyle 148 milyar dolardı. Belarus, 2016’da Çernobil’in ekonomisine etkisinin 235 milyar dolar olacağını tahmin ediyor. Üzerinden 29 yıl geçti ama Ukrayna ve Belarus yıllık bütçelerinin yüzde 5-9’luk kısmını Çernobil’in sonuçları ile mücadeleye ayırıyor.

Belarus’ta yüzde 30, Ukrayna’da yüzde 7 ve Rusya’da yüzde 1.6 oranında kontamine alan mevcut. Çernobil’den etkilenen ülkeler raporda İsveç, Finlandiya, Avusturya, Norveç, Bulgaristan, İsviçre, Yunanistan, Slovenya, İtalya ve Moldova olarak belirtilmiş.

Çernobil’in etkilerini gizleyen sadece Ruslar değil. Türkiye’den doktorlar, bugüne kadar felaketin etkileriyle ilgili bir rapor hazırlayamadığı için araştırmada Türkiye yok. Çünkü, Türkiye kazanın etkilerini gizlemek için kanser istatistiği tutmadı. Yetkililer, “Çernobil’in Türkiye’ye etkisi yoktur,” demeyi adeta görev edindi, çaylar içildi, fındıklar yendi.[9]

Alın size Çernobil!

Bir şey daha: 1986’daki nükleer facianın etkileri ortaya çıkıyor. O dönem çocuk olan Karadenizli erkekler babalık özlemi çekiyor. Operatör Dr. Hakan Özörnek, Çernobil olayına tanıklık eden kişilerin kısırlık sorunu yaşadığını açıkladı. Olaydan en çok erkeklerin etkilendiğine dikkat çeken Özörnek, Karadenizli erkeklerin birçoğunun bu nedenden dolayı normal yollarla baba olamadığını vurguladı![10]

* * * * *

Onlar soyumuzu ve çevremizi tüketiyorlar!

Tam da burada Rollo May’ın, “Birey olarak kimlik bilincini yitiren insanların doğaya aitlik bilincini yitirme eğilimleri de vardır,”[11] sözünü anımsatarak aktaralım: Dünyada yaşamın devamlılığını sağlayan 9 ana etken olduğunu ve insanlığın modern yaşamla bunların 4’ünde sınırı aştığına dikkat çeken Profesör Johan Rockstrom, ekosisteme yüklenen aşırı nitrojen seviyesi, ormanlık alanlardaki büyük kayıp, hızlı iklim değişimleri ve nesli tükenen hayvanlar nedeniyle, “dünyanın artık insanlığa dost değil düşman” bir yer olduğunu belirtti![12]

Ahmet Cemal’in, “Uygarlık düşmanı ‘gelişme’,” vurgusuyla ifade ettiği sürdürülemez kapitalist yıkımla birlikte gezegenin gittikçe kirlendiği, ısındığı ve yakında yaşanmaz hâle geleceği biliniyor. Ekolojik yapının gördüğü zarar; Sanayi Devrimi’nden bu yana enerji üretimi, tarım, ulaşım, ormanların tahribi gibi tekno-endüstriyel bir bütünün temsil ettiği ve belirlediği yaşam/ üretim biçiminin sonucudur.

İş bu merkezdeyken dünyanın sürdürülemez kapitalizm tarafından ne hâle getirdiğini de şöyle özetliyor Ömer Madra: “Gezegen kozmik bir şantiyeye dönmüş durumda. İnsanlık, medeniyet inşaatını dev iş makineleriyle sürdürüyor. Tüm akarsular bentleniyor, nehirler, göller barajlanıyor, dağlar kazılıyor, kayalar çatlatılıyor, denizler taranıyor, deniz canlıları radarlarla tüketiliyor, deniz diplerine, ovalara, dağlara, yaylalara su kuyuları açılıyor, taşocakları, kum ocakları, kömür ocakları çalıştırılıyor, boksit, altın, bakır, koltan madenleri, nadir metaller çıkarılıyor, petrol boruları, katran kumu boruları, doğalgaz boruları döşeniyor, demiryolları, karayolları, köprüler, havalimanları yapılıyor, arklar açılıyor, kanallar kazılıyor, yaylalar düzleniyor, yağmur ormanları kesiliyor, orman tabanları ateşe veriliyor, küller ve molozlar denizlere, derelere, çaylara boca ediliyor, geniş topraklarda dev makineler tek kültür tarımı yapıyor, mahsulü ekiyor, biçiyor, ürünü topluyor, ambalajlıyor, gemilere, kamyonlara, trenlere dolduruyor, satıyor ve aldığı paralarla yeni kazılar, yeni inşaatlar, yeni yollar ve köprüler yapıyor…”

