Buradan birkaç ara sonuç çıkarmak isteyen olabilir elbette; mesela bir, sol omuzunuzda duran ve görevi günahları yazmak olan meleği çok yormak tehlikelidir. Mesela iki, cennette her erkeğe 4 huri vadedildiğini kim söylemiş ise yanlış söylemiştir, zira bu, Adem’in koltuğunun altından da yaratılmış olsa, 4 kadın ve 1 erkek eşleşmesini çağırır ki, bu durumda yüce yaratının Adem’in koltuğunun altından bir değil, 4 kadın yaratacağı varsayılabilirdi. Öte yandan, bu 4 hurinin, eşitlik ve adalet üzerine kurulu cennetin kurallarına itiraz etme ihtimalleri vardır, zira onlar da tıpkı, cennete gelmeyi hak eden Ademoğulları kadar, cennete girmeyi hak eden Havva kızlarıdır. Cennete giden Havva kızlarının, benzer bir ödüle layık olarak görülme ihtimali ise işi tümden karıştırır. Ve nihayetinde, herkese bir karşı cinsten eş düşer hâle gelir. Mesela üçüncü bir ara sonuç şu olabilir, hem cennette, hem de cehennemde ne olduğunu, ancak bildiklerimiz ile açıklayabiliyoruz, yani hayallerimizle sınırlıdır bunlar ve maalesef hayallerimiz, bizi, toplumumuzu çevreleyen maddi yaşamla (maddi yaşama tarih ve coğrafya kadar, insanın ihtiyaçlarını gidermek üzere gerçekleştirdiği tüm üretimi ve sonuçlarını, bu arada gelişen tüm kültür ve sosyal yaşamı koyarak düşünün) sınırlıdır. Yani ne cennette bilmediğimiz “iyi” ve “güzel” var, ne de cehennemde bilmediğimiz “kötülük” var. Bugünkü bilgilerimiz bunu doğruluyor, gösteriyor.
Elbette bu ara sonuçları çıkarmak isteyenlere bir şey diyecek değiliz. Zira bu tartışmayı başka bir noktaya taşır ki, bizim böyle bir niyetimiz yok.
İnsanoğlunun “bu dünya”daki macerası, yaradanın izni ile, ama aynı zamanda Adem ile Havva’nın, cennetten, “öbür dünya”daki ideal yerden kovulması ile başlar. Bu kovulmanın detayları herkes tarafından biliniyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda din adamları arasında da bir tartışma yok. Yani bu durumu, başka başka yorumlarla ele alan kimse yok.
Sonuçta cennetten, ideal yerden, nimetlerin yatağından, bal ve süt diyarından, adalet eşitlik diyarından, sonsuz isteklerin gerçekleştiği yerden, dünya denilen, maddi yaşam alanına kovulmak, bir açıdan, bir ceza olarak görülebilir ise de, biz bunu bir ceza olarak ele almayalım, daha çok, “haydi, buyur bakalım söz dinlememek neymiş, al ayaklarının üzerine dur, buyur kendi kaderini kendin yaz” sınavı olarak ele alalım.
İşte çiğ süt emmiş insanoğlu, kovulduğu cennetten, bu “kötülük” dünyasına gelince, pişman olup “ben yaptım sen yapma” demek yerine, ayakları üzerine durmaya, kendi kaderini kendisi yazmaya yönelmiştir. Böyle olunca, cennette ne varsa, bunları, bu dünyada var etmeye niyetlenmiş olmalıdır.
Bu elbette, kendi içinde büyük çelişkileri olan bir süreçtir. Çünkü, cennette ne varsa onu buraya taşımak, evet birileri için bu maddi dünyayı cennet hâline getirmek, ne yazık ki, büyük bir çoğunluk için bir cehennem kurmaya neden olmaktadır. Cennet fikri o kadar kutsal, o kadar insanî, o kadar mukaddestir ki, ne yapalım ki, bir kişinin cennet hayatı yaşaması, milyon kişinin cehennem hayatı yaşaması demek olmuştur. Olsun, zira, cennet varsa, cehennem de var olacaktır.
Demek ki, bu dünyada bir cennet kurma isteği, çiğ süt emmiş insanoğlunun aklını başından almış ve milyonları cehenneme gönderme adına, bir cennet kurma başarısını gösterebilmişlerdir.