“Nasıl” mı?

Melis Alphan’ın, “Türkiye’nin çevre karnesi baştan aşağı sıfır”; Serdar Kızık’ın, “Çevreyi korumakla ilgili bakanlık, adeta çevre düşmanı”; Pelin Cengiz’in, “Mesele inşaatsa Türkiye’de ÇED teferruattır,” notunu düştükleri coğrafyamıza ilişkin iki hatırlatma yeter de artar bile:

İlki: ÇED raporlarından muaf tutulacak projelerin başında Akkuyu nükleer santralı, İstanbul’a yapımı planlanan 3. köprü ve Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı geliyor![13]

İkincisi: İstanbul’da yapımı devam eden 3. havalimanı ile ilgili davada bilirkişi tayin edilen üç kişiye itiraz geldi. Mahkemelik olan itirazın gerekçesi: Üyelerden biri eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Daire Başkanı, biri “Siyanüre evet” dedi, biri ailesi için jeotermal su ruhsatı başvurusunda bulundu![14]

Bunlar böyleyken şu haberler de coğrafyamız için sürpriz olmuyor:

  1. i) Bodrum’da 1.derece SİT alanı olan ve M.Ö. 5. yüzyıla dayanan Bargylia antik kenti emlakçı aracılığıyla 22 milyon TL’ye satışa çıkarıldı. Satış ilanında antik kent için “full deniz ve göl manzaralı” denildi…[15]
  2. ii) Ordu’nun Fatsa’ya bağlı Engiz tepesinde siyanürle altın çıkarmak isteyen Altıntepe Madencilik hakkında açılan -üç ayda bitirilmesi gereken- davada mahkeme hâlâ yürütmeyi durdurma kararı vermedi. Uzmanlar mahkeme ve valiliğin Fatsa’da siyanürlü madenciliği savunduğunu belirtiyor…[16]

iii) Dicle Nehri, üzerindeki HES ve baraj projeleri yüzünden debisi düştüğü için dere statüsüne alındı. Değişiklik ile nehrin kıyı kenar çizgisine 50 metre mesafeye kadar yapı inşa edilebilecek…[17]

  1. iv) Üçüncü Havalimanı için hazırlanan alan 76 milyon 500 bin metrekare olup bu alanın 61 milyon 720 bin metrekaresi orman alanıdır… 3. Köprü, 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul’un İstanbul’a etkileriyle: İstanbul ormanlarının yüzde 3.65’i kesilecek, kentin su havzaları yok olacak, yaban hayat ve korunması gereken türler tehlike altına girecek…[18]
  2. v) Ataköy sahil şeridindeki tüm parseller inşaat ile doldurulunca sıra denize geldi. Gemilerle taşınan hafriyat kamyonları ile deniz 140 bin metrekare (140 dönüm) doldurularak yeni inşaat alanı ortaya çıkarılıyor. Bu yeni alana konferans, kongre merkezleri ile restoran ve gazinolar inşa edilecek. Kısacası deniz 10 futbol sahası büyüklüğünde yeni bir kara oluşturacak. Yeni doldurulan alanla birlikte denizin 600 metre daha uzaklaşacağı görülüyorken denizde yaşam tükeniyor…[19]
  3. vi) Marmara Denizi can çekişiyor…[20]

vii) Nihayet AKP’li Küçükçekmece eski Belediye Başkanı Aziz Yeniay’ın dahi, “Kentsel dönüşüm şehri yoksullaştırıyor,” itirafıyla betimlenen; Jan Ammundsen’in, “Kentsel dönüşüm, tarih ve yeni arasında dengesi bulunması çok zor olan sorunlar ortaya çıkarır,” notunu düştüğü kentsel dönüşüm yıkımı…

Bu yıkım tablosunu sürdürülemez kapitalizm yaratıyor!

* * * * *

Sadece yıkım mı? Hayır! Çevreyi tahrip edip, kirletiyor bir de!

Hızla sıralayalım!

‘Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) raporuna göre, Türkiye’nin 6 kentinde hava kirliliği için belirlenen eşik değerler 4-5 kat aşılmış durumda. Iğdır, Batman, Afyon, Osmaniye, Gaziantep, Siirt zehir soluyor. Hava kirliliği akciğer kanserinden kalp ve damar hastalıklarına kadar birçok ciddi sağlık sorununa yol açıyor. Türkiye’de her sene hava kirliğine bağlı olarak 20-24 bin insan yaşamını yitiriyor. Diğer bir ifadeyle ise Türkiye’deki her 10 ölümden biri hava kirliliğine bağlı gerçekleşiyor.[21]

Örneğin TÜİK verilerine göre Kocaeli’de vatandaşların yüzde 25.6’sı, yani her 4 vatandaştan 1’i kanser nedeniyle hayatını kaybetti. Kentin yüksek ölüm oranları ile anılması Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun hazırladığı raporu akıllara getiriyor…[22]

Sanayi kuruluşları ile konut alanlarının içiçe girdiği Dilovası’nda, Çerkesli Köyü yakınlarında İmes ile Kimyacılar Organize Sanayi Bölgelerine giden ve yapımı 4 yıl önce tamamlanan asfalt yolun kenarındaki dolgu toprak geçtiğimiz günlerde yağışlar sonucu kaydı. Toprak kayınca, yolun altına hafriyat sırasında içinde siyah renkli toz bulunan yaklaşık 100’er kiloluk onlarca çuvalın yolun altına gömülü olduğu ortaya çıktı. Bölgedeki vatandaşlar, 4 yıl önce bu yol yapılırken hafriyat sırasında kimyasal maddelerin ortaya çıktığını söylerlerken; sanayi kuruluşları ve organize sanayi bölgelerinin yerleşim birimleriyle içiçe girmesi nedeniyle hava ve çevre kirliliğinin alarm seviyelerine ulaştığı Kocaeli’nin Dilovası ilçesindeki dereler de simsiyah akıyor![23]

* * * * *

Tüm bunlarla birlikte yerküreyi de, coğrafyamızı da bekleyen topyekûn bir felaket eşiği var ki, o da, küresel ısınma/ iklim değişikliği krizi…

Bu noktada Sarah Van Gelder’in, “Mahvedici bir iklim krizinden kaçınmamız hâlâ mümkün. Ama İkinci Dünya Savaşı düzeyinde bir seferberliğe ihtiyaç var. Ve ‘Kirli Enerji’ye karşı koymaya,”[24] veya Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden Prof. Dr., M. Levent Kurnaz’ın, “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin yeni raporundan çıkan sonuç iklim biliminin çıkarımlarını yansıttığından, olası kötü sonuçları engelleyebilmek için harekete geçmek ahlâki bir sorumluluk hâlini alıyor,” türünden palyatif beklentileriyle bir şey yapılması mümkün değildir!

Çünkü ‘Stockholm Resilience Center’ın verilerine göre, insanlık dünyanın kendisine verebileceği kaynaklardan daha fazlasını tüketiyor ve buna göre de, insanlık en az 4 alanda kritik bir döneme girmiş durumda. İnsanlık için sorunlu olarak addedilen 4 alan ise iklimsel değişiklikler, doğal kaynaklarda çeşitlilik, toprakların kullanımı ve azot ile fosfor döngüleri olarak belirtiliyor![25]

‘British Columbia Üniversitesi’ tarafından yapılan araştırmaya göre, sadece Batı Kanada’daki buzulların yüzde 90’ı bu yüzyılın sonuna kadar eriyecek ve bölgede yaşayan tüm canlı türleri ya başka bölgelere göç etmek zorunda kalacak ya da nesilleri tükenecek![26]