Bu durumda, okuyucunun ne ara sonuç çıkaracağını bir yana bırakırsak, biz, izninizle bir ara sonuç, hem de önemlisinden bir ara sonuç yazabiliriz: Cennet ve cehennem vardır, bu dünyadadır, bu ölümlü dünyadadır ve ölenler nereye giderler sorusunu bir an için bir kenera bırakırsak, bu dünyadaki cennet ve cehennemde kimlerin var olacağı, adeta bir yazgı gibi belli ve kaderdir. Belki de “fıtrat” denilen şeyin böylece idrakına varabiliriz.
Bu ara sonuçu, sadece aklınızda bulunsun diye not ettik, yoksa, bitirmeye niyetimiz yok, tam tersine, sizin de katkınızla, bu cennet ve cehennemi tasvir etmeye çalışacağız, Öyle hayalden değil, bizzat bildiklerimizden. Hem sonra, hayallerimiz, zaten maddi yaşamımızca sınırlandırılmış değil midir? Mesela yemek dediğimiz zaman, neden hiç görmediğimiz, tatmadığımız, duymadığımız, okumadığımız bir yemeği hayal edemediğimizin gayet de bilincindeyiz.
Nasıl yaşıyorsan, öyle düşünürsün ve nasıl düşünüyorsan, en çok o kadarını yapabilirsin.
Bu çiğ süt emmiş insanoğlunun, nedense bir bölümü, milyonda biri kadar azı, cennet denilen bir dünya kurdular ve aynı havayı soluduğumuz hâlde kalan milyonlarca insan, tam bir cehennem hayatı yaşamaktadır ki, cehennemi anlatan, bugüne kadar bu denli kötüsünü hayal edememişlerdir.
İkinci ara sonuç: Bu da bizim ara sonucumuzdur, okuyucunun bunda bir katkısı yoktur ve bu açıdan ne düşündüğü de önemli değildir: Bu dünyada cenneti kuranların, milyonlar için yarattıkları cehennem, cehennemi anlatan hiçbir kutsal kitabın anlatmadığı kadar kötü, anlatmadığı kadar ağır bir cehennem hayatıdır. Yani yaratan, bu denli bir kötülüğü, ne kadar kötü bir insan olursa olsun, onu ne denli cezalandırmak isterse istesin, onun için bir araya getirmez. Değil mi ki yaratan odur. Elbette onun kudretinden sual olunmaz, ama bu dünyada kurulu cehennem, hiçbir ilahi gücün kendi yarattığı kullarına reva göreceği cinsten değildir.
Öyle bir cennet kurdular ki, anlatmakla bitmez.
Önce güç meselesini çözdüler. Sonuçta kuldurlar ve ilahi bir güçleri olmadığı için, kudretlerinden sual edilebilirdirler. Böyle olduğu için, kudretlerinden sual edilemez hâle gelmek istediler. Bu gücün kaynağını, ilahi bir yerde bulmaları mümkün değil idi. Bu nedenle de bunu, kendileri gibi yaradanın kulu olanlarda, insanlarda buldular. Onları itaat ettirecek bir yol bulmaları gerekiyordu ve bu “güç” bulundu. Bu insanlarda, yaratanın eseri olan sıradan insanlarda, yaratanın sureti olan sıradan insanlarda vardı.
İnsanoğlu, cennetten kovulanların ardından, geçimlerini sağlamak, hayatlarını sağlamak için, iki şey yapmak zorundaydı, biri üremek ve kendi nesillerini çoğaltmak ya da korumak, ikincisi ise kendi geçimini sağlayacak maddi malları üretmek. Öyle ya, yaratan insanoğluna hayal ile doyma gücünü vermedi. İnsanoğlu, yaşamını idame edecek maddi malları üretmek zorundaydı.
Bu maddi malları üretme işi, cenneti bu dünyaya taşıma hayalini kuran gaddar, kurnaz ve zeki insanoğulları ve kızlarına, önemli bir bilgi verdi. Baktılar ki, insanlar çalıştıkça, tükettiklerinden çok üretebiliyorlar. Öyle ise, onların üretecekleri fazlayı sahiplenmek, cenneti kurmak için önemli bir kaynak olacaktı.
Ama bunu doğrudan söylemek de olmazdı. Değil mi ki, kurt denilen canlı da, bizzat Allah’ın yarattığı bir varlık idi. Sadece yiyeceği kadarını almak yerine, sürüye dalıp, gelecek on günün yemeğini de boğazlamak onun “fıtrat”ında yok muydu? Elbette ki vardı. Öyle ise, bu kurdu yaratan, insanoğluna zekânı kullan demek istemedi mi? Hem sonra kurtların yediği kuzuların, yaratanın kendisi için kurban edilmesini istemediğini kim ispat edebilirdi?