Ve 2011’deki NASA araştırması buzulların hızla erimekte olduğunu ortaya koyarken;[27] 2012 Temmuz’undaki NASA gözlemleri de Grönland’ın buzlarının da daha önce görülmeyen oranlarda eridiğini saptadılar…[28]

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) araştırmaları Batı Antarktika’daki ‘Larsen B’ buz sahanlığından kalan son bölümün 2020’ye kadar yok olacağını ortaya koydu. Buz sahanlığı, buz tabakasının okyanusa açılan karaya bağlı uzantısı anlamına geliyor. Araştırmanın sonuçları bir zamanların en sağlam buz sahanlığının, içinde bulunduğumuz 10 yıl sona ermeden yok olacağına işaret ediyor. Buz sahanlıklarının eriyerek yok olması, deniz seviyesinde meydana gelecek hızlı yükselmeyle birlikte buzulların su altında kalması manasını taşıyor…[29]

Bilim insanları dünyadaki ısınmanın 2°C’nin altında kaldığı sürece deniz seviyesinin yükselmesi gibi felaketlerin önüne geçilebileceğini düşünüyorlardı. Fakat son bulgular, 2°C’lik artışa ulaşmadan da dünyanın hızlı bir iklim değişikliği dönemine girebileceğini gösteriyor. Bütün bunların altında üç temel geri besleme mekanizması yatıyor: i) Eriyen buzul sularının denizlerdeki akıntıları değiştirmesi; ii) Eriyen permafrosttan atmosfere salınan metan ve karbondioksit; iii) Dünyadaki buzulların yok olması![30]

Evet dünya giderek eriyor! Isınmayla birlikte denizlerin genleşmesi ve buzulların erimesiyle 1880’den 2000 yılına kadar deniz seviyesi 21 cm yükseldi…

Araştırmalar 1850’den beri dünyadaki ortalama sıcaklıkların 1 derece arttığını gösteriyor. Bunun nedeni havaya karbondioksit, metan ve nitroksit gazlarının salınımının artması. Ortalama artış 1 derece olsa da her bölge farklı özellik gösterip farklı bir artış yaşıyor. Örneğin Kuzey Kutup bölgesi diğer bölgelere göre daha çok ısınıyor. Kuzey Kutbu’ndaki buz kütlelerini araştırarak geçmiş süreçte havanın geçirdiği değişimleri anlayabiliyoruz. Verilere göre eğer bu şekilde dünyanın ısı dengesi bozulmaya devam ederse sıcaklıklar 4 derece daha artmış olacak…

Küçük bir değer gibi görünen 1 derecenin, dünya üzerinde oldukça büyük etkileri var. 1941-2004 yılları arasında Alaska’da büyük bir hızla çokça buz eridiği gözlemlendi. Hızla erimenin sonucu olarak birçok yer, sular altında kalabilir. Sadece Alaska’da değil, tüm dünyada bu sıcaklık artışının etkileri görülüyor ve sıcak hava dalgaları, su baskınları ve kasırgalar gibi olağanüstü durumlar oluşuyor. 1880’den beri deniz seviyesinde 21 cm yükselme gözlendi. Bunun iki sebebi bulunuyor. Birinci nedeni artan sıcaklıkla denizlerin genleşmesi, ikincisi ise buzulların erimesi…

Bu yükselme 1920-2000 yılları arasında yılda 0.8 mm, 2010-2010 yılları arasında 1.6 mm iken şu ana 2.8 mm’yi buldu. Şu anda donuk hâlde bulunan kutuplar erirse su seviyesi 58 cm daha yükselecek. PIK’in verilerine göre şimdi sera gazları salınımını durdurursak sıcaklık ve erime değerleri tekrar normale dönebilir fakat 100-200 yıl sonra bu, istesek bile imkânsız olacak!