Böylece, insanları, fıtratı gereği farklı farklı yaratan, acaba ne demek istemişti? Bu soru, çalıştığının fazlasını üreten ve bunu komüne gönüllüce veren, insanlarla paylaşan insanoğullarının aklına gelmiyordu. Bunda şaşıracak bir şey yok, gelmiyordu, çünkü onların fıtratı böyle idi. Oysa, bazılarının aklına geliyordu ve biraz gaddarlık, biraz kurnazlık bunlara nasip edilmiş ise, bu onların doğrudan seçilmiş oldukları dışında neye yorulabilirdi ki?
Öyle ise, bu insanlara, bu dünyada cenneti kurmak fikrini vermek, aslında cenneti imkânsız hâle getirecekti. Öyle ise, onlara, cennete gitmenin, öbür dünyada cenneti kazanmanın yolunu göstermek yeterli idi. Böylece, kimisi maddi mallara, kimisi hayallere sahip olacaktı. Tıpkı, İngilizler Afrika’ya gittiklerince, İncil’i köylülerin eline verip topraklarını alması gibi. Ama kuşku yok ki, bu yaratanın İngilizleri özel olarak seçmiş olması ile ilgilidir ve “fıtrat” bu değil midir?
Böylece, üretilmiş toplumsal fazlaya el koymak, büyük bir güç elde etmek demek oldu. Bu sayede, bir bölüm “fıtratı” kötü, mafya tarzı, çakal tarzı adamları, karın tokluğunu bu geniş kitleleri bastırmak hizmeti için kiralamanın yolu da açılmış olacaktı. Değil mi ki, yaratan, onlara bu gücü nasip etmişti. Onlar da bunu, cenneti kurmak için kullanmalı idiler.
Hayır hayır, tarih dersine girip, tüm insanlık tarihini yazacak değiliz. Ama bu tarih bilgisi ile, şimdi, doğrudan para gücünden söz edince, tüm mülkiyet ilişkilerini anlatmış olacağımız artık açıktır. Yoksa cennetten kovulanların elinde para yoktu. Orada para olduğuna dair hiçbir duyum yoktur. Zaten, her şeyin o kadar bol olması, satılmasını da zorlaştırır değil mi? Bu bolluk, cenneti, insanların adaleti ile aydınlatmak yerine, yaratanın adaleti ile aydınlatmak anlamına gelmektedir. O kadar boldur ki, adalet terazisine gerek yoktur, tartacak bir şey yoktur. Zaten, özgürlükler de sınırsızdır. Her ne kadar 4 huri bir sınırlama ise de, bunun anlaşılmaz bir yönü yoktur, bir şeyi tarif etmek bir anlamda, ona sınır koymaktır.
Para ve iktidar, cennet denilen şeyin kendisidir.
Öyle bir cennet kurdular ki, haşa ama kudretlerinden sual olunmaz görünmektedirler.
Cennetlerinde, herkes için değil ama bir azınlık için, süt ve bal sınırsızdır. Çeşmelerinden süt, çeşmelerinden şarap akan musluklar gerçekten de vardır. Üstelik, şarabın kaç yıllık olduğu, nerenin üzümü olduğunu bilen “uzmanlarca” servis edilmek üzere, servis elemanlarına verilmektedir. Öyle 4 huri halt etmiş. Zaten, madem orada dört huri vardır, burada neden olmasın düşüncesi ile, dört eş kuralı devrededir. Ama bu sadece, cenneti yönetenlere iman eden, bu arada da birkaç şeyden yararlanan çakallar içindir. Oysa kurtlar için, bizzat cennette olanlar için, bunda da bir sınır yoktur. Üstelik zina da yoktur. Uluorta yerde canları çekiyorsa muta nikâhı devreye girmektedir, böylece toplumun gözünde itibar ve otorite sarsılmamaktadır, ama yok toplumun önünde değil ise, “ey kulum, sana biz sınır koymadık ki sen kendine sınır koyasın” düsturu devreye girmektedir. Kuşlar kadar özgür olduklarından, sabah kahvaltılarını dünyanın bir ucunda, öğlen yemeklerini de öbür noktasına yemektedirler ve bu arada verilen nimetlerden tatmanın, yaradanı da memnun edeceğini bilmektedirler. Banyolarında süt dolu küvetler, ellerinde gençlik aşıları, parmaklarının ucunda kendilerini emirlerini uygulayan “düzen sağlayıcıları” yönetenlere ulaşan teknoloji, öbür dünyadaki cennete taş çıkarmaktadırlar. Hani, mülk Allah’ındır, diyenlere, “eee, sonunda öyledir, ama bu dünyada bekçisi, seçilmişlerdir, Allah, zenginliği istediğine verir, ilimi ise bizzat isteyene. Sen bu soruları sorabiliyorsan, demek bilimi istiyorsun, haydi seni göreyim. Bilimi bizzat isteyen ise, mecburen paranın kutsal kollarına yatmak zorundadır” diye yanıt verirler.