Ulaşılan koordinatlarda 2014’ün Kasım’ında Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) sekiz yüzü aşkın bilim insanının 13 ay süren çalışmaları sonucunda, bugüne dek hazırlanan raporların biraraya getirilmesiyle oluşturulan V. Değerlendirme Raporu’nda iklimin nasıl değiştiğiyle ilgili durum değerlendirilmesi yapılıp; değişikliğe neden olan unsurlara, değişikliğin gezegenin ve insanların üzerinde yaratacağı etkilerle birlikte şunlara dikkat çekiliyor:[31]

 

İKLİMDEKİ DEĞİŞİKLİKLER NEDENLERİ ETKİLERİ
• Havaküre giderek ısınıyor.

• Okyanuslar giderek ısınıyor ve asit düzeyi her geçen gün daha da artıyor.

• CO2 satımları kürsel ısınma ve okyanuslardaki asitlenmenin en önde gelen nedenlerinden biri ve salımlar giderek artıyor.

• Metan gazı satımları ısınmaya yol açan ve miktarı giderek artan en önemli ikinci unsur.

• 1950’den bu yana sıcaklıklarda meydana gelen artışın hemen hemen tümü insan kaynaklı.

• Sıcaklık artışına yol açan hemen hiçbir doğal kuvvet yok.

• CO2 salımlarına yol açan en önemli insan kaynaklı unsurlar arasında fosil yakıt tüketimi, çimento üretimi ve petrol üretimi kapsamında gazların yakılması (“tutuşturma”) yer alıyor.

• Deniz düzeyleri giderek artan bir hızla yükseliyor.

• Buzullar eriyor, buz örtüleri giderek inceliyor ve Kuzey denizindeki buzlar yok oluyor.

• Kutuplardaki donmuş kara parçaları (permafrost) çözülüyor.

• Kuzey Amerika’da kar yığını azalıyor.

• Soğuk gündüz ve gecelerin sayısı giderek azalıyor.

• Sıcak gündüz ve gece sayısı giderek artıyor.

• Sıcak dalgalarının giderek artması ve daha uzun süreli olması bekleniyor. Sağanak ve kar fırtınalarının daha sıklıkla ve daha yoğun yaşanması bekleniyor.

•Yağışların genelde kutuplara yakın bölgelerde ve Pasifik’in ekvator bölgesinde artması, orta enlemlerde kurak bölgelerin daha kurak ve sulak bölgelerin de daha sulak olması bekleniyor.

• Canlı türleri giderek artan bir hızla yok oluyor.

• Bitkilerin, küçük memelilerin ve okyanus canlılarının büyük bir bölümü değişikliklere yeterince hızlı bir biçimde ayak uyduramıyor.

• Küresel sıcaklık artışının 2 santigrad dereceyi aşması durumunda besin kaynaklarında dünya çapında bir kıtlığın baş göstermesi bekleniyor.

• İnsanlarda sağlık koşullarının her geçen gün daha da kötüye gitmesi bekleniyor.

• Tüm ülkelerde yoksul kesimin bu çekincelerden daha da çok etkilenecekleri belirtiliyor.

• Doğal sistemlerin ve insanların ciddi biçimde zarar görmesini önlemek için tüm dünyanın el ele vererek küresel ısınmayı sanayi öncesi düzeylerinin 2 dereceden az üzerinde tutması gerekiyor.

• Uygulanan hafifletici önlemlerde herhangi bir artış olmaması durumunda, 2100 yılına dek küresel ısınma düzeyinde 4 derecelik bir artış meydana gelmesi daha yüksek bir olasılık.

 

İşte bulardan ötürü artık dört mevsimimiz yok. İklim değiştirildi, bize sadece bahar ve yaz mevsimi kaldı. Yaşadığımız bahar ve yazlar da, eski bahar ve yazlardan farklı!

İstanbul Teknik Üniversitesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Şen, Türkiye’de mevsimlerin yarı kurak ve tropik iklim özelliklerine doğru gittiğini belirterek, “Küresel ısınmaya bağlı 2 derecelik bir sıcaklık artışı var, yani dünyanın sıcaklık ortalaması 15 derece iken 17 derece oldu. Bu artışı 2040-2050’de bekliyorduk ancak günümüzde yaşadık,” diyorken; “Bu seferki küresel ısınma çok daha hızlı,” notunu düşüyor Sinan Ülgen…

Nihayet küresel ısınma kesindir ve 1950’li yıllardan beri iklimde gözlenen değişikliklerin çoğu on yıllardan bin yıllık bir zaman dilimine kadar daha önce hiç görülmemiş düzeydedir. Bu dönemde, atmosfer ve okyanuslar ısınmış, kar ve buz tutarları azalmış, ortalama deniz düzeyi yükselmiş ve sera gazlarının atmosferdeki birikimleri artmıştır.

2012 Aralık’ın da Katar’da düzenlenen ‘BM İklim Zirvesi’nde açıklanan bir araştırmaya göre, sera gazları emisyonları bu hızla artarsa dünya 5 derece ısınacakken; uzmanlar, “Radikal kararlar alınmalı, yoksa geri dönüş imkânsız,” diyor!

* * * * *

Yusuf Gürsucu’nun ifadesiyle, “kapitalist üretim süreçlerinde onbinlerce canlıya soykırım uygulandığı ve soyunun tüketildiği bir gerçek. Tüm canlıları (insan, hayvan, ağaç, bitki) ve bu canlılığı var eden toprak, su ve havayı da köleleştirerek varlığını sürdürmeye çalışan kapitalizm artık yolun sonuna geldi. Ya bu yok ediciden kurtulacağız ve yaşamın devamını sağlayacağız ya da hep birlikte yok olup gideceğiz,” ikilemiyle yüzyüzeyken ve “finis terrae/ Dünyanın sonu” tehdidi eşikteyken tamamlıyorum: “Natura est libra/ Doğa dengedir”; “Natura non faciunt frusta/ Doğa gereksiz iş yapmaz”; “Sufficit ad id natura, quod poscit/ Bizim ihtiyacımız olan her şeye doğa yeter”…

Kimsenin bun(lar)dan şüphesi olmasın!

Ve yeter ki John Bellamy Foster’ın, “İnsan doğanın bir parçasıdır”;[32] Ernest Callenbach’in, “Her şey birbiriyle bağlantılıdır. Her şey bir yere gider. Hiçbir şey sonsuz değildir. Son sözü doğa söyler,”[33] uyarıları “es” geçilmesin!

Elbette Murray Bookchin’in, “Ekoloji hareketi, radikal bir biçimde kapsamlı bir devrim fikrine olan ihtiyacı göz önüne almaksızın, sadece kirlenme ve korunma ile ilgili reformlarda, yani sadece çevrecilikte takılıp kaldığı takdirde mevcut doğa ve insan sömürüsüne dayalı sistemin emniyet subapı olmaktan öteye gitmeyecektir,”[34] saptaması eşliğinde…

Tekrar sorup, tamamlıyorum diyeceklerimi: Pekiyi ya “Dünyanın bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır. Tüm topraklar da memleketimizdir,” gerçeğinin altını yaşamıyla çizen Kazım Koyuncu’dan sonra biz?!

Biz ne yapıyoruz şimdi ekolojik felaket eşiğindeki ve nükleer çılgınlığın orta yerindeki yerkürede, coğrafyamızda?!

 

18 Haziran 2015 11:34:21, Ankara.

 

N O T L A R

[*] 27 Haziran 2015’de Kazım Koyuncu’nun ölümünün 10. yılında, ‘Fırtına İnisiyatifi’nin Ankara Yüksel Caddesi’nde düzenlediği “Sokağa Şarkı Söylüyoruz!” etkinliğinde yapılan konuşma…

[1] Ernest Callenbach, Ekoloji Cep Rehberi, Çev: Egemen Özkan, Sürdürülebilir Yaşam Kitapları, 2. Baskı, 2011, s.31.

[2] Didem Çelik, “Kimse Almasun Karadeniz’i”, Evrensel, 25 Haziran 2014, s.12.

[3] Murat Meriç, “Ben özledum Kâzım’i Ağlasam Ayip midur?”, Birgün, 26 Haziran 2014, s.18.

[4] Günther Öttinger, The Guardian, 16 Mart 2011.