Yani anlayacağınız iş öyle şişirme değildir. Diyorsanız ki, adamlar minareyi çalmış kılıfını da hazırlamış, yanıtımız, olabilir, ama minareyi çalmayı iyi organize etmişler. O kadar ki, onlara hırsız dersen, sen hırsız konumuna düşebilirsin.
Para, sahip olmak, mülkiyet, bu dünyada cenneti kurma işinin anahtarıdır. Öyle olmalı ki, para, onlar için hadsiz hesapsız önemdedir. Öyle olmalı ki, mesela bizdeki Muktedir, para elde ederek cennete katılmaya çalışıyor. Ve bu denli paragöz olmalarını eleştiren olursa yanıtları da açık, “olur mu hiç, biz sadece cennete gidebilmek için parayı araç olarak kullanıyoruz, hayır işlerinde harcıyoruz. Hem sonra Allah Müslümanların fakir olmasını istemiş olabilir mi, tabii ki olamaz. Öyle ise neden bu para miktarına sınır koyalım, neden bu parayı nasıl kazandığımız önemli olsun, Allah yolunda kullanılıyorsa para, ister esrar işinden gelsin, ister IŞİD petrollerinden ne fark eder?” Elbette bu yabana atılır bir yanıt değil!
Para, cennetin öylesine anahtarı oldu ki, bu konuya şaşıp kalan ve öbür dünyadaki cennete ulaşmak isteyen bazı “saf”lar, Kayserili dolandırıcılardan para karşılığı cennetten arsa bile aldılar.
Para, biz fani kulların bilmediği kadar da önemlidir. Paranın nelere kadir olduğunu, bizim gibi fakir fukara bilemez. Paranın ne demek olduğunu, ne işe yaradığını anlamak, aynı zamanda bir “aydınlanma” meselesidir de. Öyle eline geçinecek kadar para geçen fanilerin dediği gibi para “elinin kiri” falan değildir. Zaten, eline ancak ekmek parası geçen, ancak ve ancak tüm hayatını vererek bir daire alabilen insanların, paranın hikmetine varmaları pek de mümkün olamazdı.
Paranın bu derin önemini ve gücünü anlayanlar, işte ancak onlar, bu dünyada cenneti kurabilirler. Siz bakmayın onların işlerini gören “para muhafızları”nın paraları ayakkabı kutularına, kasalara koymasına. Onlar “saklayıcı”lardır. Oysa parayı gerçek anlamda kullanan, onunla ekmek satın almaz, daha çok güç, daha çok iktidar, hani dolandırmadan söyleyeceksek insan satın alır, gelecek satın alır. Para ona hayal satma gücünü verir. Ve o kadar kutsallaşmıştır ki para, haşa, sümme haşa, tanrı değil ise bile, ondan da aşağı kalır değildir. Yaratan, elbette bazılarına parayı yoldan çıkacak kadar verir, ama bazılarına para, öylesine nasip olur ki, dünyada iktidar edenlerin arasına giriverir. Ve dünya iktidarı, cennetten kovulan insan soyu için en kıymetli iktidardır.
Biraz da cehennemden söz etsek. Ortaya çıkmıştır ki, cennet ile cehennem, bu cennetten kovulan insanoğlunun pratiğine göre, tamamen aynı yerdedir. Yani, sırat köprüsünden sonra yollar ikiye ayrılmıyor, hayır, herkes aynı yere gidiyor, öyle ki, orası birisi için cennet, diğeri için cehennem. Ve cennette hep ama hep, cehennemdekinin milyonda biri oluyor. Buyurun size bir ara sonuç daha.
Buradaki, bu dünyadaki cehennem, anlatması zor kötülüklerle dolu. Öyle ki, kudretinden sual olunmaz olmaya hevesli olanların işi gibidir. O kadar ilerdedir.