[5] Uğur Gürses, “Nükleer Enerji Yeterince Tartışıldı mı?”, Radikal, 14 Ocak 2013, s.20.

[6] Özlem Güvemli, “Akkuyu’da İzotoplar Sıfırlandı”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2015, s.6.

[7] Ömür Şahin Keyif, “Nükleer Mühendis Ozharovskiy: Türkiye Deneme Tahtası Olacak”, Karşı, Birgün, 25 Nisan 2015… http://www.karsigazete.com.tr/gundem/nukleer-muhendis-ozharovskiy-turkiye-deneme-tahtasi-olacak-h37488.html

[8] “Çernobil Kanser ve Ölüm Kustu”, Cumhuriyet, 18 Mart 2011, s.12.

[9] Pelin Cengiz, “Neden Nükleer Enerjiye Karşıyız: Cevabı Çernobil’de”, Taraf, 26 Nisan 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/neden-nukleer-enerjiye-karsiyiz-cevabi-cernobilde/

[10] İklim Öngel, “Çernobil Spermleri Vurdu”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s.14.

[11] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, Çev: Kerem Işık, 2013, s.67.

[12] “Dünyanın Yarısını Yedik”, Cumhuriyet, 21 Mart 2015, s.24.

[13] Özlem Güvemli, “… ‘Nükleer’ ÇED’den Muaf”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2011, s.6.

[14] Serkan Ocak, “Üçüncü Havalimanı Bilirkişisine İtiraz: Onlar Taraf…”, Radikal, 6 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/ucuncu_havalimani_bilirkisisine_itiraz_onlar_taraf-1373983

[15] Olgu Kundakçı, “Sahibinden Satılık Deniz Manzaralı Antik Kent!”, Birgün, 13 Ocak 2015, s.3.

[16] Seçil Türkan, “Fatsa’da Valilik ve Mahkeme Siyanürü Savunuyor”, Birgün, 3 Mart 2015, s. 16.

[17] “Dicle Nehri ‘Dere’ Statüsüne Alındı, Kıyı İmara Açılıyor”, Birgün, 19 Şubat 2015, s.16.

[18] Olgu Kundakçı, “İstanbul’u Felaket Bekliyor”, Birgün, 26 Mart 2014, s.16.

[19] Ömer Erbil, “Ataköy’e Yarımada!”, Hürriyet, 2 Haziran 2015, s.9.

[20] Mert İnan, “Marmara İşte Böyle Ölüyor”, Milliyet, 20 Mayıs 2015, s.12.

[21] “Her 10 Ölümden Birinin Sebebi Hava Kirliliği”, Birgün, 30 Aralık 2014, s.2.

[22] Hasret Gültekin Kozan, “Kocaeli’de Her 4 Kişiden 1’i Kanserden Ölüyor”, Evrensel, 9 Mart 2015, s.4.

[23] “Dilovası’nda Dereler Simsiyah Akıyor”, Evrensel, 14 Mart 2015, s.2.

[24] Sarah Van Gelder, “Acil İklim Eylem Planı”, Yes! Magazine, 25 Temmuz 2012.

[25] “Geriye Dönüşsüz Bir Noktaya Doğru…”, Gündem, 17 Ocak 2015, s.16.

[26] “Kutuplardaki Buzullar Tükeniyor”, Gündem, 11 Nisan 2015, s.16.

[27] www.nasa.gov/topics/earth/features/thick-melt.html

[28] The Forbes, 5 Temmuz 2012.

[29] “NASA: 10 Bin Yıllık Buz Tabakası 2020’ye Kadar Yok Olabilir”, Hürriyet, 18 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29029102.asp

[30] Scientific American, Kasım 2012.

[31] “İklim Değişikliğim Gözler Önüne Seren 29 Madde”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1448, 19 Aralık 2014, s.15.

[32] John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi, çev: Ercüment Özkaya, Epos Yay., 2002, s.117.

[33] Ernest Callenbach, Ekoloji Cep Rehberi, Çev: Egemen Özkan, Sürdürülebilir Yaşam Kitapları, 2. Baskı, 2011.

[34] Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev:  Abdullah Yılmaz, Sümer Yay., 2014.