Mesela Boko Haram denilen bir örgüt, yaratanın emirlerini uyguluyoruz diye, çocuk yaştaki kızları, mesela 9 yaşındakileri dahi, göğüslerini elleyerek, “uygun”luklarına karar verip, kaçırmakta, alıkoymaktadır. Bu kızlar, 4 huri ile yetinmeyen ve cenneti bu dünyaya taşıyanlara, taze cinsel et olarak sunulmaktadır. O kadar korkunçtur ki bu durum, bu çocuk kadınlar, göğüsleri çıkmasın diye, taşları ateşte kızartıp göğüslerine bastırmakta, bu dayanılmaz işkenceyi bizzat kendileri kendilerine uygulamaktadır. Oysa öbür dünyadaki cehennemde buna benzer bir cezalandırma hiç duyulmuş mudur? Kudretinden sual olunmaz yaradan, bu yaştaki çocuk ve çocuk olduğu için allah bilir ama büyük ölçüde günahsız kullarını, böylesi bir işkenceye neden tabi tutsun? Ama cennetten bir kere kovulan insanoğlunun çiğ süt emmiş olması nedeni ile, böyle değerleri yoktur. Bir kere cenneti bu dünyaya getirmeye karar vermişlerdir ve bunu yaptıkları da ispatlıdır.
Bu dünyada cennet var. Cehennemle birlikte, aynı yerde. Rivayetler doğrudur.
Buradan bir ara sonuç daha çıkıyor: Cehennem ne kadar korkunç ise, cennet o kadar güzeldir. Öbür dünyadakini bilemiyorsak da, bu dünyadakinde durum tam da budur. Bu nedenle cehennemin kötülüklerini anlatmak, cenneti resmetmenin bir başka yoludur.
Cizre diye bir yer var. Bizim ülkemizdedir. Sur ilçesine, Ankara kadar da uzak değildir. Ve burada muktedirler, cennetin sahipleri, insanları canlı varlıklar olarak avlamaktadır. Çocukları pencereden bakınca vuranlara ödül vermekte, yaşlı hastaların ellerinde beyaz bayraklarla sokağa çıkıp hastahaneye giderek, bu fani dünyada bir gün ömürlerini uzatmalarına müsade etme hakkını kendilerinde görmektedirler. Ve Cizre bir tane değildir. Bu sadece bizim ülkemizde de geçerli değildir.
Cennete gitmek için camiler inşa edenler, bir yandan da, gösterişli hayatlarını sürdürmek için, daha çok paranın, seçilmiş Müslümanlar olarak kendilerine tanrının bir lütfu olduğunu bilmektedirler. Bu nedenle olacak, Suriyeli çocukların Avrupa’ya taşınmasından gelir elde etmekte ve bunun için denize açılan botlardan düşen çocuk cesetleri, normalde güneşlenmek için insanların gittiği sahillere vurmaktadır.
Yaratana yürekten inandığını iddia edenler, cenneti elinde tutanlar tarafından, Suriye’de bir açık hava kesimhanesi yaratıp, burada insanları boğazlamakta, bunu yaparken de, yaratana hizmet ettiklerini düşünmektedirler. Yaratanın, onların hizmetlerine ihtiyaç duymayacağını bile düşünemeden, ellerinde uyuşturucu haplarla, çocuk ve kadınların başlarını kesmektedirler. Ve bu arada, petrol satarak, esrar satarak, para kazanmaktadırlar. Bu kanlı talan ve yağma, cenneti kuranların, halkları hizaya getirmesine hizmet etsin diye, bu denli korkunç işler yapan bir “örgüt” eli ile yürütülmektedir. Böylece korku, cehennemi sürekli kılabilmek için, önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Öyle bir cehennemdir ki bu, Allah korkusu, cehennem korkusu yanında çocukça kalmaktadır. IŞİD’in saldığı korku, ne de olsa, cenneti bu dünyaya getirmiş olanların kılıçlarının korkusu sayılmalıdır, bu ordu, onlar adına savaşmaktadır, vücutlarına bombaları sarıp patlatanlar, öbür dünyadaki cennete ulaşmak için uğraşırken, gerçekte onlara bu emri verenler, bu dünyada cenneti kuranların silâhlı emir erleridir.
Öbür dünyadaki cehennemde, her gün kızgın ateşler yayanların, acaba yalan propaganda ile, mesela TV kanalları ile, aslında “yanmadıklarına” inandırılmaları tarzında bir uygulama var mıdır? Hiçbir kutsal kitapta buna dair bir şey okumuş olan yoktur. Ama ya bu dünyadaki cehenneme bakarsak, tam tersini görürüz. Bu dünyayı, milyonlara cehennem olarak yaşatan, cenneti bu dünyada kendileri için kuranlar, belki güçlerinin ilahi bir kaynaktan gelmediğini bildiklerinden olacak, cehennemdekileri sistematik ve her gün, her an yalanlarla uyutmaya çalışıyorlar. Bunun için her türlü olanağı kullanıyorlar. Karayı ak olarak sunabiliyorlar. Cehennemdekilerin dayanılmaz hayatlarına “yeter” demelerini önlemek için, uzmanlarca hazırlanan, uzmanlarca uygulanan propaganda teknikleri devreye sokmaktadırlar. Cehennem, ateş nedeni ile biraz olsun aydınlık olan bir yer olmalıdır. Oysa bu dünyada cenneti kuranlar, cehennemi de kuranlar oldukları açık, cehennemi sürekli karanlıkta tutuyorlar. Onca ateşe rağmen, öyle teknikler devreye sokuyorlar ki, kudretinden sual olunmaz yaratanın, bunu kendine bir meydan okuma olarak almaması mümkün değildir.
Öbür dünyadaki cehennemde, cezaların çekilmesinin bir adil yönü vardır. Açık ve nettir. Oysa bu dünyada cenneti kuranlar, insan olduklarından ve insan çiğ süt emmiş olduğundan olsa gerek, cehennemde yaşayanlara, akıl almaz işkenceler yaptıkları biliniyor. Guantanamo üssü, CIA’nın yaptıkları, Hitler, ülkemizde 12 Eylül’de yapılanlar, Kürt devrimcilerinin yıllardır maruz kaldığı işkenceler ve diğerleri. Saymakla bitmez çeşitlilikte işkenceler, çiğ süt de emmiş olsa insanoğlunun aklının işi midir, yoksa doğrudan bir şeytanî gücün, dünyayı yaratanın kontrolünden almış olmasının ürünü müdür? Hele bu işkence için kullandıkları, icat ettikleri makinalar, şeytanın bile “aman allahım” diyerek yaratanı yardıma çağırdığı türden değil midir? Şeytan ki bunları söylüyor ve ağzına Allah’ın adını alıyor, bu dünyadaki cehennemin ne demek olduğunu gelin siz anlayın. Normalde şeytanın, cennetten kovulan Adem ve Havva’ya ve onlardan türeyen insanoğluna daha yakın olması gerekir. Hem onu kandırdıkça, tuzağa düşürdükçe, aklını mala mülke çektikçe, günahlar işlettikçe Allah’a karşı savaşını yürütebilmektedir. Ama bu dünyada insanoğlunun kurduğu cennet ve cehennem, şeytan için bile o kadar uzaktır ki, şeytanın, gerçek şeytanın kendisi mi, yoksa bu cenneti kuranlar mı olduğu konusunda aklının karışık olduğu bilinmektedir. Şeytana göre, bu tanrının bir oyunudur; insanoğlunun bu denli akıl almaz cehennem uygulamaları sahneye koyması, ona göre, Tanrı’nın kendisine “senin şeytanlığın da ne ki” mesajıdır. Özellikle modern kapitalist çağda, Şeytanın kendisini, çok saf ve çocuk hissettiği söylentileri oldukça yaygındır.
Tüm bunlar ise, rivayet olunduğu gibi, cennet ve cehennemin bu dünyaya ait olduğunun kanıtlarıdır. Bu cennette zalimler yaşamaktadır, hırsızlar, yağmacılar vb. Bu dünyadaki cehennemde ise, halklar, milyonlar, işçi emekçiler, kendi emeği ile geçinenler yaşamaktadır. Yani dürüst, namuslu insanlar cehennemdedir. Bu nedenle bu dünyadaki cehennem dayanılır, yaşanır bir yer değildir. Doğrusu bu dünyadaki cehennemin gönüllü misafirleri de yoktur. Halklar bu cehennemden çıkmak istemektedir.
Halklar, milyonlar, bu cehennemde yaşamayı reddederse eğer, yeter derler ve ayaklarının üzerine doğrulurlarsa, yeter der ve eğer bu yalan perdesi yırtılıp atılırsa, bu dünyada zenginlerin, para sahiplerinin kurdukları iktidar da bitecektir.
İşte o zaman, gerçek anlamı ile insanın tarihi başlayacaktır.
İşte o zaman, bir dünya cennetinin, herkes için, temelleri atılmış olacaktır. o